![]() |
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm - Printable Version +- Dini Bilgi Forum (https://dinibilgi.info) +-- Forum: DiNi KONULAR&iSLAMi BiLGiLER (https://dinibilgi.info/forumdisplay.php?fid=25) +--- Forum: DiNi KISSALAR (https://dinibilgi.info/forumdisplay.php?fid=69) +---- Forum: Dört Halifenin Kıssaları (https://dinibilgi.info/forumdisplay.php?fid=71) +---- Thread: ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm (/showthread.php?tid=1334) |
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm - SeliM35 - 10-11-2020 ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm ikinci Halîfe Emîr-ül mü’minîn Ömer-ül-Fârûkun “radıyallahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır. Künyesi Ebül Hafs, neseb-i serîfleri Ömer bin Hattâb bin Nüfeyl bin Abdül’uzza bin Rabah bin Abdüllah bin Revâh bin Adî bin Ka’bdır. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dokuzuncu dedesinde birlesir ki, o da Ka’bdır. Hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü anhümâ” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir derece yakındır. Zîrâ hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk Mürrede birlesir. Mürre Ka’bın ogludur. Hazret-i Resûl-i ekrem hazret-i Ömerden onüç yas büyükdür. Vâlideleri Halîmedir. Ebû Cehlin kız kardesidir ve Hîsamın kızıdır. Otuziki yasında islâma geldi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” îmâna geldiginde, meshûr rivâyet üzere mü’minler, ricâlden [erkeklerden] otuzdokuz idi. Bunun ile kırk temâm oldu. O gün bu âyet-i kerîme nâzil oldu: (Ey Peygamberim “aleyhisselâm”! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetisir.) [Enfâl sûresi altmısdördüncü âyet-i kerîme meâli.] Birinci Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere, Fârûk lakabını takmıslar idi. Sebebi o idi ki, hakkı bâtıldan fark etdi [ayırdı]. Dîn-i islâmı kabûl etdi. Din onlar ile kuvvet buldu. Fârûk lakabı almasına bir baska sebeb de budur: Bir münâfık ile bir yehûdî, bir husûsda anlasamadı. Yehûdî da’vâyı hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i serîflerine gelmek istedi. Münâfık da yehûdîlerin re’îsi Ka’b bin Esrefe gitmek istedi. Sonunda, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” katına geldiler. Da’vâyı yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna da’vâyı halletmesi için geldiler. Yehûdî, mâcerâ ve da’vâyı hazret-i Resûlullahın huzûruna varıp, Resûlullah hazretlerinin kendisine hükm eyledigini, münâfıkın ise buna râzı olmadıgını anlatdı. – 99 – Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o münâfıkdan, anlasmazlıgı süâl buyurdular ki, bu yehûdînin anlatdıgı gibi midir. Münâfık, evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim ki, sen hükm edesin, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm edecegim. Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu. Buyurdu ki: Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle hükm eylerim. O vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan Fârûk tesmiye olundu. [Bu lakab verildi.] Âyet-i kerîme budur: (Su kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere indirilen kitâblara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta [Ka’b bin Esrefe] gitmek isterler..) [Nisâ sûresi 59.cu âyet-i kerîme meâli.] Tâgûtdan murâd Ka’b bin Esrefdir. Kezâ, Tefsîr-i Kâdî Beydâvîde su si’r yazılıdır. Ikinci sevgili Ömer-i âdil, Bâtılı mahv edici, dogrunun koruyucusu. Hakkı bâtıldan ayırmıs idi Fârûk, Sancagının ucu ermisdi ayyûka. Ikinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin islâma gelis sebebini anlatır: Rivâyet edilir ki, bir persembe gecesi, Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu. Buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Su iki kisiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hisâm.) Ertesi gün, Kureysin büyükleri Haremde toplandılar. Isbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmegi düsünmüyor musun, diye tahrîk etdiler. Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini öldürmege giderken, Benî Zühreden Nu’aym “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine rastladı. Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb ve- – 100 – rip, su Kureysin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmege gidiyorum, dedi. Nu’aym “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Ömer! Hayret edilecek bir ise yeltenirsin. Basa çıkamıyacagın sevdâya düsmüssün. Eger bu isi basarırsan, Benî Hâsim ve Benî Zühre seni sag koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, isine git, deyince, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Nu’aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eger öyle ise, evvelâ seni katl edeyim. Nu’aym hazretleri dedi: Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardesin ve enisten de girmislerdir. Ömer, bu haberi isitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma’lûm onların müslimân oldukları, dedi. Nu’aym dedi: Eger inanmaz isen, kız kardesinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile bogazla, pisirsinler. Onlar senin bogazladıgın koyunu yimezler ise, o zemân bilmis olasın ki, onlar islâm dînine girmislerdir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. Içeriden kulagına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meger o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı “radıyallahü anh” onlara göndermisdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta’lîm ediyordu. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı baglamıslardı. Ta’lîm ile mesgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmege baslayıp, seytânî küfr zulmeti mahv olmaga basladı. Sabr etmege mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı baglanmıs idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı “radıyallahü anh” gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir “radıyallahü teâlâ anh”. Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmis ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardesi, hos geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular. Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, kendi bogazladı. Pisirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te’sîrinden mest olmus, ne konusmaga mecâli ve ne oturmaga sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pisirip, ortaya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her bi- – 101 – ri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çogaldı. Taâmı [yiyecegi] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki; okudugunuz ne idi. Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konusmaga basladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, bilmis olunuz ki, ben Kureys arasında kılınç baglayıp, o da’vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiginizi isitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulagıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime sevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okudugunuzu, dinleyelim, dedi. Kız kardesi ve enistesi, bu sözü isitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmisdir diyerek, dediler ki, okudugumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine inzâl eylemisdir [indirmisdir]. Isitmek murâdın ise [dinlemek istersen], evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin. Hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardesi kalkıp, ta’zîm ve tekrîm ile, sûre-i serîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumaga basladı. Nazm-ı serîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok yumusadı. (Ben o Allahım ki, benden baska ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur’ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur’ânın eseri açıga çıkıp, küfr ve sekâvet zulmeti gitmege basladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna ulasdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dısarı çıkıp, dedi ki, yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin etdigi düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun. Sevinerek, önüne düsüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın oldugu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Ömerin geldigini görünce, hazret-i – 102 – Fahr-i kâinâta haber verdiler. Bırakın gelsin. Basında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek nûr cemâlini müsâhede ile müserref oldu. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki, yâ Ömer, dahâ küfr ve sekâvetden vazgeçmek yok mu? Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına kavusunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp, sonra, yâ Resûlallah, hiç sek ve sübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı arz eyle, dedi. (Eshedü en lâ ilâhe illallah. Ve eshedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, secere-i îmânı [îmân agacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb- ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha ve muânaka [birbiri ile kucaklasma, boynuna sarılma] eylediler. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu; su getirdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur’ân ta’lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diger dîni erkânı ta’lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, magara gibi gizli bir yerde dururlar. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu magarada ihtifâ buyurdunuz. Se’âdet ile buyurdular ki, müsriklerin mü’minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, onlar puta gündüz taparlar. Önünde âsikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i serîfde nemâzı âsikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni’ olur. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kalkıp, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i serîfe dogru yürümege basladılar. Kureys müsrikleri önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki, meger Ömer bunların hepsini esîr etmisdir, ki getirip karsımızda kırmak ister. Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karısmıs güle-güle söylesip gelirler. Ebû Cehl la’în bu hâli gördü. Müslimân oldugunu anladı. Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüs. Ben size demedim mi ki, – 103 – sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, simdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm) Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun, Genç, ihtiyâr, yaslı hepsi, efendi köle olsun. Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi, Bize Peygamber olan Muhammedi “aleyhisselâm”. Açıga çıkardı, güzel islâm dînini, Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri. Döndüm Hakka, bunun dînine girdim, Ey Kureys! Hepiniz avam ve has böyle bilin! Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâslanıp, it gibi çagrısdılar. Ebû Cehl la’în, yüksek sesle dedi ki, görün Muhammedi ki, basladı ululardan azdırmaga. [Kureysin büyüklerini müslimân yapmaga basladı.] Bu isler bize azdır. Dedim, gelin onlar çogalmadan, öldürelim, aldırmadınız. Simdi ejderhâ oldu. Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü’mine el uzatmaga kâdir olmadılar. Her birinin dudagı kuruyup, kaldı. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ’be-i serîf arasında durup, nemâzı o gün âsikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü’minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ’beyi ta’vâf etdiler. Ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olması, mü’minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âsikâre olmadı. Kâ’be-i mu’azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamıs idi. Nakl edilmisdir ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh” îmâna geldikde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, mubârek elini Ömerin “radıyallahü anh” gögsüne koyup, üç kerre buyurdular ki, (Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [gögsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalıgı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.) Üçüncü Menâkıb: Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olundu. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” – 104 – buyurdular ki: Sizden evvel olan ümmetler içinde muhaddisler vardı. Eger içinizde de var ise, muhakkak o Ömerdir. Sârihlerden [hadîs-i serîfi serh edenlerden] Tayyibî “rahimehullah” serh etmisdir ki, muhaddisden murâd mübâlaga ile kalbine ilhâm olunan kimsedir ki, Hak sübhânehü ve teâlâ tarafından ilhâm olunursa, Enbiyâ derecesinde olur. Ya’nî sizden evvel olan ümmetler içinde Enbiyâ var idi. Mele-i âlâ tarafından ilhâm olunurlar idi. Benim ümmetimde eger böyle kimse olur ise, ki vardır, bu mertebe sâhibinin evveli Ömerdir. Ümmet-i Muhammed sâir ümmetlerden efdal oldugu sâbitdir. Diger ümmetlerde bu sıfat ile muttasıf olan kimseler olduguna göre, bu ümmetde bulunması muhakkakdır. Benim ümmetimde var ise buyurdukları terdîd için olmaz [sözü geri çevirmek için olmaz], belki te’kid için ve kat’î olarak bildirmek içindir. Meselâ, bir kimse, çok sevdigi dostu için der ki, eger benim, bir dostum var ise o da falan kimsedir. Murâdı o kimsenin ziyâde sadâkatini beyândır [açıklamakdır]. Murâdı sadâkatı yok etmek degildir. Bu hadîs-i serîf (Mesâbîh-i serîf)in sahîhinden rivâyet edilmisdir. Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de o hadîs-i serîfin akabinde anlatılmısdır. Sa’d bin Ebû Vakkas “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Hazret-i Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı serîflerinde oturan, Kureys hâtunlarından birisi, yüksek ses ile konusurken, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gelip, içeri girmege izin taleb etdi. Hâtunlar kalkıp, sür’atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” izin verilip, içeri girdi. Bakdı ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gülüyordu. Ömer “radıyallahü anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri mubârek dislerini güldürsün, yâ Resûlallah! Neden dolayı gülersiniz. Server-i kâinât hazretleri buyurdular ki, bu hâtunlara hayret etdim ki, benim yanımda idiler. Ne vakt ki senin sesini isitdiler, kaçıp, perde arkasına girdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Yâ kadınlar! Beni görünce, Resûlullahın huzûrunda oldugunuz hâlde, niçin korkup, kaçdınız. Onun huzûrunda râhat oturup, korkmuyorsunuz! Hâtunlar, perde arkasından dediler ki, yâ Ömer! Sen yaratılısda siddetli ve gadablısın. Server-i kâinât buyurdular ki; (Ey Hattâb oglu! Sen sözünden ferâgat et! Varlıgım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, – 105 – seytân yolda sana rastlasa, o yolu bırakıp, baska yola sapar, yolunu degisdirir.) [Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kadınlar ile oturması hicâb âyeti gelmeden evvel idi. Hicâb âyeti gelince, kadınlar ile bir arada oturmadı.] Besinci Menâkıb: Hazret-i Fahrül kevneyn [iki cihânın efendisi] ve Resûlüssekaleyn [insanların ve cinnin Peygamberi] Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün, sabâh nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek arkasını mihrâba verip, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki: (Hiç sizden bir kimse rü’yâ gördü mü.) Eshâbın cümlesi baslarını asagı salıp, cevâb vermediler. Sonra kendileri buyurdular ki, (bu gece bir garîb rü’yâ gördüm.) Eshâb-ı güzîn, rü’yâyı anlatın, dinleyelim diye ricâ etdiler. Buyurdular ki, kendimi Cennetde gördüm. Cennetin etrâfını seyr ederken, bir büyük kasr gördüm. Yüksekligi yüz fersâh yol idi. [Bir fersâh 5760 metredir.] Buna göre her tarafı büyük idi. Hâtırıma bu düsünce geldi ki, bu âlî [yüksek] makâm, hangi Peygamberindir veyâ hangi Velînindir. Böyle düsünürken, bir kaç kimse gördüm. Yanlarına vardım, süâl eyledim ki, bu âlî [yüksek] makâm, acabâ Enbiyâdan, hangi Nebînindir. Onlar, dediler ki, hiçbir Peygamberin degildir. Belki arab evlâdından bir kimsenindir. Dedim, ben, arab evlâdındanım, benim olmasın. Dediler, Kureysdendir. Ben de Kureysdenim, dedim. Dediler, ümmet-i Muhammeddendir. Dedim, ben Muhammedim. Bana söyleyin ki, ümmetimin hangisinindir. Dediler, Çihâr yâr-i güzînden Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinindir. O kasrda olan hûrî ve gılmânın nihâyeti yokdu. Husûsî olarak içlerinde, yâ Ömer, sana mahsûs bir hûrî var idi, diller serh edemez ve vasf da edemez. Lâkin senin gayretinden, asla yüzüne bakmadım, deyince, hazret-i Ömerin gözünden yaslar akıp, yâ Resûlallah! Baksaydınız ve bana da vasflarını söyleseydiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”; dergâh- ı izzetde ve Resûlullahın huzûrunda ne büyük sultândır. Mertebesi ne yüksekdir. Altıncı Menâkıb: Birgün Server-i kâinât ve mefhar-i mevcûdât [mevcûdâtın övündügü] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, rü’yâmda ümmetim bana arz olundu. Cümlesi – 106 – önümden geçip, birbir seyr eyledim. Kiminin gömlegi dizinde idi. Kiminin dizinden asagı idi. Kiminin dizinden yukarı idi. Lâkin Ömeri bir gömlek ile gördüm ki, yerde sürünürdü. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dediler ki, yâ Resûlallah! Nasıl ta’bîr buyurdunuz. Buyurdular: Dîn-i mübîn ile ta’bîr etdim. Zîrâ hilâfetleri zemânı uzundur. Dîn-i islâm dünyâya yayılır. Yedinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)de sahîh olarak, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet ile söyle yazılıdır. Abdüllah ibni Ömer der ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim. Buyurdular ki, uyudugum hâlde, bir kadeh süt ile bana geldiler. Içdim. O kadar kandım ki, tokluk alâmeti tırnaklarımda görüldü. Sonra artıgımı Ömer bin Hattâba “radıyallahü teâlâ anh” verdim. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dediler ki, yâ Resûlallah! Ne ile ta’bîr etdiniz. Buyurdular ki, ilm ile ta’bîr etdim. Sekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)in sahîh hadîslerinde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilir. Dedi ki, Resûlullahdan isitdim: Hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. Rü’yâda, kendimi, etrâfı örülü kuyu yanında gördüm. Bir küçük kova var idi. O kuyudan o kova ile Allahü teâlânın diledigi kadar su çekdim. Sonra Ibni Kuhâfe [Ebû Bekr] aldı. O da o kova ile kuyudan su çekdi. Bir kova, ya iki kova çekmekde za’îflik var idi. Allahü teâlâ za’îfligini afv eder. Sonra o küçük kova, büyük kova oldu. Ona gırba derler. Sonra o kovayı bir kimse aldı. Gördüm ki, bu kuvvetli ve kudretli kimse, o kova ile su çekiyor. Bu su çeken Ömer “radıyallahü anh” idi. Ömer “radıyallahü anh” o kadar su çekdi ki, kimse o kadar su çekmedi. Insanlar o kuyu yanında bir yer yapdılar. Develer su içdikden sonra, orada çöküp, istirahât eder, sonra bir kerre dahâ su içerler idi. (Mesâbîh)i serh eden “rahimehullahü teâlâ” beyân etmisdir ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine za’îf nisbet etmekden, hilâfetlerinde bir naks ve taksîr oldugundan dolayı degil idi. Zîrâ hilâfetlerinde o kadar cehd ve tehammül etdiler ki, diger ümmet onun tehammülün- – 107 – den âcizdirler. O sebebden ki, hazret-i Âise “radıyallahü anhâ” buyurdular ki; Resûlullah hazretleri, öbür âleme göç etdikden sonra, arablar mürted olup, nifâkı izhâr etdiler [fitne çıkardılar]. Babam üzerine mesakkatden ve musîbetden öyle seyler indi ki, eger büyük daglar üzerine inse idi, dagı küçültüp, dagıtırdı. Belki, za’îf nisbet etmeleri, buna isâretdir ki, hazret-i Ömer zemân-ı serîfinde, memleket fethi fazla oldu. Islâm askeri kuvvetlendi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı serîfinde olan fethden fazla idi. Çünki, Sıddîkın hilâfetleri zemânı az idi. Zîrâ iki seneden ziyâde halîfelik yapmısdır. Hazret-i Ömerin hilâfeti on sene oldu. Ba’zı sârihler [serh edenler] dediler ki, hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (iki büyük kova) buyurdukları iki sene ve birkaç gün hilâfet müddetine isâretdir. (Allahü teâlâ za’îfligini afv etsin) zâhiren isâretdir. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” tarafından kusûr meydâna gelmesin. Ammâ Elhamdülillah; vilâyetlerinde kusûr etmediler. Allahü teâlâ za’îfi afv eder; buyurduklarının vechî bu ola ki, kuyudan su çekmelerinde olan za’îflik, zemânı serîflerinde olan irtidâda (arabların mürted olmasına) ve münâfıkların çokluguna ve zekât inkâr edenlerin olmasından dolayıdır. Magfiret ile düâ eylediler, tâ isitenler yanında muhakkak ola ki, za’îflik, kendi kusûru ile olmayıp, zemânın degisikligi dolayısiyledir. Dokuzuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)in hasen hadîslerinde Ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Dediler ki, hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Hak teâlâ, dogruyu, Ömerin dili ve kalbi üzerine koymusdur). Ya’nî hakkın açıga çıkması ve yayılması, onun mubârek lisânları ve kalbleri üzerinde sâbit ve orada yerlesmis ve ondan zuhûr eder. Yine o hadîs-i serîfin akabinde vârid olmus ki, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular ki, Biz Ömerin söylediginin hak oldugunu, kalblerin onun sözü ile sükûn buldugunu uzak görmezdik. Ya’nî biz uzak sanmazdık ki, hazret-i Ömer konusur, o seyle ki, müstehakdır. Nefsler onun üzerine sükûn eder. Kalbler onun üzerine mutmain olur. Hak olan, dogru olan söz, onun lisânı üzerine yerlesdirilmisdir. Onuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)in hasen hadîs-i se- – 108 – rîflerinde, Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Câbir “radıyallahü anh” dedi ki, hazret-i Ömer Ebû Bekr hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, (Ey, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sonra, insanların en hayrlısı.) Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, âgâh ol yâ Ömer. Sen bana böyle söyledin ise, vallâhi gerçekdir ki, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” isitdim. Buyurdular ki, (Ömerden hayrlı bir kimse üzerine gün dogmamısdır.) Yine onun devâmında Ukbe bin Âmirden nakl edilir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular; (Eger benden sonra Peygamber gelmek ihtimâli olsa idi, Ömer bin Hattâb Peygamber olurdu.) Onbirinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)in hasen hadîslerinde, Büreydeden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet edilmisdir: Büreyde “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gazâya çıkdılar. Gazâdan sâlim ve ganîmetler ile döndükleri vaktde, siyâh renkli bir câriye gelip dedi ki, yâ Resûlallah! Ben nezr etmisdim ki, Allahü teâlâ hazretleri, eger seni sâlim ve ganîmetler ile geri döndürürse, senin huzûrunda def’ çalayım ve tegannî edeyim. Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, eger nezr etmis isen def’ çal, eger nezr etmemis isen çalma. O câriye basladı def’ çalmaga. O sırada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri geldiler. O câriye def’ çalmayı kesmedi. Sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Yine câriye susmadı. Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geldiler. Câriye yine def’i kesmedi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldiler. Hemen câriye sükût edip, def’i yere koyup, üzerine oturdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular: (Muhakkak seytân senden korkar, yâ Ömer. Ben otururken bu câriye def’ çaldı. Ebû Bekr geldi. Yine çaldı. O vakt ki sen geldin, def’i yere atıp, üzerine oturdu.) Onikinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)in hasen hadîslerinde, Âise-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri oturmusdu. Bir gürültü ve çocukların seslerini isitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem kalkdı. Bakdı ki, ha- – 109 – besîler raks ederler. Usaklar etrâfında seyr ederler. Bana dedi ki, yâ Âise! Gel seyr eyle. Ben de vardım. Çenemi hazret-i Peygamberin omuzu üzerine koyup, mubârek omuzu ile, mubârek basının arasından seyr etmege basladım. Bir müddet sonra, bana buyurdular ki, doymadın mı. Hâyır, doymadım, dedim. Murâdım bu idi ki, dahâ göreyim. Resûlün yanında ne mikdâr kıymetim vardır, bileyim. O sırada hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çıka geldi. Hemen halk habesîlerin etrâfından dagıldılar. Hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Muhakkak görürüm ki, cinnin ve insanın seytânları Ömerden kaçarlar.) Âise-i Sıddîka buyurdular ki, ben de geri döndüm. Onüçüncü Menâkıb: (Me’âlimüttenzîl) kitâbının sâhibi, imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh” sûre-i Enfâlde, meâl- i serîfi (Hiçbir Peygamberini yer yüzünde .....) olan altmısyedinci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, A’mesden, o da Amr bin Mürreden, o Ebû Ubeydeden, o Abdüllah bin Mes’ûddan bildirmislerdir. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, o vakt ki, Bedr günü oldu. Esîrler de berâberlerinde olarak geri dönüldü. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu esîrler hakkında ne dersiniz!). Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah, bunlar kavmindir ve ehlindir. Bunları koruma altına alıp, temkinli davranalım. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ hazretleri, onlara tevbe nasîb eyler. Onlardan fidye al. Bize de, küffâr üzerine kuvvet olur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bunlar seni tekzîb etdiler, yalanladılar. Seni ihrâc etdiler. Getir, bunların boyunlarını vuralım. Alîye buyur, kardesi Ukaylın boynunu vursun. Hazret-i Hamzaya buyur, kardesi Abbâsın boynunu vursun. Bana buyur, falan kimsenin boynunu vurayım, diye kendi soyundan bir kimseyi söyledi. Çünki, bunlar kâfirlerin reîsleridir, dedi. Abdüllah bin Ebî Revâha “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Odunu çok bir dere bulalım. Bunların temâmını o dereye koyup, sonra bir ates yakalım. Atesde yansınlar. Abbâs ona dedi ki, rahmetini iyice kesdin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sükût etdi. Onlara cevâb vermeyip, Hâne-i serîfe gitdiler. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ – 110 – aleyhim ecma’în” ayrı ayrı olup, bir fırka dediler ki, Ebû Bekr kavline uyarız. Sonra Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Beyt-i serîfinden çıkıp, buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ ba’zı kisilerin kalbini yumusak kılar. Hattâ yagdan dahî yumusak olur. Ba’zı kisilerin kalbini katı eyler. Hattâ tasdan da katı olur. Muhakkak yâ Ebâ Bekr, senin mislin Ibrâhîm aleyhisselâm mislidir ki [benzeridir ki], onun hakkında Allahü teâlâ, Ibrâhîm sûresi 36.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bana tâbi’ olan, benim dînimdendir, karsı gelen için, yâ Rabbî sen gafûrürrahîmsin!) buyurdu. Ve yâ Ebâ Bekr! Senin mislin hazret-i Îsâ aleyhisselâma benzer ki, [ya’nî sen ona benzersin ki], Allahü teâlâ, Mâide sûresi 120.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlara azâb edersen, senin kullarındır. Eger afv edersen, azîz ve hakîm olan sensin) buyurdu. Ömere “radıyallahü anh” buyurdu, yâ Ömer! Senin benzerin Mûsâ aleyhisselâmdır. [Ya’nî Ona benzersin]. (Yâ Rabbî! Kâfirlerin mallarının seklini degisdir. Siddetli azâbı göremeden, îmâna gelmiyecek seklde, kalblerini bagla, katı et!) [Yünûs sûresi 88.ci âyet-i kerîme meâli.] ve hazret- i Nûh aleyhisselâma benzersin ki; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde, kâfirlerden dolasan hiç kimseyi bırakma.) [Nûh sûresi yirmialtıncı âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu. Sonra, hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Bugün bu esîrlerden yâ fidye alınacak, yâ öldürülecekler). Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Süheyl bin Beydâ’ hâriç olsun. Zîrâ ben onu isitdim ki, islâmı zikr ederdi. Hazret-i Resûl-i ekrem susdular. Ben öyle korkdum ki, öyle hiç korkdugumu hâtırlamıyorum. Gökden basıma tas düsdü zan etdim. O gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Süheyl bin Beydâ’ hâriç buyurdular, ferâhladım. Ibni Mes’ûd, Ibni Abbâsdan rivâyet eder. Ömer bin Hattâb dedi ki, Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû Bekrin söyledigine meyl etdi, benim söyledigime meyl etmedi. O gün geçdi. Ertesi gün oldu. Geldim, gördüm ki, Resûlullah ve Ebû Bekr, oturmuslar, aglasırlar. Dedim yâ Resûlallah, bana haber verin, Ebû Bekr ile berâber, niçin aglarsınız. Aglamak îcâb eden bir hâl var ise, ben de aglıyayım. Eger aglanacak bir durum yok ise, sizin aglamanız için aglıyayım. Resûlullah hazretleri buyurdular ki, (Eshâbım için aglıyorum. Mal karsılıgında – 111 – esîrleri bırakdıkları için, onlara gelen azâb bana gösterildi. Su agaçdan dahâ yakın oldu) buyurarak, kendilerine yakın bir agaca isâret etdiler. Allahü teâlâ hazretleri; meâl-i serîfi (Esîrleri öldürmekde acele etmek lâzım iken, siz dünyâ malı için fidye almagı tercîh etdiniz. Hâlbuki, Allahü teâlâ sizin, kâfirleri kahr etmenizi, islâm dînine yardım etmenizi istemekdedir. Allahü teâlâ azîz ve hakîmdir.) olan Enfâl sûresi 67. âyet-i kerîmesini gönderdi. Her bir esîre fidye olarak kırk vekiyye aldılar. Her bir vekiyye kırk dirhemdir. Ibni Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu: Müsrikleri katl etmekle ilgili emr Bedr gününde oldu. Müslimânlar o günde az idi. Vaktâ ki, müslimânlar çok oldu ve saltanatları siddetlendi [güçlendi]. Hak teâlâ meâl-i serîfi (.... muhârebe sona erince, yâ karsılıksız veyâ fidye ile salıverin....) olan, Muhammed sûresi 4.cü âyet-i kerîmesini inzâl buyurup, Allahü teâlâ Peygamberini ve mü’minleri esîr emrinde muhayyer bırakdı. Isterlerse katl ederler, isterlerse köle ve câriye ederler. Isterler ise azâd ederler. Isterler ise fidye alırlar. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdular ki, önceki Peygamberlere ve ümmetleri üzerine ganîmet harâm idi. Ne zemân ki, ganîmetden birsey ellerine geçerse, kurban için toplarlardı. Semâdan bir ates inip, onu yutardı. Bedr günü oldukda, mü’minler, ganîmeti hemen aldıkları gibi fidyeyi de aldılar. Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyeti kerîmeyi inzâl buyurdu. (Ya’nî eger Allahü teâlâ hazretlerinden ganîmet mâlının halâl olacagı levh-i mahfûzda yazılmasa idi, emr olunmadan aldıgınız fidyeler için elbette büyük azâb size erisirdi.) [Enfâl sûresi 68.ci âyet-i kerîmesi meâli.] Hasen ve Mücâhid ve Sa’d bin Câbir demislerdir ki, Allahü tebâreke ve teâlâdan hükm gelmeden kimseye azâb olmaz. Bedr muhârebesinde hâzır olanlar ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onlardandır. Hüdâdan emr olunmazdan evvel, fidye aldıgınız için, size büyük azâb erisirdi, denilmisdir. Ibni Ishâk dedi ki, Bedr gazâsına hâzır olan mü’minlerin hepsi esîrlerden fidye almagı hos gördü. Sâdece Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine esîrleri katl etmegi teklîf etdiler. Sa’d bin Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah, esîrleri – 112 – katl etmek bana katl etmemekden dahâ iyi geliyor. Onun için, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Eger semâdan azâb nâzil olsaydı, Ömer bin Hattâb ve Sa’d bin Mu’âzdan baska kimse o belâdan necât bulmazdı “radıyallahü teâlâ anhümâ”). Ondördüncü Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de sûre-i Bekarada; meâl-i serîfi (Oruc gecesi, hanımlarınıza yaklasmanız size halâl kılındı) olan 185.ci âyet-i kerîmenin tefsîrinde nakl edilmisdir. Tefsîr âlimleri dediler ki, islâmın ilk devrinde, iftâr etdikden sonra, yimek ve içmek aksam ile yatsı arası veyâ uyuyana kadar halâl olurdu. Yatsı nemâzını kıldıkdan veyâ uyudukdan sonra yimek, içmek ve cimâ’, ertesi günü aksama kadar harâm olurdu. Bir gece hazret-i Ömer, yatsıyı kıldıkdan sonra, tahammül edemeyip, ehline muvakaa etdi [onun ile cimâ’ yapdı]. Gusl etdikden sonra, pismân olup agladı. Nefsini levm eyledi [payladı]. Ertesi sabâh, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna gelip, dedi ki; Yâ Resûlallah! Ben bir hatâ için, nefsimden Hak Sübhânehü ve teâlâya i’tirâz etdim. Ben bu gece yatsıyı kıldıkdan sonra, hanımımın yanına geldigimde bir güzel koku hissetdim. Nefsim bunu güzel ve sevimli gösterdi. Ehlimle yakın oldum. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Ömer! Sen bu sekl amele lâyık degil idin.) Hemen sahâbe-i güzîn içinden birkaç kisi de kalkıp, Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” i’tirâf etdigi gibi i’tirâf etdiler. Sonra, hazret-i Ömerin ve Sahâbe-i güzînin hakkında yukarıda zikr olunan âyet-i kerîme nâzil oldu. Onbesinci Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de, Tahrîm sûresinde, meâl-i serîfleri (Eger ikiniz de Allaha tevbe ederseniz [Âise ve Hafsa], ne güzel...). (Olur ki, onun Rabbi, yerinize sizden dahâ hayrlı zevceler verir....) olan 4 ve 5.ci âyet-i kerîmelerinin inme sebebi beyânında haber verilmisdir. Ismâ’îl bin Abdülkâhir râvîler vâsıtası ile Abdüllah bin Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anh”, o da Ömer bin Hattâb hazretlerinden rivâyet etdiler. Bir vakt, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ezvâc-ı tâhirâtdan ayrılmak istediler. Bu hadîs-i serîf te’vîlli zikr olundu. Sonunda hazret-i Ömer buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı – 113 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:8 serîflerine vardım. Dedim, yâ Resûlallah! Eger hanımlarınızı bosar iseniz, sizin için sıkıntı olmaz. Eger sen onlara talâk vermis isen, muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seninledir. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ederim ki, onlarla öyle bir kelâm ile konusurum ki, Allahü teâlâ benim söyledigim kavli tasdîk eder. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Tahrîm sûresi 4 ve 5. âyet-i kerîmeler.] Onaltıncı Menâkıb: Birgün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” biryerde oturup, mubârek hırka-i serîfini yamarken, arkası açık kaldı. Arkasına, Allahü teâlânın emri ile bir mikdâr günes te’sîr etdi. Bir mikdâr kalb-i serîfleri incindi. Günese dikkat ile bakdı. Allahü teâlânın emri ile günes kapkara oldu. Âlem karanlık oldu. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gelip, dedi ki: Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki, Ömere emr edesin ki, günese sefkat nazarı ile baksın. Yoksa günes, kıyâmete dek, bu hâl üzere kalır, dedi. Hazret- i Muhammed-il Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ömeri huzûr-ı serîflerine çagırdı. Buyurdu ki, yâ Ömer! Allahü teâlâ emr buyurdu ki, Ömer, günese sefkat nazarı ile nazar etsin. Yoksa, kıyâmete kadar günes böyle kalır. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” serefli emrlerine uyarak, günese sefkat nazarı ile bakdı. Allahü teâlânın izni ile günes evvelki gibi münevver oldu. Var bundan kıyâs et ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ne büyük sultân imis. Onyedinci Menâkıb: Ebûl Mu’în Nesefî “rahmetullahi aleyh” (Temhîd) adındaki risâlesinde beyân etmisdir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vefâtı yaklasdı. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki; Söylediklerimi yaz. Osmân “radıyallahü anh” ne yazayım, dedi. Buyurdular ki; (Yazın, Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu Allahü teâlânın Resûlünün halîfesi Ebû Bekrin, dünyâdaki son günü, âhıretdeki ilk gününün vasıyyetidir. Ben Ömer bin Hattâbı halîfe seçdim. Ona itâ’at edin. Öyle zan ediyorum ki, adâlet eder. Yanılmıssam gaybı ancak Allahü teâlâ bilir.) Sahâbe- i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin hepsi hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetine râzı ol- – 114 – dular. Husûsî olarak hazret-i Alî “radıyallahü anh” râzı oldu. Seve seve önce bi’ât etdi. Zîrâ Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitmis idi. Buyurdular ki: (Benden sonra iktida’ edin [tâbi’ olun] o kimselere ki, onlar Ebû Bekr ile Ömerdir “radıyallahü anhüm”). Onsekizinci Menâkıb: Âlimler ittifâk etmislerdir. Hazret-i Ömerden “radıyallahü anh” evvel ve sonra, dünyâda kimseye hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dirligi gibi [idâresi gibi] dirlik verilmedi. Kimse onun yoluna varamadı. Hilâfetde hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” söyle idi. Dicle nehri kenârında koyun güden çobanın, bir koyunu zâyi’ olsa, korkarım ki, onu Allahü teâlâ hazretleri niçin çobanın koyunlarını gözetmedin diye benden sorar, der idi. Rivâyet olunur ki, bir gün hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ögle sıcagında kendi soyunup, sadaka develerini baglıyordu. Dediler, yâ Emîr-el-mü’minîn! Niçin sen kendin zahmet çekersin. Bir kisiye buyurun, o baglasa, olmaz mı. Buyurdu ki, bunlar fakîrlerin hakkıdır. Çünki, Allahü teâlâ beni bunlara çoban etdi. Fakîrlerin islerini kendim görmem lâzımdır. Zîrâ âhıretde benden sorarlar. Bir kisi dedi, yâ Emîr-el-mü’minîn! Sana yakın olanların islerini sen kendin görürsün. Uzak olanların isini nasıl görürsün. Buyurdu ki, insâallahü teâlâ bir sene gezecegim. Nice gücü yetmez, fakîr ve hastalar vardır. Kendim onların kapılarına varıp, ihtiyâclarını görecegim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” her yere bir emîr veyâ âmir gönderirdi. Ona bir vasiyyetnâme verirdi. Ne yapmaları îcâb etdigini bildirirdi. Der idi ki, eger dedigimden dısarı çıkarsanız, ben senden bîzârım. Bir kâgıd da o tarafın reâyâsına [ehâlisine] gönderirdi. Eger bu kisi benim dedigim yerde emrlerime uyar ise, emrine mutî’ olunuz. Eger uymaz ise mutî’ olmayınız. Abdürrahmân bin Avf der ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geceleri sehri gezer, kontrol ederdi. Bir gece benim evime geldi. Yâ Abdürrahmân, bu gece sehrin kenârına bir kervân geldi. Korkarım ki, esyâları kaybolur. Gel, gidip, bu gece onları bekleyelim, dedi. Vardık, sabâh oluncaya kadar onları bekledik. Ramezân-ı serîfde terâvîh nemâzını cemâ’at ile kılmak, hazret-i Ömerden kaldı. Eslemîyi beytül-mâla emîn ta’yîn etmisdi. Birgün Eslemîden sordular ki, hiç hazret-i Ömerin bey- – 115 – tül-mâldan herhangi birsey aldıgı oldu mu. Dedi ki, eger, ehl ve ıyâlinin nafakaya ihtiyâcı olursa, beytül-mâldan ödünc alırdı. Eline mal geçince, yine yerine koyardı. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”, kuru arpa ekmegi yimek âdeti idi. Kalın kumasdan gömlek giyerdi. Birçok gazâlar yapdı. O kadar vilâyetler feth eyledi ki, o kadar mâl ve menâl onun katına geldi ki, kimseye o kadar gelmedi. Arab ve acem ve rûm begleri ikrâmlar edip, hükmüne bas egdiler. O kadar sehr imâret eyledi ki, had ve hesâbı yokdu. Mesrık ve magrib arası, tâ Ceyhûna ve Âzerbaycân, Horasan derbendine ve Umman, Kirmân, Mısr, Sâm ve Rûma varıncaya kadar; bütün beldeler onun hükmüne bas egdi. Hattâ, rivâyet olundu ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” zemân- ı serîflerinde, sekizbin câmi’i serîfde cum’a kılmak müyesser olmusdur. Büyük gazâlar yapmısdır. Bu kadar memleketleri feth eylemek, ezelde ona takdîr olmusdur. Her nereye asker gönderse, mensûr ve muzaffer olup, sâlimen, ganîmetler ile geriye dönmüslerdir. Ordusu hiç maglûb olmamısdır. Tedbîrli ve tedârikli ve adâletli idi. Hilâfeti zemânında yimesi ve içmesi hiç degismedi, fazlalasmadı. Hiçbir zemân hâtırlarına kibr gelmedi, büyüklenmedi. Sonu pismânlık, üzüntü olacak is yapmadı. Bunlar (Taberî târîhi)nden alınmısdır. Ondokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” hilâfet makâmına geçdikden sonra, kızı hazret-i Hafsa “radıyallahü anhâ” ki Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ezvâc- ı mutahheralarındandır, muhterem babalarını görmege vardılar. Mubârek yüzlerini gördükde, üzerinde olan hırkanın oniki yerde yaması var. Hattâ yamanın ikisi deriden idi. Hafsa, babasını bu hırka ile görüp, hâtır-ı serîfleri mahzûn olup, dedi ki, ey devletlim ve gözüm nûru babam. Bu hırkayı bir fakîre verseniz. Kendi arkanıza bir yeni hırka yapsanız, câiz olmaz mı? Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, kızım, sen Fahr-i âlem hazretlerinin halâli idin. Sen ona bizden yakın idin. Bilmez misin ki, Server-i âlem bu dünyâyı denîden [alçak dünyâdan] neler çekmisdir. Ne mertebe sakınmısdır. Dünyâyı hor ve zelîl edip, emri altına almısdır. Âhırete tesrîf etdikde, bana vasıyyet edip, (Yâ Ömer, kıyâmet gününde, benim ile ve Ebû Bekr ile bulusmak istersen, yolumuzdan ayrılma) diye buyurmadı mı? – 116 – Yirminci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, hazret-i Nu’mânı “radıyallahü teâlâ anh” serdâr yapıp, acem diyârına gönderdi. Nihâvend ile Hemedânı feth etdiler. Bir mecûsî acem, Mugîrenin elinde esîr iken, koynundan bir kutu çıkarıp, dedi ki, babam bana bu kutuyu verdigi zemânda, vasıyyet etmisdir ki, pâdisâh oldugun vakt bunu açasın. Ben simdiden sonra pâdisâh olacak degilim, deyip, kutuyu Mugîre hazretlerine teslîm eyledi. Mugîre “radıyallahü teâlâ anh”da, kutuyu eline alıp, bütün islâm askeri içinde açıp, gördüler ki, içi çok kıymetli mücevher ile doludur. Hepsi dediler ki, bu kutu ceng ile alınmamısdır. Yine bunu aynı seklde, Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderelim. O kutuyu bir kutu içine koyup ve mühürleyip, hazret-i Ömere gönderdiler. Hazret-i Ömer de kutuyu Eshâb-ı güzîn arasında açıp, gördükden sonra, götüren kimseye, bu da gâzîlerin hakkıdır. Satsınlar, akçesini, gâzîlere taksîm etsinler diye emr etdi. Sonra o kutuyu yine islâm askeri içine gönderip, etrâfdan gelen zenginler toplanıp, satın aldılar. Otuzbin kisinin her birine onarbin akçe düsdü. Husûsan, önce maglûb etdikleri askerin malından beytülmâl için besde bir ayrıldıkdan sonra, adam basına altmıs bin akçe hisse düsmüs idi. Altından ve gümüsden gayri çok mal ve ganîmet elegeçmis idi. Bu gazâlarda tahsîl olunan mal ve ganîmetlerden, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir habbesini kabûl etmezdi. Cümlesini fakîrlere ve gâzîlere sarf ederdi. (Taberî târîhi)nden alınmısdır. Yirmibirinci Menâkıb: Yine Taberî târihînden alınmısdır. Hicretin yirmiüçüncü senesi idi. Birgün Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine bir asîretin zulmünden sikâyet etdiler. Îrân tarafında bir asîret vardır. San’atları harâmîlikdir. Müslimânların yollarını basarlar. Mallarını alırlar. Îmâna gelmezler. Müslimânlara karısmazlar. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” Mesleme bin Kaysı onların üzerine gönderdi. Mesleme asker ile varıp, onları dîne da’vet etdi. Kabûl etmediler. Cizye verin dedi, kabûl etmediler. Ceng eylediler. Mesleme onların erkeklerini kırdı. Kadınlarını esîr aldı. Mesleme ganîmet malının besde birini beyt-ül-mâl için ayırdı. Bir kutu ile kıymetli taslar eline geçmisdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine, besde bir mal ile o kutuyu, müslimânların rızâsı ile arma- – 117 – gan gönderdi. O gönderdigi kisi rivâyet eder ki, Medîne-i münevvereye geldim. Gördüm, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” yemekler pisirip, mescidde fukarâya yidirirdi. Zîrâ âdet-i serîfesi bu idi ki, beyt-ül-mâldan fakîrler için günde bir deve kesip, pisirip, yidirirdi. Yemek yinirken, kendisi mubârek eline bir asâ alıp, ayagı üzerine durup, yiyenleri gözetirdi. Ekmek ve as lâzım oldukça, götürüp verirdi. O kisi der ki, hazret-i Ömeri bu hizmeti yaparken gördüm. Sabr edip, bekledim. Hazret-i Ömer isini bitirip, evlerine geldiler. Ben de arkasından vardım. Bana, içeri girin dedi. Içeri girdim. Hazret-i Ömerin hâtunu ki, Ümmü Gülsümdür. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kızıdır. Hazret-i Fâtımadan olmusdur. Gördüm ki, üzerinde bir eskimis fistan giymis, oturur. Evinin içinde, bakdım, bir eskimis kilim, iki yasdıkdan gayri nesne görmedim. O yasdıklar da hurma lifinden idi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kilim üzerine oturup, yasdıgı benim altıma verdi. Oturdum. Sonra, Ümmü Gülsüme, hiç bizim için yemek pisirdin mi, dedi. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn, yalnızlık sebebi ile bugün yemek pisiremedim. Kalkıp, bir çanaga bir mikdâr zeytinyagı koyup, içine biraz tuz koydu. Bir parça arpa ekmegini hazret-i Ömerin önüne getirdi. Ben de hazret-i Ömerin hâtırı için berâber yidim. Ondan sonra, o hediyye kutusunu çıkarıp, hazret-i Ömerin önüne koydum. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu nedir, dedi. Mesleme bin Kays bunu size gönderdi. Müslimânlar da hisselerinden geçdiler. Hepsinin rızâsı ile bunu sana armagan gönderdiler, dedim.. Hazret-i Ömer onu gördükde, mubârek iki ellerini dizi üzerine koyup, agladı ve dedi ki: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Ömere bu kadar nesneler verdi. Ömerin gözü ve karnı doymadı. Bununla doyar mı, dersin. Yürü bu kutuyu Meslemeye götür ve de ki, bir dahâ bunun gibi is yapmasın. Müslimânların nasîbini kimseye göndermesin. Bu cevâhirleri satsın, müslimânlara dagıtsın. Çabuk git. Eger dagılmıs iseler, Meslemeye bir is ederim ki, müslimânlara ibret olur. O kimse dedi, yâ Ömer te’cîl eyle. Emîr buyurursan, benim binecegim yok. Ben gidinceye kadar geç olur. Buyurdu, sadaka develerden iki deve getirdiler. Bana verdi. Buyurdu, bu develere nöbetle binip, oraya varınca, senden dahâ müstehak ve da- – 118 – hâ fakîr bir kisi bulup, bu develeri ona ver. O kisi dedi: Gecikmis olarak Medîneden çıkıp, o makâma erisdim. Kutuyu Meslemeye verdim. Durumu söyledim. Mesleme de o cevherleri otuz bin altına satıp, orada bulunan gâzîlere bölüsdürdü. Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” zemân- ı serîflerinde, Sâm sehri civârında, bir kal’ayı muhâsara etdiler. Allahü teâlânın hikmeti ögle vakti yaklasdı. Feth müyesser olmadı. Hazret-i Ömer gadaba gelip, islâm askerinin hepsini huzûruna çagırıp, bu âna kadar kal’anın feth olunamamasının sebebi nedir. Kâfirler kimlerdir ki, islâm askerine karsı koyarlar. Aranızda zâhiren bir hatâ sâdır olmus kimse olmasa, bu kadar dayanamazdı, diye siddetli azarladı. Eshâb-ı tâhire varıp, herbirisi tevbe ve istigfâr ile mesgûl oldular. O esnâda Eshâb-ı güzînden birisi aglıyarak, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûrlarına gelip, dedi ki, yâ Emîr-el-mü’minîn, bu gece teheccüde kalkdıgım vakt, karanlık oldugundan, misvâkımı arayıp, bulamadım. Misvâksız nemâz kıldım. Var ise benim hatâmdandır. Hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, tevbe ve istigfâra devâm eyle. Bir sâat geçmeden kal’a feth oldu. Simdi, ey mü’min kardeslerim. Islâm askerine lâzım olan budur ki, dogru yoldan dısarı bir adım atmazlar. Böylece, vardıkları yerlerde yüz aklıklar edip, fethler müyesser olur. Yoksa cevr ve zulm ne dünyâya ve ne âhırete yarar. Zâlimler dünyâda ve âhıretde perîsânlıkdan kurtulamazlar. Hattâ nice mu’teber kitâblarda mesâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuslardır: Bir asker zulm üzerine olsa, Allahü tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında, düsmanla karsılasınca, o zâlim askerin kalbine vehm ve korku verip, düsmân üzerine galebe etmeden firâr eder. Ceng etmege aslâ iktidârı olmaz. Ba’zı mesâyıh rivâyet etmisdir ki, zulm muhârebe mahallinde, bir kerîh sekle girip, hemen muhârebeye baslanınca, zâlimlerin gözlerine korkulu görünüp, savasmaga mecâlleri kalmayıp, firâra baslarlar. Allahü teâlâ âlimdir. Böyle hâller çok olmus, tecrîbe olunmusdur. Allahü teâlâ nefslerimizin serrinden, çirkin isleri yapmakdan hepimizi muhâfaza buyursun. Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, hilâfeti zemânında, rûm pâdisâhına adam gönderip, dîne – 119 – da’vet eyledi. Rûm pâdisâhı da kıymetli hediyyeler ile elçi gönderdi. Elçi Medîne-i münevvereye geldi. Hediyyesini alıp, hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile bulusuldugu mahalde, hazret-i Ömer, bir kadıncagızın dıvârını yapıyor idi. O hâlde iken, haber verdiler ki, rûm pâdisâhının elçisi geldi. Emriniz nedir. Buyurdular ki, söyleyin, gelsin. Ellerinizi yıkayıp, bir yerde otursanız, olmaz mı, dediler. Râzı olmadı. Ne yapsınlar. Elçiyi çagırıp, hazret-i Ömer ile bulusdurdular. Elçi, hazret-i Ömeri bu hâlde görüp, dedi ki, arab pâdisâhı bu mudur. Eger böyle oldugunu bilseydim, gelmezdim. Rûm pâdisâhı da beni buraya göndermezdi. Hazret-i Ömer iki mubârek parmaklarıyla isâret edip, buyurdular ki, eger göndermeseydi, onun iki gözünü çıkarırdım. Târîh yazdılar ki, meger hazret-i Ömer böyle isâret etdigi gibi, rûm pâdisâhı oturdugu yerde iki balçıklı parmak gelip, iki gözünü çıkardı. Hattâ parmaklarının balçıgı iki gözünün üzerinde yapısıp kaldı. Her ne kadar ugrasdılar ise de, gidermek mümkin olmadı. Bir zemândan sonra elçi, izin alıp, rûm pâdisâhına geldiginde, gördü ki, iki gözü de a’mâ olmus. Sebebini süâl eyledi. Ahvâli anlatdılar. Ta’accüb edip, o da hazret- i Ömer ile geçen ahvâli bunlara bildirdi. Ba’zı rivâyetlerde, rûm pâdisâhının elçisi geldigi vakt, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” yanında otururlar idi. Hazret-i Ömer, hurma lifinden bir gömlek giymis, dokuz yerinden yamanmıs idi. Acabâ, sultânım, mubârek arkanıza bir kaftan alsanız câiz olmaz mı, dediklerinde, hemen hazret-i Ömer “radıyallahü anh” gadaba gelip, dedi ki: Dahâ bu i’tibâr görmek arzûsundan kurtulmadınız mı. Dîn-i islâmda kudreti böyle mi fehm etdiniz. Bize dîn-i islâmın serefi yetmez mi. Dîn-i islâmdan efdal ve esref bir nesne varmıdır ki, ona i’tibâr edersiniz. Bu se’âdet ve bu devlet ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri bize ihsân eylemisdir. Kime müyesser olmusdur ki, dîn-i islâm tâcını basımıza koydu. Ser’ı serîfi Muhammedî elbisesini arkamıza giydirdi. Kalbimizi kelime-i sehâdet ile münevver eyledi. Allah, Allah! Dîn-i islâm kadrini bilmemissiniz. Ancak kendinizi halka libâs ile mi göstermek istersiniz. O seklde gadaba geldi ki, belki kimse öyle gadaba gelmemisdir. Söyliyenler pismân olup, artık, cevâba kâdir olmayıp, baslarını asagıya egip, sükût eylediler. Simdi, bizim sultânları- – 120 – mız bu hâl ile dünyâda geçinip, asla i’tibâr etmeyince, bize de lâyık olan budur ki, onların yolunu gözetip, kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûruna ve Habîbullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna vardıkda mahcûb olmayalım. Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, bir gün mescidde oturuyordu. Rûm kayserinin elçisi geldi. Ba’zı hediyye ve bir dogan, bir tazı, bir sise zehr de getirdi. Dedi ki, yâ halîfe. Bu tazı öyle bir tazıdır ki, her nereye salar isen, avını yakalar, kaçırmaz. Avı ondan kurtulmaz. Bu dogan da bir dogandır ki, hangi kusa salarsanız, hiç aman vermeyip, alır. Aslâ bir kus pençesinden halâs olmaz (kurtulamaz). Bu sise içinde olan zehr, öyle bir zehrdir ki, bir katresini insana içirseler, o ânda ölür, bunun ilâcı olmaz. [Ya’nî o kisi kurtulamaz]. Tuhâf nesne olup, pâdisâhlar hazînesinde bulunması lâzımdır ve lâyıkdır diye, rûm sultânı kayser göndermisdir. Hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, kus nedir ki, insan onunla mesgûl olup, ondan ne fâide hâsıl eder. Ehl-i hâl olan onu eline alıp, amellerini bosa çıkarmaz, deyip, baglarını çıkarıp, sahrâya salıverdi. Kelb [köpek] nedir ki, insan ona tâlib ve râgıb olup, o mekrûhu evine koysun ve ardınca gezip, yürüsün. Onun da zincirlerini alıp, azâd eyleyip, serbest bırakdı. Ondan sonra o içinde zehr olan siseyi mubârek eline alıp, dedi ki, benim dünyâda nefsimden büyük düsmânım yokdur. O zehri (Bismillahirrahmânirrahîm) deyip, temâmını içdi. Elçi bu hâli görünce, sasırıp, mescid kapısında durdu. Bir zemândan sonra gelip, hazret-i Ömere bakdı. Gördü ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” evvelki gibi devlet ve se’âdetle, sıhhat ve selâmetde oturur. Hemen yerinden kalkıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp dedi ki, yâ halîfe, bana îmânı anlat. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” elçiye kelime-i sehâdet telkîn etdi ve elçi, müslimân oldu. Ondan sonra elçi, rûm kayserine gitmeyip, geri kalan ömrünü Ömerin “radıyallahü anh” hizmetinde geçirdi. Yirmibesinci Menâkıb: Hazret-i Mevlânâ Abdürrahmân Câmînin ”kuddise sirruh” (Sevâhid-ün Nübüvve) adlı kitâbından acemîlere kolaylık olmak için terceme olunmusdur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, Eshâb-ı Güzîn “rıdvâ- – 121 – nullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden birisini serdâr (komutan) ta’yîn edip, islâm askeri ile gazâya göndermisdi. Askerler gitdikden sonra, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” oturdugu yerde, üç kerre sesli olarak lebbeyk dedi. Hiçbir kimse bunun sırrına vâkıf olmayıp, sormaga da kimse cesâret edemedi. Zîrâ Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çok fazla sanlı idi. Kimse teklîfsiz huzûrlarında söz söyleyemezdi. Bu hâlin oldugu günün târîhini yazdılar. Görelim bunun aslı nedir, dediler. Bir zemân sonra o serdâr ve askerleri, nice fethler yapıp, sâlimen ve ganîmetler ile geri geldiler. Serdâr, hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” sefer ahvâlini bir bir anlatdı. Hazret-i Ömer buyurdu ki; yâ o yigidin hâli ne oldu, dedi. O da, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine ma’lûmdur, yâ Ömer! Kasd ile olmadı. Soyunup, suya girdi. Meger o su gâyet soguk olup, tâkat getiremeyip, üç kerre; yâ Ömer diye bagırdı ve rûhunu teslîm etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, benden sonra âdet olmayacagını bilsem, seni katl ederdim. Ammâ var, o yigidin evlâdına akça borcunu ver, ya’nî diyetini öde, diye tenbîh eyledi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu mertebe âdil idi. Askerin ahvâline çok fazla alâka gösterirdi. Hattâ o yigidin vefât etdigi yer bir aylık yol idi. Bu uzaklıkdaki yoldan çagırdıgı gibi, Medîne-i münevverede, izzet ve se’âdet ile oturdugu yerde, o yigidin bagırmasını isitip, üç kerre “lebbeyk” demesinin sebebi bu idi. Yirmialtıncı Menâkıb: Vettîn sûresinin tefsîrinde yazılmısdır ki, Mesrık tarafında bir yer var idi. Adına Bahreyn derlerdi. Orada yılda bir kerre ejderhâ çıkardı. Câbilkâ sehrine gelip, ona her sene bir oglan verirlerdi. Onu yiyip, ondan sonra geri döner giderdi. Bir sene bir fakîr kimseye nöbet geldi. O biçârenin de bir oglu var idi. Ejderhânın gelme vakti de yaklasmısdı. O fakîrin oglunu verecekler, ejderhâ yiyecekdi. O fakîr müthîs ızdırâbda iken, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” mubârek hânelerine vardı. Cigerini daglayıp, gözyasları dökerek dedi ki, yâ emîr-el-mü’minîn, yâ halîfe-i rûy-i zemîn! Revâ mıdır [uygun mudur], senin se’âdetli zemânında, benim gibi bir miskin ızdırâbda olsun. Senin yanında iken, ben zahmet çekeyim, uygun mudur? Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” buyurdular ki, sebebi nedir, bize haber ver. O derdli adam dedi: Yâ Emîr-el-mü’minîn. Ben Câbilkâ sehrinden gelirim. Senede bir kerre Câbilkâ – 122 – sehrimize bir ejderhâ gelir. Bir evden bir oglan verirler. Ejderhâ o oglanı yutar. Ondan sonra geri dönüp, gider. Ertesi sene bir dahâ gelir. Bu sene nöbet ben fakîre geldi. Benim bir tek oglum var. Baska yokdur. Benim derdim budur deyip, feryâd, figân etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” mubârek eline kalem alıp, bir kâgıda yazdı. Dedi ki, ey ejderhâ! Simdiden sonra sen o sehre artık gelip, oglan almıyacaksın. Eger gelecek olur isen, Allahü teâlânın Habîbi ve Resûlü Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakkı için, oraya gelip, seni atese atıp ve vücûdunu dünyâdan yok ederim. O yazdıgını, o fakîrin eline verdi. Fakîr, Câbilkâ sehrine gidip, sehrin ehâlisine haber verdi. Hepsi sevindiler. O kâgıdı alıp, ejderhânın yolu üzerine koyup, gözetdiler. O ejderhâ da gelip, o yol üzerinde o kâgıdı gördügü gibi, yüzüne ve gözüne sürüp, öpüp, bası üzerine koyup, o ân geri döndü. Artık o sehre gelip, oglan istemedi. Hak Sübhânehü ve teâlânın kudreti ile ve Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn hazretlerinin mu’cizesi ve hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kerâmeti ile, bu sehr halkı, bunun gibi ejderhânın serrinden halâs oldular [kurtuldular]. Yirmiyedinci Menâkıb: (Sevâhid-ün nübüvve)de beyân olunmusdur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı serîflerinde, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, Mısr üzerine gönderdi. Mısrı feth etdi. Amr ibni Âsı Mısra hâkim (vâlî) ta’yîn eyledi. Bir kaç aydan sonra, Mısr ehâlisi Amr ibni Âs hazretlerinin huzûruna vardılar. Dediler, bu Nil ırmagının bir âdeti vardır ki, onsuz tasmaz ve suyu kesilir. Amr ibni Âs dedi ki, o âdet nedir. Dediler ki, âdeti odur ki, üzerimizde olan aydan on iki gün geçince, bir kız çocugu buluruz. Anasını ve babasını mâl ile râzı ederiz. O kızı nefîs elbiseler ile süsleyip, Nil ırmagına bırakırız. Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh” bunu isitip, bu bir yaramaz isdir. Islâmda böyle bir is olmaması lâzımdır. Muhakkak islâm, bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmısdır. O târîhden üç ay geçdi. Nil nehrinin suyu artmadı. Ehâlîsi baska yerlere göç etmege basladılar. Hazret-i Amr, bu hâli gördü. Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine mektûb yazıp, bildirdi. Hazret-i Ömer mektûbu okudu. Cevâbında yazdı ki, iyi etmissin. Savâb olmusdur. Mektû- – 123 – bumun içine bir parça kâgıd koydum. Onu Nil ırmagına bırak. Mektûb Amr’a geldi. O kâgıdda su satırlar yazılı idi. (Ömer-ibnül Hattâbdan Mısrın Nil nehrine. Önceden akıyor idin. Simdi akmıyorsun. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâ seni akıtır. Senin akman için Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâya düâ ediyorum.) Amr bin Âs o kâgıd parçasını, Nil nehrine bırakdı. Ertesi gün, Nil nehri onaltı arsın yukarı kalkıp, su seviyesi yükseldi. O vaktden sonra, o yaramaz âdetden Mısr ehâlisi kurtuldular. Imâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” haber verdi ki, hazret-i Mûsâ “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh” Âl-i Fir’avnın üzerine beddüâ eyledi. Hak Sübhânehü ve teâlâ Nil ırmagının suyunu kesdi. Halk etrâfa dagılmaga basladılar. Sonra toplanıp, hazret-i Mûsâ aleyhisselâma gelip, tedarrû’ kıldılar. Bizim için düâ eyle, ki Nil geri revân olsun [geri aksın]. Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâm belki îmâna gelirler diye düâ eyledi. Sabâh oldu. Gördüler ki Nil onaltı zrâ’ yukarı kalkıp, akar. Hak Sübhânehü ve teâlâ o ihsânı, ümmet-i Muhammedden Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kerâmet olarak verdi. Var kıyâs eyle ki, ne mertebe sultân imis. Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kuvvet-i kudsiyeleri ve rûhâniyyetleri bu mertebe idi ki, her kim karsısına gelse, yalan söylemek kasd eylese, dili varmaz idi. Dogru söylerdi. Bir mü’min ile bir münâfık karsısına vardıkda da, söylemeden onları fark ederdi. Zîrâ sûretlerine bakmayıp, sîretlerine nazar ederdi. Onun için yüksek sânlarına uygun olarak Ömer-ül Fârûk denilmisdir. Dostlugu ve adâveti Allahü teâlâ için ederdi. Gayretli idi. Ileriyi görücü, tedbîr sâhibi idi. Nice kerre, görüslerine uygun âyet-i kerîme nâzil olmusdur. Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında, Sâm sehrine gitmek îcâb etmisdi. Se’âdet ve izzetle, Eshâb-ı güzînden “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bir cemâ’ati de yanlarına alıp, Medîne-i Münevvereden çıkıp, yola revân oldular. Hazret-i Ömerin bir deveden baska binecegi yokdu. Mugîre adlı bir köle var idi. Bir sâat hazret-i Ömer “radıyallahü anh” o deveye binerdi. Mugîre – 124 – piyâde olunca [yaya kalınca], deveyi yederdi. Bir sâat Mugîre binerdi. Hazret-i Ömer önünde piyâde olurdu. Allahü teâlânın hikmeti, Sâm sehrine girecekleri vakt, deveye binmek nöbeti Mugîreye gelmisdi. Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ömere geldiler, dediler ki, efendim, ihsân eyleyin. Bu sâatde deveye se’âdetle sizin binmenizi ricâ ederiz. Hazret-i Ömer buyurdu ki, önce nöbet benim idi, bu sâat nöbet Mugîrenindir. Deveye niçin ben bineyim. Eshâb-ı güzîn dediler ki, bugün Sâm sehrine girilecekdir. Sâm sehrinin bütün ileri gelenleri, cenâbınıza karsı çıkarlar [sizi karsılamaga gelirler]. Onlar atlı, siz halîfe iken yaya yürümek münâsib degildir. Lutfunuzdan ümmîd ederiz ki, ricâmızı makbûl tutup, red etmeyiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” huzûrsuz olup, dedi ki, siz bu evhâmdan kurtulmadınız mı? Islâm dîninin kadrini böyle mi anladınız. Bize islâm serefi yetmez mi. Islâm dîninden ekrem ve esref bir nesne var mıdır. Bu se’âdet ve bu devlet ve bu izzeti Allahü teâlâ hazretleri bize ihsân eylemisdir. Dîn-i islâm tâcını basına koymak, kime müyesser olmusdur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” getirdigi islâm elbisesini arkamıza giydirdi. Kelime-i sehâdeti dilimize çırag eyledi. Kur’ân-ı azîm ile kalbimizi münevver eyledi. Islâmiyyetin kadrini acaba niçin anlamamıssınız ki, kendinizi halka, at ile, don ile göstermek istersiniz. Yalnız Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ümmeti olmak serefi size yetmez mi, diye cevâb verince, kimse söze kâdir olamayıp, bir sey diyemediler. Mugîre, bu güç zemânda deve hâzırlayıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı serîflerine getirip, çökdürdü ve dedi ki, yâ halîfe! O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah yokdur. Bu ahvâl gönlümden geçmisdir. Eshâbın rey’i ile degildir [ya’nî ben düsündüm]. Kalbimden halâl eyledim. Ihsân eyle ve benim istegimi kabûl eyle. Bugün deveye se’âdetle sizin binmenizi ricâ ederim, dedi. Emîr-ül mü’minîn önünde egilip, yâ halîfe arkama basıp, devenin üzerine devletle bin diye iltimâs eyledi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Mugîrenin cân-ı gönülden ricâsını görünce, hâtırı için o gün se’âdetle deveye bindiler. Ondan sonra, bütün islâm askeri içinde nidâ etdirdi ki, iste bugün Sâm sehrine girmek müyesser oldu. Buradan – 125 – sag ve selâmetle çıkacagımızı Allahü teâlâ bilir. Her kimin bizde hakkı var ise, gelip bizden taleb eylesin. Bütün islâm askeri hazret-i Ömere hayr düâ eylediler. Dediler ki, yâ Allahü teâlânın halîfesi. Senden herkes râzıdır. Senden kimse huzûrsuz degildir. Bir ferdin sizde hakkı yokdur. Münâdîler yüksek sesle çagırdılar. Hiçbir kimse gelip, bir hak taleb etmedi. Hepsi sükrân üzere olduklarını hazret-i Ömere haber verdiler. Halk arasından kimse gelmeyince, hazret-i Ömerin Mugîre adlı kölesi ileri gelip, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Birgün, hiç suçum yok iken, kulagımı çekip, agrıtdın. Diyorsunuz ki, kimin hakkı var ise dünyâda iken taleb etsin. Hâlâ bu hakkım sizin üzerinizdedir, bilmis olunuz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Mugîre gel, sen de benim kulagımı çek, berâber olalım. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hep birden tekbîr getirdiler. Arablarda âdetdir ki, bunun gibi bir acâib ahvâl zuhûr etdikde, tekbîr getirirler. Dediler ki, yâ halîfe, senin gibi âdil pâdisâh gelmemisdir. I’tikâdımız budur ki, simdiden sonra da gelmiyecekdir. Kölenin, bu seklde küstâhlıga cür’et etmesi uygun mudur. Husûsen [özellikle] kisi, kendi kölesini azârlamasına bir sey lâzım gelmez. Nerede kaldı ki, bir mikdâr kulagını çekmis olsun. Kölenin üzerine gidip, niçin edebsizlik eyledin diye azarladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, ey Eshâb-ı güzîn! Lutf edip, incitmeyin ki, âhıretde cezâsını çekmekden ise, dünyâda çekip, kurtulmak evlâdır. Sonra, yâ Mugîre, gel sen de benim kulagımı çek. Dünyâda senin ile halâllasalım, âhırete kalmasın, dedi. Mugîre de hazret-i Ömerin kulagına yapısıp, bir mikdâr çekdi. Hazret-i Ömer, buyurdu, yâ Mugîre, niçin ziyâde çekmedin. Mugîre dedi ki, âhıretde kısâsdan korkarım. Çok çekersem, senin hakkın benim üzerimde kalır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” böyle sultân idi ki, kölesi hakkında bunun gibi durumu kabûlden çekinmeyip, dünyâda cezâsını çekdi. Kölesi de, acâib degilmidir ki, efendisi hakkında bu seklde cezâ verdi. Efendisi Hak ehli oldugunu muhakkak bilip, degil huzûrsuz olmak, kalb-i serîflerine zerre kadar bir sübhe gelmedigine i’tikâdı temâm oldugundan, bu fi’le cesâret etmisdir. Belki hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” Mugîrenin böyle yapması ile muhabbeti – 126 – serîfleri ona, evvelki durumundan dahâ çok artmısdır. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı serîflerine nihâyet yokdur. Yalnız bu yetmez mi ki, rey’lerine uygun olarak onyedi yerde, Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine âyet-i kerîme getirmisdir. Tefsîr ve târîh kitâblarında da vardır. Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında, bir kaç bin askeri gazâya gönderdi. Âdet-i serîfleri söyle idi ki, gazâya giden askerlerin evlerine adam gönderip, durumlarını sorardı. Her gece kendileri sehri gezerdi. Allahü teâlânın hikmeti, bir gece sehri dolasıyordu. Bir kapının yanından geçerken, içeriden bir hâtun bagırmasını isitdi. Kulak verdi. Gördü ki, o hâtun aglıyor ve devâmlı söyliyordu ki, benim kocamı halîfe gazâya gönderdi. Ben burada aç ve susuz kaldım. Yarın varayım, halîfenin kapısına çocuklarımı bırakayım. Hazret- i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu isitir isitmez, aglaya aglaya se’âdethânelerine gelip, bir dank un omuzuna aldı. O hâtunun evine geldi. Mubârek elleri ile odun parçalayıp ve ates yakdı. Sonra eline bir testi alıp, su getirdi. Ondan sonra bir tencereyi ocaga koyup, derhâl o ası pisirdi. Bir sahan içine koyup, o hâtunun çocuklarını kaldırıp, önüne götürdü ve yidirdi. Ondan sonra özrler dileyip, dedi ki, yâ hâtun! Suçumuzu afv eyle. Zîrâ habersizdik. Simdiden sonra ahvâlini her zemân bize bildir, deyip, yoluna gitdi. Hâtun da, hazret-i Ömerin tevâdu’ ve tenezzülünü görünce hayret edip, hazret-i Ömere hayr düâlar eyledi. Simdi ey mü’min. Insâf eyle ki, bir se’âdet sâhibi halîfe-i rûy-i zemîn iken, bu seklde tenezzül ve tevâdu’ göstermesini kıyâs eyle ki, ne büyük sultândır ve ona cân ve dilden muhabbet eylemeyenin hâli ne olacakdır. (Târîh-i taberî)den nakl olunmusdur. Otuzbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe iken, Irân memleketini feth etmek arzûsunda idi. O iklimde [o memleketde] islâmiyyet yayılsın istiyordu. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile müsâvere edip, asker topladı. Baslarına Sa’d bin Ebî Vakkâsı “radıyallahü anh” serdâr ta’yîn edip, fâris ikli- – 127 – mine [Îrân memleketine] gazâya gönderdi. Fâris vilâyetine vardılar. Haber verdiler ki, arab askeri geldi. Irânlılar asker tedârik edip, bunlara karsı durmak istediler. Kisrânın askeri sehrden dısarı çıkıp, islâm askerinin karsısına kondular. Islâm askeri yirmibin kisi idi. Sa’d bin Ebî Vakkâsın “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna elçi gönderdiler. Ne is için geldiler ve maksadları nedir, sordular. Hazret-i Sa’d buyurdular ki, Allahü teâlâ hazretlerinin askeri biziz. Sizi dîn-i islâma da’vet ederiz, onun için geldik. Eger sözümüzü kabûl etmezseniz, ceng ederiz. Kisrâya bu haber geldi. Kisra askerine dedi ki, yarın cenge hâzır olunuz. Acem pâdisâhlarına kisrâ derler idi. Bu pâdisâhın adı Yezdecerd idi. Dedi ki, bu gelen asker yirmibin kisidir. Siz yüzbinden çoksunuz. Onlardan niçin korkarsınız. Sabâh oldu. Iki tarafın askeri atlara binip, saflar baglayıp, davullar çalıp, alemler [bayraklar] dikdiler. Ceng yapmak için, bahâdırlar hâzırlandılar. Sonra iki asker birbirine girdi. Ikisinin arasında mücâdele ayyûka çıkdı. O gün geceye kadar bu seklde ceng etdiler. Gece olunca âsâyis davulu çaldılar. Herbirisi çadırlarına döndüler. Bir rivâyet de sudur ki, o gece sabâha kadar muhârebe etdiler. Hiç dinlenmediler. Yezdecerdin pehlivânlarından Rüstem bin Mihribân ki ermenîdendir. Uzun zemân, muhârebe meydânında bahâdırlık yapıp, arab yigitlerinin birinin elinde helâk oldu. Bunu helâk eden arab, serâb içdigi için, kumandanın çadırında mahbûs idi. Bu mahbûs, Rüstemin bir kılınç vurması ile müslimânların sehîd oldugunu gördükçe, o dinsize dis bilerdi. Hazret-i Sa’dın mak’adında bir agrı oldugundan o gün, muhârebedeki yerine tahteravân ile gitdi. Harb âletleri çadırda, câriyesinin yanında kalmısdı. O merd gâzî cârîyeye yalvarıp, mahbûs olmakdan kurtuldu. Hazret-i Sa’dın atını ve harb âletlerini de câriyeden ricâ ile alıp, hemen meydândaki Rüstemin yanına gitdi. Ilk hücûmunda nârâ atarak Rüstemi titretdi ve göz açdırmayıp, ilk hamlede Rüstemi atından düsürüp, basını gövdesinden ayırdıkdan sonra, sözünde durup, dogruca hazret-i Sa’dın çadırında mahbûs oldugu yere geldi. Câriyeye, zinciri boynuna takdırdı. Sa’d bin Ebî Vakkâs, o merd gâzîyi tanıdı. Harb âletlerini ve atını da tanıdı. Çadırına gelerek vak’ayı câriyeden tafsîlâtı ile ögrendikden sonra, bu hâdiseyi – 128 – Fârûku Ekreme [hazret-i Ömere] arz etdi. O da gâzî merdin cezâsını bagısladı. Ve sonra yapacagı hatâları da göz yumula, seklinde, Sa’d bin Ebî Vakkâsa mektûb yazdılar. O merd gâzî Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü anh” bu afv mu’âmelesini ögrenince, hemen serâb içmekden vazgeçdi. Rüstem helâk oldugu zemân, kâfirler dagılıp, islâm askeri bunların ardına düsdü. Kâfirleri kıra kıra sehrlerine götürdüler. Kal’a kapısını yıkıp, içeri girdiler. Rivâyet ederler ki, yüzbin kâfirin ellibinini kırdılar. Dogru Kisrânın serâyına geldiler. Hazînesinin temâmını ele geçirdiler. O pâdisâhın bir oglu ve bir kızı var idi. Esîr aldılar. Çok mâl ve hazîne alıp, feth ve nusret ve sâd olarak dönüp, Emîr-ül mü’minîn Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr- ı serîflerine geldiler. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, emîr-ül mü’minîn Ömer hazretlerinin bu gazâsını kutladılar, hayr düâlar etdiler. Rivâyet eylediler ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o kızı, ezvâc-ı tâhırât ümmihâtül mü’minînden [Peygamberimizin hanımlarından] “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Ümm-i Seleme hazretlerinin huzûruna gönderdiler. Zîrâ, Ümm-i Seleme hazretleri tatlı dilli ve sefkatli ve mihribân idi. O kız, islâma gelir diye, Onun yanına gönderdiler. Çeyizini de Sa’d bin Ebû Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” getirip, hazret-i Ömere teslîm etdi. Hazret-i Ömer de o çehizi aynı ile Beyt-ül-mâl emînine emânet verip, böylece hıfz eyle, buyurdu. Üç ay sonra o kız, müslimân oldu. Hazret-i Ömere müjdelediler. Sonra emr etdi. Çehizlerini geri verdiler. Hazîne kapısını açdılar. Onun dürlü çehizlerini ve altınlarını, inci ve cevâhîr ve atlas ve nice dürlü donlarının [elbiselerinin] hepsini çıkarıp, cümlesini ona teslîm edin diye emr eyledi. Söyle ki, Medîne ehâlisi bu mâlı görüp, hayret etdiler. Bu kız bu çehizini görünce sevinip, hazret-i Ömere düâ eyledi. O kızın adı sehr-i Bânû idi. Hikmet-i Rabbânî hazret-i Hüseyne “radıyallahü teâlâ anh” müyesser oldu, ya’nî ona nikâh etdiler. RE: ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm - SeliM35 - 10-11-2020 Thnks |