![]() |
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm - Printable Version +- Dini Bilgi Forum (https://dinibilgi.info) +-- Forum: DiNi KONULAR&iSLAMi BiLGiLER (https://dinibilgi.info/forumdisplay.php?fid=25) +--- Forum: DiNi KISSALAR (https://dinibilgi.info/forumdisplay.php?fid=69) +---- Forum: Dört Halifenin Kıssaları (https://dinibilgi.info/forumdisplay.php?fid=71) +---- Thread: ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm (/showthread.php?tid=1332) |
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm - SeliM35 - 10-11-2020 ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm Elliyedinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında çesidli kitâblarda bildirilen haberleri açıklamakdadır. A’mes, Süfyândan ve Abdüllahdan “radıyallahü teâlâ anhüm” rivâyet etmisdir. Dediler ki, vallahi Ömerin amelini terâzînin bir kefesine koysalar, diger insanların amellerini de terâzînin diger kefesine koysalar, Ömerin amelinin agır gelecegini zan ederiz. Hakîm ârif Zeynüddîn Alî bin Tâhir kendi tasnîf etdigi kitâbda demisdir ki: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, münâfık o kimsedir ki, dünyâ onun ümîdi olur. Hatâ ve günâh onun ameli olur. Çok yemîn onun san’atı olur. Âhıret islerinde câhil, dünyâ islerinde zekî olur. – 163 – Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sefkatı ve rahmeti, mahlûkât üzerine o mertebede idi ki, Ebûlleys-i Semerkandî (Tenbîh-ül gâfilîn)de yazmısdır: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” bir yaslı zimmî gördü ki, kapılarda gezip, kapılarda dilenir. Ömer hazretleri buyurdu ki, ey pîr! Benim sana insâf etmemi istiyorlar. Gençlik vaktinde senden cizye aldım. Lâyık olan odur ki, bugün seni afv etmeliyim. Afv edip, her gün kendinin ve ıyâlinin [çoluk-çocugunun] yiyecegini beyt-ül-mâldan versinler, buyurdu. Ellisekizinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Alîyülmürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”, oturmus, sohbet ediyordu. Söz arasında bir kimse, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini medh etmege basladı. Hazret-i Alî buyurdu ki, hangi Ömer? Allahü tebâreke ve teâlâ Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra, Ömere benzer kul halk etmemis ve hiçbir babanın ve ananın Ömer gibi oglu olmamısdır. O Ömerdir ki, âlimdir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dîninin sınırlarını bilir. Allahü teâlâ islâmı azîz etdi, onunla adâlet etdi. Böylece kendisi emîn oldu. Islâmiyyeti bilen fakîhdir. Kendisinden sonra gelen halîfeleri zor duruma düsürdü. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, islâm dîninde güzel âdetler bırakdı. Islâmda ilk kâdî ta’yîn etdi. Süreyhi kâdî ta’yîn etdi. Postayı ilk kuran odur. Beyt-ül-mâl binâsı yapdırdı. Zekât ve baska malları buraya koyardı. Zindanı ilk binâ eden odur. Hudûdullahı icrâ etmek için, cellâdı o ta’yîn etdi. Mescid ve câmi’leri sehrlerde o tertîb etdi. Serhadları [sınırları] o vaz’ etdi. Müezzin ve gayrîleri gibi tatavvu’ [hayrlı] is isliyenlere ücret verirdi. Îrân topragı üzerine harâcı o ta’yîn etdi. Cemâ’at ile, Ramezân ayında terâvîh nemâzını âsikâre kıldı. Resûlullah terâvîh nemâzı kılardı, fekat âsikâr etmezdi. Allahü teâlânın terâvîh nemâzını ümmeti üzerine farz edeceginden ve onların mesakkat çekeceginden çekinirdi. Hazret-i Ömerde “radıyallahü teâlâ anh” bu mertebe yükseklik var idi ki, adâletin, heybetin, siyâsetin, gayretinin sesi ufuklara yayılmıs iken, bir zerre kibr ve ucb kendi nefsinde yokdu. Kendini cümleden asagı görürdü. Kendi eli ile yapdıgı isleri kimse gücü yetip, yapamadı. Kesb ederdi [çalısır idi]. Der idi ki, ey müslimânlar, kesb edin [çalı- – 164 – sın], baskaları üzerine yük olmayın. Pazarda, çoluk-çocugumun nafakasını te’mîn etmek için çalısırken öldügüm yer, bana en sevimli yerdir. Elinizi kesbden kaldırıp da [çalısmayı bırakıp da] Allahü teâlâ rızkımı verir demeyiniz. Allahü teâlâ gökden altın ve gümüs göndermez. Âdet-i kerîmesini degisdirmez. Cümle mubâhları gözler önüne sermisdir. Vera’ ve takvâsı o mertebede idi ki, sadaka südünden bir içim hazret-i Ömere süt verdiler. Içdi. Sonra anladı ki, buna lâyık degil idi. Parmagını bogazına sokdu. O südü kay etdi. O kadar zorluk ve mihnet çekdi ki, mubârek rûhu bedeninden ayrılıyor diye korkdular. Sonra, yâ Rabbî damarlarımda kalıp da çıkaramadıklarımdan sana sıgınırım, buyurdu. (Kimyâ-i se’âdet)de, hüccet-ül islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî “rahimehullahü teâlâ” nakl buyurmuslar: Bir vakt, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin harem-i serîflerine, ganîmetden misk getirmislerdi. Kendi ehline [hanımına] buyurdu ki, bu miski satıp, dervislere sarf edelim. Bir gün se’âdethânesine girdi. Hâtununun sandıgından misk kokusu duydu. Buyurdu ki, bu ne kokusudur. Hâtunu dedi ki, miski satarken elime kokusu sindi. Sandıga dokundum. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o sandıgı alıp topraga o kadar sürdü ki, aslâ kokusu kalmadı. Sonra hanımına verdi. Bu kadara müsâmaha gösterilebilirdi. Lâkin Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bundan murâdı su idi ki, küçük zararlara göz yumarak, büyük zarara yakalanmayalar. Veyâ harâm korkusundan bir halâli terk etmis olup, müttekîler sevâbını bulmak için yapılmıs olur. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 607.ci sahîfesine bakınız!] Ellidokuzuncu Menâkıb: Tefsîrde gelmisdir. Hazret-i Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” minber üzerinde buyurdu ki, hanımların mehrinde ifrât etmeyiniz [ya’nî fazla mehr ta’yîn etmeyiniz]! Eger bu dünyâda ikrâm olsa idi veyâ Allahü tebâreke ve teâlâ katında harâmdan sakınmak olsa idi, ona uyacak kimse, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri olurdu. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hiçbir hâtununa ve kerîmelerinden birine oniki buçuk vakıyye gümüsden ziyâde mehr kesmedi ki, her vakıyyesi kırk dirhem- – 165 – dir. Temâmı besyüz dirhem olur. Bu sözü söyledikleri vakt, söz sâhibi olan bir hâtun, ayak üzerine kalkıp, dedi ki, Allahü teâlâ bize kırba dolusu mehr verir. [Kırba: Saka tulumu demekdir.] Meâl-i serîfi, (Sizden biriniz, hanımını fuhsdan baska bir sebeble bosayıp, baska bir hanım aldıgında, önceki hanıma mehr olarak verdigi çok fazla mikdârdaki malı geri almasın) olan Nisâ sûresi 19.cu âyet-i kerîmesinde, kadınlara çok ihsân, çok mal verilecegi beyân buyurulmakdadır. Hâlbuki Hattâb oglu geri almak ister; dedi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dinde ve emânında büyüklügünden ve insâfından, bu sözü isitdi. Anladı ki, o kadının söyledigi söz, dogrudur. Hak sözü kabûl edip ve insâf edip, buyurdu ki, (Bütün insanlar Ömerden iyi bilir. Bu kadın dogru söyledi. Ömer hatâ etdi.) Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gün buyurdu ki, ey kadınlar, basınızı kaldırın. Kendi hâllerinize bakın. Hakîkatde yol âsikâre oldu. [gidilecek yol bellidir.] Zinhâr halk üzerine yük olmayınız. Ya’nî kesb ediniz. Kimseye muhtâc olmayınız. [Dînimize uygun seklde kesb ediniz.] Yine Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, her kim ki, dinde fakîh degildir, bizim pazarımızda alıs-veris etmesin. Çünki, fâize düsüp, sıkıntı çeker. [Ya’nî, alıs-veris ilmini bilmiyen, alıs-veris yapmasın!] Altmısıncı Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe oldukları vakt, Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh” serasker, ya’nî baskomutan idi. Onu azl edip, Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini onun yerine serasker ta’yîn etdi. Bir zemân sonra, Sa’d “radıyallahü teâlâ anh”, Kûfede bir serây binâ etmek arzû etdi. Serây yapacagı yerin bir tarafı bir mecûsînin evine bitisik idi. Sa’d “radıyallahü teâlâ anh”, mecûsîyi çagırıp, dedi ki, o evi bana sat. Sa’d çok para verdigi hâlde, mecûsî satmadı. Hâzır olanlar, dediler ki, bu mecûsiye bu kadar ricâ etmege ne lüzûm vardır. Sen o evi al ve behâsını da ver. Mecûsî de bunu isitip, korkdu ki, Sa’d böyle yapacak. Evine varıp, hanımına dedi ki, ne tedbîr alalım. Hanımı dedi ki, onların bir emîrleri var ki, ona emîr-ül mü’minîn Ömer derler. Kalk onun yanına varıp, Sa’dı sikâyet et. O emr buyurur, Sa’d elini senden çeker. Mecûsî de – 166 – kalkıp, Medîne-i Münevvereye vardı. Sordu ki, Emîr-ül mü’minîn serâyı nerededir. Dediler serâyı yokdur. Kendisi dısarıya, sahrâya çıkmısdır. O mecûsî sâir emîrler gibi sehr hâricine avlanmaya gitmisdir zan etdi. Sehr hâricine çıkıp, etrâfı gözetip, hangi tarafından hasmetle ve hizmetkârları ile gelecek diye bakdı. Hiçbir tarafdan bir toz eseri dahî kalkıp görülmedi. Hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ise, kamçısını basının altına koyup, toprak üzerinde uyumus idi. O mecûsî onu gördü. Lâkin onun Emîr-ül mü’minîn oldugunu bilmiyordu. Uyandırdı ve dedi ki, Emîr-ül mü’minîn hangi tarafa gitmisdir. Hazret-i Ömer buyurdu: Onu niçin soruyorsun [ne yapacaksın] ve ne istersin. Mecûsî dedi ki, Sa’ddan ona sikâyete geldim. O evimi kasden ve cebren elimden almak ister. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” oradan kalkıp, se’âdethânelerine geldiler. Hizmetciye buyurdular ki, bir parça kâgıd getir, Sa’da bir nâme yazacagım. Hizmetçi aradı, kâgıd bulamadı. Buyurdular ki, bir parça deri de olursa, getir. Hizmetçi bulamadı. Buyurdular, bir parça kemik, getir. Bir koyun küregi bulup, getirdi. Üzerine (Bismillâhirrahmânirrahîm. Yâ Sa’d! Bu nâme sana erisdigi zemân hasmını hosnûd et. Veyâ kalkıp huzûruma gel!) diye yazdı. O kürek kemigini mecûsîye verdi. Mecûsî onu alıp, evine geldi. Hanımı dedi ki, ne yapdın. Dedi ki, hayret ki, bu uzun yolu gitdim. Bu kadar mesakkat ile; elime yazılmıs bir parça kemik verdiler. Hanımı dedi ki, mâdem ki getirdin, Sa’da onu götür arz et. Bakalım ne söyler. Mecûsî de kalkıp, Sa’dın serâyı kapısına gitdi. Sa’d hazretleri nemâzını kılıp, serây kapısında oturmusdu. Halk, karsısına saf baglayıp oturmuslar idi. Mecûsî kürek kemigini Sa’dın karsısında tutup, durdu. Sa’dın gözü onu gördükde, Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yazısı oldugunu anlayıp, çehresi degisdi. Dedi ki, her ne ister isen bana söyle. Beni Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûruna çıkarma ki, ben Ömerin siyâsetine tâkat getiremem. Hemen o mecûsî, aklı basından gidip, düsdü. Bir zemân sonra ayıldı. Dedi ki, yâ Sa’d! Bana islâmı arz eyle, deyip, müslimân oldu. Evini ona, hüsn-i rızâsı ile bagısladı. O mecûsîye dediler ki, ne sebeble müslimân oldun. Dedi, bunların emîrlerini gördüm. Bir köhne hırka örtünmüs. Ve aya- – 167 – gında iç donu yok. Kamçısını bası altına koyup, toprak üzerinde uyumus, dervis sûretinde. O seklde ki, onu gördüm. O kadar siyâset ve heybet ki, halkın gönüllerinde yerlesmis oldugunu gördüm. Kendi kendime dedim ki, bu dinde böyle bir emîr olsun, bu din mutlaka hak dindir. Anlamalıdır ki, adâlet ne mubârek nesnedir. Altmısbirinci Menâkıb: Bir gün Ömer “radıyallahü anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin arkasında nemâz kılıyordu. Resûl aleyhisselâm sûre-i Vennaziat okuyordu. Meâl-i serîfi (Fir’avn kavmine, ben sizin ulu tanrınızım dedi) olan âyet-i kerîmeyi okudugunda, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin gayret damarı harekete gelip, mubârek bedeninde tüyleri elbisesinden dısarı çıkıp, (Eger ben orada hâzır olaydım, boynunu vururdum) dedi. Nemâz edâ edildikden sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Yâ Ömer, nemâzda konusdun. Nemâzını kazâ et). Hemen Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emrini erisdirip, buyurdu ki, (Yâ Muhammed! Ömere nemâzı kazâ et diye söyleme! Biz o nemâzı kabûl etdik. O nemâzı cümle ümmetin nemâzına berâber etdik ki, biz çok gayretli, sevdigini kayırıcı kimseleri severiz.) Altmısikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir bayram günü, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı serîflerine geldi. Mescide vardılar. Sonra yola çıkdılar. Medîne-i Münevverenin çocukları Server-i kâinâta yapısıp, bayramlık istediler. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, yâ Ömer! Beni bunlardan satın al [kurtar]. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri de gidip, bir parça et ve bir mikdâr hurma ve meyve getirip, çocuklara verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, yâ Ömer! Sen beni Mâlik bin Za’rin, Yûsüf aleyhisselâmı aldıgından dahâ ucuza aldın. Mâlik, Yûsüfu birkaç dirheme aldı. Sen beni meyveye ve ete aldın. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Yâ Resûlallah! Her ne kadar Yûsüf aleyhisselâmdan ucuz aldım ise de, ondan güzel ve sirinsin. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir merd idi ki, onun gölgesinden – 168 – iblîs kaçardı. Mısrdaki Nil nehri kurumus iken, onun mektûbu ile akdı. Onun kamçısı ile zelzele durdu. Heybetinden ve onun sesini Medîne-i Münevverede hutbe okurken, Irâkdan isitdiler. Allahü tebâreke ve teâlâ onun rey’ine uygun âyet-i kerîme gönderdi. Rıdvân [Cennet melegi] onun evine odun iletdi. Mikâîl aleyhisselâm onun kokusunu alırdı. Islâm onunla kuvvetlendi. Müslimân oldugu gün, Allahü teâlâ indinde makbûl oldugu için, Cebrâîl aleyhisselâm onunla oturmus idi. Aslan onun yasdıgının bekçiligini yapardı. Onun yükünü çekmekden yer ve gök âciz kalırdı. Altmısüçüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, se’âdetle otururlardı. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meclis-i serîfinde hâzır oldu. Hazret-i Server-i âlem buyurdu ki, (Yâ Ömer, bana ilâhî emr gelmisdir ki, adâlet nûrunu, Ömer bin Hattâba ver. Simdi sana verdim. Cihânda adâlet etmek senin nasîbindir.) Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bu dünyâdan göç etmek vakti yaklasdı. Bir vasıyyetnâme yazdı. Halîfe olacak sahsın nâmını yazdı. Yerini açık koydu ki, kimse incinmesin. Abbâs bin Abdülmuttalib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri isitdi ki, halîfenin adının yeri açık kalmısdır. Ebû Bekrden sonra ihtilâf vâki’ olur diye, varıp, vasıyyetnâmeyi istedi. Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” ismini o açık yere yazdı. Sonra Sıddîk-ı ekberin aklı basına geldi. Abbâs hazretlerine dedi ki: Vasıyyetnâmeyi getir. O da getirdi. Aldı, bakdı. Buyurdu ki, o açık yeri göreyim. Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu ki: Ben küstâhlık etdim; yâ halîfe-i Resûlallah! Ömer adını açık yere yazdım. Sıddîk hazretleri sâd olup, buyurdu ki, Elhamdülillah, benim de murâdım, bu idi. Eshâbdan ba’zıları gelip, dediler ki, niçin böyle etdin. Ömer bin Hattâb sert tabî’atlı kimsedir. Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda, Ömeri müslimânlar üzerine getirdiginden dolayı, ne huccet getirirsin. Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Beni kaldırın, oturtun. Oturup, buyurdu ki, eger Hak Sübhânehü ve teâlâ, benden niçin Ömeri halîfe etdin diye süâl buyurursa, ben cevâb veririm ki, yâ ilâhelâlemîn. O gün yeryüzünde, Ömerden âdil kimse bulamadım. O sebebden Ömeri halîfe ta’yîn etdim. Sonra Ömer “ra- – 169 – dıyallahü teâlâ anh” hilâfet makâmına oturdu. Etrâfdan insanlar gelip, sorarlardı emîr kimdir diye. Kurt koyun ile berâber su içip, dolasır, hiç ziyân etmez. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o kadar âdil davrandı, adâlet gösterdi ki, müslimânlar maksadlarına kavusdular. Dul kadınlara suyu kendi çekerdi. Ve unu kendi satın alırdı ve kendi götürürdü. Hammallara yardım ederdi. Der idi ki, bir mikdâr yol ben götüreyim ve bir mikdâr sen götür. Köle ve câriye su çekmekden veyâ un ögütmekden âciz kalmıs ise, yardım ederdi. Geceleri Abdürrahmân bin Avf ile berâber sehri dolasıp, bekçilik ederdi. “Radıyallahü teâlâ anhümâ”. Altmısdördüncü Menâkıb: Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” der ki, ben hazret-i Ömerden acâiblikler gördüm. Dediler, ne gördün. Buyurdu ki, hayâtda olsa, ben söylemege kâdir olmazdım. Birisi odur ki, her gece ikimiz sehri dolanırdık. Bir mahalle varırdık. Ömer bana der idi ki, sen burada dur. Ben de muhâlefete kâdir olamayıp, dururdum. Varıp, bir zemândan sonra, gelirdi. Süâl etmege de cür’et edemezdim. Vefâtlarından sonra bir gece o mahalleye varıp, bir ev içine girdim. Bir ihtiyâr kadın gördüm. Kendi kendine acabâ ne oldu ki, Ömer bu gece gelmedi, diyordu. Ben dedim, ey hâtun! Ömer dünyâdan göçdü. Kadın bunu isitince, bir âh çekip, bayıldı. Sonra aklı geri geldi. Dedi ki; ey Allahım! Bana yardımda bulunan Ömeri afv et. Ona dedim ki, ne yardım ederdi. Gündüz vakti üzerimi kirletirdim. Onu dısarı atardı. Kirlenmis elbisemi yıkardı. Beni temizlerdi. Bana yiyecekden ne nesne gerek ise, getirirdi. Dedim, ey hâtun! Ben de Ömerin yâriyim. Eger o gitdi ise ben sagım. Ben Ömerin yapdıgı isleri yapayım. Beni çagırıp, dedi ki, Ömerin yerini kim tutabilir. Eger Ömerin yâri isen, bana düâ eyle, yardım et. Hemen basını yukarı tutup, dedi ki, yâ ilâhel âlemîn! Ben o hastalıgı Ömerin yardımı ile çekerdim. Ömer gitdi. Benim rûhumu kabz eyle ki, ben Ömersiz ömr istemem. Bunu dedi, o sâat düâsı makbûl olup, dünyâdan göç etdi. Ben agladım. Techîz ve tekfînini yapıp, defn eyledim. Altmısbesinci Menâkıb: Yine Abdürrahmân bin Avf “radı- – 170 – yallahü teâlâ anh” buyurdu. Hazret-i Ömer bir gece bir tulumu su ile doldurup, arkasına almıs, Medîne-i Münevvere köylerine giderken yorulmus. Ben dedim ki, ey emîr-el mü’minîn, yorulmussunuz! Bana ver, biraz da ben götüreyim. Buyurdu ki, eger bugün sen benim tulumumun yükünü götürür isen, yarın benim günâhımın yükünü kim götürür. Dedim, senin ne yükün var ki, sen Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolu üzerine yürüyorsun. Buyurdu ki, ben Resûlullah hazretlerinin dostu o zemân olurum ki, bu hilâfetden basabas kurtulayım. [Ya’nî zararsız olarak kurtulur isem, Resûlullahın dostu olurum.] Dünyâdan göç etmezden evvel böyle buyururlar idi. Ogulları Abdüllah “radıyallahü teâlâ anhümâ” babasının vefâtlarından bir sene sonra onu rü’yâda görmüs. Sabâhleyin bası açık dısarı gelip, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mescid-i serîflerine vardı. Seslenip, dedi ki, ey Sahâbîler, toplanın. Babamın selâmını size getirdim. Hepsi toplandılar. Orada Abdüllah hazretleri buyurdu. Dün gece babamı rü’yâda gördüm. Dün geceye kadar, babamın âhırete göç edisi bir sene oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine babamı rü’yâda göreyim niyyeti ile salevât getirirdim. Fekat, göremezdim. Tâ dün gece gördüm. Babamın yüzü degismis. Dedim, ey baba! Bu ne hâldir. Senin yüzünün rengi kırmızı idi. Dedi, ey ogul, simdi kurtuldum. Simdiye kadar muhâsebede idim. Dedim. Ey baba, nasıl muhâsebe [hesâb] olundun. Hesâbın biri bitmeden biri baslıyordu. Hâl bir yere erisdi ki, beyt-ül-mâla âid sadaka develerinin bir yuları var idi. Birçok yerden baglamısdım. Artık deveye takacak yeri kalmamısdı. Dısarı atmısdım. Cenâb-ı Rabbil âlemînden azarlayıcı hitâb geldi ki, niçin o yuları atdın. Müslimânların malını zâyi’ etdin. Ey baba, bu itâbdan ne sebeble kurtuldun. Dedi ki, ey ogul! O mektûb sebebi ile ki, sana demisdim. Bu mektûbu benim kefenim arasına koy. O mektûb su idi. Bir gün Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri babamın yanına geldiler. Selâm verdiler. Oturdular. Babam, müslimânların isi ile mesgûl idi. Selâmlarını isitmedi. Sonra isi bitdi. Buraya gelin. Onlar dediler, biz selâm verdik. Babam dedi, isitmedim. Babam kalkdı. Onların yanına vardı. Onların ikisi de ayaga kalk- – 171 – dılar. Babam ikisinin de elini öpdü. Hazîne ile mesgûl olan hizmetkâra buyurdu ki, iki kaftan getir. Her birini birine giydir. Onlardan sonra özr dileyip, dedi ki, bizden râzı olun ki, bilmedik, kusûr etdik. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”, babalarının huzûrlarına vardılar. Dediler ki, Emîr-ül mü’minîn Ömer bize hil’at verdi [elbise verdi]. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” çok memnûn oldu. Nükte: Her kim babalarının gönlünü almak isterse, evlâdına iyilik eyleye ki, babalarının gönlünün meyvesi, evlâddır. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, geri Emîr-ül mü’minînin huzûruna gidiniz. Söyleyin ki, bizim babamız der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim. Resûlullah buyurdu ki, (Ömer hayâtda iken, islâmın nûrudur. Dünyâdan gidince de Cennet ehlinin çirâgıdır.) Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” geldiler, haber verdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, siz ikiniz de onu babanızdan isitdiniz mi? Dediler, evet. Hazret-i Ömer ogluna dedi ki, yâ Abdüllah! Divit ve kalem ve kâgıd getir. Hasen ve Hüseynin “radıyallahü teâlâ anhümâ” babaları Alîden “radıyallahü anh” isitdikleri ve onun Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Ömer hayâtda iken islâmın nûru, dünyâdan gidince de Cennet ehlinin çirâgıdır) buyurdugunu ve üçünün sehâdetlerini yaz. Üçünün de sehâdetlerini yazdılar. Sonra, ogluna: Ey Abdüllah! Bunu, ben vefât edince, kefenim arasına, gögsüm üzerine koy ki, zarûret mahallinde [zor durumda kalınca] imdâdıma yetissin, buyurdu. Altmısaltıncı Menâkıb: Bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Medîne-i münevverede gidiyordu. Bir ihtiyâr kadın yol kenârında durmus idi. Bir baska kadın ona dedi ki, içeri gir, emîr-ül mü’minîn Ömer gidiyor. Acûze (ihtiyâr) kadın, basını dısarı çıkarıp dedi ki, kimdir, emîr-ül mü’minîn. Bir merd idi ki, ona dün Ömer derler idi. Bu gün emîr-ül mü’minîn mi oldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o sözü isitdi. Geri döndü, dedi ki, Ömeri Ömere gösteren o kadın kimdir. Ömerin kendini tanımasına, anlamasına sebeb oldu. Ondan sonra hergün o acûzenin [ihtiyâr kadının] kapısına gelirdi ve derdi ki, atı- – 172 – lacak çöpün var ise atayım, hizmetin var ise göreyim. Destin bos ise ver, su getireyim. Zîrâ Ömeri senden gayri kimse tanımadı. Altmısyedinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gece Medîne-i münevverede geziyordu. Bir kadın evi içinde kızına dedi ki, kızım bir mikdâr su getir, südün içine kat. Kızı dedi ki, Emîr-ül mü’minîn nidâ etdirmedi mi bugünden sonra, süde su katmayınız. Kadın dedi ki, O simdi burada degildir. Kız dedi, Ömer burada degil ise, Rabbi buradadır, O görüyor. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri onun sözünü isitdi. Evi nisân etdi. Geldi, ogluna dedi ki, senin için bir kız buldum. Onu sana alayım. Ertesi gün o kadının kapısına geldi. Dedi ki, kızını benim ogluma ver. Kadın dedi ki, bende o cür’et yokdur ki, bunu kalbimden geçireyim. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben o kızdan isitdim söyledigi o sözü ki, hosuma gitdi. O kızı kendi oglu Âsım hazretlerine aldı. Abdül’azîz o kızın evlâdından oldu. Abdül’azîzden emîr-ül mü’minîn Ömer bin Abdül’azîz hazretleri vücûda geldi. Onun hilâfeti zemânında kurt koyun ile gezerdi. Altmıssekizinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gece sehri gezerken bir evden çesidli sesler isitdi. Ömer hazretleri dama çıkdı. Damdan o eve girdi. Gördü ki, bir kisi bir kadın ile oturmus. Orta yerde de serâb var. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dedi: Niçin Allahü teâlâ hazretlerinin emrini tutmazsın. Bu kadar günâhın cezâsını çekmiyecegini mi zan ediyorsunuz! O kisi çok korkup, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Hiç acele etme ki, ben bir günâh isledim ise, sen dört günâh isledin. Birincisi, Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, (Evlere kapılarından giriniz.) Sen damdan girdin. Ikincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Evlerinizden gayrî evlere izn alıp, ehli üzerine selâm vermeyince girmeyiniz.) Sen fermân dinlemeden girdin. Üçüncü; Allahü teâlâ buyurur: (Tecessüs etmeyiniz.) Sen tecessüs etdin. Dördüncü; Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur, (Sû-i zân etmekden sakınınız.) Sen sû-i zan etdin. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu isitdi. Mubârek gönlüne çok te’sîr etdi. Pismân oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etdi. Ömer “radıyallahü – 173 – teâlâ anh” hazretlerinin adâleti ve siyâseti bereketi ile, o kisi de tevbe edip, iyiler zümresinden oldu. Altmısdokuzuncu Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bir gün, mescidde mubârek basını koyup, tam yatacakdı. Tam o sırada bir kara köle, seslenip, dedi: Kalk, yâ Emîr-el mü’minîn. Önce bana insâf eyle. Rabbil âlemîn kıyâmet günü benim hakkımı senden alır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” acele kalkıp, onun sözü gönlüne fazla te’sîr etdi. Buyurdu ki: Ne is yaparsın. Yardım edeyim. O köle dedi ki, ben düskün bir kisiyim. Elbisemi yıkayasın ve temizleyesin. Mübtelâlara (düskünlere), dervislere, hastalara yardım etmek senin üzerine vâcibdir. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Evet, Hak senin elindedir. Ne buyurur isen öylece yapacagım. O kendi esvâblarını çıkardı ve dedi; yâ Emîr-el mü’minîn! Sen esvâbını bana ver; giyineyim ki, çıplaklıga sabr edemem. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri esvâbını çıkarıp, ona verdi. Kendi beline bir pestemâl bagladı. Kölenin elbisesini yıkadı. Ondan özrler diledi. Ona taltîf gösterdi. Yumusak sözler ile halâllik diledi. Köle dedi, yâ Emîr-el mü’minîn, eger sana acımasam, halâl etmezdim. Sen bilirsin ki, kıyâmet gününde, sarkdan- garba müslimânların çıplakları ve açları ve za’îfleri ve fakîrleri ve mübtelâları haklarından seni süâl ederler. Allahü teâlâ hazretleri bunlar haklarından sana süâl eder, sen ne cevâb verirsin. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çok agladı. Yine köleden özrler diledi. Gönlünü hos etdi. Kendi elbisesini ona bagısladı. Aglıyarak geri döndü. “Radıyallahü teâlâ anh”. Yetmisinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin zemânında bir kervân, bir gece vaktinde Medîne-i münevvereye geldi. Kervândakilerin hepsi kâfir idiler. Konakladıkları gibi hepsi uyudular. Zîrâ yorulmuslardı. Develerini ve yüklerini himâyesiz koydular. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu hâlde onları uyumus gördü. Düsündü ki, sakın olmıya ki, bunların mallarını çalarlar, ben mes’ûl olurum. Bu endîse ile Abdürrahmân bin Avfın “radıyallahü teâlâ anh” yanına vardı. Abdürrahmân bin Avf sordu, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu vaktde ne ise geldiniz. Buyurdu ki, yâ Abdürrahmân! Bir kervâna ugra- – 174 – dım. Konmuslar ve hepsi uyumuslar. Korkdum ki, onların malları çalınır. Bana muvâfakat et, varalım, onları bekleyelim. Ikisi, varıp, hıfz edip, beklediler. Sabâh vakti oldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” (Es-salât, es-salât), deyip, seslendi. Uyandılar. Emîr-ül mü’minîn dönüp, se’âdethânelerine geldi. Kervân halkından bir kimse, Emîr-ül mü’minînin, arkasından gitdi. Bu kimdir ki, bunları sabâha kadar bekledi. Onu baskalarından süâl etdi. Dediler, o emîr-ül mü’minîn Ömer hazretleridir. Yeryüzündeki insanların en iyisidir. O kisi de varıp, kervân halkına haber verdi ki, emîr-ül mü’minîn Ömer kendisi gelip, biz uyurken bizi beklemis. Dediler, onun kâfirlere bu derece (mertebe) sefkat ve merhameti olduguna göre, müslimânlara ne derecede merhametlidir. Biz anladık ki, onun dîni hak dindir. Hepsi kalkıp, Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, huzûr-ı serîflerine varıp, temâmı müslimân oldular. Yetmisbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Selmân-ı Fârisîyi “radıyallahü teâlâ anh” Fârîs vilâyetine vâlî ta’yîn etdi. Ebû Mûsel es’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hâkim ta’yîn etdi. Herbirine beyt-ül mâldan iki dank ta’yîn buyurdu. [Bir dank, yarım gram gümüsdür.] Buyurdular ki, beyt-ül-mâldan bir mescid binâ ediniz. Selmân vardı. Emîrlik isleri ile ugrasmaga ve mescid binâ etmege basladı. Ebû Mûsel es’arî baska bir yerde oturup, müslimânlar arasında hükm etmege basladı. Selmân kendi ücretinden iki dank aldı. Bir dankı ile Sâmî kilim aldı. Zîrâ illeti [hastalıgı] vardı. Sâm yapısı o kilim hastalıga fâideli idi. Bir danka iki arpa ekmegi aldı. Yemekden sonra, kendi kilimini döseyip, üzerinde bir mikdâr uyudu. Ebû Mûsel es’arî, Emîr-ül mü’minîn katına mektûb yazdı. Yâ Emîr-el mü’minîn! Selmân, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yasayısını ve Eshâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hâllerini bırakıp, çesidli nefîs yemekler ile mesgûl olur ve yumusak esyâ üzerinde uyur. Müslimânların isleri ile mesgûl olmaz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o mektûbu okudu. Bir kimse gönderip, Selmânı azl etdi. Geri yanına çagırdı. Selmân Medîne-i münevvereye geldi. Ehâli karsılamaya çıkdı. Hazret-i Ömer de karsılamaya çıkdı. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” gö- – 175 – rüp, deveden indi. Yanına varıp, müsafehâ etdi. Sonra, Selmân dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Benim hakkımda ne isitdin ki, beni azl etdin. Hazret-i Ömer iki arpa ekmegini ve Sâmî kilim üzerinde uyudugunu söyledi. Selmân, kendi hastalıgını söyledi ve tevbe etdi. Bir dahâ etmem, dedi. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Yâ Selmân! Allahü tebâreke ve teâlânın izzü ve celâli hakkı için, eger benim ahvâlimden sen de bir nesne isitdin ise ki, sana mekrûh gelen [uygun gelmiyen] birsey, bana haber ver, tâ ben de tevbe edeyim. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Yâ Emîr-el mü’minîn, isitdim ki, senin iki kaftanın vardı. Biri eski, biri Cum’a nemâzından dolayı yeni idi. Sen bilirsin ki, bizim Peygamberimizin hiçbir vakt gömlegi iki olmadı. Emîr-ül mü’minîn buyurdu: Yâ Selmân, bir zemân iki gömlek edinmisdim. Lâkin, birisini fukarâya verdim. Tevbe etmisdim ve iki elbise kullanmıyacagıma da söz verdim. Yetmisikinci Menâkıb: Bize bildirilmisdir ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Pers [Îrân] vilâyetini feth etdi. Deveden, atdan ve dirhemden ve koyundan ve sıgırdan ve köle ve câriyeden çok mal ve ganîmet getirdiler. Emîr-ül mü’minîn bütün o ganîmeti taksîm etdi. Kendisine aslâ birsey alıkoymadı. Se’âdethânelerine gece vakti geldiler. Ev ehli dediler ki, niçin bizim için iki dirhem getirmedin. Yimek için, bu gece evde hiç ta’âm yokdur. Hazret-i Ömer buyurdu, ey hâtun! Korkdum o tâifeden olmakdan ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kelâmı mecîdinde buyurur: (... Dünyâ hayâtında güzel ni’metleri yiyerek, iyi islerinizin sevâbını giderdiniz. Onlar ile istimtâ’ edip, fâidelendiniz, yeryüzünde kibrlenip, günâh islediniz. Bugün siddetli azâb ile cezâlanacaksınız.) [Ahkâf sûresi 20.ci âyet-i kerîme meâli.] Yine korkdum o kimselerden de olurum diye. (Dünyâya magrûr olup, aldandılar...) ve Hak sübhânehü ve teâlâ buyurmusdur: (Sizi dünyâ hayâtı aldatmasın...) ve de kıyâmet günü, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden uzak kalmakdan korkdum, buyurmuslardır. Resûlullah, (Ey Allahım! Beni miskîn yasat. Miskîn olarak öldür. Kıyâmet günü miskîn oldugum hâlde, miskînler zümresi ile hasr eyle) buyururdu. Ondan sonra Ömer “radıyallahü anh” – 176 – bakdı ki, evde yiyecek yok. Dısarı çıkdı. Mescide varıp, minbere çıkdı. Yüksek sesle (Essalât) deyip, hutbeye basladı. Hutbede dedi ki, ey insanlar, kıyâmet korkusu olmasa idi, bu korkdugunuz islerden baska isler olurdu. Velâkin, kıyâmet korkusu bizi geri çekdi. Hevâmıza tâbi’ olmadık. Sonra buyurdu: Bana iki dirhem kim borç verir. Tâ ki bu gecenin ihtiyâcını göreyim ki, benim evimde bu gece yiyecek bir nesne yokdur. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunu isitdiler. Çok agladılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, iki dirhem verdi. Yetmisüçüncü Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Fârîs [Îrân] sehrinin fethini emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı serîfinde müyesser eyledi. O gece hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” huzûruna vardı. Gördü ki, acele ile mektûb yazarlar. Hazret-i Osmân selâm verdiler. Emîr-ül mü’minîn cevâb vermedi. Mektûbu bitirdi. Çırâgı söndürüp, selâma cevâb verdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” sordu: Neden selâmın cevâbını çırâgı söndürdükden sonra verdiniz. Buyurdular ki, yâ Osmân! Çırâgı müslimânların maslahatları için ısıklandırdım. Korkdum ki, o zemân selâmını alsam o çırâg ısıgında, kıyâmet gününde, müslimânlar bana hasm olurlar [haklarını isterler]. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri beni ondan süâl edip, ben cevâb vermege tâkat getiremem. Yetmisdördüncü Menâkıb: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, anâsır-ı erbe’a ki, su, ates, toprak, havâdır, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine müsahhar kıldı [Emrine verdi]. Hilâfetleri zemânında, Medîne-i münevverede bir zelzele vâki’ oldu. Halk korkdular. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halkı topladı. Minbere çıkıp, hutbe okudu. Hutbede buyurdu ki, ey müslimânlar! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitmisim, buyurdular ki: (Yerin zelzelesi iki seyden olur. Birisi, zinâ etmekden. Biri, zulm etmekden. Zinâ ve zulm âsikâre olur ise, yer ona tâkat getiremez. Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhına yalvarır, inler ve sallanmaga baslar. Tâ ki, Allahü tebâreke ve teâlâ onları helâk eder.) – 177 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:12 Simdi eger günâhkâr ben isem, tevbe etdim. Siz de tevbe ediniz. Onlar da tevbe etdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kamçısını yere vurdu. Buyurdu ki, yâ yer! Sen tevbe edenlerin altında sallanıyorsun. Eger sâkin olup, karâr kılmazsan, ben sana bir vururum ki, kıyâmete kadar onu söylerler. Sonra yer sâkin oldu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hayâtda iken, bir dahâ yer sallanmadı; sâkin oldu, hazret-i Ömere boyun egdi. Nitekim, hazret-i Mûsâ aleyhisselâma boyun egip, Kârûnu yutdu. Rüzgârın müsahhar olması [itâ’at etmesi] ise o hutbede, yâ Sâriye-el cebel [yâ Sâriye daga] buyurdukları zemândadır. Bu sesi Nehâvendde Sâriye “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin isitmesine vâsıl oldu. Kıssa-i sâbıkada beyân olunmusdur. Yel [rüzgâr], Süleymân Peygamber “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh” hazretlerine de itâ’at etmis idi. Atesin müsahhar olması [itâ’at etmesi] su seklde oldu. Yemen yolu üzerinde bir kuyu var idi. Ona Câh-ı Aden derlerdi. Ates ile dolu idi. Her kim o kuyu üzerinden geçse yanardı. Bu haberi emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” götürdüler. Devlet ve se’âdetle kalkıp, o kuyunun basına vardı. Kamçısı ile kuyunun üzerine vurdu. Buyurdu ki, Ömerin kamçısından korkmaz mısın ki, ümmet-i Muhammedi yakarsın. O ates, o kuyuya girip, gayb oldu. Kıyâmete kadar o ates bir dahâ ortaya çıkmaz. Ulemâdan ba’zıları demisler ki, o ates (Eshâb-ı Eyke)ye indirilen atesden kalmısdır. [Eshâb-ül Eyke; Suayb aleyhisselâmın kâfir kavmidir.] Yetmisbesinci Menâkıb: Bir gün Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dervislere bahsîs verdi, mal ihsân etdi. Bir kisi bir oglan çocugu ile geldi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu; Sübhânallah! Bu çocugun sana benzedigi kadar, birbirine benzeyen kimse görmedim. Muhakkak ki bu oglan sana benzer. O kisi dedi ki: Yâ emîr-el mü’minîn! Bu oglanın acâib ahvâlinden sana haber vereyim. Ben sefere gitmek murâd etdim. Bunun anası hâmile idi. Bana dedi, beni bu hâlde koyup, gider misin. Ben dedim ki, karnında olan nesneyi Allahü teâlâ hazretlerine emânet etdim. Sonra seferden geri geldim. Annesi ölmüs. Bir gece söylesirken, karsımızda mezârlıkdan bir ates gördüm. Süâl etdim ki, bu ates nedir? Dediler – 178 – bu ates senin hanımının kabrindendir. Biz bunu her gece böyle görürüz. Dedim, Sübhânallah! O hâtun nemâz kılıcı ve oruc tutucu idi. Bu ates ne hâldir, diyerek vardım. Kabri açıp, gördüm, bir çırâg yanar. Bu oglan onun ısıgında oynar. Bir ses isitdim ki, bana, bunu bize ısmarladın, geri biz sana verdik, diyordu. Ben dedim, ne olaydı, anası da diri olaydı. Hâtıfdaki ses dedi ki, eger anasını da bize ısmarlamıs olaydın, bu seklde onu da geri verirdik. Yetmisaltıncı Menâkıb: Bundan evvel anlatılmısdı. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bekçi yerine, sehri kendi dolanırdı. Nerede bir noksanlık görür ise, onu tedârik ederdi. Bu kadar ihtiyât ile dâimâ aglar idi. Derler idi, yâ Emîrel mü’minîn! Bu kadar korku ve aglamak neden dolayıdır. Buyurdu ki, eger bir koyun veyâ bir keçi Fırat kenârında gezer. Onun hastalıgına ilâc yapmazlar ise, korkarım ki, kıyâmetde onu benden süâl ederler. O bu kadar takvâ ve vera’ sâhibi idi. Abdüllah bin Amr bin Âs “radıyallahü teâlâ anh” der ki, hazret- i Ömerin vefâtından sonra, ben dâimâ düâ ederdim ki, yâ Rabbel âlemîn! Ömer hazretlerini rü’yâda bana göster. Oniki aydan sonra düâm kabûl olup, rü’yâmda gördüm. Gusl edip, pestemâlini tutunmus seklde gördüm. Dedim, yâ emîr-el mü’minîn! Allahü teâlânın huzûrunda yerini nasıl buldun. Buyurdu ki, yâ Abdüllah! Sizden ayrılalı ne kadar zemân oldu. Dedim: Oniki ay. Buyurdu: Simdiye kadar muhâsebede idim. Islerimden helâk olmak korkusu var idi. Eger, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmeti gazabını asmasa idi, çâresiz kalır, mahv olurdum. Simdi ben ve sen bilelim ki, defterleri günâh ile siyâh etmisiz. Ben ve sen tâ’at ve hasenâtı rüzgâra vermisiz. Ben ve sen yüz suyunu Allahü teâlâ ve Resûlü önünde yere dökmüsüz. [Huzûrunda edebsizlik etmisiz.] Ben ve sen dünyâ malına magrûr ve mesgûl olup, âhıret hâzırlıgı yapmamısız. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hâli böyle olan yerde ki, dünyâda geçinecek mikdârdan fazla esyâ tutmazdı, yâ biz âsî ve ser kulların ve âhıreti dünyâya veren hasîslerin, belki âhıreti bir baskasının dünyâsına veren düsük kimselerin hâli ne olur. – 179 – Yetmisyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Ebû Mûsâ-el es’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini Pars vilâyetine vâlî ta’yîn edip, göndermisdi. Bir müddet sonra bir mektûb yazıp, gönderdi. Mektûbda: Bilmelisin ki, idârecilerin en iyisi o kimsedir ki, halkı onun sebebi ile iyidir. Kötü bahtlılar onun ile kötü bahtlıdır. Ve zinhâr yâ Ebû Mûsâ, elini açık tutup, isrâf edici olma ki, o vakt âmillerin de öyle ederler. Senin misâlin o hayvan gibidir ki, otu çok yir. Onun semîz olması, bogazlanmasına sebeb olur. Bir vakt hazret-i Ömer ve Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anhümâ” oturmuslar idi. Hazret-i Ömer buyurdu ki: Yâ Huzeyfe! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri münâfıkların sırrını sana söylemisdir. Bende nifâk eserinden ne görürsün. Huzeyfe dedi ki: Allahü teâlâ muhâfaza etsin. Sen bunu nasıl söylüyorsun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, sende nifâk ile alâkalı birsey isitmedim. [Ya’nî sende münâfıklık alâmeti yokdur.] Bir vaktde de oturmusdu. Vera’ sözünü söylerdi. Sonra buyurdu; harâma ve sübheliye düserim korkusu ile yetmis halâlden el çekdim. (Kimyâ-i se’âdet)de de nakl edilmisdir ki, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” yedi veyâ dokuz lokmadan fazla yimezdi. Yetmissekizinci Menâkıb: Ebû Ishak Gülâbâdî (Te’arrüf) kitâbında demisdir ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, Üveys-i Karnînin “rahmetullahi aleyh” sıfatını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitmisdi. Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” söylemisdi, Üveysi görmemisdi. Fekat, Üveysi çok senâ ederdi. Ömere “radıyallahü teâlâ anh” Üveys hakkında vasıyyet eyledi. Hilâfet sırası hazret-i Ömere geldi. Arefe gününde halkı Arafatda toplanmıs buldu. Minber üzerine çıkdı. Seslendi: Her kim Irâklı ise ayaga kalksın. Bir mikdâr halk ayaga kalkdılar. Her kim Yemenli ise, ayrı tarafda otursun. Bir kisi kalkdı. Emîr-ül mü’minîn o kisiden süâl buyurdu ki; Neredensin. O dedi, Karndanım. Buyurdu, Üveys-i Karnîyi bilir misin. Bilirim, onu niçin soruyorsunuz. Hâlbuki, içimizde ondan dîvâne ve fakîr yokdur. Emîr-ül mü’minîn bunu isitdi ve buyurdu ki, – 180 – onu o sebebden isterim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim, buyurdu ki: Kıyâmet günü Râbi’a ve Mudar kabîlelerinin koyunlarının yünü adedince, Onun sefâ’atiyle benim ümmetimden Cennete girseler gerekdir. Bu iki kabîle Arabistânda büyük kabîlelerdir. Koyunları çokdur. Herem bin Hayyân “rahmetullahi aleyh” der ki: Bunu isitdim. Kûfeye varıp, onu taleb etdim [aradım]. Tâ Fırat kenârında buldum, abdest alıp, kaftanını yıkardı. Selâm verdim. Selâmımı alıp, bana bakdı. Istedim ki, elini tutayım. Dedim: Allahü teâlâ sana rahmet etsin, seni afv etsin, nasılsın. Bana onun muhabbetinden ve onun hâlinin zaîfligine acımamdan, bir aglamak geldi. O da agladı. Dedi: Yâ Herem bin Hayyân! Sen nasılsın, yâ benim kardesim. Sana benim tarafıma kim yol gösterdi. Ben sordum: Benim adımı ve babamın adını nasıl bildin, görmemis iken, nasıl tanıdın. (O alîm ve habîr ki, hiçbir sey onun ilminden dısarı degildir), bana haber verdi. Benim rûhum senin rûhunu tanıdı. Mü’minlerin rûhu birbirlerini görmemis olsalar bile, birbirleri ile âsinâ olurlar. Dedim, bana Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden bir haber ver, yâdigâr olsun. Dedi: Benim cânım ve bedenim Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fedâ olsun. Ben Onu görmemisim ve Onun hadîsini gayriden isitmisim. Hadîs rivâyetinin yolunu kendimin üzerine kurulmasını istemem. Muhaddis ve müftî olmagı ve meshûr olmagı istemem [sevmem]. Benim bir mesgûliyyetim vardır ki, ondan gayri ile mesgûl olmam. Dedim; bana bir âyet oku. Tâ senden isiteyim. Bana düâ ve vasıyyet et. Tâ onunla amel edeyim ki, seni Allah için çok severim. Benim elimi tutdu. Fırat kenârına götürdü. Dedi; (E’ûzü billâhi minesseytânirracîm) ve aglayıp, sözlerin en dogrusu Allahü teâlânın sözüdür. Sonra Dühân sûresi 38.ci âyetinden 42.ci âyetine kadar okudu. (Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri abes olarak, bâtıl olarak yaratmadık. Bu ikisini hak olarak yaratdık. Fekat çokları bunu bilmezler. Dogrusu hükm günü hepsinin bir arada bulunacagı gündür. O gün dostun dosta hiçbir fâidesi olmaz. Yardım da görmezler. Yalnız Allahü teâlânın merhamet etdigi kimseler bunların dısındadır. O sübhesiz güçlüdür, merhametlidir.) Son- – 181 – ra bir bagırdı ki, aklı basından gitdi ve dedi, yâ Hayyân oglu! Baban Hayyân öldü. Sen dahî yakındır ki ölürsün! Yâ Cennete gidersin veyâ Cehenneme! Baban hazret-i Âdem aleyhisselâm öldü ve Nûh aleyhisselâm öldü. Ibrâhîm Halîlullah öldü. Mûsâ kelîmullah öldü. Dâvüd halîfe-i hüdâ öldü. [Hazret-i Îsâ ölmedi.] Hazret-i Muhammed Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâm” öldü. Resûlullahın halîfesi Ebû Bekr öldü. Birâderim hazret-i Ömer de öldü. Ben, Ömer henüz ölmedi, dedim. Hak Sübhânehü ve teâlâ bana Ömerin öldügünü haber verdi. Ben ve sen de ölecegiz, dedi. Salevât getirip, kısa bir düâ yapdı. Dedi ki, benim sana vasıyyetim odur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kelâm-ı azîmüssânını ve ehl-i sâlih tarîkını [sâlih kisilerin yolunu] önünde tutasın, ölümü anmakdan bir sâat gâfil olmıyasın. Kendi kavmine varıp, onlara nasîhat edesin. Onları nasîhatsız bırakmayasın. Cemâ’atden bir adım ayrılmayasın ki, bilmeden dinden çıkar ve Cehenneme düsersin. Sonra bir çok düâlar etdi ve dedi: Yâ Herem bin Hayyân! Bundan böyle ne ben seni görürüm. Ve ne sen beni görürsün. Beni düâ ile yâd et. Tâ ki, ben de seni düâ ile yâd edeyim. Sen bir tarafa git. Ben de bir baska tarafa gideyim. Istedim ki, bir sâat onunla gideyim. Istemedi ve agladı, beni de aglatdı. Ardınca bakdım. Sonra bir mahalleye girdi. Bir dahâ ondan haber alamadım. Ömrümün sonuna kadar hazret-i Ömerin rûhuna hayr düâ ederdim ki, bana onun tarafına yol gösterdi. Eger onun irsâdı olmasaydı, ben Üveysi bulup, feyz alamazdım. Yetmisdokuzuncu Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir câriyesi var idi. Adı Zâide idi. Bir gün kosarak Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına geldi ve dedi ki: Yâ Nebiyyallah! Ben Ömerin evinde idim. Hamur yapıp, ekmek pisirmek istedim. Odun yok idi. Vardım hurmalıga odun getirmege. Odunu topladım. Bagladım. Getirmege kâdir olamadım. Bir at ayagı sesi isitdim. O hurmalıkda hiç atlı görmemisdim. Bakdım, güzel yüzlü bir atlı gördüm. Yesil kaftanlar giymis. Bana dedi, yâ Zâide! Hazret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nasıldır. Ben dedim, pek iyidir. Cennet ile müjde verir. Cehennem ile korku verir. Dedi, yâ Zâide! Git, – 182 – hazret-i Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna, ona benden selâm söyle. Söyle ki, Cennet Rıdvânı sana selâm eder. Ve der ki, hiç kimse senin Peygamberligine ve Resûllügüne benim kadar sevinen ve hurrem olan kimse olmadı. Zîrâ ki hiçbir Peygamber ümmeti, onun ümmeti kadar Cennete girmek istemez. Senin ümmetin kıyâmet günü üç bölük olsa gerekdir. Zâlimler, muktesıdlar ve sâbıklar. Allahü teâlâ sâbıkları hesâba çekmez. Hesâbsız Cennete gönderir. Muktesıdların hesâbı kolay olur. Yine Cennete gönderir. Zâlimleri Senin sefâ’atin ile sana bagıslar. Ümîd ederim ki, senin ümmetinden kimse kıyâmetde, zâyi’ olmaz. Bu üç gürûh, senin bereketin ile Cennete girerler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek basını secdeye koydu ve buyurdu ki, Elhamdülillah ki, beni dünyâdan âhırete iletmeden, Rıdvânın dili üzerinden, benim ümmetimin afv olacagını bana müjde verdi. Zâide dedi ki; yâ Resûlallah! Bundan acâibini söyliyeyim! Ben odunu baglamısdım. Agır idi. Götürmege kâdir olamadım. Bana dedi, odunu götüremiyor musun. Dedim, evet, götüremiyorum. Elindeki kamçısı ile bir büyük tasa isâret etdi ve yâ tas kalk. Bu odunu Ömer bin Hattâbın evine götür ve sen geri gel, dedi. O sâat o tası gördüm. Yerinden kalkarak, kosarak geldi. O odunu yerinden kaldırıp gitdi. Ömerin kapısına koymus, geri geldigini gördüm. Geldi, yerinde karâr eyledi. Sonra o atlıyı görmedim. Ey kardesim! Eger, Ömerin “radıyallahü anh” fazîletlerini bilmek istersen, onun hizmetçisinin hâline bak! Hizmetçisinin fazîleti böyle olur ise, kendinin fazîletini kıyâs eyle “radıyallahü teâlâ anh”. Sekseninci Menâkıb: (Tenbîh-ül gâfilîn)de nakl edilmisdir. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Sâmdan kablar içinde zeytin getirmisler idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri onu taksim ederdi. Oglu önünde otururdu. Bos olan kaplara elini sürerdi. Eli yaglı olurdu. O yaglı elini saçına sürerdi. Ömer hazretleri bakdı. Dedi ki, ey ogul! Saçını yaglı görürüm. Oglu dedi: Evet, elim zeytinlerin kabından, saçlarım da elimden yaglandı. Çabuk oglunun elinden tutup, hamâma götürdü. Saçlarını yıkatdı. Buyurdu ki: Oglum! Bu is babanın azâb görmesinden kolaydır. – 183 – Yine (Tenbîh-ül gâfilîn)de bildirilmisdir. Bir gün bir kisi Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûruna hanımından sikâyet etmege gitdi. Se’âdethânelerinin [evinin] kapısına vardı. Içeriden bir münâkasa sesi geliyordu. O kisi der ki, kulagımla isitdim ki, harem-i muhteremleri [muhterem hanımları] Ümm-i Gülsüm ona çok sözler söyler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ona aslâ karsılık vermez. Susar ve dinler. O kisi kendi kendine dedi ki, ben isterim ki kendi hanımımdan hazret- i Ömere sikâyet edeyim. Simdi o benden de çok elemde ve cefâdadır. Evine gitmek üzere geri dönmüs idi. Hazret-i Ömer dısarı çıkdı, o kisiyi gördü ki, gidiyor. Ona dedi ki, ne is için gelmisdin. O kisi, Yâ Emîr-el mü’minîn! Hanımımdan sana sikâyet etmege gelmisdim. Sizin harem-i serîfinizde olan nesneyi isitince geri döndüm, dedi. Hazret-i Ömer buyurdu ki, (Ben onu, üzerimde olan su haklardan dolayı afv ederim. Birincisi, benim ile Cehennem arasında perdedir. Nefsim onun ile harâmdan sâkin olur. Ikincisi, evden dısarı giderim, evimin bekçisi olur. Üçüncüsü, kassârımdır, esvâbımı yıkar. Dördüncüsü, çocuklarımın bakıcısıdır. Besincisi, ekmegimi yapar, yemegimi pisirir. Onun bu hakları onu azarlamama mâni’dir.) O merd de dedi ki, dogru söyliyen kisiyi ve dogru giden kisiyi Allahü teâlâ sever. Benim hanımımın da bu hakları var. Onu rızâm ile afv etdim. Seksenbirinci Menâkıb: (Mesâbîh)den havz ve sefâ’at bâbının hasen hadîs-i serîflerinde Enes “radıyallahü teâlâ anh” nakl etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlâ bana ümmetimden dörtyüzbin kimseyi Cennete koyacagını va’d etdi.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, bize ziyâde et yâ Resûlallah, dedi. Buyurdu: Iki elini avuç yapıp, bunun kadar, buyurdu. Yine Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Bize ziyâde et, yâ Resûlallah! Yine öyle buyurdu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Bizim hepimizi Allahü teâlâ Cennete koymagı irâde etse idi, bir avuçda koyardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Ömer dogru söyledi) buyurdular. RE: ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm - SeliM35 - 10-11-2020 Thnks |