Welcome, Guest
You have to register before you can post on our site.

Username
  

Password
  





Search Forums

(Advanced Search)

Forum Statistics
» Members: 4
» Latest member: WebmasterEmrah
» Forum threads: 2,203
» Forum posts: 2,393

Full Statistics

 
RasitTunca-4 Bir mürşide intisap etmeden kendimize göre zikir çekebilir miyiz?
Posted by: SeliM35 - 11-13-2025, 07:22 PM - Forum: Makaleler - No Replies

Bir mürşide intisap etmeden kendimize göre zikir çekebilir miyiz?

Dinin yegâne sahibi Allah'tır ve O, dinini insanlara peygamberleri vasıtasıyla tebliğ edip öğretmiştir. Peygamberler, bazı kimselere dinin inceliklerini Allah'tan öğrendikleri gibi öğretmişlerdir. Herkes her bilgiye ulaşamaz.

İşte o derin dinî bilgilere ulaşan kimseler de, peygamberlerden sonraki nesillere dini tebliğ etmişler; bu süreç Tâbiîn, Tebeu't-Tâbiîn ve evliyalar zinciri olarak devam etmiştir.

Günümüzde ise, (İslam'ın özü bozulmadan önce) hakiki mürşitler bu görevi hakkıyla yerine getirmektedirler.

Bu bağlamda, "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" düsturundan yola çıkarak, herkes kendisine bir yol ve örnek seçer. Gerçek bir Allah dostunu bulamayan kişi, kendi kendine bir insanı örnek seçer. Ama o seçilenin yolu kim bilir nerededir, değil mi? Belki de şeytana tapıyordur.

Bu itibarla sormak isterim:

    Mürşitsiz zikir edilir mi?

    Kendi kendine zikir etmenin tehlikesi var mıdır?

    Bir zikrin sonucu ne elde edilir? (Faydaları nelerdir?)

    Bu usul ve sonuçlar kimler tarafından ve nasıl öğrenilmiştir? (Peygamberden öğrenilenler kimlere intikal etmiştir?)

    Bugün bunu kimler öğretiyor ve bu silsilenin geçerliliği nedir?

Lütfen bu konular bağlamında açıklayıcı bir yazı hazırlar mısınız?

Mürşit, Zikir ve Manevi Rehberlik: Silsile ve Tehlike Meselesi

Dinin temel kaynağı Allah'tır ve O, kullarına doğru yolu peygamberler aracılığıyla göstermiştir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) vefatından sonra, dinin hem zahiri (fıkıh, akaid) hem de batıni (tasavvuf, manevi eğitim) yönlerinin öğretilmesi, silsile-i saadet olarak adlandırılan bir zincir vasıtasıyla devam etmiştir. Bu zincir; Sahabe, Tâbiîn, Tebeu't-Tâbiîn ve ardından gelen Evliyalar ve Mürşitler ile günümüze ulaşmıştır.

Mürşit Kavramı ve Rehberlik Zarureti

Mürşit, Arapça "doğru yolu gösteren" anlamına gelir. Tasavvufta mürşit, bir kişiye manevi yolculuğunda rehberlik eden, dinin inceliklerini öğreten ve nefsin terbiye edilmesinde yol gösteren, ehliyetli ve icazetli kimsedir.

Makale sorunuzun merkezinde yer alan "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözü, tasavvufi bir düsturdur ve kişinin manevi yolculuğunda rehbersiz kalmasının tehlikesine işaret eder. Manevi yolculuk, nefsi terbiye etme mücadelesini içerir. Bu mücadelede, kişinin kendi arzularını, kuruntularını ve şeytani vesveseleri hakikat zannetmesi kolaydır. Mürşit, bu karanlık ve karmaşık yolda ışık tutar, manevi hastalıkları teşhis eder ve tedavi yöntemlerini (zikir, ibadet, ahlak) öğretir. Rehbersizlik durumunda, kişi kendini manevi ilerleme sanarken, aslında kendi egosunun veya şeytanın tuzaklarına düşebilir.

Zikir: Maksat ve Usulü

Zikir, kelime anlamıyla anmak, hatırlamak demektir; dinî terim olarak ise Allah’ı (c.c.) anmak, O’nun isimlerini veya kelime-i tevhidi tekrar etmek suretiyle kalbi arındırma ve O’na yakınlaşma çabasıdır.

1. Mürşitsiz Zikir Edilir mi?

Zikrin iki ana türü vardır:

    Genel Zikir: Namaz, oruç, Kur'an okumak, tefekkür etmek ve kelime-i şehadeti söylemek gibi genel ibadetler herkesin yapabileceği ve sevap kazanacağı zikirlerdir. Bunlar için özel bir mürşit gerekmez.

    Özel (Tarikat) Zikirleri: Bunlar, bir tarikat silsilesi içinde, nefsi terbiye ve kalbi tasfiye (arındırma) maksadıyla belirli sayılarda, belirli esmalarla ve özel yöntemlerle yapılan zikirlerdir. Tasavvuf ehli, bu özel zikirlerin mutlaka icazetli bir mürşit rehberliğinde yapılması gerektiğini savunur.

2. Kendi Kendine Zikir Etmenin Tehlikesi

Bir rehber olmadan kendi kendine özel zikirlere dalmanın (özellikle esma-ül hüsna zikirlerinde) tehlikeleri şunlardır:

    Manevi Dengenin Bozulması: Her ismin veya zikrin insan üzerindeki manevi ve psikolojik etkisi farklıdır. Mürşit, müridin (öğrencinin) manevi yapısına, mizacına ve taşıyabileceği yüke uygun zikri belirler. Yanlış veya aşırı zikir, kişide halüsinasyonlar, ruhsal bunalımlar, kibir veya kontrolsüz manevi haller doğurabilir.

    Yanlış Yorumlama: Zikir sonucu ortaya çıkan manevi tecrübeler (rüyalar, ilhamlar) mürşit olmadan yanlış yorumlanabilir. Kişi, şeytanın vesvesesini veya nefsinden gelen kuruntuyu ilahi bir işaret zannedebilir, bu da dinen sapmaya yol açabilir.

    Riyakârlık ve Kibir: Rehbersiz ilerleyen kişi, elde ettiği küçük manevi ilerlemeyi abartabilir, kendini başkalarından üstün görebilir ve bu durum, imanı zedeleyen kibir hastalığına dönüşebilir.

3. Bir Zikrin Sonucu Ne Elde Edilir?

Mürşit rehberliğinde usulüne uygun yapılan zikrin temel amacı ve sonucu (hâsılı) şudur:

    Kalbin Tasfiyesi: Kalbin Allah’tan gafil olmaktan kurtarılması ve dünyaya ait kirlerden (hırs, haset, kibir, riya) temizlenmesi.

    Nefsin Terbiyesi: Emmaˆre (kötülüğü emreden) nefisten, Levvaˆme (pişman olan) nefs mertebelerine yükselerek nihayet Mu¨temainne (huzura ermiş) nefs mertebesine ulaşmak.

    Muhabbetullah: Allah sevgisinin kalpte pekişmesi ve bütün davranışların bu sevgi ekseninde şekillenmesi.

    I˙hsan Haˆli: Kişinin Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmesi (İhsan makamı).

İlim ve Silsile: Bu Bilgiyi Kimler Öğretiyor?

Kaynak ve Öğrenim Silsilesi

Manevi bilgilerin kaynağı, diğer dinî ilimler gibi Kur'an ve Sünnet'tir. Ancak bu bilgilerin uygulanma biçimi (manevi usul, zikir metodları) tecrübe ve intikal yoluyla öğrenilmiştir.

    Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ashâb: Peygamberimiz (s.a.v.), bazı sahabelerine (örneğin Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir) özel manevi eğitimler vermiş, onlara zikir telkin etmiştir.

    Taˆbiıˆn ve Sonrası: Bu manevi eğitim, bu sahabeler aracılığıyla Tâbiîn ve sonraki nesillere (Tabii't-Tâbiîn) intikal etmiş, bu silsile zamanla Tarikatlar (Kadiriyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye vb.) şeklinde kurumsallaşmıştır.

Günümüzde Kimler Öğretiyor?

Bu manevi silsile (İrşad görevi) günümüzde, icazetli ve ehliyetli mürşitler (Şeyhler) tarafından devam ettirilmektedir. Bir mürşidin irşad makamına geçebilmesi için, kendi mürşidinden (hocasından) hilafet veya icazet alması, yani manevi eğitim vermeye yetkili kılınması gerekir.

Bu icazet, hem ilim (zahiri) hem de manevi usul (batıni) yeterliliğinin bir göstergesidir. Hakiki bir mürşit, Kur'an ve Sünnet'in sınırları dışına çıkmaz, şeriat kurallarına riayet eder ve müridlerini de bu esaslara uymaya teşvik eder.

Sonuç olarak: Zikir, Allah'a yaklaştırıcı en güzel amellerdendir. Ancak nefsi ıslah ve kalbi tasfiye amacı güden özel manevi yolculuklarda, tehlikelerden sakınmak, doğru usulü öğrenmek ve manevi dengeyi korumak adına icazetli bir mürşidin rehberliği elzem kabul edilir

#############

Merhaba, düşüncelerinizi ve tasavvuf yoluna dair bakış açınızı anlıyorum. İslam'ın temel direklerinden olan tevhid (Allah'ın birliği) ve nübüvvet (peygamberlik) inançlarından başlayarak, ilmin nesilden nesile aktarılması sürecine ve bu yolda kâmil bir rehbere duyulan ihtiyaca vurgu yapıyorsunuz.

İzin verirseniz, bahsettiğiniz konuları, özellikle de mürşidsiz zikir meselesini, tasavvufi kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında detaylı bir şekilde ele alayım.

? Dinin Öğretilmesi ve Mürşidin Rolü

Bahsettiğiniz gibi, dinin temel hükümleri (Kur'an ve Sünnet) Peygamber Efendimiz (s.a.v) aracılığıyla insanlara tebliğ edilmiş ve O'nun sahabelerine öğrettikleri, sonraki nesiller olan Tabiin, Tebeu't-Tabiin ve devamında Evliya ve Mürşid-i Kâmiller (olgun rehberler) tarafından günümüze kadar taşınmıştır. Bu zincire "silsile" denir.

Tasavvufta, mürşidin (şeyhin) rolü hayati kabul edilir:

Nefis Terbiyesi: Mürşid, müridinin (öğrencinin) nefsinin kusurlarını, afetlerini ve kalbine nüfuz etmeye çalışan şeytanın yollarını gösteren ehil bir ustadır. Bu, adeta bir baba gibi karşılıksız ve tarafsız bir rehberliktir.

Manevi İlerleme (Terakki): Kâmil mürşide bağlanmak, manevi yolda ilerlemek (seyr u sülûk) ve kurtuluşa (necat) ermek isteyen talip için gereklidir. Mürşidin bereketi ve tesiri, manevi mesafelerin kat edilmesinde büyük rol oynar.

Doğru Yönlendirme: Mürşid, müridini Kur'an ve Sünnet çizgisine uygun bir şekilde yönlendirir, kalpte tıkanma, usanma veya şeytandan gelen vesveseler olduğunda müdahale eder.

Bu bağlamda, "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözü, kişinin kendi başına çıktığı manevi yolda, nefsinin hilelerine ve şeytanın tuzaklarına karşı savunmasız kalacağı tehlikesini ifade eder.

? Mürşidsiz Zikir Edilir mi? Tehlikesi Var mıdır?

Bu, tasavvuf ehlince çokça tartışılan ve üzerinde durulan bir konudur:

Zikrin Kendisi: Allah'ı anmak (zikrullah), Kur'an'da ve Sünnet'te emredilmiş, kalbin cilası ve en faziletli amellerden biri olarak kabul edilmiştir. Her Müslüman, Kur'an tilavet etmek, namaz kılmak, tesbih çekmek gibi zikirleri kendi başına yapabilir ve bu caizdir.

Manevi Yolculuk (Seyr u Sülûk) Zikri: Tasavvufi yolculukta (tarikatta) yer alan ve bir usul, edep ve belli sayılarla (evrâd) yapılan zikirler için durum farklıdır.

Caiz Olup Olmaması: Ömer Ziyâuddîn Gümüşhânevî (k.s.) gibi büyükler, izin almaksızın zikir ve evrâd okumanın caiz olduğunu, ancak rûhânî terakki (manevi yükseliş) ve mesafe kat etmenin kolay olmayacağını belirtmişlerdir.

Tehlikesi: Tasavvuf büyükleri, zikri "en ince meslek" olarak niteler ve kaba mesleklerde bile usta (üstat) gerekliyken, zikrin inceliklerini mürşidsiz öğrenmenin zorluğunu vurgularlar. Mürşidsiz yapılan bilinçsiz zikirler, nefsi eritmeyen, hatta bazen kişinin manevi dengesini bozabilecek durumlara yol açabilir. Mürşid, müridin manevi hallerini kontrol ederek, onu olası tehlikelerden ve yanlış yollardan korur.

Kendi kendine zikir, Allah'ı anma niyetiyle yapıldığı sürece bir ibadettir, ancak tasavvufi yolculukta hedeflenen kalbi temizleme, nefsi terbiye etme ve Hak bilincine ulaşma gibi derin sonuçlara, kâmil bir rehberin gözetimi olmadan ulaşmak son derece zor ve riskli görülmüştür.

✨ Zikrin Sonucu ve Amacı

Zikrin temel amacı ve sonucu, Kur'an ve Sünnet'e göre şunlardır:

Kalbin Cilası: Zikir, kalpteki gafleti, pası ve kirleri temizler. Kalp, zikrin nurları ile aydınlanır ve parlar.

Gafletten Kurtuluş: Zikir, insanı sürekli Allah'ı hatırlamaya ve O'nun hoşnutluğunu gözetmeye yönlendirir, böylece gafletten kurtarır.

Şeytanın Uzaklaşması: Zikre devam edildiği sürece şeytan kalbe yol bulamaz, zikrin nuru onu yakar ve uzaklaştırır.

Nefsin Terbiyesi: Zikrin özü, nefsi eritmek, yani sertliğini alıp yumuşatmak ve Allah'a teslim olmaya hazır hale getirmektir.

Tasavvufta ise daha ileri sonuçlar hedeflenir: İnsan-ı Kâmil olma yolculuğu, Kurbiyet (Allah'a yakınlık) makamlarına ulaşma, Gaybî müşahedelere vakıf olma ve İhsan makamında (Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme) daim olmaktır.

? Bu Bilgiler Bugün Kimler Tarafından Öğretiliyor?

Bu dini incelikler ve zikir usulleri, Ehl-i Sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlı olan, silsileleri Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e kadar ulaşan ve kendileri de Kur'an ve Sünnet'e uygun yaşayan kâmil mürşidler ve onların temsil ettiği meşru tarikatlar (Nakşibendî, Kadirî, Rufaî, Halvetî vb.) tarafından öğretilmektedir.

Bu mürşidler, sağlam bir imana, ahlaki üstünlüğe ve nefsini arındırmış olmaya sahip olmalı ve insanları samimiyetle Hak yoluna davet etmelidirler.

Bu konudaki genel tasavvufi bakış açısını özetlemeye çalıştım.

Bu manevi yolculuğa dair merak ettiğiniz başka bir boyut, örneğin zikir türleri veya bir mürşidin vasıfları hakkında daha detaylı bilgi ister misiniz?

"Merhaba, dinin sahibi Allah'tır ve dinini insanlara peygamberleri ile tebliğ edip öğretmiştir. Peygamberler, bazı kimselere dinin inceliklerini Allah'tan öğrendikleri gibi öğretmişlerdir. Herkes her bilgiye ulaşamaz. İşte o dini bilgilere ulaşan kimseler de, peygamberden sonraki insanlara dini tebliğ etmişlerdir. Bu, böyle böyle Tabiin, Tebe-i Tabiin ve evliyalar olarak devam etmiştir. Ve bu gün hakiki mürşitler bu görevi hakkıyla yerine getirmektedirler – bozulmadan önce. İşte, 'Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır' babında, herkes kendine birisini örnek seçer. Ve gerçek Allah dostunu bulmayan, kendine bir insanı örnek seçer, ama onun yolu kimbilir nerededir, değil mi? Belki şeytana tapıyorordur. Bu babda, mürşitsiz zikir edilir mi? Kendi kendine zikir edilir mi? Bunun tehlikesi var mıdır? Bir zikirin sonucu ne elde edilir? Mesela bunlar peygamberden öğrenilmiş, kimler öğrenmiş? Bugün bunu kimler öğretiyor? Bu babda yazar mısın lütfen?"
Sorularınızın Cevapları:

Sorularınız tasavvufi bir çerçevede, özellikle tarikat ve mürşid-i kâmil anlayışı içinde oldukça önemli meselelerdir. Bu konularda İslam alimleri ve tasavvuf ekolleri arasında farklı vurgular ve yaklaşımlar bulunmaktadır. Aşağıda genel bir çerçeve çizmeye çalışacağım.
1. "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" Sözü ve Mürşidin Önemi

Bu söz, tasavvuf geleneğinde sıkça kullanılan bir özdeyiştir. Buradaki temel mantış şudur:

Yol Gösterici İhtiyacı: Dinin teorik bilgisi (ilm-i hal) kitaplardan öğrenilebilir. Ancak, nefsin inceliklerini, manevi halleri, kalpteki gizli şirk ve riya gibi hastalıkları teşhis ve tedavi etmek, kişinin kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Tıpkı bir hastanın kendi kendini tedavi etmeye kalkmasının tehlikeli olması gibi, manevi yolculukta da bir rehber (mürşid) gereklidir.

Şeytanın Sapıtması: Kişi, kendi hevasına ve nefsinin arzularına göre hareket ederse, farkında olmadan şeytanın etkisine girebilir. Gördüğü her rüyayı, hissettiği her manevi hali hakikat sanabilir ve büyük bir yanılgıya düşebilir. Mürşid, bu süreçte bir kontrol mekanizması, bir ölçü ve denge unsurudur.

Silsile ve Ehliyet: Hakiki bir mürşid, yukarıda bahsettiğiniz gibi, kesintisiz bir manevi silsile (Peygamber Efendimiz'den başlayarak Tabiin, Tebe-i Tabiin ve veliler zinciri) ile bağlı, dini ve tasavvufi ilimlerde derinleşmiş, şeriata sımsıkı bağlı, ahlakı Peygamber ahlakı olan kimsedir.

Ancak şunu belirtmek gerekir ki, bu söz, her Müslüman'ın mutlaka bir tarikata ve şeyhe bağlanması gerektiği şeklinde mutlak bir farziyet olarak anlaşılmamalıdır. Birçok alim, kişinin doğru bir akide, sahih bir fıkıh bilgisi ve güzel ahlak ile de "takva" yolunda ilerleyebileceğini ifade eder. Fakat manevi terbiye ve tasavvufi bir yolculuk söz konusu olduğunda, bir rehberin önemi tartışılmazdır.
2. Mürşitsiz Zikir Yapılır mı? Tehlikesi Var mıdır?

Genel Zikirler İçin: İslam'ın temel ibadetleri içinde yer alan ve her Müslüman'ın yapması gereken zikirler (namazlardan sonra tesbihat, "Subhanallah", "Elhamdülillah", "Allahu Ekber" demek, Kur'an okumak, dua etmek gibi) için bir mürşide bağlı olmak şart değildir. Bunlar her Müslüman'ın şahsi olarak yapabileceği, teşvik edilen ve sevap kazanılan ibadetlerdir.

Tasavvufi Yolculuk ve Özel Zikirler İçin: Belirli bir tarikat disiplini içinde, belli sayıda ve belli bir usulle çekilen, "vird" edinilen zikirler söz konusu olduğunda durum değişir. Bu tip zikirler, kalbi hassaslaştıran, manevi hallere sebep olan ve nefsi terbiye etmek için kullanılan bir yöntemdir. İşte bu tür bir uygulama, mürşitsiz ve rehbersiz yapıldığında potansiyel tehlikeler barındırabilir:

Manevi Hallerin Yanlış Yorumlanması: Kişi, zikir esnasında yaşadığı vecd, heyecan veya bazı vizyonları yanlış yorumlayıp kendinde bir makam görerek gurura kapılabilir.

Nefsin Oyununa Gelmek: Zikir, nefsi zayıflatır ama aynı zamanda onu hilelere sevk eder. Nefis, bu süreçte kişiye "ulaştığın yeterli" gibi vesveseler verebilir. Mürşid, bu oyunları teşhis eder.

Ruhsal Dengesizlikler: Özellikle yoğun ve usulüne uygun yapılmayan zikirler, bazı ruhsal sıkıntılara (vesvese, içe kapanıklık vb.) yol açabilir. Mürşid, zikrin dozunu ve şeklini kişinin durumuna göre ayarlar.

Şeriat Ölçüsünden Sapma: Zikir ve manevi haller, şeriat ölçüleriyle kontrol edilmezse, kişi "içime doğdu" diyerek dinin temel hükümlerini bile sorgulayabilecek bir noktaya gelebilir. Hakiki mürşid, öğrencisini daima Kitap ve Sünnet ölçüsüne yönlendirir.

3. Zikirin Sonucu Ne Elde Edilir?

Zikirin hem dünyevi hem de uhrevi birçok faydası ve hedefi vardır:

Allah ile Bağ Kurmak: Asıl amaç, kalbi daima Allah ile canlı tutmaktır. (Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." - Rad Suresi, 28)

Nefis Tezkiyesi: Zikir, kalpteki dünyevi sevgileri, kötü huyları temizleyip yerine Allah sevgisini ve güzel ahlakı yerleştirir.

Manevi Yükseliş (Seyr u Sülük): Tasavvuftaki manevi yolculuk, zikir ve rabıta gibi yöntemlerle kat edilir. Bu, kişiyi "insan-ı kâmil" olma mertebesine doğru götüren bir süreçtir.

Ruh Huzuru: Sürekli zikir, insana iç huzur, sabır ve metanet kazandırır.

4. Zikir Peygamber'den Kimlere Öğretilmiştir? Bugün Kimler Öğretiyor?

Kökeni: Tasavvufi anlamdaki zikir uygulamalarının temeli, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in ve sahabelerinin ibadet hayatına dayanır. Özellikle sahabelerden Hz. Ali, Ebubekir Sıddık (R.A.) gibi zatların, manevi ilimlerde daha derin bir anlayışa sahip oldukları kabul edilir. Bu bilgi ve yöntemler, nesilden nesile, önce Tabiin, sonra Tebe-i Tabiin ve daha sonra kurumsallaşan tarikatlar yoluyla aktarılmıştır.

Bugünkü Uygulayıcılar: Günümüzde bu geleneği sürdürenler, başta Nakşibendi, Kadiri, Rifai, Mevlevi gibi büyük tarikatların ve diğer tasavvufi oluşumların, yukarıda tarif ettiğimiz vasıflara haiz "mürşid-i kâmil" kabul edilen şeyhleridir.

Sonuç

Özetle, her Müslüman'ın yapacağı genel zikirler için mürşid şartı aranmaz. Ancak, tasavvufi bir yolculuğa çıkmak, nefsi sistematik bir şekilde terbiye etmek ve özel virdler edinmek isteyen bir kişi için, ehliyetli bir mürşid-i kâmilin rehberliği, hem büyük bir fayda hem de ciddi manevi tehlikelerden korunmak için neredeyse bir zorunluluk olarak görülmüştür. Böyle bir rehber ararken de kişinin, o zatın ilmini, ahlakını, şeriata bağlılığını ve silsilesinin sahihliğini araştırması en doğru yol olacaktır.

Allah (c.c.), sizi hakikate ulaştıracak doğru yolu nasip etsin ve her işinizde muvaffak kılsın.


ALINTI
----------------

Kendi kendimize böyle zikirler okumak, belli sayılarda Allah’ın isimlerini zikretmek doğru bir davranış değildir; ama el Esmau’l Husna’nın hepsini baştan sona tekrar tekrar okuyabiliriz. Bununla beraber sadece bazı isimleri zikretmek de doğru ve yeterli değildir.

Yapılması gereken şey nedir?

Tek tek her bir ismin üzerinde düşünüp, tefekkür edip anlamaya çalışmak gerekir ki rabbimizi tanımak için bir çabamız, gayretimiz ve derdimiz olmuş olsun. Allah kendini o isimlerle bize tanıtır.

Mürşidi olmayan hiç kimse yoktur! Eğer kişinin mürşidi yoksa bilsin ki “mürşidim yok” demesi doğru değildir.

Neden doğru değildir?

Herkesin bir veya birkaç mürşidi mutlaka vardır. Hayatımızda kendimize kimi örnek almışsak, kime uyuyorsak onu kendimize mürşit olarak kabul etmişiz demektir. Diyelim ki; bir konuda birini örnek alıyoruz, başka bir konuda başka birini örnek alıyoruz bu durumda bizim birkaç mürşidimiz var demektir. Kimi kendimize örnek alır, kimin gibi olmaya çalışırsak, onun yolunda yürürüz ve o bizim mürşidimiz olmuş olur. Onun için kimse “benim mürşidim yok” diyemez.

Hayatı yaşarken hayatı birbirimize mutlaka miras bırakırız. Öncekiler kendi hayatlarını bize miras bıraktılar, biz de sonrakilere hayatımızı miras bırakacağız.



Biz öncekilere uymaya çalışırken kim hakta ve kim doğru yaparsa biz de kendimizce onu yapmaya, ona uymaya çalışır, bir tercih yapıp birilerini kendimize mürşit ediniriz. Eğer bu mürşit diri değilse, bize her anda yolu gösteremezse, göstermezse, Allah’ın gazabı nerde, rahmeti nerededir bunu bilmezse ve bu konuda bize yardımcı olmazsa, Allah’a yürürken bizim için neyin gerekli olduğunu öğretmezse, öğretemezse bu durumda biz kendi başımıza kalmışız, şeytanla baş başa kalmışız demektir.

Allah ayeti kerimede; “Allah’ın delalette bıraktığı kimseye, delalette olanlara veli olan mürşidi bulamazsın”[1]buyurur. Onlara veli olan mürşidi bulamazsın dedi. O kişinin veli olan mürşidi olmadığı için o, delalette kalmıştır. Kimse ona yardım edemez dedi. Dolayısıyla önce veli olan mürşidi kabul etmek gerekir.

Geriye kalan mürşitler nedir peki? -Veli olmayan, Allah’a dost olmayan, Allah’ın dostluğuna değil de başka şeylerin dostluğuna davet eden mürşitler demektir.

Mürşidi olmayan kimse yoktur, herkesin mürşidi vardır. Mürşit; rüştüne erdiren, reşit hale davet edip kendisine tâbi olanı büyüten demektir. Bir çocuk doğduğu andan itibaren annesi ve babası ona mürşitlik yapar. Zahiri olarak çocuğunu büyütürken, manevi olarak da öğretir; ama manevi olarak büyümeyi ve büyütmeyi gerçek veli olan mürşide bırakmak gerekir. O yoksa işimiz kendimize kalmış, nefsimize kalmıştır; dolayısıyla bizim veli olmamız, Allah’a dost olmamız mümkün olmaz; Allah, Allah’a dost olma imkânını her kula tanır.

Mürşidi kabul etmek demek; “ben de onun gibi olmak istiyorum” demektir. Zaten anne ve babalar çocuklarına; “benim gibi ol, benim gibi yap, ben senin için örneğim” der. Mürşit de, Allah yolunda ve Allah’a kulluk yolunda “ben Allah’a böyle kul oluyorum, siz de böyle kul olun” deyip kişiye mürşitlik yapar, yolu gösterir, onu taşır ve ona yardım eder.

Kişinin mürşidi olmayınca, önünde bir örneği olmayınca mutlaka kendine başka örnekler edinir; çünkü hayat boşluk kabul etmez. Kişi mutlaka hem dünyası hem de ahireti için birilerini örnek almak, mürşit edinmek zorundadır. “Benim mürşidim yok, ben mürşidi kâmile tâbi olmam” veya “mürşide ihtiyaç yok” diyenlerin mutlaka üç beş tane mürşidi vardır. Hem de veli olmayan mürşidi vardır ve o, mürşidini kendisi seçmiştir.

Bir, Allah’ın seçtiği mürşit vardır bir de insanın kendi kendine seçtiği mürşidi vardır. Yanlış yere gidenler de kime tâbi olmuş ve kimi kabul etmişse o onun mürşidi olmuştur. Yapılması gereken şey; gerçek bir mürşidi kâmile tâbi olmak, onunla beraber kulluğu öğrenmek, rabbimizi tanımak ve anlamaktır, kendimizi ve hayatı tanıyıp anlamaktır, kulluğu anlayıp gereğini yerine getirmeye çalışmaktır. Allah’a dostluğu anlayıp o dostluğu kazanmaya çalışmaktır. Hayatın gayesi budur. Gaye, Allah’a âbd olmaksa bu böyledir.

Kişinin âbd olmayı, âbd olanı bilmemesi, görmemesi, onunla beraber olmaması, “ben kendi kendime yaparım” demesi kendi kendini kandırması ve kibirlenmesidir.

Evet, inşallah kardeşimiz gereğini yapar. Allah ikram eder ve bilmek isteyene mutlaka öğretir. Onun için söylüyoruz; eğer biri bilmediğini biliyorsa, onun öğrenme imkânı vardır. Aynı şekilde eğer iman etmediğini biliyorsa iman etme imkânı da vardır; ama kişi bilmiyorsa bununla beraber bildiğini zannediyorsa onun bilme imkânı yoktur; çünkü bildiğini zannediyor, iman etmemiş, imanı inanmak olarak anlamış, dolayısıyla onun iman etme imkânı da yoktur. Kişi, inanmanın iman olmadığını anlar ve imanı; Allahtan, ayetlerden, hadisten öğrenip anlarsa iman etme imkânı olur.

Onun için hakkı olduğu gibi kabul etmek, “Allah ne dediyse o, resulü ne dediyse o” demek gerekir, bize göre değil! Şimdiye kadar herkes böyle söylemiş diyemeyiz. “Şimdiye kadar herkes böyle söylemiş; ama bak Allah da böyle söylemiş” demek gerekir. Herkesin dediğini mi kabul ediyorsun, yoksa Allah’ın dediğini mi kabul ediyorsun?

Allah ayeti kerimede; “insanlardan öylesi var ki Allah’ı sever gibi başkalarını severler; oysaki mü’minlerin Allah’a olan muhabbetleri çok şiddetlidir”[2]buyurur. Çok şiddetli muhabbet; aşk demektir. Hem Allah’ı sevsek hem de birilerini, bir şeyleri Allah’ı sever gibi sevsek Allah bizi mü’min olarak kabul eder mi? -“Etmem” dedi. Allah, çok şiddetli muhabbete sahip olanlar mü’mindir dedi. Allah’a sadece inanırsak mü’min değiliz demektir. Bu, iman değildir, Allah’a bu şekilde iman etmiş olmayız.

İmanın; muhabbet olduğunu, aşk olduğunu ve Allah’a her şeyini, canını feda etmek olduğunu bilmek ve bunu böyle anlamak gerekir. Eğer Allah’ı canımızdan çok sevmezsek canımızı feda edemeyiz!

Sahabe canını feda ettiyse bu, Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’i her şeyden çok sevdikleri içindir. İnsan sevmeyince odun gibi olur ve ondan bir şey meydana gelmez. Bununla beraber sevgisi, imanı onu yürütmüyorsa, Allah yolunda koşturmuyorsa o iman da iman değildir.

Allah ayeti kerimede; “…iman etmeyenler veya imanlarından bir fayda görmeyenler…”[3]diye buyurur. Kişi seviyorum deyip bu sevgisinden bir fayda görmez; yani imanı onu Allah yolunda koşturmaz, cennete, Allah’a koşturmazsa bu durumda o kişi imanından fayda görmedi demektir. Allah bizi imanından fayda görenlerden eylesin!


[1] Kehf/ 17
[2]Bakara/165
[3] Enam/158

Alinti kaynak

soruvesorunlar

ALINTI SONU
------------------


Raşit Tunca&DS&G

Schrems, 13.11.2025

Print this item

RasitTunca-4 Her Sünnet Olan Bir Amel işlendikten sonra Bir Kere Salavat Getirmek Hususunda
Posted by: SeliM35 - 11-13-2025, 07:17 PM - Forum: Makaleler - No Replies

   

Her Sünnet Olan Bir Amel işlendikten sonra Bir Kere Salavat Getirmek Hususunda

"Hayır, onu demek istemedim. (Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Sünnet Olması (Hitan) meselesini kastetmedim) Ben diyorum ki: Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı, söylediği, kabullendiği, itiraz ettiği ve tasdik ettiği her amele (fiile) bizler 'Sünnet-i Rasulullah' diyoruz. İşte bu amellerden birini yerine getirmeye, 'sünnete tabi olmak' denilir. Bizler bir sünneti yaptığımızda (tabi olduğumuzda), ardından -bunu Rasulullah'tan öğrendik demek babında- bir kere Peygamberimize (s.a.v.) salatu selam (salavat) getirmek hususunda sordum."

Sorunuzun Cevabı:

Sorunuz çok güzel ve derin bir anlayışa işaret ediyor. Özetle diyorsunuz ki: "Peygamberimiz'in (s.a.v.) bir sünnetini her yerine getirişimizin ardından, 'Bunu bize O öğretti' şükrânesi ve bağlılık nişanesi olarak ona salavat getirmenin dinî bir dayanağı var mıdır?"

Bu hassasiyetiniz takdire şayandır. Doğrudan cevap vermek gerekirse:

Bir sünneti işledikten HEMEN SONRA, AYNI İBADETİN PARÇASI OLARAK ve FARZ/VACİP gibi BELİRLİ BİR SALAVAT GETİRMEK şeklinde özel, sabitlenmiş bir uygulama veya hadis yoktur.
Sevgili deepseek elbette bende biliyorum öyle bir farz yok zaten, sünetin kendisi sünnet, Allahın emri değil peygamberimizin ameli bizlerde o yaptı diye yapıyoruz ve aynen hadisleri yazınca kaynak gösteriyoruz ya tirmizi buhari gibi işte bir sünneti yapıncada kaynak göstermek babında ardına salavat okumak ben bir müninden duydum onun yaptığını gördüm o yüzden bu hususun güzel olduğunu kaynağının olup olmadığını sordum

Ancak, bu yapamayacağınız veya yanlış olduğu anlamına gelmez. Aksine, genel dinî prensipler çerçevesinde bu davranışınız çok güzel ve sevaplı bir ameldir. İşte detaylı açıklaması:

1. Genel Emir ve Teşvik

Kur'an-ı Kerim'de Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de O’na salât edin ve selam edin." (Ahzâb Suresi, 56. ayet)

Bu ayet, Müslüman'ın hayatının her anında, her fırsatta Peygamber'e (s.a.v.) salavat getirmesinin ne denli yüce ve emredilmiş bir amel olduğunu gösterir. O'nun adı anıldığında salavat getirmek müstehaptır. Dolayısıyla, O'nun bir sünnetini hatırlayıp yaptıktan sonra, bu sevgi ve minneti ifade etmek için salavat getirmek, bu geniş emrin ve teşviğin kapsamına giren güzel bir davranıştır.

2. Sünnetin Ardından Duanın ve Şükrün Teşviki

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), yapılan ibadet ve taatlerin ardından Allah'a hamd etmeyi, şükretmeyi ve dua etmeyi teşvik etmiştir. Bir ibadeti tamamlayınca yapılan tesbihatlar (örneğin namazdan sonraki tesbihatlar) bu genel prensibin bir yansımasıdır. Bir sünneti yerine getirdikten sonra, bu nimeti bize bahşeden Allah'a hamd etmek ve bu sünnetin sahibi olan Peygamber'e (s.a.v.) salât ü selam getirmek, bu şükür ve dua anlayışının bir uzantısıdır.

3. Sevgi ve Bağlılığın (İttiba) Bir Göstergesi

Sünneti yaşamak, sadece bir amel işlemek değil, aynı zamanda Peygamber'e (s.a.v.) olan sevgi ve bağlılığı tazelemektir. İmam Gazali gibi âlimler, Peygamber sevgisinin en önemli göstergelerinden birinin, onun sünnetlerini yaşamak ve adını anarken, hatırlarken tazim göstermek (saygıda kusur etmemek) olduğunu belirtirler. Sünneti işledikten sonra salavat getirmek, bu ittiba (tabi olma) şuurunun ve sevginin samimi bir dışa vurumudur.

4. Mezhep İmamlarının ve Âlimlerin Tavrı

Hanefi mezhebinin büyük âlimi İmam Birgivi, "et-Tarikatü'l-Muhammediyye" adlı eserinde, Müslüman'ın her işinde Peygamber'i (s.a.v.) hatırlaması ve O'na salavat getirmesi gerektiğini vurgular. Bu, özel bir "sünnet sonrası salavat" formundan ziyade, genel bir zihin ve kalp hali olarak tavsiye edilmiştir. Yani siz, bir sünneti işlerken zaten O'nu hatırlıyorsunuz. Bu hatırlamanın hemen ardından salavat getirmeniz, bu genel tavsiyenin en güzel tatbikatlarından biridir.

Sonuç

Sabit Bir Sünnet Değil: Bir sünneti işledikten hemen sonra, özel ve sabitlenmiş bir salavat okumak şeklinde bir sünnet yoktur.

Müstehap ve Çok Güzel Bir Adet: Ancak, bunu yapmak;

Kur'an'ın genel salavat emrine uymaktır.

Peygamber sevgisi ve bağlılığının (ittiba) pratik ve samimi bir ifadesidir.

Yapılan amelin şükrüdür ve sevabını artırmaya vesiledir.

Âlimlerin genel olarak "her fırsatta salavat getirin" tavsiyesinin bir tezahürüdür.

Dolayısıyla, bu yaptığınız, dinen asla sakıncalı olmayan, bilakis teşvik edilen güzel ve anlamlı bir davranıştır. Bu hassasiyetinizi korumanız ve bu güzel âdeti sürdürmeniz tavsiye olunur.

Allah (c.c.), Peygamber'e (s.a.v.) olan sevginizi, bağlılığınızı ve bu güzel âdetinizi kabul buyursun.


...............................................


Bir Sünneti İcra Ettikten Sonra Salavat Getirmek: Kaynak ve Niyet Meselesi

Esselamü Aleyküm.

(Not: Konu, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Sünnet Olması (Hitan) meselesini kapsamamaktadır.)

Sorunun temelini şu düşünce oluşturmaktadır:

Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı, söylediği, kabullendiği, itiraz ettiği ve tasdik ettiği her amele (fiile) bizler 'Sünnet-i Resuˆlullah' diyoruz. Bu amellerden birini yerine getirmeye de 'sünnete tabi olmak' denilir.

Bizler bir sünneti yerine getirdiğimizde (ona tabi olduğumuzda), hemen ardından, "Bu ameli Resuˆlullah'tan öğrendik" demek babında, bir kere Peygamberimize (s.a.v.) salât ve selâm (salavat) getirme hususunu sormuştum.

Daha önceki yanıtta şu ifade yer almıştı: “Bir sünneti işledikten HEMEN SONRA, AYNI İBADETİN PARÇASI OLARAK ve FARZ/VACİP gibi BELİRLİ BİR SALAVAT GETİRMEK şeklinde özel, sabitlenmiş bir uygulama veya hadis yoktur.”

Benim bu konuya yaklaşımım ise şöyledir:

Elbette ben de biliyorum ki böyle bir farz yoktur. Zaten sünnetin kendisi, Allah'ın emri değil, Peygamberimizin (s.a.v.) amelidir; bizler de O'nun yaptığını O'na tabi olmak için yapıyoruz.

Tıpkı hadisleri yazarken Tirmizî veya Buhârî gibi kaynakları gösterdiğimiz gibi, işte bir sünneti yapınca da "kaynak göstermek" babından, hemen ardından salavat okuma meselesini araştırıyorum.

Ben bu uygulamayı bir müminden duydum ve onun yaptığını gördüm. Bu sebeple, bu hususun ne kadar güzel olduğunu, dinî bir kaynağının olup olmadığını ve fıkıh açısından değerlendirmesini sormaktayım.

Sünnet, yol, iş, âdet, çığır gibi manalara da gelir.

Mesela Sünnetullah, Allah’ın âdeti, işi demektir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:


(Dinimizde bir “sünnet-i hasene” çıkaran [iyi çığır açan] bunun sevabı ile, bununla amel edenlerin sevabına kavuşur, o yolda gidenlerin sevabından da hiçbir şey eksilmez. Kim de, dinimizde bir “sünnet-i seyyie” çıkarırsa, [kötü çığır açarsa] bunun günahı ile, bu yolda gidenlerin günahı, ona da verilir, o kötü yolda gidenlerin günahından da hiçbir şey eksilmez.) [Müslim]

Bu hadise göre bu adet sünneti seniyye sayılır, bidat sayılmaz.

Ve aleykümüsselam ve rahmetullahi ve berekatüh.

Anlıyorum, sorunuz oldukça özel ve güzel bir niyet taşıyor. Amacınız, bir Sünneti yerine getirdikten hemen sonra, bu amelin kaynağının Resuˆlullah'a (s.a.v.) ait olduğunu hatırlamak ve bu minvalde O'na (s.a.v.) salavat getirerek bir nevi "kaynak gösterme" hassasiyeti sergilemektir.

Sünnet Sonrası Özel Salavat Uygulaması

Öncelikle, sizin de belirttiğiniz gibi, bir sünneti işledikten hemen sonra, aynı ibadetin bir parçası olarak ve farz/vacip gibi belirlenmiş bir şekilde salavat getirilmesi gerektiğine dair, dinî metinlerde (Kur'an, Sahih Hadis kitapları vb.) özel ve sabitlenmiş bir emir veya zorunlu bir uygulama yoktur.

Bireysel Niyet ve Fazilet

Ancak, sizin bu uygulamayı güzel görerek ve iyi bir niyetle (yani: "Bu ameli Resuˆlullah'tan öğrendim, Allah O'ndan razı olsun" bilinciyle) yapmanız meselesine gelince:

    Salavat Getirmenin Fazileti: Genel olarak salavat getirmenin fazileti çok büyüktür. Resuˆlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Kim bana bir salavat getirirse, Allah ona on salat (rahmet) eder." Bu sebeple, herhangi bir zamanda ve özellikle hayırlı bir amelden sonra salavat getirmek her zaman teşvik edilen bir davranıştır.

    Amellerin Niyetlere Göre Değerlendirilmesi: İslam'da ameller niyetlere göredir. Sizin niyetiniz, sünnete olan bağlılığınızı pekiştirmek ve kaynağına şükran sunmak olduğu için, bu bireysel bir zikir ve şükür eylemi olarak değerlendirilir.

    Bid'at Hükmü: Bir şeyin "bid'at" (dinde sonradan ortaya çıkarılan kötü bir uygulama) sayılması için, o amelin dinî bir zorunluluk (farz/vacip/sünnet) gibi gösterilmesi veya dinde yeri olmayan bir şekil veya zamanlamaya sabitlenmesi gerekir. Sizin bu ameli zorunlu veya dinin bir emri gibi görmeden, sadece kişisel bir zikir ve şükran ifadesi olarak yapmanız, dinen meşru ve güzel bir niyet olarak değerlendirilir.

    Özetle: Bir sünneti yerine getirdikten sonra, bu sünneti size öğreten ve tebliğ eden Resuˆlullah'a (s.a.v.) şükran borcunuzu ve sevginizi ifade etmek için salavat getirmeniz, özel bir sünnet olmamakla birlikte, güzel bir haslet ve niyetin ürünü olan faziletli bir zikirdir.

Kaynak Gösterme ve Müminlerden Duymak

Sizin bu uygulamayı bir müminden duymanız veya görmeniz de doğaldır, çünkü Müslümanlar arasında güzel niyete dayalı ve bid'at sınırını aşmayan bireysel zikir ve şükür şekilleri yaygındır.

    Sizin bu davranışı bir hadis/fıkıh kitabı "özel bir kural" olarak kaydetmese de, genel salavat emri ve fazileti kapsamına girer.

Sonuç: Bu eylemi yapmanızda dinen bir sakınca yoktur, aksine niyetiniz sebebiyle sevap kazanmanız umulur. Ancak bunu yaparken, bunun dinî bir zorunluluk veya sünnetin tamamlayıcı bir parçası olduğuna dair bir itikada sahip olmamaya dikkat edilmelidir.

Raşit Tunca&DS&G

Schrems, 13.11.2025

Print this item

  Peygamberimiz Sünnetli mi Doğdu Yoksa Sonradan Sünnet mi Edildi Hususunda
Posted by: SeliM35 - 11-13-2025, 07:13 PM - Forum: Makaleler - No Replies



Doğuştan Sünnetli Olmak - Peygamberimiz Sünnetli mi Doğdu Yoksa Sonradan Sünnet mi Edildi Hususunda

Esselamü aleyküm ve rahmetullah. Sorunuz, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) doğumundan sonraki günlerde gerçekleşen "sünnet" (hitan) olayı ve ardından yapılan uygulamalarla ilgilidir. Bu konu, klasik İslam kaynaklarında, özellikle de "Siyer" (Peygamber'in hayatı) ve "Delailü'n-Nübüvve" (Peygamberlik delilleri) kitaplarında detaylıca ele alınmıştır.

Sorunuzu iki kısma ayırarak, hem ameliyenin (sünnet) kendisi hem de sonrasında salavat getirme hususunu kaynaklarıyla birlikte açıklayalım:
1. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Sünnet Olması (Hitan)

Hz. Muhammed'in (s.a.v.) sünnetli olarak doğduğu veya doğumundan sonraki günlerde sünnet edildiği yönünde iki ana görüş vardır. Sizin sorunuzda bahsettiğiniz "amel" (işlem) ikinci görüşü işaret etmektedir.

Görüş 1: Sünnetli Olarak Doğmuştur: Bu, daha yaygın ve kuvvetli olan görüştür. Birçok alim, O'nun (s.a.v.) birçok mucizevi özellikle birlikte, sünnetli olarak dünyaya geldiğini belirtir. Bu, peygamberlerin bir özelliği olarak kabul edilir.

Görüş 2: Doğumundan Sonra Sünnet Edilmiştir (Ameliyat): Sizin sorunuzda işaret ettiğiniz bu uygulamadır. Rivayetlere göre, O'nu (s.a.v.) doğumundan sonra dedesi Abdülmuttalib veya sütannesi Halime'nin yanında iken bakıcısı Şifa Hatun (veya başka bir ebe) sünnet etmiştir. Bu olayın, doğumunun yedinci gününde gerçekleştiği belirtilir.

Kaynaklar:
Bu konudaki rivayetler, temel siyer ve tarih kaynaklarında geçmektedir:

İbn-i Sa'd - "et-Tabakâtü'l-Kübrâ": Bu eserde, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnet olma hadisesi ve bunu Şifa Hatun'un gerçekleştirdiği zikredilir.

İbnü'l-Esir - "Üsdü'l-Ğabe": Şifa Hatun'un biyografisinde bu olaydan bahsedilir.

Diyarbekrî - "Tarihu'l-Hamîs"

Ali el-Kari - "Cem'ü'l-Vesâil fî Şerhi'ş-Şemâil": Bu eserde, sünnet olayı ve ardından söylenen sözler aktarılır.

2. Sünnet Ameliyesinden Sonra Salavat Getirilmesi Hususu

Bu kısım, özellikle bazı tasavvufi ve kültürel kaynaklarda yer alan bir uygulamadır. Klasik fıkıh kitaplarında "sünnet olduktan sonra şu salavat okunur" şeklinde doğrudan bir ibadet hükmü yoktur. Ancak, olayın anlatıldığı kaynaklarda, bu ameliyenin ardından söylenen sözler ve yapılan dualar nakledilmiştir.

Rivayetlere göre, sünnet işlemi gerçekleştikten sonra orada bulunanlar veya işlemi yapan kişi, Hz. Peygamber'e (s.a.v.) dua ve salat ü selam getirmişlerdir. Bu, o anın bereketi ve kutsiyeti nedeniyle yapılan bir davranış olarak aktarılır.

Örnek Bir Rivayet:
Ali el-Kari'nin "Cem'ü'l-Vesâil" adlı eserinde, sünnet işlemini gerçekleştiren Şifa Hatun'un, olaydan sonra şöyle dediği nakledilir:
"Yüce Allah'ım! Bu mübarek çocuğu, kitabınla âmil, helalinden rızıklandırılan ve haramı terk eden bir kul eyle. Onu İslam ile şerefli kıl ve güzel bir şekilde büyüt."

Bu ve benzeri rivayetlerde doğrudan "Allahümme salli ala Muhammed" şeklinde bir ifade geçmese de, genel olarak dua ve salat mânasını içermektedir. Zaman içinde, bu kutlu olayı anan Müslümanlar, hem sünnet olan çocuk için hem de Hz. Peygamber'e (s.a.v.) olan sevgi ve bağlılığın bir ifadesi olarak salavat-ı şerife getirmeyi güzel bir adet haline getirmişlerdir.
Sonuç ve Değerlendirme

Tarihi Bir Rivayet: Hz. Peygamber'in (s.a.v.) doğumundan sonra sünnet edilmesi, güvenilir siyer kaynaklarında geçen tarihi bir rivayettir. Ancak, bunun bir "farz" veya "vacip" ibadet hükmüyle doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Salavat Getirme: Sünnet ameliyesinden hemen sonra belli bir formda salavat getirildiğine dair kesin ve mütevatir bir sünnet yoktur. Ancak, olayın anlatıldığı kaynaklarda genel duaların yapıldığı belirtilmiştir.

Güzel Bir Adet (Müstehap): Günümüzde, bu tarihi ve kutlu olaya atfen, sünnet merasimlerinde veya bir çocuk sünnet edildiğinde Kuran okumak, dua etmek ve salavat getirmek İslam kültüründe yerleşmiş, güzel (müstehap) ve sevaplı bir adettir. Bu uygulama, hem çocuk için bereket ve şifa dilemek hem de Hz. Peygamber'e (s.a.v.) olan bağlılığı ifade etmek anlamına gelir.

Özetle: "Sünnet ameliyesinden sonra salavat getirilir" hükmü, doğrudan Kuran veya kesin bir sünnetle sabit olmamakla birlikte, tarihi bir rivayete dayanan, sevap kazanma niyetiyle yapılan ve İslami gelenekte kök salmış güzel bir uygulamadır.

3. Doğuştan Sünnetli Doğmak Ne Kadar Yaygındır?

Görülme Sıklığı

Peygamber sünneti, yani sadece sünnet dersinin eksik olduğu durum,tıbbi açıdan nadir görülen bir durumdur. Dünya genelinde yapılan çeşitli çalışmalar ve vaka raporları bu durumun oldukça düşük bir sıklıkta ortaya çıktığını göstermektedir.

Tıbbi literatürde, doğuştan sünnetli doğan bebeklerin sayısı tam olarak belirlenememiştir, çünkü bu durum genellikle başka tıbbi komplikasyonlara yol açmadığı için raporlanma oranı düşüktür.

Genel olarak doğuştan sünnetli doğma durumu, her 200.000 ila 300.000 doğumda bir görülmektedir. Bu durum, normal popülasyonda oldukça ender karşılaşılan bir anomalidir ve çoğu vaka herhangi bir sağlık sorunu yaratmadığı için tıbbi müdahale gerektirmez.

Allah (c.c.) en doğrusunu bilir.

Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslam’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir

(Buhârî, Libâs, 63, 64; İstizân, 51; Müslim, Tahâre, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 178).

İslam âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefiler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır.

Bu itibarla sonradan Müslüman olan ya da küçükken sünnet olamamış bir kimsenin sünnet olması gereklidir. Ancak sünnet olmak İslam’ın şiarı olmakla birlikte, İslam’a girmek için bir ön şart değildir. Bu sebeple geç yaşta sünnet olmak kişiye bedensel ve ruhsal açıdan sıkıntı verecekse ya da sağlık açısından sakıncalar doğuracaksa kişi sünnet olmayabilir

(Serahsî, Mebsût, X, 156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, XIII, 430-432; Karâfî, ez-Zahîre, XIII, 280; İbn Kudâme, Muğnî, I, 115; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, VI, 751).

Dinî ahkam yönünden ele aldığımız zaman, bu ameliyat için üç hüküm göze çarpmaktadır. Şöyle ki:

I) Cevaz: Çocuk yedi günlük olduğunda sünnet ettirilebilir. Bu müsade, sağlık yönünden bir zaruretin olmasına bağlı olarak verilmiş değildir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseynî yedi günlük iken sünnet ettirmiştir

II) Müstehab: Çocuğun 7-12 yaşları arasında bulunduğu sırada sünnet ettirilmesidir

III) Vâcib: Ergenlik çağma ulaşmış bulunan bir çocuğun, daha fazla sünnetsiz gezmesi lâyık ve câiz olmadığından, sünnet ettirilmesi vâcibtir. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik, Medine-i münevvere civarındaki beldelerde tatbik edilen yaş ciheti ile meseleyi ele almış olduklarından, “hitân” ın vacip olduğunu ifade etmişlerdir. Ebû Hanife (r.a.), daha farklı bir beyanda bulunmuştur. “Çocuk ergenlik çağına ulaşmış ise vacip, 7-12 yaşları arasında bulunurken müstehabtır” demiştir

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm dinini kabul eden erkeklere sünnet olmalarını emrederdi (6). İsterse o şahsın yaşı sekseni bulmuş olsun (7). Burada akla bir soru gelmektedir: O kimse çok yaşlı ve zayıf olması sebebiyle, bu ameliyata dayanamayacak halde ise, sağlığının tehlikeye düşeceği tabibler tarafından ifade ediliyorsa, hitan işi terk edilir. Bu gibi zaruret hallerinde vacibin terki bile câiz görülmüştür. Sünnet bulunan “hitan” ameliyesinin terki, bi tarikılevlâ câiz olur

Sünnetli olarak yaratılan veya dünyaya gelişte sünnetli olarak doğan ondört peygamber vardır. Kaynağındaki sıralamaya göre onları şöyle ifade edebiliriz:

    1-Âdem aleyhisselâm;
    2- Şis (Şit) aleyhisselâm;
    3- Nûh aleyhisselâm;
    4- Hûd aleyhisselâm;
    5- Sâlih aleyhisselâm;
    6- Lût aleyhisselâm;
    7-Şuayb aleyhisselâm;
    8- Yusuf aleyhisselâm;
    9- Mûsa aleyhisselâm;
    10- Süleyman aleyhisselâm;
    11- Zekeriyya aleyhisselâm;
    12- İsâ aleyhisselâm;
13- ibrahim aleyhisselâm ilk kendi sünnet olan peygamber
    14-Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)


Rasit Tunca&DS

Schrems, 13.11.2025

Print this item

Oku-1 Hoby Hat Yazısı Sanatı Nedir?
Posted by: SeliM35 - 11-09-2025, 07:13 PM - Forum: Genel Bilgiler - No Replies




Hat Yazısı Sanatı

HAT SANATININ KISA TARİHİ

Sanat iç dünyamızı ses, renk, çizgi ve sekil içinde, madde planına aksettiren bizde hayranlık uyandıran eser ve hareketlerdir. Sanat, ruh güzelliğinin maddesel olarak ortaya çıkan eserlerdir. Sanat eserlerini içinden çıktığı kültür ve inanç çevreleri etkiler. Bu sebeple uluslar ve dinler kendilerine özgü sanatlar oluştururlar.

Hat lügatte uzun ve doğru yol; mastar olarak yazı yazmak anlamlarına gelir. Çoğul olarak genellikle hutût seklinde kullanılır. Batıda ise hüsn-i hat (güzel yazı) karşılığında calligraphy kelimesi kullanılmaktadır. Güzel yazma, genellikle estetik kurallara bağlı kalarak ölçülü yazma sanatıdır.

Arap Alfabesinin İslamiyet’in doğuşu yıllarındaki durumuna baktığımızda İbrani yazısına benzediğini görürüz. Müslümanlar kutsal kitaplarını daha güzel yazabilmek için yazının sekli üzerinde önemle durmuslardır5.Araplar İslam’ın ilk yıllarında ma’kılî denen harflerin hepsi düz, hendesi olarak yazılan yazı kullanılıyordu. Ma’kılî yazı dik ve köseli olmasından dolayı sonraları yazması daha kolay olan Kûfî yazısı dogmustur.

Abbasiler devrinde yetişen en meşhur hattat, vezir İbn-i Mukle İslam yazısının önemli ıslahatçılarındandır. İbn-i Mukle Kûfî’den sülüs ve neshe geçme dönemini baslatmıstır. Bu dönemden sonra daha kolay ve çabuk yazıldığı için kûfî’ yazının yerine nesih yazı çeşidi geçmiştir. Fakat kûfî kitabe yazısı olarak kullanılmaya devam etmiştir.

X. yy.’da _bn-i Mukle kûfî’yi ta’dil ederek muhakkak, sülüs, nesih, tevki, reyhani, rik’a adında altı çeşit yazı gelistirdi. Bu yazılara “aklâm-ı sitte” ya da “Ses kalem” de denilir.

İbn-i Mukle’den bir asır sonra gelen İbn-i Bevvab yazı şekillerini birleştirerek daha da güzelleştirmiş ve mükemmel bir duruma getirmistir1.

Yakut el-Mustasımi XIII yy. ortalarında kalemi eğri olarak kesmiş nesih, sülüs ve celî yazılara yeni bir nefes vermiş, günümüz yazısının oluşmasında önemli bir asama kaydetmiştir. Amasyalı olan Yâkût, aklâm-ı sitte denilen yazı çeşitlerinin bütün kural ve özelliklerini ortaya koyarak Türk yazı sanatının temellerini atmıştır.

Şeyh Hamdullah (1433-1480) geliştirdiği yeni anlayış, Yakut ekolünün estetik anlayışına yaptığı ilaveler sonucunda daha sonra kendi ismiyle anılacak olan Şeyh ekolünün kurucusu olmuştur. Böylece. Yakut’un hükmünü ortadan kaldırmış, Şeyh Hamdullah’la hat sanatında klasizm başlatmıştır.

Türk hat sanatının önemli isimlerinden birisi de Ahmed Karahisarî (1470-1556) dır. Kendine has bir yazı üslûbu vardır fakat takipçisi olmamıstır14. Bu dönemden sonra klasik ölçü, sekil, biçim ve değerlerine kavuşan hat sanatının daha da gelişmesini sağlayan zirve isimleri yetişmiştir: Hafız Osman (1642-1698) İkinci Şeyh olarak da isimlendirilir15. Mustafa Râkım (1757-1826) tuğraya son seklini veren ve celi sülüs yazıda yeni anlayışlar getiren bir hattattır. Yine onun takipçisi ve celî sülüs yazıda mükemmele ulasan Sami Efendi (1838- 1912) hat sanatı tarihinde önemli isimlerden biridir.

Arap Yazısı

Arap yazısının, biri İslâm’dan önce, diğeri İslâm’dan sonra olmak üzere iki evresi bulunmaktadır. Başlangıcı kesin olarak bilinmeyen birinci evre – Miladî 512 senesine ait Zebed, 568 senesine ait Harran ve Suriye’de 600 yılında yazıldığı tahmin edilen Ümmü’l Cemal kitabelerine göre- İslâm’dan önceki birinci yüzyıla rastlamakta ve bir asır doldurmaktadır. İkinci evre, Hicrî yılın başından bugüne kadar geçen 1425 senelik bir devri ihtiva etmektedir ki, bu devir bazı karanlık kısımlar istisna edilirse oldukça malum ve mazbuttur.

Arap Yazısının Kökeni

Bu konudaki bilgiler bir hayli karışıktır. Bir kısım tarihçiler bu yazının ilk defa Arap yarımadasının güneyindeki Himyerliler’in dik ve köşeli yazısından zuhur etmiş olduğunu; bazısı, kuzeydeki Nabat’lıların yuvarlak yazısından doğmuş olduğunun kesin olarak anlaşıldığını; bazısı, her ikisinden doğmuş olduğunu; bazısı başka bir kök yazıdan olmasının muhtemel bulunduğunu; bazısı, Himyerliler’in Müsned veya Hatt-ı Satrancîli denilen dik ve köşeli yazısından alınan ve Fırat’ın sağında bulunan bu günkü Necef kasabasının bulunduğu yerde bir zamanlar hükümet merkezi olan Hire Araplarının kullandıkları Hatt-ı Hirî denilen dik ve köşeli yazıyla bağlantılı olarak, Enbar’da Mürre oğlu Meramir tarafından ilk defa ortaya konulduğunu, adına da İslam’dan önce Araplar arsında Ma’kılî denildiğini söylemiştir. Bütün bunlar bir araya getirilirse, çok muhtemeldir ki, Ma’k ılî yazı, V. yüzyılın birinci yarısı ortalarında Enbar’da ortaya çıktıktan sonra, Zebed ve Harranlılar, Enbar veya Hire’lilerden Ma’kılî’yi öğrenip, bundan o vakte kadar yazdıkları Nabat yazısından mülhem olarak, dik köşeli ve yuvarlak şekillerdeki Arap yazısını bulmuş ve o görülen kitabeleri bunlarla yazmış; Hicazlılar da, denildiği gibi yuvarlak yazıyı bunlardan öğrenmiş olabilirler. Bu ihtimal yukarıdaki rivayetlere uyduğu gibi, aksini gösteren sıhhatli bir rivayet de şimdiye kadar ileri sürülmüş değildir. Aksine olarak İslâmiyet’in doğuşu sıralarında bu iki yazının Mekke’de bilindiği, Ma’kılî’ye Hicazî, yuvarlak yazıya da Şamî denildiği kaydolunmaktadır .

XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan kazıların ve bulunan malzemenin bolluğu neticesinde elde edilen son verilere göre, Arap yazısının kökeni Aramî asıllı Nabati yazısına dayanmaktadır. Arap asıllı olan Nabati kavmi M.Ö. IV. asıra kadar çöllerde dolaştıktan sonra nihayet Filistin’in güneyine yerleşmiş ve Petra şehrini kendilerine merkez yapmışlardır. Bugün bize kalan bina harabeleri ile taşlar üzerine yazılan kitabelerden, ileri bir medeniyete sahip oldukları anlaşılan Nabatî’lerin M.Ö. VI. yüzyıla ait kitabelerindeki yazıların, Hz. Peygamberin doğumundan önceki devreye ait Arapça kitabelerdeki yazılara yakın oluşu, Arap yazısının Nabatî Yazısından meydana geldiğini göstermektedir. Kısaca pek yavaş bir surette gelişen Nabatî Yazısının sadeleşmesi, ancak VI. yüzyıl içerisinde vuku bulmuş; Araplar da bu sadeleşmiş harfleri alarak kullanmaya başlamışlar ve zamanla geliştirmişlerdir.

Nabatî kitabelerindeki yazılar, dikkatle tetkik edilince bunlarda Arap Yazısının ilkel şekillerinin mevcut olduğu ve harflerinin hem köşeli, hem yuvarlak bir karaktere sahip bulunduğu ve Arap Yazısı istikametinde geliştiği görülür.

Alfabelerin aslı kabul edilen Fenike yazısı Mısır yazısından 22 harfin alınmasıyla ortaya çıkarılmıştır. O zaman dünya ticaretine hâkim olan Fenikeliler, ticarî mü nasebet ler i net icesinde yaz ılar ını Doğu ve Bat ı’d a yer leş miş milletlere ya ymış lardır. Batı’da Latin alfabesi, Doğu’da İbranî ve Ârâmî yazıları bu münasebetlerin ürünüdür.

Arap yazısının başlangıcı ve ne suretle yayıldığı konusunda farklı görüşler vardır. Bazı âlimler meseleyi hadislerin ışığ ında açıkla yarak yaz ının vahye dayand ığ ını (tevkifî) savunurlar. Bazı müelliflerin verdikleri bilgiler ise farklı olmakla beraber Arap yazısının Güney ve Kuzey Arabistan’da bulunan Arap devletlerinin kullandıkları yazıların, özellikle Nabatî yazının tesiriyle ortaya çıktığını göstermektedir. Bu konuya açıklık getiren ve daha tatminkâr bir sonuca ulaştıran ise müsteşriklerin eski Arap kitabeleri üzerinde yaptıkları araştırmalardır.

Bir diğer bilgiye göre Adnan b. Üded’in hükümdarlığı zamanında, Tasm kabilesinden Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa’fes ve Kareşet isimli altı kişi harfleri ilk defa ortaya çıkarıp birleştirmişlerdir. Bunlar yazıyı icat etmiş, isimlerinde olmayan “sehhaz” harflerini bulduklarında isimlerine katarak bunlara noktalı harfler demişlerdir. Daha sonra yazı Enbâr’a, oradan da Hîre’ye geçerek Araplar arasında yayılmıştır. Bu altı kişi ve Tay kabilesinden üç kişinin Arap yazısının mucitleri olmadığı bilinmektedir. Fakat bu şahısların Nabatî asıllı yazının Arap yazısına geçiş safhasında önemli rol oynamış isimler olabileceği düşünülmektedir. İslâm bilginlerinin bu farklı rivayetleri, bizi yazının Enbâr’dan Hîre’ye oradan da Dûmetülcendel yoluyla Hicaz’a geçerek yayıldığı neticesine götürmektedir. G. J. Klehr (ö. 1724) ve Theodore Nöldeke (ö. 1865) başta olmak üzere bazı müsteşriklerin bu konuda bilinen en eski Arap kitabelerine dayanarak verdikleri bilgiler bizi aydınlatmakta ve daha tatminkâr bir sonuca ulaştırmaktadır. Bu kitabelerden milâttan sonra 250 yılına ait Ürdün’ün doğusunda Ümmülcimâl’de bulunmuş bir mezar taşı ile 328 senesine ait Nemâre’de İmru-ülkays’ın türbesi üzerinde bulunan Arapça kitabe bizi Arap yazısının başlangıcı hakkında aydınlatmakta ve bu konudaki şüpheleri ortadan kaldırmaktadır. Bu en eski Arap kitabeleri Arâmî yazıdan doğmuş olan Nabatî hatla yazılmıştır. Milâttan sonra 512 tarihli, Halep’in güney doğusunda Zebed’de ve 568 tarihli Dımışk’ın güneyinde Harran’da bir mabedin kapı sövesinde bu-lunmuş kitabelerle yine milâttan sonra VI. yüzyıla ait Ümmülcimâl’de bulunan diğer bir belge de gelişmiş Nabatî hatla yazılmıştır. Bu kitabeler üzerinde yapılan incelemelerde, Câhiliye devri Arap yazısı ile harflerin şekil ve düzeni bakımından bitişik Nabatî yazısının yakınlıkları tesbit edilmiş Arap yazısının Nabatî yazısından doğduğu, ve onun gelişmiş bir devamı olduğu kanaatine varılmıştır.

Buraya kadar gerek İslâm âlimlerinin gerekse müsteşriklerin verdikleri bilgiler Arap yazısının Nabati yazıdan geliştirilmiş olduğunu, Nabatî yazının da Arâmi yazı çağından Fenike yazısına bağlandığını ortaya koymaktadır. Bazı İslâm bilginleri Câhiliye dönemi Arap yazısına “el-cezm” adını vermişlerdir. Sözlükte “kırılıp ayrılma, kopma” mânasına gelen Nabatî asıllı olan cezm, Hîre’de geometrik, düzenli, dik ve yatay çizgi-lerin hâkim olduğu yeni bir üslûp kazanmıştır. Harflerin düzenlenişi düz vuruşlar, kırılmış çubuğa benzer. Nabatî yazısında görülen bu değişiklik muhtemelen Tay kabilesinden Belâzüri’nin Arap yazısının mucidi olarak kabul ettiği Mürâmir b. Mürre, Amir b. Gedere ve Eşlem b. Sidre tarafından yapılmıştır. Bu üç kişi Nabatî yazısında yaptıkları bu yeniliklerle beraber Süryânîce alfabeyi Arap diline adapte etmişlerdir. İslâmiyet’ten önce Araplar arasında cezm’den başka ticarî işlerde, mektuplarda veya süratle yazılması gereken günlük işlerde yine Nabatî yazıdan kaynaklanan yuvarlak, yumuşak ve ortaları delikli olmaya meyilli (takvir) harfleriyle, Kuzey Arabistan menşeli meşk hattının kullanıldığı bilinmektedir. Bu nesih yazıya benzer bir hattır. 250 yılına ait Ümmülcimâl ve 328′e ait Nemâre kitabelerinde el-meşk yazısının karakterleri görülür.

Arap Elifba’sı

Bilindiği üzere Elifba üzerine kurulan yazıların hepsi de temelde Fenike Elifbasına dayanır. Bu elifba ebced ( ebced, hevaz, hattı, kelemen, sahhız, keraşet) tertibinde gösterilen yirmi iki harften ibarettir. Keldanî’ler bunları alarak İbrani yazısının aslını icad etmişlerdir. Asurîler de bunu zamanla Süryani şekline dönüştürmüşlerdir. Araplar da Elifbalarını bunlardan almışlar fakat alırken Keldanîler’deki Farsça –kaf, cim ve pa- harflerini (dillerinde olmadığı için) cim, sad ve bâ harflerine çevirmişlerdir. Dillerinde olup da Keldanî’lerde bulunmayan – je, ha, zel, sad, zı, ğayın- gibi sesleri de, üzerlerine ayırt edici birer çizgi veya nokta koyarak kullanmışlardır. Yalnız Araplara mahsus olduğu söylenilen ve Lamelif denilen ve hareke (vokal) kabul etmeyen sakin elif için de miladî VI. asırda bugünkü şeklini almışlar, fakat bunu Elifba’ya tek bir harf olarak koymuşlardır. Nihayet yedi harfin ilavesiyle, Arap Elifbası Ebced tertibi üzere 29 harften oluşmuştur.

Arap Elifbasının (alfabesinin) bugünkü tanıdığımız düzene ne vakit sokulmuş olduğu hakkında kesin bir şey bilinmemektedir. Fakat X. asırdan sonra olması kuvvetle muhtemeldir.

Arap Yazısının İslam’a İntikali

Birinci safhasında ilkel ve basit bir halde bulunan Arap yazısı, İslâm’a intikal ettiği zaman – ki bu intikal İslâm’ın doğuşu ile başlar – Hicaz’da Ma’kılî (dik ve köşeli), ve Şamî (yuvarlak) olarak iki şekilde kullanılıyordu. Peygamberimize bağlı olan Müslümanlar, yeni İslâm aleminin ilk yazı yazanları idiler ve sayıları yirmiyi geçmemektedir.

Kur’ân yazmakta resmen rol almaya başlayan İslâm yazısı Ma’kılî idi, yuvarlağımsı yazı çok bozuk bir halde olduğundan resmî bir yer işgal etmemekteydi. Ancak halk arasında resmi olmayan yazışmalarda kullanılmaktaydı. Bu şu demektir ki; İslâm’da yazı daha başlangıçta ilmî haysiyetiyle değil, sanat haysiyetiyle birlikte ele alınmış ve Ma’kılî yazı buna diğerinden daha müsait görülmüştür. 

Hüsn-i Hat

Yazıyı Sanat Seviyesine Yükselten Etkenler
İslâm’ın doğuşuyla beraber dünya ölçüsünde yeni medenî bir düzenin esasları belirmeye başlamıştır. İlahî kaynaktan insanlığa ulaşan mesajda ilim ve ona vasıta olan yazının, sosyal gelişme için gerekliliği vurgulanmış, bilgisizlik ise her türlü geriliğin sebebi olarak gösterilmiştir.
Zamanla İslâm dininin öğretilmesi, vahyin yazılması, korunması ve yayılmasına duyulan ihtiyaç yazının önemini daha da artırmıştır. Hicrî I ve II. yüzyıllarda yazı bir taraftan şekil ve imlâ yönü ile, diğer taraftan da sanat yazısı seviyesine yükselmiş, İslâm sanatlarının en önemli dallarından biri haline gelmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’i Allah’ın sözüne yakışır bir güzellikte yazma heyecanı, gayret ve titizliği, “Güzel şeyler güzel kaplara konur” anlayışı, yazının sanat yazısı (hüsn- î hat) seviyesine yükselmesine sebep olmuştur. Kur’an’ın mânası ve lafzı gibi, yazısı da kutsal bir karaktere sahiptir. Bu durum İslâm yazılarından ayrılmayan bir özelliktir. Hatta bazı İslâm bilginleri Kur’an’ın lafzı ve mânası gibi, yazısının da ilâhî vahye dayandığını ileri sürmüşlerdir. Müslüman sanatkârlar bu anlayışla, bir ibadet coşkusu ve disiplini içinde Kur’an nüshalarını yazarak çoğaltmışlar, ilâhi mesajın gönüllere sanat yoluyla iletilmesine vasıta olmuşlardır.
Kur’an’ın hedeflerinden biri de insanoğlunun gönül gözünü açarak maddî ve manevî güzellik karşısındaki hassasiyetini, fıtrî olan sanat kabiliyetini geliştirip yön vermektir. Yeryüzünde kullanılan yazılar arasında sanat yazısı olarak gelişmeye müsait, belki de en zengin yazı Arap yazısıdır. Mûsiki ve resim gibi yazı da insanî ve dinî duyguları ifadeye muktedir bir sanattır. Yazıda dik hatlar ritmi, yatay çizgiler devamlılığı ve dengeyi sağlar. İncelerek biten harfler, eğriler, nağmelerdeki pes ve tiz sesler gibi insan ruhunda içli ve ulvîduygular uyandırır.

Milletlerin sanat gelenek ve zevkleri yazı estetiğini etkilediği gibi sanatkârın şahsiyeti de yazıya bir hususiyet kazandırır. İslâm öncesi Göktürk ve Uygur Türklerinde kitabe ve kitap yazılarının gelişmiş olduğu bilinir. Bu durum eski kültür ve sanat geleneğine dayanarak, Türkler Müslüman olduktan sonra da İslâm yazı üslûplarının en önemli gelişim merhalelerini gerçekleştiren hattatlar yetiştirerek, bu sahadaki zevk ve kabiliyetlerini göstermişler, İslâm yazılarının estetik değer kazanmasında tarihî rol oynamışlardır (Serin,1999:19).

Yazıda Ahenk

Hat sanatının kazandığı estetik kıymetleri açıklamadan önce, güzellik kavramı üzerinde durmak gerekir. Antikite’den beri estetikçiler sanatta güzelliğin kaynağı, mahiyeti ve boyutları hakkında çeşitli teoriler geliştirmişler ve güzelliği organik ve maddi güzellikler, renk, şekil, ses ve hareketlerin güzelliği; fikrî ve manevî güzellikler olmak üzere çeşitli sınıflara ayırmışlardır. Ayrıca güzelliği daha iyi anlamak ve açıklamak için güzelin latif, yüce, hoş, mükemmel, faydalı, hakikat ve ahenk gibi diğer estetik değerlerle mukayesesi yapılmıştır. Netice olarak güzel-liğin bu değerlerle karıştırılmaması görüşü savunulmuş ve; güzel bize kendisinden beklediğimiz şeyleri veren değil, bizi her lahza, kendisine çeken, hayrete düşüren, ruhumuzu kaplayan bizde ezelî hatıralar uyandıran şeydir. Estetik duygular ise, güzeli hatırlatan ve hazırlayan unsurlardır. Bu sebeple mahiyeti bakımından bunlar güzelden farklıdır, diyerek güzel idesiyle estetik unsurların farklı şeyler olduğu ifade edilmiştir.
Ayrıca bazı estetikçiler ahengi “Çoklukta birlik nizamı, parçayla bütün arasında tam bir denge, renk, ses veya şekiller arasında uygunluk” diye tarif etmişlerdir. Bu tanımlara göre sanat güzellik, güzellik de âhenktir. Ahenk ise parçaların bütün içinde nisbet ve dengesinden doğar. Bu armoni mûsikide ritim ve seslerin, resimde renk ve çizgilerin, mimaride eserin bütünü içindeki unsurlarının birlik ve uygunluğundan ibarettir. Diğer sanatlarda olduğu gibi İslâm yazılarında güzellik de fiziki ve mânevi ahengin neticesidir.
Hat, göze hitap eden bir sanattır, iç âhenginde (derûnî ahenk) İslâm tefekkür, iman ve heyecanı hâkimdir. Asaletini, karakterini, estetiğini, milletlerin zevkleriyle beraber İslâm dininden alır. Kur’ân ve kitaba verilen önem yazı, tezhip ve cilt sanatlarının gelişmesine yol açmıştır. Bu sebeple hat sanatının en güzel örnekleri Kur’ân-ı Kerîm, hadis ve hikmetli sözlerin yazıldığı kıtalar ve yazı albümleridir.
İlâhî bilgiler ve hikemî sözler, beliğ ifadelerde yazıyla vücut bulur; işitilen, görülen ve kalben hissedilen bir safhaya ulaşır. En güzel şekillerde, hep aynı kaynaktan su gibi akan, Allah’ın, resulünün ve velîlerin insanlığa duyurmak istediği mânalar, yüksek hakikatler yüz gösterir. Harf ve lâfızlar ilâhî bir mesajla kaynaşır, bütünleşir, kutsî bir karakter kazanır.
Güzel yazı, Mushaf, kitap ve murakka’lardan başka, devlet teşkilâtında, mimarîde, kitabe, kubbe ve kuşak yazılarında, mezar taşlarında, ahşap ve maden işlerinde, kumaş, çini, tuğla ve dekorasyonlarda da dinî hislerle yazılmış ve işlenmiştir. Böylece hat, içtimaî hayatın her aşamasında kendini göstermiş, hem güzellikle ülfet edilmesine hem de ifade ettiği mâna itibariyle hayati bir düstur kazanılmasına vasıta olmuştur.
Yazıda fizikî ahenk tenasüp ve terkip kavramlarıyla ifade edilir. Tenasüp kalem kalınlığına göre; harf bünyelerinin en ve boyları ile, incelik ve kalınlıkları arasındaki uygunluktur. Harflerin diğer harflerle ve kelime içinde birbiriyle uyumu ve yakışmasıdır.
Hat sanatının repertuarı harf şekilleri ve bu harflerin kelimenin başında, ortasında ve sonunda aldığı şekiller ve bunların bağlantılarıdır. Bugün kullanılan on kadar yazı çeşidi olduğu düşünülürse, hat sanatının ne kadar geniş bir şekil zenginliğine ulaştığı görülür. Birer plastik ifade elemanı olan harfler, kelimeler, eğriler ve kıvrımlar kesin matematik ölçülere bağlıdır. Hattat çeşitli yazı üslûplarının bu kesin ritim ve âhengine kendi benliğini de katarak hoşa giden yeni biçimler oluşturur.
Harflerin diğer harflerle olan nisbeti, aralıkları, çekilişleri, bitişmelerindeki eğrilerin incelik ve kalınlıklarındaki uyum, kelimelerin satır nizamındaki duruşları, oturuşları, satıra o lan meyilleri, cereyanı, dik hat lardaki rit im, okutma, mühmel, süs işaretleri ve sayfaların düzeni gibi hususlar yazının maddî ahengini ve güzelliğini meydana getirir. Eğer yazının satıra oturuşunda nisbetsizlik söz konusu ise ve çekilişler bozuksa yazı ahenksizdir. Ahenkten yoksun yazılar ise sanat değerine sahip değildir.

İstif, Kompozisyon
Harf ve kelimelerin düzenli bir şekilde birleşmesi mânasına gelen terkip levha, kitâbe ve cami yazılarında kullanılan celî sülüs ve sülüs kompozisyonlarda aranan önemli bir sanat unsurudur. Hattatların iradî ve şuurlu olarak uzun müddet denemelerden sonra meydana getirdikleri eserler, istif halinde olanlardır. Bir ressamın veya bir şairin eserini tamamlamak için uzun müddet çalışması gibi, bir hattatın da yepyeni ve orijinal bir terkip oluşturabilmesi için pek çok kompozisyon denemesine, dikkatli tashihlere ihtiyacı vardır.
Celî sülüs istifler ekseriya aşağıdan yukarı doğru iki üç kat dikdörtgen, dairevî veya beyzî vb. bir satıhta harf ve kelimelerin göze hoş gelecek bir şekilde düzenlenmesidir. Yalnız terkip, harf ve kelimelerin rastgele bir araya getirilmesi, üst üste yığılması veya çizmek, taklit etmek suretiyle resmedilmesi olmayıp, hattatın estetik kaidelere ve teşrifata uygun bir şekilde ustalıkla kalemini yürütmesidir. Eğer kompozisyon, metnin okunuş sırasına göre harf ve kelimeler düzenli bir şekilde, aşağıdan yukarı doğru, usule uygun olarak yapılmışsa “teşrifatlı” veya “teşrifatı yerinde”; harf ve kelimelerin yerleri değişmiş, öne alınmış veya geriye bırakılmışsa “teşrifatı bozuk” denir, teşrifatsız yazıların okunma güçlüğüne karşılık teşrifatlı istiflerin okunması daha kolaydır. Türk hattatları bilhassa âyet ve hadislerin okunuşunda bir hataya sebebiyet vermemek için teşrifata hassasiyetle riayet etmişlerdir. Kompozisyonlarda Allah kelimesinin üste gelmesine dikkat edilir. Şayet metin Allah kelimesiyle başlıyorsa, terkip hürmeten yukarıdan aşağıya doğru yapılır. Celî kompozisyonlarda daima bir merkez vardır. Bu merkez etrafında çizgi ve kütleler, hiçbir yerinde eksiklik, taşkınlık olmayacak şekilde örülerek, kaynaşarak, organik bir bütünlük, birlik kazanır ve küplü, çanaklı harfler, keşideler, okutma ve mühmel işaretleri tam bir denge halinde dağılır. Harfleri sınırlayan çizgi ne kadar temiz, keskin, akıcı, canlı, yazı ne kadar metin yazılmışsa sanat eseri de o derece mükemmel olur. Çizgi kudretini, keskinliğini nerede kaybederse, orada kopya ve beceriksizlik ortaya çıkar. 

Kullanılan Malzemeler

Kalem
Hat sanatında yazma aleti olarak ince yazılar için kamış kalem, biraz iri hatlar için bambu ya da kargı kalemi, daha da celî yazılar içinse, tahtadan yapılma ağaç kalemler kullanılır. Kamış, koparıldığı esnada yazmaya elverişli olmayıp, bir müddet tezek, hayvan gübresi altında bekletilir, pişip sertleşmesi sağlandıktan sonra kullanıma hazır hale gelir. İyi kalem, ne çok sert, ne çok yumuşak, ne çok kalın, ne çok incedir. Eğri, yassı ve dalgalı da olmayıp, tabii bir sertliği vardır. İnce, uzun ve düzgün bir silindir biçimindedir. Boğum araları en az bir karış kadardır. Sert bir zemine 15-20 cm. yükseklikten bırakıldığı zaman çevik, genç ve dinç bir ses çıkarır. Sağlam olmayan çatlak bir kamışın çıkardığı ses ise kısık ve boğuktur. Madenî uçlu kalemlerin kullanımı da söz konusu olabilir. Ancak, bunlar kamıştan mamul kalemler kadar tabii olmadığı gibi yazım esnasındaki kalem ve el hareketlerine de yatkın olmayıp, yazıya güzellik katmaya elverişli değildir. Mushaf-ı Şerif’lerin yazımında ise, açılışından sonra uzun süre ucunun bozulmaması sebebiyle Cava Kalemi tercih edilmiştir.

Kalemtraş
Kamış kalemlerin usulüne uygun açılmasında kullanılan saplı bir bıçak çeşididir. Tığ adı verilen su verilmiş çelikten mamul kesici kısmından başka, fildişi, kemik, boynuz veya benzeri bir nesneden yapılma uzunca bir sapı bir de bu iki kısmı birbirine perçinleyen çelikten pirazvanası vardır. Kesici kısmın aldığı şekle göre söğüt yaprağı, selvi, cam kırığı ve küt gibi adlarla anılan çeşitleri vardır.

Makta
Kamış kalem ucunun, üzerinde kesildiği ve çatlatıldığı bir alet olup, kemik, boynuz, fildişi, bağa ve benzeri maddelerden yapılırdı. Kalemin gövdesinin yatırıldığı yere ise kalem yuvası denir.

Kamış kalemin açılışı
Kamışın boğumu kalemtraşla alındıktan sonra kalem uç kısmı kalemi açandan yana olmak üzere sol elin avucu içine yatırılır ve kalemin açılan kısmı uzunca bir badem görüntüsü verinceye kadar iki yandan kesilir ve yontulur. Kamış yeterince sert değilse, biraz daha tok bir badem şekli tercih edilir. Kalemin gövdesinden ucuna doğru incelerek uzayan kısmına dil, uç kısmına ise ağız denir. Ağzı dilinden daha enli açılan kaleme de çakşırlı kalem adı verilir. Daha sonra kalemin ağzı makta’ üzerine yatırılarak ya da elde dikine çatlatılır. Buna şakk etmek tabir olunur. Sonra da yine makta üzerinde kalemin ucu yazılacak yazının gerektirdiği meyil gözetilerek kesilir. Bu işleme de katt etmek veya kat’ denir. Kalem ağzının yazana yakın tarafı ünsi, diğer tarafı da vahşî adıyla adlandırılır.

Kağıt boyama ve âhar
Eski hattatlar Hind âbâdisi, Buhara, Alikurna, Hataî ve Japon kâğıdı gibi değişik kâğıtlar kullanırlardı. Bunların en iyisi ilki olup, Hindistan’ın Devletâbad şehrinde îmal edilirdi. İtalya’daki Elikome (livomo) limanından getirilen o yüzden Ali Kurna diye adlandırılan Avrupa kâğıtları ise genellikle filigranlı olurdu. Boyama işleminde genellikle nebatattan yararlanılırdı. Suda kaynatılan nebat cinsi bir tekneye boşaltıldıktan sonra kağıtlar bu tekneye batırılıp çıkartılır ve kurutulur. Bu muamele, renkli suyun sünger veya pamukla kâğıt üzerine sürülmesi şeklinde de yapılabilir.

Çay, kağıda cinsine göre nohudî ya da krem rengi verir. Cevizin yeşil dış kabuğu veya nar kabuğu yeşile kaçan limon sarısı, soğan kabuğu da yoz sarı bir renk sağlar. Farklı nebat cinsleriyle farklı renkler, aynı nebat cinsinin farklı dozajları ile de farklı tonlar elde edilir.

Aharlama, kâğıdın boyanmasından sonra üzerine yazılacak yazıların bir yanlışlık ihtimaline karşı kolayca silinip düzeltilmesini sağlayan, mürekkeple kâğıt zemin arasında koruyucu bir tabaka oluşturma ameliyesidir. Yumurta, nişasta ve gomalak aharı gibi çeşitleri vardır.
Âhar, yazının ve kâğıdın cinsine göre yapılır. Mushaf yazmak için hazırlanan kâğıtların her iki tarafına da ince bir âhar çekilir. Çok tashih ve emek isteyen celî yazıların kâğıtlarının yalnız bir tarafı birkaç kat kuvvetlice âharlanır, Üzerine bir defa âhar sürülmüş kâğıda tek âharlı iki defa veya daha fazla âhar sürülmüş kâğıda da çift âharlı (çiftâlî) kâğıt adı verilir. Hususiyle nesta’lik kıtalar için hazırlanan kâğıtların âharlanmasına daha da ihtimam gösterilmelidir. Bu sebeple kâğıdın âharlanması hat sanatında ayrı bir hüner ve ustalık ister. Geçen yüzyılda kâğıtların sol alt köşelerinde basılı soğuk damgalarından tanıdığımız Kadri, Seyyid Ahmed, Hasan, Remzi, Memduh meşhur kâğıt âharcılarındandır

Derin bir kase içinde 3-4 yumurtanın akı, kibrit kutusu büyüklüğünde bir şap parçası ile 10 dakika kadar bir çırpılarak tamamen köpük haline getirilir. Bir 10 dakika daha çırpılırsa köpüğün bir kısmı sıvılaşır. Bu sıvı bir süre dinlen dirildikten sonra ince bir bezden süzülerek ayrı bir kaba alınır. Sünger, pamuk veya uygun bir fırça yardımı ile aharlanacak kağıdın zeminine bir-iki ya da üç kat sürülür. Ve kağıt serin bir yerde kurumaya bırakılır. Aharın fazlaca kaim olması, kuruyunca çatlamasına sebep olabilir.

Nişasta âharının yapımında buğday nişastası kullanılır, önce soğuk suda ezilen nişastaya sonra bir miktar jelatinle kaynar su ilâve edilir. İyice piştikten sonra süzülür ve kâğıt üzerine süngerle sürülür. Nişasta âharı üzerine bir kat da yumurta âharı çekilirse daha güzel olur.

Gomalakın ispirtoda eritilip gaz bezine sarılmış pamukla kağıda sürülmesiyle de Gomalak Aharı yapılır.

Mühreleme
Mühreleme, aharlanan kâğıtların parlatılmasına yönelik bir nevi ütüleme işlemidir. Aharlandıktan sonra gölgelik ve nemli bir yerde kurumaya terk edilen kağıtlar üzerinde mührenin rahatça kaymasını sağlamak üzere kuru sabuna sürülmüş bir çuha parçası gezdirilir. Daha sonra da çakmak taşından ya da camdan mamul mühre, kağıda tazyik edilerek bir ileri bir geri hareket ile muhtelif istikametlerde sürülür. Parlamanın sağlanmasıyla bu işlem biterse de, kağıtlar bu safhada hemen kullanılmayarak üst üste konur, üzerine de bir ağırlık bırakılır. Bir sene kadar böylece bekletilen kağıtlar kullanıma hazır demektir.

Kağıt Makası
Kâğıt, kumaş gibi ince şeyleri kesmeye mahsus ortadan bir vida ile bağlı iki bıçaktan meydana gelen kesme aletidir. Kâğıt makası, mum makası, terzi makası, oya makası gibi çeşitleri ve farklı şekilleri vardır. Bunlar içinde kâğıt makasları hat sanatına verilen önem sebebiyle özenle yapılır, sanat değeri taşırdı. Bir yazı takımında kalemtıraş, makta’ yanında mutlaka kâğıt makası da bulunurdu. Büyük tabakalar halinde imal edilen kâğıtları istenilen kıtada düzgün kesebilmek için kâğıt makas kullanılırdı. Ustaları Türk olan makaslar İstanbul ve Sivas gibi merkezlerde yapılırdı. Nâdiren Bosna ve Prizren’de de güzel ve zarif işlenen makaslara tesadüf edilirdi. Kâğıt makaslar çelikten, zarif ve uzun gövdeli, içi oluklu, ağızları bir birine uyumlu olurdu. Ekseriya gövde ve sapları altın kakma, mine kaplamalı yapılırdı. Sapları yaylı, açılır kapanır, içine giripte yuvarlak bir şiş gibi olanları da vardı. Saplarında iki parmağın geçip tutması için halkalı kısımları, Allah’ı hatırlatmak için sülüs hatla “ya fettâh” veya çifte “Ali” şeklinde yazı ile yapılır, bazan makası yapan sanatkârın adı oymak suretiyle yazılırdı.

Mıstar
Mistar Kâğıda satır çizmeye yarayan bir alettir. Üzerinde sıra sıra muntazam ibrişim gerili bir mukavvadan ibarettir ki, yazılacak yazıya göre kâğıtlar, parmak yardımıyla üzerine bastırılarak kabartma çizgiler meydana getirilir. Böylece sayfalar arasındaki satır düzen ve ahengi sağlanmış olur.

Mürekkep
Hat sanatında mürekkep denince ilk akla gelen, isten yapılma siyah mürekkeptir. Kırmızı, sarı ve diğer renklerde de mürekkep yapılmıştır. Çeşitli terkip ve tarifler içinde merhum Necmeddin Okyay’ın siyah is mürekkebi tarifi şöyledir: “Süzülmüş ve bekletilmiş boza kıvamındaki zamk mahlülü havana konup, içine azar azar is atarak tokmak yardımıyla zamka yedirilir. İs havalandığı için birden atmayıp yavaş yavaş karıştırılır ve tokmakla dövülmeye başlanır. Arada koyuldukça su ilâve edilerek daima boza kıvamı muhafaza edilir. Mürekkebin kalitesi, isin iyice ezilip zamkın içinde hallolmasına bağlıdır. Bu da günlerce döğmekle sağlanır (100 ile 500 bin tokmak arası)..”

Mürekkep yapımında kullanılan is; bezir yağı, bal mumu, neft yağı ve son zamanlarda da gazyağından elde edilirdi.

Likaa
Mürekkep sıvı şekliyle kalemin istifadesine sunulmaz, önce Lika adı verilen bir tutam kadar, su ile yıkanmış ham ipeğe emdirilir daha sonra kullanılır. İçinde lika olmaksızın hokkaya daldırılan kalemin ucunda mürekkep fazlaca toplanır. Kalemin kağıda teması anında bu mürekkep birden zemine yığılacağından, yazılan harfin başlangıç kısmı lüzumundan fazlaca kalın ve kaba bir görünüm arz edecek, dolaysıyla da yazının güzelliğini bozacaktır. Likanın sağladığı bir başka fayda da, hokkanın ağız kısmının aşağı bakması halinde bile mürekkebin dökülmemesidir.

Hokka, kalemdan ve divit
Mürekkep, lika adını verdiğimiz ham ipeğe emdirilmiş şekilde Hokka içersinde muhafaza edilir. Hokkalar genellikle madenî, bazen de cam veya sırlı topraktan mamul olup genişliği derinliğinden büyük olur.

Kalemlerin içinde saklandığı çoğu zaman silindir şeklindeki bazen kutu şeklinde de olur. mahfazaya Kalemdan veya Kubur denmektedir. Kalemdan ile hokkanın birbirine monte edilmiş şekline de Divit adı verilir.

Kaynak: Sema Onat & tezhipnedir wordpress com & kalemguzeli org




Print this item

Dini-1 İmanın ve İslam'ın şartları
Posted by: SeliM35 - 10-24-2025, 11:52 AM - Forum: islam Akaidi Bilgileri - No Replies

İmanın ve İslam'ın şartları

Sual: Her müslümanın bilmesi gereken zaruri iman bilgilerini kısaca bildirir misiniz?
CEVAP
Zaruri gereken iman bilgisi, imanın ve İslam’ın şartlarıdır. Kısaca aşağıda bildiriyoruz. Geniş olarak Amentü’nün esasları kısmında bilgi var.

İmanın şartları şunlardır:
1- Allah’a inanmak
Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud [varlığı lazım olan] ve hakiki mabud ve bütün varlıkların yaratıcısıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allahü teâlâ zamandan, mekandan münezzehtir. Hiçbir şeye benzemez.

Allahü teâlânın, sıfat-ı zatiyyesi altıdır:
Vücud,
Kıdem,
Beka,
Vahdaniyyet,
Muhalefet-ün lil-havadis,
Kıyam bi-nefsihi.

[Vücud var olmak, Kıdem varlığının öncesi olmamak, Beka varlığı sonsuz olmak, hiç yok olmamak, Vahdaniyyet ortağı, benzeri olmamak, Muhalefet-ün lil-havadis hiçbir şeyinde, hiçbir mahluka, hiçbir bakımdan benzememek, Kıyam bi-nefsihi varlığı kendinden olmak, hep var olması için, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.]

Sıfat-ı sübutiyyesi de sekizdir:
Hayat,
İlm,
Sem',
Basar,
Kudret,
İrade,
Kelam,
Tekvin.
[Hayat diri olmak, ilm bilmek, sem' işitmek, basar görmek, kudret gücü yetmek, irade istemek, kelam söylemek, tekvin yaratmaktır.] Bu sıfatları da kadimdir.

2- Meleklere inanmak
Melekler, hayat sahibi, diri, nurani yaratıklar olup, akıl sahibidir. Allahü teâlânın sevgili ve kıymetli kullarıdır, ortakları ve kızları değildir. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler, isyan etmezler. Günah işlemezler. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. Erkek ve dişi değildir. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar, çocukları olmaz, yiyip içmezler. Meleklerin kanatları var, ama, nasıl olduğunu bilemeyiz.

Her insanın bütün işlerini yazan meleklere, Kiramen katibin denir. Sual meleklerine Münker ve Nekir denir. Meleklerin en üstünleri şunlardır: Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail.

3- Kitaplara inanmak
Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü küçük kitaptır. Bu küçük kitaplara suhuf denir.

100 suhuf şu Peygamberlere inmiştir:
10 suhufu, Âdem aleyhisselama,
50 suhufu, Şit aleyhisselama,
30 suhufu, İdris aleyhisselama,
10 suhufu, İbrahim aleyhisselama.

Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Musa aleyhisselama,
Zebur, Davud aleyhisselama,
İncil, İsa aleyhisselama,
Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.

4- Peygamberlere inanmak
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam ve sonuncusu, bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelmiş ve geçmiştir. Sayıları belli değildir. 124 binden çok oldukları meşhurdur.

Peygamberlere iman etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş sadık, doğru sözlü olduklarına inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur.

Âdem aleyhisselamdan, son Peygamber Muhammed aleyhisselama kadar bütün Peygamberler, hep aynı imanı bildirmiş, ümmetlerinden aynı şeylere iman etmelerini istemişlerdir. Yahudiler, Musa aleyhisselama inanıp, İsa aleyhisselama ve Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Hristiyanlar, İsa aleyhisselama inanıp, Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Müslümanlar ise, bütün Peygamberlere inanırlar yani kabul ederler.

Peygamberlerin sıfatları şunlardır:
Emanet [emindir],
Sıdk [her işi doğrudur, yalan söylemez],
Tebliğ [Dini eksiksiz bildirir],
Adalet [her işte hakkı gözetir],
İsmet [günah işlemez],
Fetanet [çok akıllı, anlayışlı, zeki],
Emnül-azl [peygamberlikten azledilmez yani peygamberlik ellerinden alınmaz.]

Allahü teâlâ, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselamdan beri, her bin senede din sahibi yeni bir Resul vasıtası ile, insanlara dinler göndermiştir. Bunlar aracılığı ile, insanların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları ve ahirette de sonsuz saadete kavuşmaları yolunu bildirmiştir. Kendileri ile yeni bir din gönderilen Peygamberlere (Resul) denir. Resullerin büyüklerine (Ülülazm) Peygamberler denir. Bunlar, Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed aleyhimüssalatü vesselamdır. Yeni bir din getirmeyip, insanları, daha önceki dine davet eden Peygambere Nebi denir.

Peygamber efendimizden sonra, hiç Peygamber gelmeyecektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]

5- Ahiret gününe inanmak
Herkes öldükten sonra dirilecek, hesaptan sonra Cennet veya Cehenneme gidecektir. Cennet ve Cehennem şimdi vardır. İkisi de sonsuzdur. Müslümanlar Cennette ebedi, kâfirler de Cehennemde ebedi kalacaklardır.

Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmedi. Fakat, Peygamber efendimiz kıyametin birçok alametlerini ve başlangıçlarını haber verdi:

Hazret-i Mehdi gelecek, İsa aleyhisselam gökten inecek, Deccal çıkacak. Yecüc Mecüc denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük depremler olacak. Din bilgileri unutulacak, kötülük çoğalacaktır.

6- Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir.
Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, insanların ve diğer mahlukatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir.

Her şeyi ve insanların iyi, kötü her işini Allahü teâlâ yaratıyor ise de, insanlara İrade-i cüziyye vermiştir. İnsan, irade-i cüziyyesini kullanarak iyilik yaratılmasını isterse sevap, kötülük yaratılmasını isterse günah kazanır. İnsan günah işlerse cezasını, sevap işlerse mükafatını görür. Yani Allahü teâlâ hiç kimseye zorla günah işletmez.

İslam’ın Şartları

1- Kelime-i şehadet getirmek
[Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü] demek. Manası şudur:
(Ben şehadet ederim ki, [Yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki] Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür.) [Resulullaha inanmak demek, Onun bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak ve hepsini beğenmek demektir.]

2- Namaz kılmak
Akıl baliğ olmuş yani ergenliğe girmiş akıllı her müslümana günde beş vakit namaz kılmak çok önemli bir farzdır. Namaz dinin direğidir. Namaz kılmamak en büyük günahlardan biridir. Kılmayanın imanla ölmesi çok zordur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Namaz kılan kıyamette kurtulur, kılmayan perişan olur.) [Taberani]

3- Zekât vermek
Nisap miktarı yani borçlarını düştükten sonra alacaklarıyla beraber elinde 96 gram altın veya bu değerde, para veya ticaret malı olanın kırkta birini zekât vermesi farzdır. Meyve ve tarla mahsulünün de onda birini fakire vermek farzdır. Bu onda bir zekâta da uşur denir.
(Zekât vermeyene Allahü teâlâ lanet eder.) [Nesai]

4- Oruç tutmak
Ramazan ayında, bir ay oruç tutmak farzdır. Tutmamak büyük günahtır.

5- Hac etmek
Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeye yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, Kâbe-i şerifi tavaf etmesi ve Arafat’ta durması farzdır.

İnandım demek yeter mi?
Sual: Hadis-i şeriflerde Kelime-i şehadeti getiren Müslüman olur deniyor. Bir kimse, inanmadan kelime-i şehadet söylese veya inansa, ancak Amentü’deki esaslara inanmasa yine Müslüman mıdır?
CEVAP
İman tarif edilirken, dil ile ikrar kalb ile tasdik deniyor. Kalb ile tasdik etmedikçe Müslüman olamaz.

Kelime-i şehadet, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, Ondan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın Allah Resulü ve son Peygamberi olduğuna ve bildirdiklerinin hepsine inanmak, hepsini beğenmek demektir. Yoksa, tarihi bir olayı anlatır gibi, öyle bir Peygamber vardır demek değildir. Ben O yüce Peygambere ve bildirdiklerinin hepsine iman ettim, hepsini beğendim, hepsi doğrudur, yanlış olma ihtimali yoktur diye kesin inanmak demektir. Dolayısıyla, Amentü’deki bütün esaslara inanması gerekir. İnanmadıkça, hatta inanıp da beğenmezse yine Müslüman olamaz. İmanın şartlarının birini kabul etmeyen veya dindeki meşhur bir farzı, bir sünneti veya bir haramı kabul etmeyen, beğenmeyen de Müslüman olamaz. İslamiyet’i bir bütün olarak kabul etmesi ve beğenmesi gerekir.

Hadis-i şerifler, İslam âlimlerinin açıklaması olmadan okunup anlamaya çalışılırsa tehlikeli olur, insanı küfre kadar götürür. Mesela aşağıdaki hadis-i şerifi, yukarıdaki açıklamalar dahilinde anlamak gerekir:
(Rab olarak Allahü teâlâya, din olarak İslâm'a, [son] Resul olarak Muhammed aleyhisselama [Onun bildirdiklerinin hepsine] inanıp razı olan, beğenen kimse [Müslüman’dır ve bu imanla ölürse] Cenneti hak eder.) [Müslim, Nesai]

İnanmak, sevmek ve beğenmek
Sual: Bir kimse, Amentü’deki imanın şartlarına inansa ve dille de söylese, ama bazı Müslümanları sevmese, bazı gayrimüslimleri sevse veya dinin emirlerinden bazılarını, kabul etmekle beraber beğenmese, imanına zararı olur mu?
CEVAP
Bunları yapan kimse, Müslümansa kâfir olur. Mesela, (Kapanmanın Allah'ın emri olduğunu biliyorum, ama bu hüküm eski asırlar için geçerliydi, günümüzde tesettüre gerek yok) demek veya (Hristiyanların kâfir olması, o zamana aittir, günümüzdekiler kâfir değildir) demek yahut (Hazret-i Osman’ı sevmem, ama Ebu Leheb kâfir de olsa, Peygamber efendimizin amcası olduğu için onu severim) demek küfürdür, çünkü imanın esası, temeli Allah'ın dostlarını [Müslümanları] sevmek ve düşmanlarını [kâfirleri] sevmemektir. Çünkü Peygamber efendimiz, (İmanın temeli, Allah’ın dostlarını sevmek ve Onun düşmanlarını sevmemektir) buyuruyor. (İ. Ahmed)

Hadis-i şerifte bildirilenin aksini yapan yani, Ebu Leheb’i seven, Hazret-i Osman’ı sevmeyen, imanın temelini dinamitlemiş ve İslâm binasını yıkmış olur.

Allahü teâlâ, dinimizde eksiklik bırakmadığını, Kur'an-ı kerimdeki hükümlerin Kıyamete kadar devam edeceğini bildirirken, (Tesettür, eski insanlar içindi) ve (Eski Hristiyanlar kâfirdi, şimdikiler Müslümandır) demek, Allah'ın emrini beğenmemek olur. Bu ise küfürdür.

Peygamberler üstündür
Sual: Din kitaplarında, meleklere iman anlatılırken, peygamberlerden önce bildiriliyor. Bu, meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu göstermez mi?
CEVAP
Hayır, göstermez. Melekler, her canlıdan önce yaratıldığı için, önce meleklere iman edilmesi bildirildi. Kitaplara iman da, peygamberlerden önce bildiriliyor. Kur’an-ı kerimde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sırayladır. (Herkese Lazım Olan İman)

Peygamberler, meleklerden üstündür. İslamiyet’e uyan Müslüman, yükselir, meleklerden üstün olur. Nefsine ve kötü arkadaşa uyarak, İslamiyet’ten uzaklaşan, alçalır, hayvanlardan daha aşağı olur. (İslam Ahlakı)

Aşağıdaki âyet-i kerimede de, melekler, kitaplardan ve peygamberlerden önce bildirilmiştir.
(Asıl iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak…) [Bekara 177]

Herkese ilk lazım olan şey...
Herkese ilk lazım olan şey, Kelime-i tevhîd söylemek ve bunun mânâsına inanmaktır. Kelime-i tevhîd; “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah”tır. Bunun mânâsı; “Allah vardır ve birdir. Muhammed aleyhisselâm, Onun Peygamberidir” demektir. Buna inanmaya, îmân etmek ve Müslümân olmak denir. İmânın devamlı olması lâzımdır. Bunun için, îmânın gitmesine sebep olan şeyleri yapmaktan, söylemekten ve küfür alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmak lazımdır.

Kur'ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâm ismindeki melek ile Kur'ân-ı kerîmi Muhammed aleyhisselâma göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri Arabîdir. Fakat bu kelimeleri yan yana dizen Allahü teâlâdır. Kur'ân-ı kerîmdeki Arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş âyetler hâlinde, harf ve kelime olarak gelmiştir. Bu harf ve kelimelerin mânâsı kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren mânâlar da Kur'ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân mahluk, yaratılmış değildir. Allahü teâlânın başka sıfatları gibi ezelî ve ebedîdir. Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-il mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz de tekrar ederdi. Âhırete teşrif edeceği sene, iki kere gelip, tamamını okudular.

Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın çoğu, Kur'ân-ı kerîmin tamamını ezberlemişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir, ezber bilenleri toplayıp, yazılı olanları getirtip, bir heyete bütün Kur'ân-ı kerîmi yazdırdı. Böylece Mushaf denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüç bin sahâbî, bu mushafın her harfinin tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi.

Muhammed aleyhisselâmın sözlerine Hadîs-i şerîf denir. Bunlardan, mânâsı Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri Muhammed aleyhisselâm tarafından olan hadîs-i şerîflere Hadîs-i kudsî denir.

Allahü teâlânın emirlerinden, inanılacak bilgilere imân, yapılacak olanlara farz, sakınılacak olanlara harâm denir. Farzlara ve harâmlara Ahkâm-ı islâmiyye denir. İslâm bilgilerinden birine bile inanmayana kâfir denir...

İnsana ikinci lâzım olan şey, kalbini temizlemektir. Kalb, yürekte bulunur ki, buna gönül denir. İslâm bilgilerinin yeri bu kalbdir. İnanan ve inanmayan da bu kalbdir. İnanan kalb, temizdir, inanmayan, inkâr eden kalb ise, pistir, ölüdür. Kalbin temiz olması için çalışmak, birinci vazîfedir. İbâdet yapmak, bilhassa namaz kılmak ve istiğfâr söylemek kalbi temizler. Harâm, günâh işlemek ise, kalbi bozar...

Sual: İbadetler içinde, beş vakit namaz kılmak da, imanın şartlarından mıdır?
Cevap: Namaz kılmak, imanın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, imanın şartıdır.

İmanın da sureti, hakikati vardır
Sual: İman eden herkesin, her Müslümanın, imanı aynı mıdır, eğer aynı ise neden her iman eden olgun bir Müslüman olamıyor, bunun sebebi nedir?
Cevap: Bu konuda, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“İslâmiyetin bir sureti, dış görünüşü, bir de hakikati, aslı, özü vardır. İslâmiyetin sureti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve İslâmiyetin ahkamına uymaktır. Ahkama uymak demek, emir edilen şeyleri yapmak, yasak edilen şeylerden kaçınmaktır. İnsanın nefsi iman etmez ve İslâmiyetin suretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı İslâmiyetin suretine uyanların imanı, imanın suretidir. Yani, görünüşte imandır. Namazları, oruçları ve bütün ibadetleri, ibadetlerin suretidir. Yani, hep görünüşte ibadettirler. Çünkü, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes Ben deyince nefsini bildirmektedir. İnsan ibadet yaparken, nefsi küfür, inkar halindedir. Yaptıklarının yerinde bir iş olduğunu inkar etmektedir. Böyle bir insanın imanı ve ibadetleri, hakiki ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için imanın ve ibadetlerin suretlerini, görünüşlerini, hakiki olarak, doğru olarak kabul buyuruyor. Böyle kullarını Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennette olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan razıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsan sahibi olduğu için, yalnız kalbin tasdik etmesini, inanmasını iman olarak kabul buyurmuştur. Nefsin, anlamasını, inanmasını istememiştir. Böyle olmakla beraber Cennetin de hem sureti, hem de hakikati vardır. Dünyada İslâmiyetin yalnız suretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız suretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkini, tadını alacaklardır. Dünyada İslâmiyetin hakikatine kavuşanlar ise, Cennetin de hakikatine kavuşacaklardır.

Cennetin yalnız suretine ve yalnız hakikatine kavuşanlar, aynı nimetlerden mesela aynı meyvesinden yedikleri halde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, hanımları, müminlerin anneleri olup, Cennette Resûlullah efendimizin yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tat alacaklardır. İslâmiyetin suretine uyanlar, ahirette azaptan kurtulacak, sonsuz saadete kavuşacaklardır.”

Print this item

  İslam'ın şartları nasıl belirlendi?
Posted by: SeliM35 - 10-24-2025, 11:47 AM - Forum: islam Akaidi Bilgileri - No Replies

İslam'ın şartları nasıl belirlendi?

İslam'ın şartları nasıl belirlendi? Cihad İslam'ın şartlarından mıdır? Bazı sitelerde ve bazi kişilerden İslam'ın şartı altı olduğunu duydum, okudum; yani altıncı şartın cihad olduğunu duydum...

Cihad İslam'ın farzlarındandır. İslam'ın bir çok farzı vardır, ancak bunlardan beşi İslam'ın şartı olarak hadis-i şerifle belirlenmiştir.

İSLÂM'IN ŞARTLARI

Hz. Peygamber (asm)'in hadisinde belirtilen beş temel ibadet. Resulullah şöyle buyurur:

    "İslâm, beş şey üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek; namaz kılmak; zekât vermek, Kâ'be'yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak." (Buhârî, İmân 1, 2; Müslîm, İmân 19, 22; Tirmizi, İmân 3; Nesâî, İmân 13).

1) Allah'a ve elçisi Muhammed (asm)'e imam açığa vurmak. Allah'a ve Hz. Muhammed'i içine alan bütün peygamberlere inanmak ayrıca imanın şartlarındandır. İman esasları dışa açıklanmaksızın kalbde gizli olarak kalabilirken, İslâm'ın şartları, kişinin toplum içinde İslâm'a mensup olduğunu gösteren ve açığa vuruları davranışlarıdır. İman esaslarına inanan kimseye "mümin"; İslâm'ın şartlarına uyan kimseye de "Müslüman" denir. İlk müslümanlar Mekke'de sayıları belirli bir miktara ulaşınca gizliliği kaldırıp, dinlerini açığa vurmuşlardır.

2) Namaz sözlükte dua anlamındadır. Bir terim olarak, özel rükün ve şartları bulunan bir ibadet şeklidir. Mekke'de Hz. Muhammed'in peygamberliğinin on birinci yılında beş vakit olarak farz kılınmıştır. Bundan önce de namaz ibadeti vardı, fakat böyle düzenli ve vakitli değildi. Namaz; Kitap, sünnet ve icmâ ile sâbittir.

Kur'an-ı Kerîm'in bir çok yerinde "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" diye emredilmiştir. Bir ayette de

    "Bütün namazları ve orta namazı muhafaza ediniz."(Bakara, 2/238)

buyurulur. Bu ayet, ortası olan en az çoğul sayısı beş olduğu için beş vakit namaza işaret etmektedir. Çünkü, Arapça'da çoğulun an azı üç olduğundan "namazlar" kelimesi üçten az olamaz. Buna ilave olarak orta namazı da olduğuna göre, toplam en az beş olmalı ki ortası üç olsun. Öyleyse sabah ile öğle bir yanda, akşamla yatsı bir yanda kabul edilirse bunların ortası ikindi namazı olur.

Hz. Peygamber (asm), Muâz b. Cebel'i Yemen'e Vâli olarak gönderirken ona şöyle demiştir:

    "Sen, kitap sahibi olan bir topluma gidiyorsun. Onları önce Allah'a kulluk etmeğe davet et. Allah'ı tanırlarsa Allah'ın onlara gecede gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle..." (Buhârî, Zekât 41, Meğâzî 60, Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât 1; Dârimî, Zekât 1).

Namaz mü'mini günahlardan arındırır, ruhu temizleyip kemale ulaştırır. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

    "Sizden birinizin kapısı önünden bir ırmak geçse, günde beş defa o ırmakta yıkansa bedeninde kir kalır mı? Kalmaz. İşte su nasıl kiri giderirse, namaz da günahları öyle giderir." (İbn Mâce, İkâme 193; Ahmed b. Hanbel, I / 72; Müslim, Mesâcid 51).

Bir kimseye namazın farz olması için, Müslüman, akıllı ve ergin olması, ayrıca kadınların hayız veya nifas (lohusalık) hallerinde bulunmamaları gerekir.

3) Oruç, sözlükte; iş yapmaktan, söz söylemekten geri durmak demektir. Bir terim olarak ise, tan yeri ağarmasından güneşin batmasına kadar yeme, içme ve cinsî münasebet gibi şeylerden kaçınmaktır. Oruç tutmaya imsâk; oruç açmaya ise iftâr denir.

Orucun farz oluşu, Kitap, sünnet ve icmâ delilleri ile sabittir. Kur'an'da;

    "Ey iman edenler, sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı. Umulur ki sakınırsınız." (Bakara, 2/184)

buyurulur. Akıllı ve ergin her Müslümana oruç farzdır. Ancak hayız ve nifas halindeki kadınlarla hastalar orucu daha sonra kaza ederler. Yolcular da orucu kazaya bırakabilir.

Ramazan orucunun edası da kazası da farz olduğu gibi; zıhâr, adam öldürme ve yemin gibi keffaret oruçları da farzdır. Başlanıp bozulmuş olan nafile orucun kazası, nezredilen itikâf orucu vacibtir. Aşûra orucu, yani Muharremin dokuz on ve on birinci günleri oruç tutmak sünnettir. Her ayın üç gününde oruç tutmak mendup olduğu gibi, Zilhiccenin dokuzuncu günü ile pazartesi ve perşembe günleri ve Şevvâl ayında altı gün oruç tutmak da menduptur. Bunların dışında kerâhet olmayan günlerde oruç tutmak nafiledir. Ramazan Bayramı'nın birinci günü ile Kurban Bayramı'nın dört gününde oruç tutmak, Allah'ın verdiği ziyafetten yüz çevirmek anlamına geldiğinden tahrîmen (harama yakın) mekruhtur.

4) Zekât. Sözlükte, temizleme, büyüme ve artma anlamına gelir. Bir terim olarak ise; belirli bir malı, zekât alabilecek bir kimseye temlik etmek (vermek)tir.

Zekât belirli miktar olarak Hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Farz oluşu, kitap, sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kur'an-ı Kerîm'de,

    "Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin." (Bakara, 2/43);

    "Onların mallarında dilencinin ve yoksulun bir payı vardır." (Meâric, 70/24, 25)

buyurulur. Bu konuda pek çok hadis olduğu gibi, ümmet zekâtın farz oluşunda görüş birliği içindedir. Bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için, Müslüman, akıllı, ergin olması, borcundan ve temel ihtiyaçlarından başka, alışverişle veya doğurmakla artmaya müsait, nisap miktarı yıllanmış mala sahip bulunması gerekir.

Çocuklara, akıl hastasına ve bunağa zekât gerekmez. Ancak Hanefîler dışındaki diğer İslâm hukukçularına göre bunlara da zekât gerekir. Bunların zekâtını, velileri, kendi mallarından alıp verirler.

Nisap, zekâtın farz olması için şerîatın tanıdığı mal miktarıdır. Bu, altında 96, gümüşte ise 560 gramdır. Nakit para ve ticaret mallarında nisap, bu ikisinden yoksulun yararına olacak olan birisiyle ölçülür. Altın, gümüş, nakit para ve ticaret malları kırkta bir zekâta tabidir.

Ateşte eriyen madenlerin zekâtı beşte birdir. Bunlardan alınan zekât;

    "Biliniz ki aldığınız herhangi bir ganimetin beşte biri mutlaka Allah'a, Resulune, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolculara aittir..." (Enfâl, 8/41)

ayetinde sayıları yerlere verilir. Beşte biri çıktıktan sonra geri kalan beşte dördü bulana aittir. Zift, petrol gibi sıvı madenlerin kendilerine değil, gelirlerine zekât düşer. Kireç, alçı, yakut ve elmas gibi erimeyen madenlere zekât gerekmez. (Buhârı, Zekât, 55; Müslim, Zekât, 8; Ebû Dâvûd, Zekât, 5, 12; Tirmizî, Zekât, 14; Nesâî, Zekât, 25).

Ekin ve meyvelerin zekâtı,

    "Hasat zamanı onun hakkını verin." (En'âm, 8/141),

ayeti ve Hz. Peygamber (asm)'in,

    "Gökyüzünün suladığı şeylerde onda bir (öşür); kova ve dolapla sulanan şeylerde ise yirmide bir zekât vardır."

hadisi ile farz kılınmıştır. Ancak bu yükümlülük için arazinin öşür arazisi nev'inden olması gerekir.

Deve, sığır, manda, koyun ve keçiye de İslâm'ın belirlediği ölçülere göre zekât gerekir.

5) Hac. Sözlükte; saygı gösterilen yere gitmek; bir terim olarak ise; hac mevsiminde, ihramlı olarak Ka'be'yi Muazzama'yı ziyaret etmek, Arafat'ta durmak ve diğer hac ibadetlerini yapmak demektir.

Hac ibadetinin farz oluşu da Kitap, sünnet ve icmâ delilleriyle sabittir. Ayette şöyle buyurulur:

    "Yoluna gücü yeten herkesin, o Ev'i hac etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 97).

Allah elçisi,

    "Hac sırasında yapılacak ibadetlerinizi benden alınız." (Ahmed b. Hanbel, III / 318, 366)

buyurarak söz ve fiilleriyle haccın yapılış şeklini göstermiştir.

Hac münâsebetiyle dünyanın her yerinden Hicaz'da bir araya gelen Müslümanlar, dilleri, renkleri örf ve âdetleri ayrı bile olsa, aynı inanç ve ideal etrafında kaynaşırlar; birbirini incitmeden, hayvanlara, hatta bitkilere bile zarar vermeden en yüce duygular içinde ibadetlerini yaparlar. Herkes elbiselerini çıkarıp iki parça havlu ile ihrama girer; böylece zenginlik, yoksulluk, soy sop kalkar, tam bir eşitlik meydana gelir. Bu ibadeti samimiyetle yapıp dönen Müslüman anasından yeni doğmuş gibi günahlarından arınır. Allah Resulu (asm) şöyle buyurmuştur:

    "Haccedip de cinsi münasebet ve buna yol açan şeyleri yapmayan, fısk-u fücur işlemeyen kimse, anasından yeni doğduğu gündeki gibi (günahlardan temizlenmiş olarak) döner." (Buhârı, Muhsar 9, 10; Nesâî, Hac 4; İbn Mâce, Menâsik 3; Ahmet b. Hanbel, II / 229, 410, 494).

Bir kimseye haccın farz olması için bu kimsenin Müslüman, akıllı, ergin, hür, yeterli vakte sahip, sağlıklı, gidiş-geliş süresi içinde yol masrafı ile kendisinin ve aile fertlerinin geçiminin temin edilmiş olması gereklidir. Yapılacak haccın sahih olması için, ihramlı olarak Arafat'ta vakfe ve Kâbe'yi tavaf etmek lâzımdır.

Print this item

  İmanın Şartları
Posted by: SeliM35 - 10-24-2025, 11:46 AM - Forum: islam Akaidi Bilgileri - No Replies

İmanın Şartları

İmanın şartı 6 tanedir. İmanın şartları aşağıda tek tek açıklanmıştır. İmanın, altı şeye inanmak olduğunu, Resûlullah (s.a.v.) bildirmiştir. İmanın şartları sırasıyla;

1- Allah'a inanmak
2- Meleklere inanmak
3- Kitaplara inanmak
4- Peygamberlere inanmak
5- Ahiret hayatına inanmak
6- Kaderin, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak

Allah’a imanın geçerli olabilmesi için de şu altı şarta eksiksiz olarak iman edilmesi gereklidir.

Peygamber Efendimiz (S.a.v.) imanın şartları ile ilgili hadis;

    “İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.” (Buhari)

İmanın şartları açıklamalı

1- Allah'a iman; Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud (varlığı lazım olan) ve hakiki mabud ve bütün varlıkların yaratıcısıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allahü teâlâ zamandan, mekandan münezzehtir. Hiçbir şeye benzemez.

Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inandım, iman ettim, kalbimle tasdik, dilimle ikrar ettim demektir. Allahü teâlâ vardır ve birdir. Bütün ibadetler yalnızca  O’na yapılır.

    "Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar". (Bakara suresi, 4. ayet)

2- Meleklere iman; Melek, Allahü teala tarafından yaratılmış, erkeklik ve dişilikleri olmayan ve Allahü teala'ya itaatten ayrılmayan gözle görülmeyen nuranî varlıklardır.

Melekler nurdan yaratılmışlardır. Yemezler, içmezler uyumazlar, doğuğ doğurmazlar. Yüce Allah'ın emirlerine asla isyan etmezler. Hiçbir günah işlemezler. Devamlı Allah'a ibadet ederler. Bizler ruhumuzu göremediğimiz gibi melekleri de göremeyiz.

3- Kitaplara iman; Allahü Teala, kullarına peygamberleri aracılığıyla kitaplar göndermiştir. Bu kitaplarda, Allah'ın emirleri ve yasakları bildirilmiş, kulların yapması gereken görevler öğretilmiş, dünya ve ahirette mutlu olmanın yolları gösterilmiştir.

Allahü Tealanın kitaplarına inanmakta imanın şartları arasındadır. Müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanarak iman eder.

    "Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız." (Hicr suresi, 9. ayet)

4- Peygamberlere iman; Peygamber, Allah ile insanlar arasında elçi olarak görevlendirilen Allah'ın emirlerini bildiren doğru yolu gösteren Allah elçileridir. Peygamberler insanlara yol gösterici olarak gönderilmiştir.

Allahü Tealanın peygamberlerine inanmak, iman etmek imanın 4. şartıdır. Müslümanlar, peygamberlerin hepsine inanarak iman eder. Peygamberlere iman etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin Allahü teala tarafından seçilmiş sadık, dogru sözlü olduklarına inanmak demekdir.

5- Ahiret hayatına iman; Ahiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen devam eden bir hayattır. İmanın beşinci şartı, Ahiret gününe imandır. Ahirete, öldükten sonra dirilmeye inanmak imanın şartlarındadır. Ahiret hayatı insanın öldüğü gün başlar.

    "Ahiret daha hayırlı ve bâkîdir." (Alâ suresi, 17)

6- Kaderin, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine iman; Kader, hayır ve şerrin Allahü tealadan olduğuna imandır. İmanın altıncı şartıdır. Kaderin, hayır ve şerlerin hepsinin Allahü tealadan olduğuna iman etmeyi bildirmektedir.

    "Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216. ayet)

Print this item

  İslamın Şartları
Posted by: SeliM35 - 10-24-2025, 11:45 AM - Forum: islam Akaidi Bilgileri - No Replies

İslamın Şartları


İslamın şartı 5 tanedir. İslamın şartları aşağıda tek tek açıklanmıştır. İslamın şartları sırasıyla;

1- Kelime-i Şehadet getirmek
2- Namaz kılmak
3- Oruç tutmak
4- Zekat vermek
5- Hacca gitmek

Şehadet etmek dışındaki şartlar ameli şartlar yani davranışsal şartlardır.

Peygamber Efendimiz (S.a.v.) islamın şartları ile ilgili hadis;

    “İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkan bulduğun zaman Kâbe’yi ziyaret (hac) etmendir.”

İslamın şartları açıklamalı

1- Kelime-i Şehadet getirmek; Kelime-i Şehadet; "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü" demektir. Anlamı ise;"Ben şehadet ederim ki, (Yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki) Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür."

Resulullaha inanmak demek, Onun bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak ve hepsini beğenmek demektir. Kelime-i Şehadeti söyleyen kişi Müslüman olur ve bundan sonra İslam hukukunun Müslümanlara tanıdığı tüm haklara sahip olur.

2- Namaz kılmak; Namaz, İslam'ın beş şartından biri olan, günün belli vaktilerinde ve abdest alınarak yerine getirilen ibadettir. Namaz kılmak, akllı olan ve büluğ çağına giren her erkek ve kadın müslümana farzdır. Adem aleyhisselamdan beri, her dinde bir vakit namaz vardı. Hepsinin kıldığı bir araya toplanarak, Hz. Muhammed aleyhisselama inananlara farz edildi.

    "Ey iman edenler, rüku edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz." (Hac Suresi, 77)

3- Oruç tutmak; Oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmaya başlamasından itibaren güneş batıncaya kadar yememek, içmemek ve cinsel ilişkiden uzak durmak suretiyle yerine getirilen bir ibadettir. Her Müslümanın ramazan ayında fecrin başlamasından ki bu sabah namazından güneş batıncaya akşam namazına kadar yemeyi, içmeyi ve şehevi arzuları terk ederek oruç tutmaladır.

Oruç, yalnız aç ve susuz kalmak değildir. Bir hayvanı veya inanmayan bir kimseyi bir odaya hapsedip aç, susuz bırakmakla oruç tutturulmuş olmaz. Oruçtan maksat, sabır, şükür, nefis terbiyesidir.

4- Zekat vermek; Zekat, nisap miktarı yani borçlarını düştükten sonra alacaklarıyla beraber elinde 96 gram değerinde, para veya ticaret malı olanın kırkta birini zekat vermesi farzdır. Zekat maddi durumu iyi olan herkesin, her sene fakir veya muhtaçlara verilmesi gereken sadakadır. Meyve ve tarla mahsulünün de onda birini fakire vermek farzdır. Bu onda bir zekata da uşur denir.

    "Zekat vermeyene Allahü teâlâ lanet eder." (Nesai)

5- Hacca gitmek; Hac, Müslümanların özel bir zamanda bir ibadeti yapmak kasdıyla Mekke'de bulunmasıdır. Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk çocuğunu geçindirmeye yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, Kâbe-i şerifi tavaf etmesi ve Arafat’ta durması farzdır. Haccın vücub ve eda şartları vardır.

Print this item

Dini-1 Say Nedir? Say İbadeti Nasıl Yapılır?
Posted by: SeliM35 - 10-24-2025, 11:31 AM - Forum: Hac ve Umre - No Replies

Say Nedir? Say İbadeti Nasıl Yapılır?

Tavaf bittikten sonra say yapılmalıdır.

Safa tepesine gelinerek kıbleye doğru dönülür. “Allah’ım senin rızan için umre sa’yi yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve benden kabule eyle” diyerek niyet edilir. Eller duada olduğu gibi açılır; tekbir, tehlil ve salavat getirilerek dua edilir. Merve tepesine doğru dua ve zikir ile yürünür. Erkeklerin yeşil ışıklar ile belirlenen yerden koşar gibi hızlı adımlarla yürümesine hervele denir. Merve tepesine gelince Safa tepesindeki gibi dua ve zikirler, aynı şekilde yapılır. Safa’dan Merve’ye yürüyüşle “bir şavt, yani tur” tamamlanmış olur.

Dua ve zikirden sonra tekrar Merve’den Safa’ya doğru yürünür. Burada da erkekler, yeşil ışıklar ile belirlenen yerde koşar gibi hızlı adımlarla yürümelidir. Safa tepesine gelince Merve tepesinde yapılan dua ve zikirlerin aynısı tekrar edilir. Merve’den Safa’ya bu geliş ile ikinci şavt da tamamlanmış olur.

Bu şekilde tam olarak 7 tur yapılır. Say esnasında dua kitaplarında hazırlanmış olan Say duaları okunabileceği gibi arzu edilen şekilde de dua edilebilir. Yedinci turda Merve tepesine gelindiğinde sa’y biter. Say bitince tıraş olunup, ihramdan çıkılır.

Sayda, Hz. Hacer annemizin oğlu İsmail aleyhisselam’a su bulabilmek için girdiği arayış örnek alınmalıdır. Çünkü say sırasında Hz. İsmail’in susuzluğu idrak edilmekte, bu susuzluk ancak ilahi bir arayış ve teslimiyetle giderilmektedir.

Sa'y ne demektir? Sa'y nasıl yapılır?

Say, hac ibadeti ile ilgili bir terim olarak, hac veya umre için yapılan bir tavaftan sonra, Mescid-i Haram’ın doğu tarafında bulunan Safa ve Merve tepeleri arasında, Safa’dan başlayarak dört kere gidip üç kere gelmek demektir.
Sa'y kaç şavttan oluşur?

Safa’dan Merve’ye gidiş bir şavt, Merve’den Safa’ya dönüş de bir şavt olmak üzer say toplam yedi şavttan ibarettir.

Say ibadetinden dolayı önem kazanan bu iki tepeye "Merveteyn" adı da verilmiştir.

Kur'an ve Hadislerde Sa'y

Kur’an-ı Kerîm’de, Safâ ile Merve’nin Allah tarafından konulmuş sembollerden ve hac ile umre ibadetinin yapıldığı yerlerden olduğu belirtilmiştir.

“Safâ ile Merve Allah’ın nişânelerindendir; dolayısıyla hac veya umre yaparak Beytullah’ı ziyaret eden bir kimsenin bu yerleri tavaf etmesinde kendisi için bir günah yoktur. Kim gönüllü bir iyilik yaparsa bilsin ki Allah iyiliği mükâfatıyla karşılayan ve çok iyi bilendir.” Bakara 158

Peygamberimiz (sas), “Say edin, çünkü Allah sa’y etmeyi size yazdı.” buyurmuştur. (Ahmed, VI, 420)

Say'in Farzları (Şartları Ve Rükünleri) Nelerdir?

Sa’yin geçerli olması için yerine getirilmesi gereken bazı şartlar vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

a) Umre sa’yini, ihramlı olarak umre tavafından sonra yapmak

b) Hac Sa’yini, ihrama girdikten sonra geçerli yapmak

c) Hac sa’yini, hac ayları içinde yapmak

d) Geçerli bir tavaftan sonra yapmak

e) Sa’yi Safa ve Merve tepeleri arasında yapmak

f) Sa’ye Safâ tepesinden başlayıp Merve tepesinde bitirmek

g) Sa’yin en az dört şavtını yapmak

Sa’yin Vacipleri Nelerdir?

a) Gücü yeten kimsenin sa’yi yürüyerek yapması

b) Sa’yi yedi şavta tamamlamak

c) Umrenin sa’yini ihramlı olarak yapmak

Sa’yin Sünnetleri nelerdir?

a) Sa’yi, tavafı yaptıktan ve tavaf namazını kıldıktan sonra ara vermeden yapmak.

b) Sa’yi abdestli olarak yapmak.

c) Elbisede ve bedende namaza mani pislik (necaset) bulunmaması

d) Hacer-i Esvedi istilam ettikten sonra Safa tepesine doğru ilerlemek.

e) Safa ve Merve tepelerine çıkıldığında Kâ’be’ye yönelerek tekbir, tehlil ve salavat getirmek ve dua etmek. Dua sırasında elleri açarak göğe doğru kaldırmak menduptur.

f) Sa’yin her şavtında Kâ’be’yi görebilecek şekilde Safa ve Merve tepeleri üzerine çıkmak. En üst kısımlara doğru tırmanmağa çalışmak ise mekruhtur.

g) Her şavtta, Safa ile Merve tepeleri arasındaki iki yeşil ışık arasında “hervele” yapmak. Kadınlar hervele yapmazlar.

h) Sa’y sırasında tekbir, tehlil ve dua ile meşgul olmak.

ı) Sa’yin şavtlarını peş peşe yapmak

Sa’y nasıl yapılır?

Tavaf tamamlanıp Hacer-i Esved istilam edildikten sonra sa’yin yapılacağı yere doğru ilerlenir. Safa tepesine yaklaşıldığında, “Şüphesiz Safa ile Merve Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac veya umre niyeti ile Kâ’be’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse bunda bir günah yoktur. Her kim gönlünden koparak bir hayır işlerse şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir” ( Bakara, 2/158) anlamındaki ayet okunur ve sa’ye niyet edilir.
Umre sa’yinin niyeti

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أُرِيدُ سَعْيَ الْعُمْرَةِ فَيَسِّرْهُ لِي وَ تَقَبَّلْهُ مِنِّي

Allah’ım Umre sa’yi yapmak istiyorum. Bunu bana kolaylaştır ve kabul eyle.

“Allah’ım! Senin rızan için Safa ile Merve arasında yedi şavt olarak umrenin sa’yini yapmaya niyet ediyorum”
Haccın sa’yinin niyeti

َللّٰهُمَّ إِنِّي أُرِيدُ سَعْيَ الْحَجِّ فَيَسِّرْهُ لِي وَ تَقَبَّلْهُ مِنِّي

Allah’ım Hac sa’yi yapmak istiyorum. Bunu bana kolaylaştır ve kabul eyle.

“Allah’ım! Senin rızan için Safa ile Merve arasında yedi şavt olarak haccın sa’yini yapmaya niyet ediyorum” diye yapılır.

Sa’y yapacak kimse, Kâ’be görülebilecek kadar Safa tepesine çıkar. Kâ’be’ye dönerek: diye tekbir ve tehlil getirir, eller kaldırarak dua eder. Buradan Merve tepesine doğru yürümeğe başlar. Yürürken yine tekbir, tehlil ve dua ile meşgul olur. Yeşil ışıklarla belirlenmiş olan yere gelindiğinde erkekler “hervele” yapar. Sonra normal yürüyüşe devam eder. Merve tepesine yaklaşıldığında ayetini okunur. Merve tepesine çıkıp Kâ’be’ye döner, tekbir ve tehlil getirir, ellerini kaldırıp dua ve niyaz da bulunur. Böylece bir şavt tamamlamış olur. Tekrar Safa tepesin doğru yürür. Yeşil ışıkların bulunduğu yerde yine erkekler süratli ve çalımlı bir şekilde koşarak yürürler. Yürüyüş sırasında tekbir, tehlil ve dua ile meşgul olur. Safa tepesine ulaşıldığında ikinci şavtı tamamlamış olur. Şavtlar Safa’dan Merve’ye dört gidiş ve Merve’den Safa’ya üç dönüş olmak üzere yedi şavt tamamlanıncaya kadar devam eder. Şavtlar yapılırken tekbir ve tehlil dışında mesnun dualar veya Kur’an okunur.


SA'Y

Çalışma, gayret sarfetme, koşma, yürüme; Hac veya umre ibadeti esnasında Harem-i Şerif'in yanında bulunan Safa ile Merve tepeleri arasında dört gidiş üç dönüş olmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifade eden bir fıkıh terimi. Sa'y'ın temeli, İsmail (a.s)'ın annesi Hz. Hacer'in su bulmak amacıyla bu iki tepe arasında koşuşturmasına dayanmaktadır. İbrahim (a.s), Allah Teâlâ'nın emriyle Hz. Hacer'i henüz bir bebek olan İsmail (a.s) ile birlikte suyun ve hiç bir insanın bulunmadığı bugünkü Harem'in yanına bıraktı. Yanlarında bir kırba su ve bir miktar da yiyecek vardı. Bir müddet sonra kırbadaki su ve yanlarındaki erzak tükendi. Çocuk susuzluktan çırpınmaya başladı. Hz. Hacer, birilerini görebilmek için biraz ileride bulunan Safa tepesine çıktı, etrafa bakındı; ancak kimseyi göremedi. Buradan aşağıya doğru inerek karşı taraftaki Merve tepesine doğru yürüdü. Merve tepesinden de kimseyi görmesi mümkün olmamıştı. Bunun üzerine tekrar Safa tepesine geri döndü ve bu gidiş gelişi yedi defa tekrarladı. O iki tepe arasındaki çukur yere indiği zaman eteğini toplayarak koşuyordu. Çünkü buradan çocuğu bıraktığı yer görülmüyordu: Sonuçta ümidini yitiren Hz. Hacer, İsmail (a.s)'ın yanına döndü ve orada bir su kaynağının akmakta olduğunu gördü (Buhârî, Enbiya, 9). Allah Teâlâ, onları Zemzem'le rızıklandırmış ve böylece onları, Beyt-i Atik (eski beyt, Kâbe)'in bulunduğu yerin mamur hale getirilmesine sebep kılmıştır. Daha sonra tekrar buraya gelen İbrahim (a.s), Allah Teâlâ'nın emriyle İsmail (a.s) ile birlikte Beytullah'ı inşa etmişti. Cebrail (a.s), ona gelerek haccın ne şekilde yapılacağını öğretmişti. Böylece Sa'y, haccın bir parçası olarak devam edegelmiştir. İbn Abbas'dan, Rasûlüllah (s.a.s)'in Hz. Hacer'in kıssasını anlatırken şöyle dediği nakledilmektedir:

    "İşte insanların (hacıların) Safa ile Merve arasında say etmelerinin sebebi budur." (Buhârî, aynı bab).

Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:

    "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın şiarlarındandır. Her kim Beyt'i hacceder yahut umre yaparsa bunların arasında say etmesinde bir beis yoktur." (el-Bakara, 2/ 158).

Câhiliye döneminde Safa ile Merve tepeleri üzerinde iki put bulunmaktaydı. Umretul-Kaza esnasında Müslümanlar; "Bu iki tepe arasında nasıl tavaf ederiz? Çünkü biz cahiliye döneminde bu iki put için burada sa'y ederdik. Şimdi biliyoruz ki putlara saygı göstermek ve Allah'dan başka her hangi bir şeye ibadet için yönelmek O'na şirk koşmaktır. Bu iki taş arasında tavaf etmemiz de bunlardan biridir. Allah tarafından bugün İslâm gelmiş bulunmaktadır. İbadet kastıyla onunla birlikte başka bir şeyi yüceltmek için bir yol bulunmamaktadır" diyerek, sa'yetmekten çekindiler. Bunun üzerine; "Muhakkak ki Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir..." âyeti nâzil oldu (İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l Beyân, Mısır 1968, II, 45). Aişe (r.anha)'den rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Cahiliye devrinde, Ensar deniz kenarında bulunan İsaf ve Naile adlarındaki iki put için telbiye getirirlerdi. Sonra Mekke'ye gelerek Safa ile Merve arasında sa'y yaparlar, peşinden de traş olurlardı. İslâm gelince câhiliye döneminde yapmakta oldukları gibi sa'yetmekten çekindiler. Bunun üzerine; "Safa ile Merve Allah'ın şeairindendir..." âyeti nâzil oldu [Müslim, Hac, (43) 261; Buhârî, Hac, 79; Değişik rivayetler için bk. Taberî, a.g.e., II, 45, vd.].

Safa ile Merve arasında sa'y etmenin hükmü hakkında alimler üç farklı görüş etrafında toplanmışlardır. Şafiî ve Malikî'ler sa'yın haccın rükünlerinden biri olduğunu ve terkedenin haccının sahih olmadığını kabul etmişlerdir [İbn Kudame, el-Muğnî, Mısır (t.y), III, 389]. Aişe (r.anha), şöyle demiştir:

    "Rasûlüllah (s.a.s) Safa ve Merve arasında sa'y etmiştir. Müslümanlar da aynı şekilde sa'y ettiler. Böylece sa'y sünnet olmuştur. Ömrüme yemin olsun ki; Allah Teâlâ, Safa ile Merve arasında sa'y etmeyenin haccını kabul etmez." [Müslim, Hac, (43) 260].

Habibe binti Ebi Şecra'dan rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Kureyş'ten kadınlarla birlikte Ebû Hüseyin'in ailesinin evine girdik. Rasûlüllah (s.a.s), Safa ile Merve arasında sa'y ediyordu. Biz de ona bakıyorduk. Sa'y'ın şiddetinden elbisesi beline dolanmıştı ve hatta ben dizlerini gördüğümü bile söyleyebilirim. O, sa'y yaparken şöyle diyordu:

"Sa'y ediniz. Zira Allah onu sizin üzerinize yazmıştır (farz kılmıştır) ". Buna göre, Sa'y, hac ve umrede Beytullah'ı tavaf etmek gibi haccın rükünlerindendir (İbn Kudame, a.g.e., aynı yer, Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Terc. Tayyar Tekin, İstanbul 1987, II, 143).

Hanefîler, sa'y'ın haccın rükünlerinden olmayıp, vaciblerinden olduğuna hükmetmişlerdir. Buna göre say'ı bir özürden dolayı terk eden kimseye bir şey lazım gelmez. Özürsüz olarak terk eden kimsenin üzerine haccın vaciplerinden birini yerine getirmediği için kurban kesmek vacib olur (Kasânî, Bedâyiu's-Sanayi, Beyrut 1982, II, 134).

Bu görüş sahipleri; "Safa ile Merve arasında say yapmasında bir sakınca yoktur." âyeti, onları tavaf edenler için bir günahın sözkonusu olmadığını, ortaya koymaktadır. Âyetin ifade şekli, sa'y'ın rükün değil mübah olduğuna delalet etmektedir. Ancak, Rasûlüllah (s.a.s)'in "Onlar arasında sa'y yapması bunu bize vacib kılmıştır." demektedirler (M. Ali Sabunî, Revâiul-Beyan Tefsiri Ayatil-Safa ile Merve arasında sa'yetmek haccın rükünlerindendir. Ahkâm, Dımaşk 1980, I, 140). İbn Kudame, Hanefilerin görüşünü tercih ederek, "Çünkü sa'y'ı vacib kılan delil mutlak vucûbiyetine delalet etmektedir. O olmadan haccın tamam olmayacağına delil teşkil etmemektedir" der (İbn Kudame, a.g.e., II, 389).

İbn Abbas, Enes b. Malik, İbn Zübeyr ve İmam Ahmed'den bir rivayete göre, sa'y, sünnet olup, onu terkeden kimseye bir şey gerekmez. Bu görüşü benimseyenler, "Safa ile Merve arasında say yapmasında bir sakınca yoktur" âyetinin, sa'y yapan için bir beis olmadığını ortaya koyduğunu; vacib olmadığına delalet ettiğini söylemektedirler. Ubey ve İbn Mes'ud'un mushafında, âyet; "Onların arasında tavaf etmemekte bir beis yoktur" şeklinde geçmektedir. Bu her ne kadar Kur'an'dan değilse de, bir haber niteliğindedir. Yani Kur'an'ın tefsiri mahiyetindedir (İbn Kudame, aynı yer, Seyyid Sâbık, a.g.e., II,143) demektedirler.

Sa'y'ın Yapılış Şekli

Tavafı bitiren kimse, Makam-ı İbrahim'in arkasında iki rekat namaz kılar ve Hacerül-Esved'i istilam ettikten sonra, Safa kapısından Safa tepesine çıkar. Safa ve Merve tepelerinin en üst noktasına çıkmak sa'y'ın şartlarından değildir. Ancak, Beytullah'ı görecek kadar yukarı çıkılır. Sa'y esnasında kişinin, adımlarıyla bu iki tepeyi birleştirmesi gerekir. İki tepe arasını tam olarak yürümeyen kimsenin say'ı, bunu tamamlayana kadar yerine getirilmiş olmaz. Sa'y, Safa tepesinden başlar ve yedinci şavt'ın sonunda Merve tepesinde biter. Sa'y'ın dört gidiş üç geliş olmak üzere yedi şavt olması hakkında icma vardır. Bu say'ı tamamlamayanın sa'y'ı sahih olmaz. Sa'y'ın Safa ile Merve arasında uzanan yol boyunca yapılması gerekir. Hanefilere göre, tavaftan sonra yapılması, yedi şavta tamamlanması ve bir özür yoksa yürüyerek yapılması ve sa'y'a Safa tepesinden başlanması sa'y'ın vâciblerindendir. Sa'y'a Merve tepesinden başlayan kimsenin ilk şavtı geçersizdir. Sa'y'ın yedi şavt tamamlanıncaya kadar kesintisiz yapılması, sa'y yapan kimsenin temiz olması, iki yeşil sütun arasında remel yapması, tekbir, tehlil, salat ve selam getirmesi, dilediği şeyler için dua etmesi ve her iki tepe üzerinde de Beytullah'a yönelmesi sa'y'ın sünnetlerindendir. Şafiî, Mâliki ve Hanbelîler'de de sa'y'ın yapılış şekli hakkında bir farklılık bulunmamaktadır. Ancak, sa'y'ın unsurlarının farz, vacib, sünnet, mendup oluşları hakkında değişik ictihadlar söz konusudur (bk. Abdurrahman el-Cezîrî, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, Terc. Hasan Eğe, Ankara 1971, II, 140-143).

Sa'y ederken, iki tepe arasındaki çukur bölgede bulunan iki yeşil sütun arasında koşmak (remel) sünnettir. Umretul-Kaza esnasında Rasûlüllah (s.a.s), sa'y'ederken bu mahalde remel yaparak koşmuştur. Bunun sebebi, etraftaki tepelerden Müslümanları seyreden müşriklere karşı kuvvetli ve zinde görünmek istemesidir (Buhârî, Meğazî, 43). Rasûlüllah (s.a.s) Safa'dan vâdinin ortasına kadar yürüyordu, buradan çıkana kadar da koşuyordu (İbn Hanbel, III, 320, 388; Buhârî, Hac, 63; İbn Mâce, Menâsik, 84).

Rasûlüllah (s.a.s)'in sa'y esnasında koşarken, elbisesinin eteklerinin beline dolandığı ve dizlerinin göründüğü rivayet edilmektedir (İbn Kudame, III, 389). Sa'y esnasında kadınlar remel yapmazlar ve normal şekilde yürürler.

Rasûlüllah (s.a.s)'in sa'y'ı şöyle anlatılmaktadır:

"Rasûlüllah (s.a.s), tavafı bitirip, Makam-ı İbrahim'in arkasında iki rek'at namaz kıldı. Sonra Hacerul-Esved'i istilam etti. Peşinden de Safa kapısından Safa tepesine çıktı. Tepeye yaklaşınca: 'Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın şeairindendir.' âyetini okudu ve 'Sa'ye Allah'ın başladığı (âyette) gibi (Safa tepesinden) başlarız.' diyerek Safa'dan başladı. Kâbe'yi görene kadar Safa tepesinin üstüne çıktı. Sonra tekbir ve tehlil getirerek hamd etti ve peşinden;

'Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. Mülk O'nundur. Hamd da O'na aittir. O, diriltir ve öldürür. O, her şeye gücü yetendir. Allah'dan başka (tapınmaya layık) hiç bir ilâh yoktur. O, birdir ve ortağı yoktur. O, va'dini yerine getirdi, kuluna zafer verdi ve yalnız başına düşman hiziplerini yenilgiye uğrattı.'

dedi. Bu arada dua etti ve duasını üç defa tekrarladı. Sonra buradan inerek Merve'ye doğru yürüdü. İki tepenin arasındaki vadiye (çukur bölge) inince hızlı bir şekilde yürüdü (remel yaptı). Bu bölgeden çıkınca Merve'ye kadar normal yürüyüşüne devam etti. Merve tepesinin üzerine çıktığında, Safa'da yaptıklarını burada da tekrarladı ve sa'yını (yedinci şavtın sonunda) Merve'de tamamladı." (İbn Mâce, Menasik, 84; Ayrıca bk. İbn Kudame, a.g.e., III, 385 vd.).

Print this item