Welcome, Guest
You have to register before you can post on our site.

Username
  

Password
  





Search Forums

(Advanced Search)

Forum Statistics
» Members: 4
» Latest member: WebmasterEmrah
» Forum threads: 2,195
» Forum posts: 2,350

Full Statistics

 
Dini-1 Namaz farz, vacip ve sünnetlerine bağlı kalınarak nasıl kılınır? iftitah tekbiri
Posted by: SeliM35 - 08-24-2019, 04:58 AM - Forum: Namaz ve Dua - No Replies

   

Namaz farz, vacip ve sünnetlerine bağlı kalınarak nasıl kılınır? Namazda iftitah tekbiri - Vitir namazı

Namazda iftitah tekbiri nasıl alınmalı,

Araplarla bizim tekbirimiz neden farklı? Arap kardeşler, ellerini göğüs üzeri kaldırıp omuz hizasına kadar, hanımların tekbir alışına benzer tekbir alıyorlar, baş parmağı kulaklara kadar kaldırmadan..

İftitah tekbirini alırken yapılan farklı uygulamalar mezhep farkından kaynaklanmaktadır. Bunlar da Peygamber Efendimizin (  asm) uygulamalarına dayanmaktadır. Bu nedenle her Müslüman kendi hak mezhebine göre ibadetlerini yapmalıdır.

İftitah tekbiri almak namazın farzlarındandır. Ancak bu takbiri alırken elleri kaldırmak sünnettir. Erkekler, ellerini, başparmakları kulak yumuşaklarına değecek kadar, kadınlarsa ellerini parmak uçları omuzlarına kavuşacak şekilde göğüslerinin hizasına kadar kaldırıp o vaziyette Allâhü Ekber derler. Bu esnada parmakların normal şekilde açık bulunması ve avuç içlerinin de Kâ`be`ye dönük bulunması gerekir.

Ellerin kaldırılması hususunda, bâzı âlimler, tevhide işarettir demiştir. Bâzıları, dünya işlerini arkaya atıp bütün varlığıyla kıbleye ve namaza yönelmek içindir demiştir. İbn-i Ömer (  ra)`den rivayet edilir ki  : 

    "Namaza başlarken el kaldırmak, namazın zinetidir (  süsüdür). Her kaldırışta on sevap vardır. Her parmağa bir sevab düşer."

İftitah "başlamak, kapıyı açıp girmek" anlamındadır. İftitah tekbiri (  tahrîme), namaza başlarken alınan tekbir olup "Allahü ekber" cümlesini söylemektir. İftitah tekbiri, bütün mezhep imamlarına göre farz olmakla birlikte Hanefî imamlar bunu rükün değil şart olarak, diğer üç mezhep imamı ise rükün olarak değerlendirmiştir. İftitah tekbiri Hanefî mezhebinde rükün değil şart olmakla birlikte, rükünlere çok yakın oluşu sebebiyle, bir rükün gibi değerlendirilmesi ve rükünler arasında ele alınması yanlış olmaz.

İftitah tekbirinin şart veya rükün kabul edilmesi şeklindeki görüş ayrılığının pratik sonucu şudur  :  Bir kimsenin setr-i avret, necâsetten tahâret veya istikbâl-i kıble şartını, iftitah tekbirinden sonra yerine getirmesi durumunda kıldığı namaz, iftitah tekbirini şart sayanlara göre geçerli, rükün sayanlara göre ise geçersizdir. Söz gelimi kolu başı açık olarak tekbir alıp namaza duran bir kadın iftitah tekbirinden sonra kolunu başını örtse Hanefî imamlara göre namazı geçerli, ötekilere göre geçersizdir.

Bilen ve söylemekte güçlük çekmeyen kişi iftitah tekbirinde "Allahü ekber" demelidir. Allah'ı yüceltme, O'nun büyüklüğünü ikrar anlamı taşıyan “Allahü kebîr”, "Allahü azîm" gibi başka sözlerle tekbir alındığında, farz yerine gelmiş olur. Fakat "estağfirullah" (  Allah'tan bağışlanmak dilerim) veya "bismillah" gibi dua anlamı taşıyan ifadelerle tekbir alınacak olursa farz yerine gelmiş olmaz. Yine bir kimse Arapça dışında bir dilde tekbir getirecek olsa, Ebû Hanîfe'ye göre bu da yeterlidir.

Hz. Peygamber (  asm)'in tekbir alırken ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığına dair rivayet bulunduğu gibi, kulak hizasına veya kulaklarının üstü hizasına kadar kaldırdığına dair rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin birleştirilmesi durumunda, tekbir alırken başı hafifçe öne eğerek başparmak kulak memesine değecek şekilde elleri kaldırmanın uygun olduğu belirtilmiştir.

Şafii ve Malikilere göre omuzların hizasına kadar kaldırmak adab ve faziletten kabul edilmiştir.(  Zuhayli, II, 14)

Hanefilerde esah olan görüşe göre elleri kaldırmanın zamanı tekbirden öncedir. Yani önce eller kaldırılıp sonra tekbir getirmektir. Niyet eller kaldırılmadan önce getirilir. Eller kaldırıldıktan sonra tekbir almadan hangi namazı kılacağını bilmek de niyet yerine geçer.

Namaza başlamadan önce niyet etmek farzdır. Ancak bunu dil ile söylemek şart değildir. Namaz hususunda niyet, Allah rızası için namaz kılmayı dilemek ve kılınacak namazın hangi namaz olduğunu bilmek ve içinden geçirmek demektir.

İftitah tekbiri alırken ellerin kulak hizasına kadar kaldırılmasıyla ilgili rivayetler  : 

Abdulcebbar b. Vail (  r.a), babasından naklederek şöyle diyor  : 

    “Rasûlullah (  s.a.v)’in arkasında namaz kıldım. Namaza başlayacağında tekbir alır, ellerini kulakları hizasına kadar kaldırır, sonra Fatiha sûresini okuyor, Fatiha bitince 'Amîn!..' diyordu. Âmîn derken sesini yükseltiyordu.” (  İbn Mâce, İkametü’s Salat  :  14; Dârimi, Salat  :  38  )

Abdulcebbar b. Vail (  r.a), babasından naklederek, babası Vail,

    “Rasûlullah (  s.a.v)’i namaza başlarken ellerinin baş parmaklarını kulak memelerinin hizasına kadar kaldırdığını gördüğünü söyledi.” (  Dârimi, Salat  :  31; Ebû Davud, Salat  :  116).

Namaz farz, vacip ve sünnetlerine bağlı kalınarak nasıl kılınır? Bütün namazların baştan sona nasıl kılınacağını açıklamalı olarak öğrenebilir miyim?.

Namaz hocası gibi küçük kitaplarda bu gibi malumatlar güzel bir şekilde izah edimiştir. Böyle bir ilmihal kitabı alarak namaz konusunda neleri öğrenmeniz gerektiğine bakabilirisniz.

Sabah Namazının Kılınışı  : 


Sabah namazı iki rek'at sünnet, iki rek'at da farz olmak üzere dört rek'attan ibarettir. Önce sünnet kılınır.

Şöyle ki  :  Namazın şartlarının hepsi yerine getirildikten sonra, kıbleye dönülüp sabah namazının sünnetini kılmaya kalben niyet edilir. Dil ile de yavaşçacık  :  "Niyet ettim Allah rızası için sabah namazının sünnetini kılmaya" denilir. Bundan sonra, eller kulakların hizasına kadar kaldırılıp, başparmaklar kulak yumuşağına değdirilir. Ve avuç içleri Kâbe'ye dönük şekilde parmak araları açılır ve "Allahü Ekber" denilerek iftitah tekbiri alınır. Tekbir alındıktan sonra sağ el ile sol elin bileği tutularak, eller göbeğin altına konur. (  Kadınlar ise tekbir alırken ellerini omuz hizasına kaldırıp göğüsleri üzerine bağlarlar. Sağ eli sol elin üzerine koyarlar.

Eller de bu şekilde bağlandıktan sonra, önce "Sübhâneke" okunur. Sonra "Eûzü-Besmele" çekilerek "Fâtiha-i Şerîfe" sonuna kadar okunup "amin" denilir. Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okunur. Böylece namazın kıyam ve kırâet rükünleri tamamlanmış olur. Kırâet bitince eller yanlara salıverilir ve "Allahü Ekber" denilerek rükû'a gidilir. Rükû'da parmak araları açık olarak ellerle dizkapakları tutulur. Sırt ve bel yere paralel olarak düz hâle getirilir. Ayaklar da bükülmeden dik tutulur. Rükûda iken üç kere "Sübhâne rabbiye'l-azîm" denir. (  Rükû' hâlinde kadınlar parmak aralarını açmazlar ve dizlerini tutmazlar, sadece ellerini dizler üzerine koyarlar. Ayrıca dizlerini de dik değil bükük bulundururlar. Yere paralel olacak şekilde eğilmelerine de lüzum yoktur.)

Sonra "Semiallahü limen hamideh" diyerek rükû'dan kalkılır. Ayakta iken "Rabbenâ leke'l-hamd" denir. Sonra "Allahü Ekber" denilerek secdeye kapanılır. Secdeye inerken önce dizler, sonra eller konur. Baş da eller arasına konarak alın ve burun yere yapıştırılır. Secdede el ve ayak parmakları kıbleye dönük tutulur. (  Kadınlar secdede kollarını yanlarına ve uyluklarını karınlarına yapıştırır ve yere doğru alçalır ve yapışırlar.) Secdede üç defa "Sübhâne rabbiye'l-a'lâ" denir. Sonra "Allahü Ekber" diyerek secdeden kalkılıp bir kere "Sübhânallah" diyecek kadar oturulur. Sonra tekrar "Allahü Ekber" denilerek aynı şekilde ikinci bir secde yapılır. İkinci secdenin tesbihleri söylendikten sonra "Allahü Ekber" denilerek tekrar ayağa kalkılır. Böylece birinci rek'at bitmiş ikinci rek'ata kalkılmış olur.

İkinci rek'atta sadece "Besmele" çekilerek "Fâtiha ve zamm-ı sûre" okunur. YukarIda tarif ettiğimiz şekilde rükûa ve secdeye gidilir. İkinci secdeden sonra sol ayak yere yayılıp üstüne oturulur. Sağ ayak ise parmakları kıbleye dönük şekilde içeri kıvrılır. Eller uyluklar üzerine konur. İki secde arasındaki oturuşlar da aynen böyledir. (  Kadınlar ayaklarını sağ tarafa yatırarak otururlar). Bu oturuşta önce "Tehıyyât" okunur. Arkasından "salâvatlar ve dualar" okunur. Duaların okunuşu bitince önce sağ tarafa dönülerek  :  "Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah" diye selâm verilir. Sonra da sol tarafa aynı şekilde selâm verilir.

Böylece iki rek'atlı sabah namazının sünneti bitmiş olur. Sabah namazının sünnetinin bütün kırâet, tesbih ve tekbirleri gizli olarak yapılır. Sabahın farzı da aynen sünneti gibi kılınır. Sadece başta niyet ederken "Bugünkü sabah namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir. Bir de niyetten önce kâmet getirilir. (  Kadınlar kâmet getirmezler). Sabah namazının farzının kırâetleri cehren de okunabilir.

Öğle Namazının Kılınışı  : 

Öğle namazı dört rek'at sünnet, dört rek'at farz ve iki rek'at da son sünnet olmak üzere on rek'attır. Önce sünneti kılınır. Sünneti kılmak için evvelâ şu şekilde niyet edilir  :  "Niyet ettim ya Rabbi bugünkü öğle namazının sünnetini kılmaya..." Sonra aynen sabah namazının sünneti gibi iki rek'at kılınır. İkinci rek'atta oturulduğunda sadece "Tehıyyât" okunur. Salâvat ve dualar okunmadan "Allahü Ekber" diyerek üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü ve dördüncü rek'atlar da aynen birinci ve ikinci rek'atlar gibi kılındıktan sonra, ikinci kere oturulur. Bu oturuşta "Tehıyyât" ile beraber "salâvat ve dualar" da okunarak selâm verilir. Böylece öğlenin sünneti tamamlanmış olur. Üçüncü rek'ata kalkıldığında "Fatiha"dan önce sadece "Besmele" çekilir. "Sübhâneke ve eûzü" okunmaz.

Öğlenin farzı da sünneti gibidir. Yalnız niyet ederken öğlenin farzını kılmaya niyet edilir. Bir de üçüncü ve dördüncü rek'atlarda sadece "Fâtiha" okunur, "zamm-ı sûre" okunmaz. Bu, sadece öğlenin farzında değil, bütün farz namazlarda böyledir. İlk iki rek'atta "zamm-ı sûre" okunur. Üç ve dördüncü rek'atlarda okunmaz.

Öğlenin son sünneti de tıpkı sabahın sünneti gibi kılınır. Sadece niyet ederken "öğlenin son sünnetine" diye niyet edilir. Öğlenin sünnet ve farzında kırâet gizli yapılır.

İkindi Namazının Kılınışı  : 

İkindi namazı, dördü sünnet, dördü de farz olmak üzere sekiz rek'attır. Önce sünneti kılınır. Evvelâ  :  "Bugünkü ikindinin sünnetini kılmaya" diye niyet edilir. Sonra aynen öğlenin sünneti gibi kılınır. Yalnız ikinci rek'atın sonundaki ilk oturuşta, öğlenin sünnetinde sadece "Tehıyyât" okunurken, ikindinin sünnetinde "salâvatlar" da okunur. Dualar okunmadan, "Allahü Ekber" denilerek üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü rek'atta da namaza yeniden başlanır gibi, "Sübhâneke" okunarak "Eûzü-Besmele" çekilir ve "Fâtiha" ile "zamm-ı sûre" okunur. Dördüncü rek'at ise öğleninki gibi normal şekilde kılınır.

İkindinin farzı, öğlenin farzı gibidir. Sadece niyetler farklıdır. İkindi de öğle gibi gizli okuyuşla kılınır.

Akşam Namazının Kılınışı  : 

Akşam namazı üçü farz, ikisi sünnet olmak üzere beş rek'attır. Önce farz kılınır. Önce akşamın farzına niyet edilerek namaza durulur. İlk iki rek'at diğer namazların farzları gibi kılındıktan sonra oturulur. Sadece "Tehıyyât" okunarak üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü rek'atta sadece "Fâtiha" okunarak rükû'a ve secdeye gidilir. Secdeler bitince ikinci kere oturulur. "Tehıyyât, salâvat ve dualar" okunarak selâm verilir.

Farzdan sonra sünnete niyet edilerek tıpkı sabahın sünneti gibi iki rek'at sünnet kılınır. Akşam namazının farzı da, sabahın farzı gibi cehren, yani sesli bir okuyuşla kılınabilir.

Yatsı Namazının Kılınışı  : 

Yatsı namazı, dördü sünnet, dördü farz, ikisi son sünnet ve üçü de vitir olmak üzere on üç rek'attır. Yatsının sünneti önce niyet edilerek tıpkı, ikindinin sünneti gibi kılınır. Yani ilk oturuşta, "Tehıyyât"tan sonra salâvatlar da okunur.

Yatsının farzının kılınışı ise, niyet hariç öğle ve ikindinin farzının aynısıdır.

Son sünnet de, akşamın sünnetiyle aynı şekilde kılınır. Fark sadece niyetlerdedir.

Vitir Namazının Kılınışı  : 

Vitir namazı ise üç rek'attır. Kılınışı şöyledir  :  Önce niyet edilerek namaza durulur. Birinci ve ikinci rek'atlar aynen sabahın sünnetinde tarif ettiğimiz şekilde kılınır. İkinci rek'atın sonunda oturulur, "Tehıyyât" okunarak üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü rek'atta "Besmele" çekilip "Fâtiha ve zamm-ı sûre" okunur. Bundan sonra rükû'a eğilmeyerek eller kulaklara kaldırılıp tekbir alınır. Ve tekrar eller bağlanıp, "Kunut duaları" okunur. "Kunut duaları" bittikten sonra rükû' ve secdeye gidilir. Secdeden sonra oturularak "Tehıyyât, salâvat ve dualar" okunarak selâm verilir.

"Kunut duasını" bilmeyen kimse, "Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr" âyetini okuyabilir. Üç kere "Allahümme'ğfirlî" de diyebilir. Üç kere "Yâ Rab" demesi de câizdir.

* Vitir namazı sadece Ramazanda cemaatle kılınır. İmam olan zât namazı cehrî kıldırır; "Kunut" ise gizli okunur. Ramazan dışında vitri cemaatle kılmak mekruhtur.


NAMAZLARDA OKUNACAK SURE VE DUALARI

Kunut Duaları  : 

"Allahümme innâ neste'înüke ve nestağfirüke ve nestehdîke ve nü'minü bike ve netûbü ileyke ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleyke'l-hayra küllehü neşkürüke ve lâ nekfürüke ve nahle'u ve netrükü men yefcürük."

"Allahümme iyyâke na'büdü ve leke nusallî ve nescüdü ve ileyke nes'â ve nahfidü nercû rahmeteke ve nahşâ azâbeke inne azâbeke bilküffâri mülhık."

Sübhaneke Duası  : 

"Sübhânekellâhümme ve bi hamdik ve tebârakesmük ve teâlâ ceddük (  ve celle senâük) ve lâ ilâhe gayrük." (  "ve celle senâük" sadece cenâze namazında okunur, diğer zamanlarda okunmaz.)

Fatiha Suresi  : 


"Elhamdü lillâhi rabbil’âlemîn. Errahmânirrahîm. Mâliki yevmiddîn. İyyâke na’büdü ve iyyâke neste’în. İhdinas-sırâtal müstekîm. Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayrilmagdûbi aleyhim ve leddâllîn." (  amin)

Fil Suresi  : 

"Elem tera keyfe fe’ale rabbüke bieshâbilfîl. Elem yec’al keydehüm fî tadlîl. Ve ersele aleyhim tayran ebâbîl. Termîhim bihicâratin min siccîl. Fece’alehüm ke’asfin me’kûl."

Kureyş Sûresi  : 

"Liîlâfi Kureyşin. Îlâfihim rihleteşşitâi vessayf. Felya’büdû Rabbe hâzelbeyt. Ellezî et’amehüm min cû’in ve âmenehüm min havf."


Maun Suresi  : 

"Era eytellezî yükezzibü biddîn. Fezâlikellezî, yedu’ulyetîm ve lâ yehuddu alâ ta’âmilmiskîn. Feveylün lilmusallîn. Ellezîne hüm an salâtihim sâhûn. El-lezîne hüm yürâûne. Ve yemne’ûnelmâûn."

Kevser Suresi  : 


"İnnâ e’taynâkelkevser. Fesalli lirabbike venhar. İnne şânieke hüvel’ebter."

Kafirun Suresi  : 

"Kul yâ eyyühelkâfirûn. Lâ a’büdü mâ ta’büdûn. Ve lâ entüm âbidûne mâ a’büd. Ve lâ ene âbidün mâ abedtüm. Ve lâ entüm âbidûne mâ a’büd. Leküm dînüküm veliye dîn."

Nasr Suresi  : 

"İzâ câe nasrullahi velfeth. Ve raeytennâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ. Fesebbih bihamdi rabbike vestagfirh, İnnehü kâne tevvâbâ."

Tebbet Suresi  : 

"Tebbet yedâ ebî Lehebin ve tebbe. Mâ agnâ anhü mâlühû ve mâ keseb. Seyaslâ nâren zâte leheb. Vemraetühû hammâletelhatab. Fî cîdihâ hablün min mesed."

İhlas Suresi  : 

"Kul hüvallâhü ehad. Allâhüssamed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad."

Felak Suresi  : 

"Kul e’ûzü birabbilfelak. Min şerri mâ halak. Ve min şerri gâsikýn izâ vekab. Ve min şerrinneffâsâti fil’ukad. Ve min şerri hâsidin izâ hased."

Nas Suresi  : 

"Kul e’ûzü birabbinnâsi. Melikinnâsi. İlâhinnâs. Min şerrilvesvâsilhannâs. Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâsi. Minelcinneti vennâs."

Ettahıyyatü duası  : 

"Ettehıyyâtü lillâhi vessalevâtü vettayyibât. Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh, Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-Sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh."

Allahümme salli duası  :
 


"Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrâhime ve alâ âli İbrâhim. İnneke hamîdün mecîd."

Allahümme barik duası  : 


"Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârakte alâ İbrâhime ve alâ âli İbrâhim. İnneke hamîdün mecîd."

Rabbenâ duası  : 

"Rabbenâ âtinâ fid’dünyâ haseneten ve fil’âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr."


VİTİR NAMAZI

Tek,tek başına olan şey, yatsı namazından sonra kılınan üç rek'at namaz.

Vitir namazı, üç rekatlı bir namazdır. Yatsı namazının son sünnetinden sonra kılınır. Namazının vakti, yatsı namazının vakti ile aynıdır, yatsı namazının vaktinin bitimi ve sabah namazının vaktinin başlangıcı ile son bulur.

Vitir namazına, "niyet ettim Allah rızası için bu günkü vitir namazını kılmaya" diye niyet edilir. Normal olarak iki rek'at kılınır. İki rekatın sonundaki oturuşta "et-Tahiyyât" okuduktan sonra üçüncü rekata kalkılır. Besmele ile Fatiha ve bir miktar Kur'ân okunduktan sonra, Allahu ekber deyip tekbir alınır, eller bağlanır ve Kunut duası okunur. Sonra "Allahu ekber" diyerek rükû ve secdelere gidilir. Ondan sonra oturulur ki, bu son oturuştur. Bu oturuşta "et-Tehiyyât", "salli-barik" ve "Rabbenâ" duaları okunur ve iki tarafa selâm verilir (  İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar,Mısır, 1966, II, 5, vd).

Vitir namazı Kur'an'da geçmemektedir. Fakat hakkında çeşitli hadisler mevcuttur. Bazısının meâli şöyledir  : 

"Ey Kur'ân ehli, vitir namazını kılın! Çünkü Allah tektir, tek'i sever" (  Buhârî, Deavât, 69; Müslim, Zikir, 5-6; Nesâî, Kıyâmü'l-Leyl, 27; Tirmizî, Vitir, 2; EbuDâvud, Vitir, 1).

"Üç Şey vardır ki, bana farzdır. Fakat size farz değildir. Kuşluk namazı, kurban namazı ve vitir namazı" (  ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, II, 105).

Allah size bir namazı daha fazladan ilâve etmiştir. Bu namaz da vitir namazıdır. Vitir namazını, yatsı ile sabah vakti doğuncaya kadar geçen zaman içinde krlın" (  Ahmed b. Hanbel, el-Müsned,180, 206, 208; V, 242; VI, 7).

"Vitir haktır. Beş rek'at ile vitir namazını kılmak isteyen, kılsın. Üç rek'at ile kılmak isteyen, kılsın ve tek rek'at ile kılmak isteyen, yine kılsın" (  Nesâî, Kıyamü'l-Leyl, 40; Ebû Dâvud, Vitir, 3; İbn Mâce, İkâme, 123).

Hz. Aişe validemiz (  r.an); "Hz. Peygamber üç rek'at ile vitir kılar ve üç rekatın sonunda selam verirdi" demiştir (  ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, II, 118  ). İbn Ömer ve İbn Abbas da; "Vitir namazı, gecenin sonunda kılınan bir rekattır" demişlerdir (  Müslim, Müsâfirûn,153; Ebû Davud, Vitir, 3; Nesaî, Kıyâmu'l-Leyl, 34).

Ebû Hanife yukarıdaki hadislere dayanarak, vitir namazını bayram namazları gibi vacip olarak kabul etmiştir. Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhep imâmlarına göre ise, vitir namazı müekked sünnettir.

Hanefilere göre vitir namazı üç rekattır ve sonunda selam verilir. Delil olarak da, Hz. Aişe'nin rivayet ettiği hadisi gösterirler. Mâlikîlere göre vitir namazı bir rekattır. Ondan önce yatsının farzından sonra kılınan iki rek'at sünnet bulunur. Bunların arası selam ile ayrılır. Hanbelîlere göre de, vitir namazı bir rekattır. Fakat üç veya daha çok rek'at olarak da kılınabilir. Şâfiîlere göre vitir namazının en azı bir rek'at, en çoğu on bir rekattır. Bir rek'attan fazla kılınacaksa, önce iki rekata niyet edilir ve sonunda selâm verilir. Sonra vitir namazının bir rekatına niyet edilir ve sonunda selâm verilir (  el-Kasanî, Bedaiu's Sanai' Beyrut, 1974, I, 270 vd.; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Dımaşk, 1984, I, 820).

Vitir namazı, yalnız Ramazanda cemaatla kılınır. İmam bu namazı açıktan kıldırır. Kunut duasını tercih edilen görüşe göre, imam da cemaat da gizli okurlar. Ramazan ayının dışında vitir namazını cemaatla kılmak mekruhtur.

Mesbûk namazını kılan kişi, ikinci rek'atta mı, yoksa üçüncü rek'atta mı olduğundan şüphe ederse, bulunduğu rek'atta Kunut duasını okur, rükû ve secdelerden sonra bir rek'at daha kılar ve yeniden Kunut duasını okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur, et-Tehiyyatü, salli barik ve Rabbenâ dualarını okur, selâm ile namazını tamamlar.

Vitir namazının dışındaki namazlarda, Kunut duası okunmaz. Ancak İmam Şâfiî ve İmam Malik'e göre, her zâman, sabah namazlarının ikinci rekatında, rükûdan sonra ayakta Kunut duası okunur. Bu durumda kunut duasını okumak, Mâlikîlere göre müstehap ve Şâfiîlere göre sünnettir. Bir de Şâfiîlere göre, Ramazan ayının ikinci yarısında vitir namazının son rekatında, rükûdan sonra Kunut duasını okumak menduptur (  ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, II,123; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 826 vd).

Sabah namazında Kunut duasını okuyan Şâfiî ve Malikî imama uyan bir Hanefî, Kunut duasını okumaz, susar ve imâm Kunut duasını bitirinceye kadar ayakta bekler.

Kunut duasını bilmeyen, okumaktan aciz olan bir kişi, onun yerine "Rabbenâ âtinâ..." âyetini okuyabilir. Yahutta üç kere  :  "Allahümmeğfirlî (  Allahım beni mağrifet et)" diyebilir. Bunların yerine üç kere  :  "Ya Rabbi (  ey Rabbim)" demesi de caizdir (  et-Tahtâvî, Hayiye, Mısır, 1970, 312).

Uygun görülen kunut duası şöyledir  : 

"Allahümme innâ nesteînuke ve nestağfruke ve nestehdike ve nu'minu bike ve netubu ileyke ve netevekkelu aleyke ve nusnî aleyke'l-hayra kullahû neşkuruke velâ nekfuruk ve nahla'u ve netruku men-yefcuruk.

Allahümme iyyâke ne'budu ve leke nusallî ve nescüdü ve ileyke nes'â ve nahfidu narcû rahmeteke ve nahşâ azabek inne azâbeke bi'l-küffâri mulhik" (  et-Tahtavî, Haşiye; 307 vd.)

Anlamı  :  "Allah'ım!.. Biz şüphesiz senden yardım ve mağrifet ister, senden hidâyet dileriz. Seni tasdik eder, günahlarımıza tevbe eder, sana itimad ederiz. Seni bütün hayırlar ile senada zikirde bulunur, nimeti itiraf ile sana şükrederiz. Seni inkâr etmeyiz. Sana isyan edip duranları reddeder, terkederiz; kendileriyle ilişkimizi keseriz. Allahım!.. Biz ancak sana ibâdet ederiz, senin için namaz kılarız, sana secde ederiz. Senin rızanı ve kulluğunu elde etmek için çalışır, koşarız. Senin rahmetini umar, azabından korkarız. Şüphe yok ki, senin hak olan azabın kâfirlere erişicidir. "

Kunut duasını okumak vacip olduğu için, unutulduğu takdirde, namazın sonunda sehiv secdesi yapılır.

Vitir namazı yine vacip olduğundan, zamanında kılınmadığı takdirde, kazası gerekir. Vitir namazı, zamanında normal olarak nasıl kılınıyorsa, kaza edilince de, aynı şekilde kılınır (  İbn Hümâm, Fethu'l-Kadir, Mısır 1315, I, 300 vd).

Şafii mezhebine göre vitir namazı cemaatle kılınabilir mi? Vitir namazı nasıl kılınır?

Şafii mezhebine göre; vitir namazı farz namazlara bağlı sünnetlerin en müekkedi ve en önemlisidir. Yatsı namazının farzından sonra kılınır. En azı bir; en çoğu on bir rekattır. Fazilet bakımından en azı üç rek'attır. En faziletli kılınış şekli iki rek'atta bir selam vermek ve tek rek'atı en son ayrı bir niyetle kılmaktır.

Vitir namazı üç rek'at kılındığında Fatiha'dan sonra birinci rek'atta "Sebbihisme rabbike'l â'la" suresini, ikinci rek'atta "Kâfirun" suresini ve son rek'atta 'İhlas, Kuleûzu bi rabbilfalak ve Kuleûzu birabbinnas" sure­lerini okumak sünnettir. Beş rekat veya daha çok kılındığında, mezkur sure­lerin son üç rek'atta okunması yine sünnettir.

Vitir namazı farzlara bağlı diğer sünnetler gibi cemaatla değil, tek ba­şına kılınır. Ancak Ramazan ayında on altıncı gecesinden itibaren son ge­cesine kadar son rek'atın rükuûndan itidala kalkınca, itidal halinde iken Kunut Duası'nı okumak sünnettir.

Ondan ön­ce şunu okumak da sünnettir  : 

    "Allahumme inna nestaînuke ve nestağfiruke ve nestehdike ve nü'minu bike ve netevekkelu âleyke ve nüshi aleyke'l-hayva küllehü neşkürüke ve la nekfüruke ve nahlau ve netrüku men yefcüruke, Allahumme iyyake na'budu ve leke nusalli ve nescüdu ve ileyke nesâ ve nahfidu nercu rah-metike ve nahşa azabeke. Inne azabeke bil küffari mülhık."

Şafii mezhebinde okunan Kunut duası  : 

    "Allahümmehdina fiymen hedeyte. We â fina fimen âfeyte. We tevellena fimen tewelleyte. We bariklena fıyma â'tayte. We kına şerre ma kadayte. Feinneke takdina wela yukda âleyke. We innehu la yezillü men waleyte. Wela yeîzzü men âdeyte. Tebarekte Rabbena we teâleyte. Felekel hamdu âla ma kadayte. Nestağfirüke we netuwbu ileyke. We sallallahu âla seyyiddina Muhammedin we âla alihi we sahbihi we sellem."

Şafi olan bir kimse, Hanefi imama uyarsa;

Şafiî kunutu gibi, Hanefî mezhebindeki kunut duası da Hz. Peygamber (  asm)’den rivayet edilmiştir. Bu sebeple bilenlerin bunu okumasında da bir sakınca yoktur.

Şafiî mezhebinde ancak Ramazanın 15. gününden sonra vitir namazında kunut okunur. Bunu da hatırlamakta fayda vardır.

Namaz kılan kişi, Kunut'un bir kısmını okumazsa, bunun için sehiv sec­desi yapması sünnettir.

Sabah namazında, Hanefî mezhebindeki bir imama tâ­bi olarak namaz kılan Şafiî mezhebindeki bir kişinin, selâmdan sonra sehiv secdesi yapması sünnettir.

Vaktinde kılınmayan vitir namazını kaza etmek sünnettir. Vakte bağlı na­file namazların da, vakitlerinde kılınamamaları durumunda vitir gibi kaza edil­meleri sünnet olur.

Musibetvari şiddet olaylarının vuku bulması, felâket ve mihnetlerin başa gelmesi zamanlarında, bütün vakit namazlarında Kunut duası okunabilir. Bu durumda imam da tek başına namaz kılan kişi de -namazları sessiz kıraatli namazlardan olsa bile- Kunut duasını sesli okurlar. İmama uyarak na­maz kılmakta olan kişi ise, imamın duasına karşılık âmin der. Bu durumda Ku­nut'un bir kısmı okunmazsa, sehiv secdesi gerekmez.

Şafii mezhebine uyan bir kimse, imam rükudan kalktıktan sonra hemen “Rabbena atina...” duasını okuyup veya “Allahumme’ğfir lî” deyip ardından secdeye varmak suretiyle bu görevini yerine getirmiş olur. Kanaatimizce böyle yapmak, tek başına vitir namazını kılıp da kunut duasını okumaktan daha sevaplıdır. Çünkü burada cemaat sevabı da vardır.

Hanefî mezhebine göre ise, bu gibi durumlarda sadece sabah namazın­da Kunut duası okunabilir. Diğer vakit namazlarında okunmaz.

Şafiî mezhebine mensup bir imamın arkasında sabah namazını kılmakta olan Hanefî mezhebine mensup bir kişi, ikinci rek'atın rükûundan sonra Kunut duasını okumaya başlayan imamını, ellerini yan taraflarına salmış vaziyette susarak dinler.(  İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, II/9).


Şafi mezhebine göre vitir namazı ile ilgili hükümler nelerdir?

Vitir namazı müekked sünnetlerdendir. Hanefî mezhebine göre ise bu na­maz vaciptir. Vitir namazıyla ilgili olarak sevgili Peygamberimiz şöyle buyur­muştur  :  "Gece en son namazınızı vitir namazı olarak kılın.'' (  Buhârî, Vitir, 4; Ahmed. el-Müsned, 2/20, 102, 143.)



Vitir namazının en azı bir, en çoğu ise on bir rek'attır. Tek rek'atla yetin­mek caiz ise de evlâ değildir.

Vitri bir rek'attan fazla kılan kişinin, bu namazı bitişik olarak, yani son rek'atı kendinden önceki rek'ata bitiştirerek kılması caizdir. Şöyle ki  :  Vitri beş rek'at olarak kılacak olan kişi, iki rek'at kıldıktan sonra selâm ve­rir. Sonraki üç rek'atı da tek selâmla kılar. Bu üç rek'atı birbirinden ayırarak, yani 2+1 rek'at şeklinde kılması da caizdir. Beş rek'at olarak kılan kişi, son rek'atı ayırdığı takdirde, önceki dört rek'atı bir veya iki selâmla kılmış olmasıfarketmez. Bitişik olarak kılması halinde iki teşehhüdden fazla oturması caiz olmaz. Vitri kılmanın en faziletli şekli, birbirinden ayrı olarak kılınmasıdır.Vitrin vakti, akşam namazıyla birlikte akşam vaktinde cem'-i takdim şek­linde kılınsa bile, yatsı namazından sonra başlayıp fecr-i sâdıkın doğuşuna kadar devam eder. Geceleyin uyanacağına güvenen kişinin, vitri gecenin il­kinden sonraya ertelemesi sünnettir. Aynı şekilde gece namazlarından sonra­ya erteleyip bu namazları vitirle sona erdirmek de sünnettir.Vitir namazını ramazan ayında cemaatle kılmak ve bu ayın ikinci yarısın­da vitrin son rek'atında Kunut duası okumak da sünnettir.Yine her gün sabah namazının farzının ikinci rek'atında, rükûdan kalktık­tan sonra Kunut duası okumak da sünnettir. Kunut, Allah'a övgü ve duayı kap­sayan bütün sözlerdir. Ancak sünnet olanı, yüce Peygamberimiz'den nakledi­len şu duadır  : 

Tek başına namaz kılan kişi bu duayı okurken tekil zamirleriyle okumalı­dır. Şöyle ki  :  "İhdinâ ve âfinâ" şeklinde değil de, "ihdinî ve âfinî" şeklinde te­laffuz ederek duayı kendi şahsı için yapmalıdır. Yalnız "tebârekte rabbenâ" cümlesindeki çoğul zamirini tekile çevirmemeli, yani "tebârekte rabbî" deme­melidir.İmam ise duaların tamamını çoğul zamiri ile okumalı, meselâ "ihdinî ve âfinî" şeklinde değil de, "ihdinâ ve âfinâ" şeklinde okumalıdır. İmamın kıldığı namaz kaza olsa bile Kunut'u sesli okuması sünnettir.Tek başına vitir namazını kılan kişinin kıldığı bu namaz eda olsa bile Ku­nut duasını sessizce okuması sünnettir.İmama uyarak namaz kılmakta olan kişiye gelince o, ellerini açarak se­maya kaldırmalı ve imamın okuduğu dualara âmin demelidir.

Namaz kılan kişi, Kunut'un bir kısmını okumazsa, bunun için sehiv sec­desi yapması gerekir. Sabah namazında Hanefî mezhebindeki bir imama tâ­bi olarak namaz kılan Şafiî mezhebindeki bir kişinin selâmdan sonra sehiv secdesi yapması sünnettir.Vaktinde kılınmayan vitir namazını kaza etmek sünnettir. Vakte bağlı na­file namazların da, vakitlerinde kılınamamaları durumunda vitir gibi kaza edil­meleri sünnet olur.Musibetvari şiddet olaylarının vuku bulması, felâket ve mihnetlerin başa gelmesi zamanlarında, bütün vakit namazlarında Kunut duası okunabilir.

Hanefî mezhebine göre ise bu gibi durumlarda sadece sabah namazın­da Kunut duası okunabilir. Diğer vakit namazlarında okunmaz.

Bu durumda imam da tek başına namaz kılan kişi de -namazları sessiz kıraatli namazlardan olsa bile- Kunut duasını sesli okurlar. İmama uyarak na­maz kılmakta olan kişi ise, imamın duasına karşılık âmin der. Bu durumda Ku­nut'un bir kısmı okunmazsa, sehiv secdesi gerekmez.Şafiî mezhebine mensup bir imamın arkasında sabah namazını kılmakta olan Hanefî mezhebine mensup bir kişi, ikinci rek'atın rükûundan sonra Kunut duasını okumaya başlayan imamını, ellerini yan taraflarına salmış vaziyette susarak dinler.(  İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, 2/9,)

CUM'A NAMAZI


Cum'a günü öğlen namazı vakti içinde bir hutbeden sonra cemaatle ve cehren kılınan iki rekat farz-ı ayn namaz.

Cum'a Arapça bir isim olup, "toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir. Sözlükte cumua ve cumea şeklinde de okunur. Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekat farz namazın da adıdır. Cum'a gününe, müslümanların ibadet için mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir (  Zebidî, Tâcu'l-Arüs, V, 306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 97, 98  ).

Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube" denirdi (  Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99). Süheylî'ye göre bu isim süryânîce olup "rahmet" manasına gelmektedir. Cum'a'dan sonraki günler de "şeyar  :  cumartesi", "evvel  :  pazar", "ehven  :  pazartesi", "cebar  :  salı", "debar  :  çarşamba", "mûnes  :  perşembe" idi. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren, bir rivayete göre Hz. Peygamber'in (  s.a.s.) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir. İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivayete göre de bu ad cum'a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir  :  "Hz. Peygamber (  s.a.s.) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil olmadan önce Medineliler cum'a namazı kılmışlardı." Ensâr  :  "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim." dediler. Bunun üzerine  :  "sebt  :  cumartesi günü yahudilerin, ahad  :  pazar günü hristiyanların, o halde bunu arube  :  günü yapalım." demişlerdi. Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında toplandılar, Es'ad b. Zürâre (  r.a.) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz etti. Toplandıkları ana "cum'a" adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da cum'a ayeti nazil oldu (  Cum'a Suresi, 62/9)

İbn Hazm da  :  "Cum'a ismi, İslâmî olup, İslâm'dan evvelki günlerde kullanılmazdı. Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi. İslâm döneminde o gün namaz için toplanıldığından "cum'a" ismi verilmiştir." der. İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (  s.a.s.) Selmân'a  :  "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye sorunca o da  :  "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." der. Bunun üzerine Efendimiz (  s.a.s.) "Senin atan Âdem (  a.s.)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi." buyurmuştur. Ebu Hüreyre'den rivayet edilen başka bir hadiste de  :  "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum'a günüdür  :  Âdem (  a.s.) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı. Bir de kıyamet Cum'a günü kopacaktır." buyurulmuştur. (  Müslim, Cumua, 5) Diğer bir rivayette de, yukardaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır  :  "..O gün tövbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyamet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin. "

İbn Hacer'e göre Cum'a Mekke'de farz olmuştur. Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke'de Cum'a kılmak mümkün olmamıştır. Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum'anın farz kılınması garip görünmektedir. Bu nedenle diğer âlimler, Mekke'de Cum'a için sadece izin verilmiş olabileceği kanaatindedirler. İbn Abbas'ın şu rivayeti de bu görüşü desteklemektedir  :  "Rasûlullah (  s.a.s.), hicret etmeden önce Cum'a namazının kılınması için izin verilmiştir. Fakat Mekke'de Cum'a kıldırmaya gücü olmadı. Onun için, daha önce Medine'deki müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus'ab İbn Umeyr'e mektup yazarak  :  "Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a iki rekat (  namaz) ile takarrub edin." Bu emir üzerine Mus'ab, Medine'de ilk Cum'a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medine'ye gelinceye kadar sürdürmüştür." (  Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, VI, 218, Dâre Kutnî'den naklen  :  İbn Sa'd, Tabakat, III, 118  ). Mus'ab (  r.a.)'ın Cum'a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, oniki idi.

İbn Hacer'in Cum'a namazının Mekke'de farz kılındığı halde, orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali uzaktır. Çünkü Cum'a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi. Ancak Cum'a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir. Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez. Çünkü Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir. Özellikle bu konu ibadetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür. Bu konuda cihada izin veren (  el-Hacc, 22/39) ayetini gözönünde bulundurabiliriz.

Diğer taraftan Cum'a namazının farziyetini bildiren ayet (  Cumâ, 62/9-11) bilindiği gibi Medine'de ve Hicret'ten sonraki yıllarda nazil olmuştur. Bu durum ise bizlere abdestin farziyeti ile ilgili ayetin nüzulünü hatırlatmaktadır. Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları Medine'de nazil olmuştur. Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir. Bu, hükmü pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzül için gerektirici bir münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı olabilir.

Cum'a'yı ilk kıldıranların Es'ad İbn Zürâre ile Mus'ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus'ab'ın, Medine'nin merkezinde ve Peygamber'in (  s.a.s.) emri üzerine Cum'a namazı kıldırdığı; Es'ad'ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber'in (  s.a.s.) emri gelmeden kıldırdığı söylenebilir. Hz. Peygamber (  s.a.s.)'in kıldırdığı ilk Cum'a namazı, Ranuna' denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir. Hz. Peygamber (  s.a.s.) Medine'ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba'da Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi*nin temelini attı; sonra Cum'a günü Medine'ye gitmek için yola çıktı. Benu Sâlim yurduna gelince Cum'a namazı vakti girmişti. Orada hutbe okuyup ilk defa Cum'a namazını kıldırdı. Bu, Hz. Peygamber'in kıldırdığı ilk Cum'a namazıdır. Cum'a'yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur. Medine haricinde ilk Cum'a namazı kılınan yer de Bahreyn'de "Cevâsa" da Abdi Kays Mescidi'dir.

İslâm'da Cum'a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve değeri vardır. Diğer semâvi dinlerde de Cum'a gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir. Ebû Hüreyre'den Allah Rasûlû'nün şöyle dediği nakledilmiştir  :  "Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilafa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahudilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır. " (  Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no  :  856. Müslim'in lafzı az farklıdır).

Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir  :  "Rasûlullah (  s.a.s.)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir  :  "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda dua edenin duası kabul olunur. " (  Ahmed b. Hanbel, İstanbul 1981, II, 311)

"Her kim Cum'a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte yola çıkarsa bir sığır kurban etmiş gibi olur. Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur. Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş gibi olur. Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur. İmam Cum'a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur'ân-ı dinlerler. " (  Müslim, Cumua, 2, hadis no  :  850)

Cum'a namazını terk edenler için de hadis-i şeriflerde şu tehditler varid olmuştur  :  "Birtakım insanlar ya Cum'a namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden olurlar. " (  Müslim, Cumua, 12, hadis no  :  865)

"Her kim önemsemediği için üç Cum'a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler. " (  Ebû Davûd, Salât 210)

"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur. " (  Buhârî, Cumua, 6)

Cum'a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sabittir. Cum'a sûresinin dokuzuncu âyetinde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur  : 

"Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah'ı anmağa koşun; alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. "

İbn Mâce'de mevcut Hz. Câbir (  r.a.)'den rivâyet edilen şu hadis, Cum'a'nın farziyyetinin sünnetle delilidir  : 

"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tövbe ediniz. (  Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek suretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (  Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız. hem de (  Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki  :  Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adaletli yahutta zâlim bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tövbe edinceye kadar. Artık kim tövbe ederse, Allah, onun tövbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki  :  Hiç bir kadın bir erkeğe imam olmasın. (  Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip imam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye imam olmasın. " (  İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no  :  1081).

Hz. Peygamber'in Benu Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum'a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu söylenir. Bu mescide sonradan "Mescid-i Cum'a" adı verilmiştir. Cum'a âyetinin Mekke'de nâzil olduğu da ihtimal dahilindedir. Peygamber (  s.a.s.) Cum'a hutbesi için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan kölesinin ılgın ağacından yaptığı üç ayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum'a hutbelerini okumuştur. Yeni minber gelip de Peygamber (  s.a.s.) hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur. Bu hâdise Hz. Peygamber'in bir mucizesi olarak "Cizu'n-nahle" adıyla meşhur olmuştur.

Peygamber (  s.a.s.) camiye girince, cemaata selam verir; minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selamdan sonra otururdu. Bu oturuşa "Celsetu'l-istiraha" denir. Bilâl ezan okumağa başlar; bitirince, Peygamber (  s.a.s.) kalkarak hamd ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı muhtevî bir hutbe okurdu. Bir müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp, ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi. Kamet getirildikten sonra iki rek'at olarak Cum'a namazını kıldırırdı. Cum'a namazının ilk rek'atında ekseriyetle Cumu'a sûresini ve ikinci rek'atta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu. Cemaat en fazla Cum'a namazında toplandığı için, Cumu'a sûresini okumakla, onlara cum'a'nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu. Sonraları ilk rek'atta A'lâ ve ikincide de Câşiye sûrelerini okuduğu rivâyet edilmiştir.

Halife Hz. Ebû Bekir ve sonra Hz. Ömer (  r.a.) zamanında bu şekilde Cum'a namazı kılındı ise de; Halife Hz. Osman (  r.a.) zamanında şehrin nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikâmet ettiği gözönünde tutularak, namaz vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan okutturulmağa başlandı. Bu ezan Zavra'da okunuyordu. Hz. Osman'ın okuttuğu bu ezan (  dış ezan) diğer memleketlerde de okunmağa başlandı. Kendisinden seksen sene sonra Hişam b. Abdu'l-Melik de bu dış ezanın hariçte, mesela Medine'nin Zavra'sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, camiin minaresinde okunmasını emretti.

Böylece kitap, sünnet ve icmai ümmet ile sabit olan Cum'a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır. İki rek'at olan Cum'a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle namazını dört rek'at olarak kılarlar. Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret şartlarından başka Cum'a namazının farziyet ve edâsının şartları vardır.

Cum'a Namazının Farz Olmasının Şartları

Cum'a namazı; namaz, oruç, hac, zekât kelimeleri gibi, fıkıh usulü açısından "kapalı anlatım (  mücmel)" özelliği olan bir terimdir. Bu yüzden onun kılınış şekil ve şartları âyet, hadis ve sahabe açıklamalarına ihtiyaç gösterir. Çünkü Allah elçisi "Namazı benim kıldığım gibi kılınız" (  Buhârî, Ezan, 18; Edeb, 27) buyurmuştur.

Câbir b. Abdullah'ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti  : 

"Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır" (  Ebû Dâvud, I, 644, H. No  :  1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Bu istisnaların dışında kalan her müslüman erkek bu namazla yükümlü demektir. Buna göre şartlar şöyledir  : 

A) Erkek olmak  :  Cum'a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez (  es-Serahsî, II, 22, 23; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, I, 591, 851-852).

B) Hür olmak  :  Hürriyetten yoksun bulunan esir ve kölelerle, ceza evindeki hükümlülere, Cum'a günü öğle namazını kılmaları yeterlidir. Cum'a namazı farz değildir. Ancak anlaşmalı (  mükâteb) kölelerle, kısmen azad edilmiş kölelere farzdır. Kendisine Cum'a namazı farz olmayan köle esir veya mahkumlar her ne sûretle olursa olsun, Cum'a'yı kılmış olsalar, sahih olur.

C) Mukîm olmak  :  Yolcuya Cum'a namazı farz değildir. Çünkü o, yolda ve gittiği yerlerde genel olarak güçlüklerle karşılaşır. Eşyasını koyacak yer bulamaz veya yol arkadaşlarını kaybedebilir. Bu sebeple ona bazı kolaylıklar getirilmiştir.

D) Hasta olmamak veya bazı özürler bulunmamak  :  Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere Cum'a farz olmaz. Yine, hasta bakıcı, aciz ihtiyar, gözü görmeyen, ayaksız, kötürüm ve müslümanlar Cum'a'yı kılarken onların güvenliğini sağlamakla görevli olan emniyet nöbetçisi gibi özrü bulunanlar, vakit bulunca öğle namazı kılmakla yetinirler. Ancak bu kimseler cemaatle Cum'a namazına katılırlarsa yeterli olur (  es-Serahsî, II, 22, 23; İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, I, 417)

Ayrıca, düşman korkusu, şiddetli yağmur ve çamur, ağır bir hastaya bakma gibi özürler de Cum'a namazını kılmamayı mübah kılan özürlerdir. Körün, elinden tutup camiye götürecek kimsesi olursa, Cum'a'yı kılması İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre farz olur. Üzerlerine Cum'a namazı kılması farı olmayan müslüman kimseler, Cum'a'yı kılmaya imkan bularak kılsalar, vaktin farzını eda etmiş olurlar, artık o günün öğle namazını kılmaları gerekmez. Cum'a namazı kılmaları farz olmayan kimseler, bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınıyor ise, öğle namazını cemaatle değil, yalnız başlarına kılarlar. Bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınmıyor ise, öğle namazlarını cemaatle kılabilirler.

Cum'a namazının sahih olması için gerekli şartlar (  edasının şartları)

Kılınan bir Cum'a namazının geçerli olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekir  : 

A) Cum'a Kılınacak Yerin Şehir veya Şehir Hükmünde Olması

Bu şart, bazı nakillere ve sahabe uygulamalarına dayanır. Hz. Ali'den şöyle dediği nakledilmiştir  :  "Cum'a namazı, teşrik tekbirleri, Ramazan ve Kurban Bayramı namazları, yalnız kalabalık şehir veya kasabalarda eda edilir. İbn Hazm (  ö. 456/1063) bu naklin sağlam olduğunu ortaya koymuş, Abdurrezzak aynı hadisi Ebû Abdirrahman es-Sülemî aracılığı ile Hz. Ali'den rivâyet etmiştir. Hz. Ali'nin sözü İslâm hukukçularınca bu konuda yeterli bir delil sayılmıştır.(  Abdurrezzak, el-Musannef, III,167-168, H. No  :  5175, 5177; İbn Ebi Şeybe bunu Abbad b. el-Avvâm'dan, benzerini Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn ve İbrahim en-Nehâî'den nakletmiştir; İbnu'l-Hümam, a.g.e., I, 409).

Bu konuda rivâyet edilen nakillerde geçen "kalabalık şehir" sözü İslâm hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir  : 

Ebû Hanife (  ö. 150/767)'ye göre valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri "kalabalık şehir" niteliğindedir. Ebû Yusuf (  ö. 182/798  ), halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed (  ö. 189/805), yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder.

İmam Şâfiî (  ö. 204/819) ve Ahmed İbn Hanbel (  ö. 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir. Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır ve kendilerine Cum'a namazı farz olur (  es-Serahsî, a.g.e. II, 24, 25; el-Kâsânî, I, 259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (  t.y.) I, 378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kahire (  t.y.) I, 81).

İmam Mâlik (  ö. 179/795)'e göre, mescidi ve çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır. Köy ve şehir kelimeleri eş anlamlıdır. Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez. Cum'a namazının küçük yerleşim merkezlerinde de kılınabileceğini söyleyenlerin dayandığı deliller şunlardır  : 

1) Ebû Hüreyre (  ö. 58/677), Bahreyn'de görevli iken Hz. Ömer'e Cum'a namazının durumunu sormuş, Hz. Ömer kendisine; "Nerede olursanız olunuz, Cum'a namazını kılınız" şeklinde cevap vermiştir.

2) Ömer b. Abdülazîz (  ö. 101/720), komutanı Adiy b. Adiy'e yazdığı mektupta, (  ahalisi) "çadırda yaşamayan herhangi bir köye gelince  :  orasının halkına Cum'a namazı kıldıracak bir görevli tayin et" demiştir.

3) İmam Mâlik, ashâb-ı kirâmın Mekke ile Medine arasında su başlarında Cum'a namazını kıldıklarını nakleder ve o yörelerde herhangi bir şehir bulunmadığını belirtir (  es-Serahsî, a.g.e., II, 23, Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, III, 45, 46).

4) İbn Abbas, Medine'deki Peygamber mescidinden sonra ilk Cum'a namazının Bahreyn'de "Cuvâsâ" denilen bir köy (  karye) de kılındığını söylemiştir (  Buhârî, Cum'a, II, (  I. s. 215); Bağavî, a.g.e., IV, 218; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., I, 409)

Cum'a namazının büyük yerleşim merkezlerinde kılınacağı görüşünde olan İslâm hukukçuları yukarıdaki delilleri şöyle değerlendirmişlerdir  : 

1) Hz. Ömer'in sözü, ashâb-ı kirâm arasında çöllerde ve sahralarda Cum'a namazı kılınamayacağı bilindiği için, "hangi şehirde bulunursanız bulunun, Cum'a namazı kılın" şeklinde anlaşılmıştır.

2) Ömer b. Abdülaziz'in sözü, kişisel bir görüş olduğu için delil sayılmamıştır.

3) Kendilerinde Cum'a kılındığı bildirilen "Eyle", Bahr-ı Kulzüm üzerinde önemli bir iskele, "Cuvasâ" da Bahreyn'de Abdulkays'a ait bir kaledir. Buraları "köy (  karye)" olsalar bile, devletçe tayin edilen yöneticileri ve zabıta kuvvetleri bulunduğu için şehir hükmünde sayılırlar (  Ahmed Naim, a.g.e., III, 46). İbn Abbas'ın sözünde, Cüvâsâ için, "köy" denilmesi, o devirlerde buranın "şehir" sayılmasına engel değildir. Çünkü onların dilinde karye kelimesi şehir anlamında da kullanılıyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu anlamda kullanılmıştır. Bu Kur'ân, iki köyden ulu bir adama indirilmeli değil miydi?" (  Zuhruf, 43/31). Âyetteki "iki köy (  karye)" den maksat Mekke ile Tâif'dir. Diğer yandan Mekke şehrine "Ümmü'l-Kura (  köylerin anası)" adı verilmiştir (  Şürâ, 42/7). Mekke'nin şehir olduğunda şüphe yoktur. Cuvâsa da bir kale olduğuna göre  :  hâkimi, yöneticisi ve âlimi vardır. Bu yüzden es-Serahsî (  ö. 490/1097), Cuvâsâ için eş anlamlısı olan "şehir (  mısr)" kelimesini kullanır (  es-Serahsî, a.g.e, II, 23) Abdurrezzak, Hz. Ali'nin Basra, Kûfe, Medine, Bahreyn, Mısır, Şam, Cezire ve belki Yemen'le Yemâme'yi şehir (  mısr) kabul ettiğini belirtir (  Abdurrezzak, a.g.e., III, 167)

Ebû Bekir el-Cassâs (  ö. 370/980), "Eğer Cum'a, köylerde câiz olsaydı, şehir hakkında olduğu gibi, insanların ihtiyacı yüzünden, bu da tevatüren nakledilirdi" der ve Hasan'dan, Haccac'ın şehirlerde Cum'a'yı terkedip, köylerde ikâme ettiğini nakleder. (  el-Cassâs, Akhâmu'l-Kur'ân V, 237, 238  )

İbn Ömer (  ö. 74/693), "Şehire yakın olan yerler, şehir hükmündedir" derken, Enes b. Mâlik (  ö. 91/717), Irak'ta bulunduğu sırada Basra'ya dört fersah uzaklıktaki bir yerde ikâmet eder ve Cum'a namazına kimi zaman gelirken kimi zaman da gelmezdi. Bu durum onların Cum'a'yı yalnız şehir merkezlerinde câiz gördüklerine delâlet eder. (  el-Cassâs, aynı yer)

Uygulama örnekleri  : 

a) Allah elçisi hayatta bulunduğu sürece, Cum'a namazı yalnız Medine şehir merkezinde kılınmış ve çevrede bulunanlar da namaz için merkeze gelmişlerdir.

Hz. Âişe (  ö. 57/676)'den, şöyle dediği nakledilmiştir  :  "Müslümanlar Hz. Peygamber devrinde Medine'ye Cum'a namazı için yakın menzil ve avâlilerden nöbetleşe gelirlerdi" Menzil, Medine çevresindeki bağ-bahçe evi de mektir. Avâlî ise, Medine civarında, Necid tarafında, Medine'ye yaklaşık 2-8 mil uzaklıktaki küçük yerleşim merkezleridir. Ashâb-ı Kirâm bu yerlerden nöbetleşe Cum'a namazına geldiklerine göre kendilerine Cum'a namazı farz değildi. Aksi halde kendi yörelerinde Cum'a namazını cemaatle kılmaları veya hepsinin Medine'ye gelmesi gerekirdi. Diğer yandan Allah elçisinin Kubalılar'a, Medine'de Cum'a namazında hazır bulunmalarını emrettiği nakledilir. Kuba, o devirde Medine'ye iki mil uzaklıktadır.

b) Hulefâ-i râşidîn döneminde bir takım ülkeler fethedilince, Cum'a'lar yalnız şehir merkezlerinde kılınmıştır. Bu uygulama, onların "şehir (  büyük yerleşim merkezi)" olmayı Cum'a'nın sıhhat şartı saydıklarını gösterir. Öğle namazı farz olduğu için, onun Cum'a namazı sebebiyle terkedilmesi kesin bir nass (  âyet-hadis) ile mümkün olabilir. Kesin nass ise, Cum'a'nın şehir merkezlerinde kılınması şeklinde gelmiştir. Cum'a İslâmî prensip ve emirin en büyüklerindendir. Bu da en iyi, şehirlerde gerçekleşir. (  es-Serahsî, a.g.e., II, 23; el-Kâsânî, a.g.e., l, 259; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 51)

Kaynaklarda verilen bu bilgiler ışığında konuyu aşağıdaki şekilde netleştirmek mümkündür.

a) Şehir ve kasabalar  : 

Valisi, müftüsü, İslâmî hükümleri icra edecek ve hadleri infâz edecek güce sahip hâkimi (  kadı) ile güvenliği sağlayacak zabıtası bulunan her yerleşim merkezi "şehir"dir. Sonraki İslâm hukukçularının eserlerinde" yolları, köyleri, çarşı ve pazarları bulunma" özelliği üzerinde durulmamıştır. Çünkü bir şehir veya kasabada bu özellikler zaten vardır. Böyle bir kasabanın gerek mescidinde ve gerekse "musallâ (  namazgâh)" denen yerlerinde Cum'a namazı kılınabilir. Bunda görüş birliği vardır (  İbn Âbidin, a.g.e., I, 546, 547 vd.) Bu tarife göre, vilâyet ve kaza merkezleri şehir sayılır. Bunların durumu, şehir olduklarında şüphe bulunmayan Mekke ile Medine'nin durumuna benzer.

b) Şehir hükmünde olan yerler  : 

En büyük mescidi, Cum'a namazı ile yükümlü olanları almayacak kadar kalabalık olan yerleşim merkezleri de "şehir" hükmündedir. Bu, Ebû Yûsuf'un şehir tarifine uygundur. Sonraki İslâm hukukçularının çoğu, bu görüşü izlemişlerdir. Bu yerler resmi bir görevli bulununca, İmam Muhammed'in şehir tarifine de uygun düşer (  es-Serahsî, a.g.e., II, 23, 24; el-Kâsânî, a.g.e., 259, 260; el-Mavsılî, a.g.e., I, 81; el-Cezirî, a.g.e., I, 378, 379). Bu ölçüye göre, nâhiye merkezleri ile pek çok büyük köyler de şehir hükmünde olur.

B) Devletin İzninin Bulunması

Cum'a namazının sahih olması için "devlet temsilcisinin izni" problemi de İslâm hukukçularınca tartışılmıştır. Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız.

1) Hanefilerin görüşü  : 

Hanefi hukukçularına göre, Cum'a namazı için izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve İbn Ömer'den nakledilen ve yukarıda da daha uzun bir şekilde kaydettiğimiz şu hadistir  :  "Kim Cum'a namazını ben hayatta iken veya benden sonra adaletli ve câir (  zâlim) bir imamı (  önderi varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terkederse Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin" (  İbn Mâce, İkâme, 78  ) İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der  :  Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında nakletmiştir. Oradaki senedde Musa b. Atıyye el-Bâhilî vardır. O'nun biyografisini bulamadım. Geri kalan râviler güvenilir. (  Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170) Bu hadiste, Cum'a'nın farzolması için adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür. Cum'a namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır. Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir. Cum'a kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir. Camide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, Cum'a'dan beklenen faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da Cum'a'nın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir.

Ancak yöneticiler Cum'a'ya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın arkasında toplanarak Cum'a namazı kılmaları mümkündür. İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder  :  Hz. Osman, Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahabiler Hz. Ali'nin arkasında toplanmış ve o da Cum'a namazını kıldırmıştır. (  el-Kâsânî, a.g.e., I, 261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, a.g.e., I, 540) Bilmen, bunun dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir (  Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 162)

Devlet başkanı veya valilerin bizzat Cum'a namazı kıldırmaları gerekli midir?. İbnü'l-Münzir şöyle der  :  "Öteden beri Cum'a namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar" (  Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III, s. 48  )

Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten imam ya da müslümanların halifesi yoksa, Cum'a namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, "ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın varlığına rağmen" Cum'a terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, "imam yoksa Cum'a namazı kılamazsınız" demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor. İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir istidlâl olur.

İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, Cum'a namazının kılınması için şart kabul edilen ve eda şartları arasında sayılan imamın varlığı şartının nakli bir delili yoktur. Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen  :  "Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir  :  Cihad'tan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekât'ın toplanması, hudut (  şer'i cezaların tatbiki) ve Cum'a'ları kıldırmak." ifadeleri ise hadis değildir. Fethu'l-Kadir'de (  II, 412) bunun İmam Hasan el-Basrî'ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır alimlerinden Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne" adlı esrinde (  1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek nakli bir detil elde mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır.

Veliyyü'l-Emr yoksa

Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, müslümanların başında en azından zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm'ı kabul etmesi ise onun, müslümanların veliyyü'l-emr'i olarak görülmesinin asgarî şartıdır.

Şunu da belirtelim ki, bu durumu şu anda bir vakıa olarak yaşıyan bizleri, İslâm fakihleri de düşünmüş ve böyle bir durum halinde müslümanların ne şekilde davranabileceklerini, daha doğrusu davranması gerektiğini belirtmişlerdir. Şimdi bu konuda onların neler söylediklerine kısaca bir göz atalım  : 

Bu konuda İbn Nüceym der ki  : 

"Şayet hiç bir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (  yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (  Cumu'a namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zaruret dolayısıyla caizdir." (  İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55).

Buradaki  :  "zaruret dolayısıyla caizdir" ifadesi üzerinde kısaca duralım  :  Anlaşılıyor ki, Cum'a namazı, herhangi bir şartının eksik olması dolayısıyla terk edilmesi tavsiye edilen bir durum değildir. Aksine bu gibi durumlarda -bu şartların gerçekleşme imkânı bulunmadığından- zaruret hükümleri ile amel etmek söz konusudur. Buna göre her halükarda cuma namzı kılmak gerekir. Eğer bazı şartlar eksik olursa kılınmasa da dememiş. Nüceym gibi eşsiz fıkıh çalışmaları olan bir âlim  :  "Zaruret dolayısıyla caizdir" gibi bir ifade kullanmaz, "Cum'a namazı sâkıt olur" demesi gerekirdi.

Cuma namazı kaç rekattır? Efendimiz genelde cuma namazını kaç rekat kılmıştır?


Cuma namazının farzı iki rekattır. Cumanın farz olan bu iki rek`atından ayrı olarak, dördü farzdan önce, dördü de farzdan sonra olmak üzere, sekiz rek`at da sünneti vardır. Vakit girdikten sonra, önce cumanın dört rek`atlı ilk sünneti kılınır. Ondan sonra camiin içinde iç ezan okunur. Ezandan sonra hatib minbere çıkar ve hutbe okur. Hutbe bittikten sonra, mihraba geçerek imam olur ve cemaatle iki rek`at cuma namazı kılınır. Bu iki rek`at farzdan sonra, cemaat dört rek`at da cumanın son sünnetini kılarlar. Böylece cuma namazı tamamlanmış olur.

Bundan sonra biri dört, diğeri iki rek`at olarak kılınan iki namaz daha vardır ki, bunlar cuma ile ilgili değildir. Dört rek`atlı olan cumanın ilk sünneti gibi kılınır. İstenirse, son iki rek`atta sûre okunmadan da kılınabilir (  öğlenin farzı gibi). Kılınan bu namazın ismi, Zuhr-i âhirdir. Niyet şöyle yapılır  :  "Niyet ettim vaktine yetişip de henüz üzerimden sâkıt olmayan son öğle namazına." Bu namaz şayet cuma namazının sahih olmama durumu olursa, o günün öğle namazı yerine geçmesi için fakîhler tarafından düşünülmüş bir tedbirdir. Şayet cuma namazı sahih olmuşsa, bu namaz kazaya kalmış bir öğle namazı yerine geçer. Kaza borcu olmayan için ise, nafile namaz hükmünü alır. Zaten cumanın sünneti gibi kılınmasının efdal olması da bu sebebdendir. Zuhr-i âhirden sonra da, iki rek`at vaktin sünneti diye bir namaz kılınır. Bu iki rek`at, sabah namazının kazâsı olarak da kılınabilir.

CEMAAT VE NAMAZ VE iFTiTAH TEKBiRi RESiMLERi


   

   

   

   

   

   

   

   

   

   

   

Print this item

Dini-1 Nafile Namazlar Nelerdir? Nasıl Kılınırlar?
Posted by: SeliM35 - 08-24-2019, 04:40 AM - Forum: Namaz ve Dua - No Replies

   

Nafile Namazlar Nelerdir? Nasıl Kılınırlar?

Nafile Namazlar Nelerdir?
Teheccüd Namazı (Gece Namazı)
İşrak Namazı
Duhâ (Kuşluk) Namazı
Evvabin Namazı
Abdest Şükür Namazı
Tahiyyetü’l Mescid Namazı
Yolculuk Namazı
Küsüf Ve Husuf Namazı
Şükür Namazı
Tesbih Namazı
İstihâre Namazı
Tevbe Namazı
Hâcet Namazı
Zelzele Namazı

Teheccüd Namazı (Gece Namazı)
Teheccüd, Gecenin Üçte İkisi Geçtikten Sonra, İmsak Vakti Girinceye Kadar Kılınan Nafile Bir Namazdır. En Azı İki Rekat, En Çoğu On İki, OrtasıSort Bridesmaid dresses Black bridesmaid dresses İse Sekiz Rekattır. İki Rekatta Bir Selam Verilecek İse Biliniyorsa Sabah Namazının Sünneti Gibi, 4 Rekatta Bir Selam Verilecekse Biliniyorsa Yatsı Namazının Sünneti Gibi Kılınır. Eğer 2 Den Fazla Rekat Kılmak İstiyorsanız Bu İki Rekatı Aynı Şekilde Tekrarlayarak Gerçekleştirebilirsiniz.
Rekatta
Sübhâneke Okunur
Fatiha Suresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur . Meselâ İnnâa’taynâ… Okunur
2. Rekatta
Fâtiha Sûresi
Zamm-I Sure Okunur. Meselâ, İnnâa’taynâ Okunur

2- İşrak Namazı

Güneş Doğduktan 45-50 Dakika Sonra Kılınan Bir Namazdır. İki Rekattır
Normal Vakit Namazı Kılar Gibi Fatiha’dan Sonra Zammı Sure Okunup Kılınır.
Rekatta
Sübhâneke Okunur
Fatiha Suresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur . Meselâ İnnâa’taynâ… Okunur
2. Rekatta
Fâtiha Sûresi
Zamm-I Sure Okunur. Meselâ, İnnâa’taynâ Okunur


3- Duha Namazı (Kuşluk Namazı)


Duha Namazının Faziletli Olduğu An Güneş Doğduktan İki Saat Sonrasıdır. İki Rekattan On Rekata Kadar Kılınır.
İki Rekatta Bir Selam Verilerek Kılınması Daha Faziletlidir. İki Rekatta Bir Selam Verilerek Kılınırsa Sabah Namazının Sünneti Gibi Kılınır. Dört Rekatta Bir Selam Verilerek Kılınırsa İkindi Namazının Sünneti Gibi Kılınır.
Rekatta
Sübhâneke Okunur
Fatiha Suresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur . Meselâ İnnâa’taynâ… Okunur
2. Rekatta
Fâtiha Sûresi
Zamm-I Sure Okunur. Meselâ, İnnâa’taynâ Okunur

4- Evvabin Namazı

Akşam Namazının Sünnetinden Hemen Sonra, İki Rekattan Altı Rekata Kadar Kılınır.
Rekatta Sübhâneke Okunur
Fâtiha Suresi Okunur.
Zamm-I Sure Okunur
2. Rekatta Fâtiha Sûresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur

5- Abdest Şükür Namazı

Abdest Veya Gusül Alındıktan Sonra Vakit Müsaitse, Yaşlık Kuruyacak Kadar Bir Zaman Geçmeden İki Rekat Namaz Kılınması Menduptur.
Rekatta Sübhâneke Okunur
Fâtiha Suresi Okunur.
Zamm-I Sure Okunur
2. Rekatta Fâtiha Sûresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur

6- Tahiyyetü’l Mescid Namazı

Tahiyye Selam Vermek Demektir. Tahiyyetü’l Mescid, Mescidi Yani Camiyi Selamlamak Demektir. Tahiyyetü’l Mescid Namazı, Mescide Girildiğinde Daha Oturmadan Kılınmalıdır. Faziletli Olan Budur.
İki Rekattır
Rekatta Sübhâneke Okunur
Fâtiha Suresi Okunur.
Zamm-I Sure Okunur
2. Rekatta Fâtiha Sûresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur


7- Yolculuk Namazı

Sefere Çıkan Kimseye, Abdest Alıp İki Rekat Namaz Kılmak Menduptur.
Rekatta Sübhâneke Okunur
Fâtiha Suresi Okunur.
Zamm-I Sure Okunur
2. Rekatta Fâtiha Sûresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur

8- Küsuf Ve Husuf Namazı


Güneş Ve Ay Tutulması Namazı Sünnettir. Güneş Açılıncaya Kadar Dua İle Meşgul Olunur. İmam’ın Güneş Tutulması Namazını Cemaatla Kıldırmasında Bir Mahzur Yoktur. Ay Tutulma Namazı İse Cemaatsiz Kılınır.
İki Rekattır
Rekatta Sübhâneke Okunur
Fâtiha Suresi Okunur.
Zamm-I Sure Okunur
2. Rekatta Fâtiha Sûresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur

9- Şükür Namazı

Allâh Teâlâ’nın İhsân Etmiş Olduğu Sayısız Nimetlere Şükretmek Bütün İnsanların Yerine Getirmesi Gereken Bir Borçtur. Şükür, Verilen Nimeti Arttırır. Peygamber Efendimiz –Sallallâhu Aleyhi Ve Selem- Sevindiğinde Veya Sevindirici Bir Haber Aldığı Zaman Allâh’a Şükretmek İçin Secdeye Kapanır Ve Namaz Kılardı.
İki Rekattır
Rekatta Sübhâneke Okunur
Fâtiha Suresi Okunur.
Zamm-I Sure Okunur
2. Rekatta Fâtiha Sûresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur

Tesbih Namazı

Günahların Afvına Vesîle Olan Tesbih Namazı 4 Rekattır. Bu Namazı Kılabilmek İçin Tesbihi Ezbere Bilmek Gerekir.
Her Rekatında 75 Kere “Sühbhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllallâhü Vallâhü Ekber Ve Lâ Havle Ve Lâ Kuvvete İllâ Billâhil-Aliyyil-Azıym” Denilir.
Bu Namaz Gündüz Kılınırsa 4 Rekatta Bir Selam Verilir. Gece Kılınırsa 2 Rekatta Bir Selam Verilir. Tesbih Namazında Her Rekatta Okunan Teşbih Adedi 75 Dir. Dört Rekatta 300 Tesbih Okunmuş Olur.
Rekatta
Sübhaneke Okunur
Ardından 14 Defa “Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllallâhü Vallâhü Ekber” Dedikten Sonra Sonuncusunda (Onbeşincisinde) Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllalllâhü Ekber Ve Lâ Havle Kuvvete İllâ Billâhil-Aliyyil-Azıym” Diyerek 15 Tesbihi Tamamlarız.
Fatiha Suresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur. Mesela , İnnâa’taynâ..
Ardından 9 Defa “Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllallâhü Vallâhü Ekber” Dedikten Sonra Sonuncusunda (Onuncusunda) Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllalllâhü Ekber Ve Lâ Havle Kuvvete İllâ Billâhil-Aliyyil-Azıym” Diyerek 10 Tesbihi Tamamlarız.
2. Rekatta
14 Defa “Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllallâhü Vallâhü Ekber” Dedikten Sonra Sonuncusunda (Onbeşincisinde) Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllalllâhü Ekber Ve Lâ Havle Kuvvete İllâ Billâhil-Aliyyil-Azıym” Diyerek 15 Tesbihi Tamamlarız
Fatiha Suresi Ve Ardından Zamm-I Sure Okunur.
Ardından 9 Defa “Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllallâhü Vallâhü Ekber” Dedikten Sonra Sonuncusunda (Onuncusunda) Sübhânallâhi Vel-Hamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllalllâhü Ekber Ve Lâ Havle Kuvvete İllâ Billâhil-Aliyyil-Azıym” Diyerek 10 Tesbihi Tamamlarız.
Aynı Şekilde İki Rekat Daha Kılınarak 4 Rekata Tamamlanır.

İstihare Namazı

Bir Şeyin Kendisi Hakkında Hayırlı Olup Olmadığına Dair, Manevi Bir İşarete Kavuşmak İçin Kılınan Bir Namazdır. Namazdan Sonra İstiare Duası Okunur.
(Allâhumme İnnî Estehîruke Bi-İlmike Ve Estakdiruke Bikudratike Ve Es’eluke Min Fadlike’l-Azîm. Feinneke Takdiru Velâ Ekdiru Ve Ta’lemu Vela Â’lemu Ve Ente Allâmu’l-Ğuyûb. Allâhumme İn Kunte Ta’lemu Enne Haza’l, Emre Hayrun Lî Fî Dînî Ve Meâşî Ve Âkibeti Emrî Âcili Emrî Ve Âcilihi Fakdirhu Lî Ve Yessirhu Lî Summe Bârik L”İ Fîh. Ve İn Kunte Tâ’lemu Enne Hâza’l-Emre Şerrun Lî Fî Dînî Ve Meâşî Ve Âkibeti Emri Âcili Emrî Ve Acilihî Fasrifhu Annî Vasrifnî Anhu Va’kir Liyelhayra Haysu Kâne Sume Ardinî Bih.)
İki Rekattır
İlk Rekatta Fatiha Suresi Ve Kâfirun Suresi Okunur
İkinci Rekatta Sadece Fatiha Suresi Ve İhlas Suresi Okunur.
Oturuşta İse Diğer Namazlarda Olduğu Gibi Ettehiyyâtü, Allâhümme Salli, Allâhümme Barik, Rabbenâ Duaları, Rabbenââtina Ve Rabenâgfirli Okunur.
Ardından İstihare Duası Yapılır. Tesbih İsteğe Bağlıdır

Tevbe Namazı

Allâh’a Karşı Bir Gaflet Eseri Olarak Veya Nefse Uyarak Günah İşlendiğinde Onun Kefareti Olarak Büyük Bir Nedâmet İçerisinde O’na Teveccüh Etmek Gerekmektedir
Tevbe Namazı İki Rekattır.
Rekatta Sübhâneke Okunur
Fâtiha Suresi Okunur.
Zamm-I Sure Okunur
2. Rekatta Fâtiha Sûresi Okunur
Zamm-I Sure Okunur

Hacet Namazı

Hacet Namazının Perşembeyi Cumaya Bağlayan Gecelerde Veya Kandil Gecelerinde Kılınması Asıldır. Ama Bütün Gecelerde Kılınabilir.
4 Rekattır
Rekatta
Subhaneke Okunur
Fatiha Suresi Okunur
3 Âyetel Kürsî Okunur
2. Rekatta
Fatiha Suresi Okunur
İhlas Suresi Okunur
Felak Ve Nas Sureleri Okunur
Rekatın Sonunda Ettehiyyâtü Okunur
3. Rekatta
Fatiha Suresi Okunur
İhlas Suresi Okunur
Felak Ve Nas Sureleri Okunur
4. Rekatta
Fatiha Suresi Okunur
İhlas Suresi Okunur
Felak Ve Nas Sureleri Okunur

Zelzele Namazı


Hicretin Beşinci Yılında Medine’de Zelzele Olmuştu. Peygamber Efendimiz (S.A.S.): “Rabbiniz Sizi, Hoşnut Olacağı Duruma Döndürmek İstiyor. Öyle Olunca Siz De Onun Hoşnutluğunu Dileyiniz!” Buyurdu.
İbn-İ Abbas (R.A.) Zelzele Dolayısıyla Altı Rükû Ve Dört Secde İle Namaz Kıldırdığı, Rivâyet Edilmektedir.


Etiketler :
Nafile Namazlar, Nelerdir?, Nasıl Kılınırlar?,Teheccüd Namazı,Gece Namazı,İşrak Namazı,Duhâ  Namazı,Kuşluk Namazı,Evvabin Namazı,Abdest Şükür Namazı,Tahiyyetü’l Mescid Namazı,Yolculuk Namazı, sefer Namazı,Küsüf Ve Husuf Namazı,Şükür Namazı,Tesbih Namazı,İstihâre Namazı,Tevbe Namazı,Hâcet Namazı,Zelzele Namazı,

Print this item

Dini-1 Namazda En Çok Yapılan 24 Yanlış
Posted by: SeliM35 - 08-23-2019, 11:13 PM - Forum: Namaz ve Dua - No Replies

   

Namazda En Çok Yapılan 24 Yanlış

1. İkamet Okunduktan Sonra Nafile Namaz Kılmak
Ebu Hureyre! (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Namaza kamet getirildiği zaman farz namazdan başka bir namaz yok­tur.”

| Ebu Dâvud, Salatu’t-Tatavvu’ 5, 1266; Tirmizî, Salat 312, 421; Nesâî, İmame 60; İbn Mâce, İkametu’s-Salat 103, 1151.

2. Namaz Esnasında Bakışları Kaldırmak

Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bazı kimselere ne oluyor ki, namazlarında gözlerini semaya dikiyorlar?” Sonra sözünü daha da şiddetlendirdi ve:

“Ya bundan vaz geçerler, ya da gözlerinin nuru alınır da kör olurlar” buyurdu.

| Buhârî, Ezân 92. Ayrıca bk. Müslim, Salât 117; Ebû Dâvûd, Salât 163; Nesâî, Sehv 9; İbni Mâce, İkâme 67.

3. Tekbir Getirirken Elleri Kaldırmamak


İbn Ömer (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

“Peygam­ber (a.s.) Efendimiz namaza kalktığı zaman ellerini omuz seviye­sini buluncaya kadar kaldırdıktan sonra tekbîr getirirdi…”

| Burahî, Muslîm

Abdulcebbar b. Vail (r.a), babasından naklederek, babası Vail,

“Rasûlullah (s.a.v)’i namaza başlarken ellerinin baş parmaklarını kulak memelerinin hizasına kadar kaldırdığını gördüğünü söyledi.”

| Dârimi, Salat: 31; Ebû Davud, Salat: 116

4. Namazda Sağa Sola Bakmak

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e namazda başı sağa sola çevirmenin hükmünü sordum.

Peygamberimiz: “Bu, kulun namazından bir miktarını şeytanın kapıp aşırmasıdır” buyurdu.

| Buhârî, Ezân 93, Bed’ü’l-halk 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 161; Tirmizî, Cum’a 59; Nesâî, Sehv 10

5. Namazda Ellerini Bağlamadan Durmak

Sehl b. Saad (r.a.) şöyle rivayet etmiştir:

“İnsanlar sağ ellerini namaz kılarken sol kolları üzerine koymakla emrolunurlardı.”

| Buharî

6. Namazları Hızlıca Kılıp Rükunların Hakkını Vermemek

“İnsanların hırsızlıkta en ileri olanı, kendi nama­zından çalan kimsedir.”

“Ey Al­lah’ın Resulü, kişi namazından nasıl hırsızlık ya­par?” denildi. Resulullah,

“Rukûunu ve secdesini tam yapmaz. Bu namazdan çalmaktır. İnsanların en cimrisi de selâm (verip alma) da cimri davranandır.” buyurdu.

| Müsned-i Ahmed b. Hanbel, III/70).

7. Secdede Ayakları Kaldırmak

Abdullah b. Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Yedi kemik (bir rivayette yedi uzuv) üzerinde secde etmekle emrolundum: Bunlar; alın -burnuna da eliyle işaret etti.- (Böylece burun-alın bir sayıldı), iki el, iki diz ve iki ayağın kenarları (parmak uçları) dır. Bir de elbise ve saçlarımızı toplamamakla (emrolunduk).”

| Buharî, Ezan, 133-134

8. Secdede Burnu Yere Değdirmekten Kaçınmak

Abdullah b. Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Yedi kemik (bir rivayette yedi uzuv) üzerinde secde etmekle emrolundum: Bunlar; alın -burnuna da eliyle işaret etti.- (Böylece burun-alın bir sayıldı), iki el, iki diz ve iki ayağın kenarları (parmak uçları) dır. Bir de elbise ve saçlarımızı toplamamakla (emrolunduk).”

| Buharî, Ezan, 133-134

9. İmam İle Yarışmak veya Onunla Hareket Etmek


Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz, imamdan önce başını (rükû veya secdeden) kaldırdığı zaman, başını Allah Teâlâ’nın merkep başına veya suretini merkep suretine çevirmesinden korkmuyor mu?”

| Buhârî, Ezân 53; Müslim, Salât 114-116. Ayrıca bk. Tirmizî, Cum’a 56; Ebû Dâvûd, Salât 75; Nesâî, İmâmet 38; İbni Mâce, İkâme 41

10. Secdede Kolları Yere Yapıştırmak

Rasûlüllah (asv) buyuruyor:

“Sizden biriniz secde ettiği vakit ellerini köpeğin döşediği gibi döşemesin, uyluklarını bitiştirsin.”

| Ebu Davud, II, 48

11. Cemaate Yetişmek İçin Camiye Koşmak

Namaza geleceğiniz zaman yürüyerek (normal adımlarla) gelin. Sekinet ve vakarı elden bırakmayın. Yetiştiğiniz kadarını (imamla) kılar, kaçırdığınızı tamamlarsınız.

| Buharî, Ezan: 21- Müslim, Mesâcid: 154

12. Sütre (engel) Koymadan Namaz Kılmak

Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

Sizden biriniz namaz kıldığı zaman önüne bir şey koysun, hiç bir şey bulamazsa bir sopa diksin, sopa da yoksa, önüne bir çizgi çizsin, bundan sonra önünden ne geçerse geçsin ona-zarar vermez.

| İbn Mâce, ikâme 36; Ahmed b. Hanbel, II, 249, 255, 266. Sünen-i Ebu Davud

13. Sonradan Cemaate Yetişen Brinin İmamın Ayağa Kalkmasını Beklemesi

Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

Siz mescide geldiğinizde (cemaatle namaza başlanmış ise), imam (kıyam, rüku, secde, kuud) hangi hal üzere olursa olsun hemen uyun ve yapmakta olduğunu yapın.

| Tirmizî

14. Rükundan Sonra Tam Doğrulmamak

Namazı nasıl kılacağını soran birine Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“…sonra rükû’a var, vü­cudun tam istikrar buluncaya kadar bekledikten sonra başını kaldır ve ayakta tam doğruluncaya kadar dur…”

| Etaü Dâvud – Buharî 15. Tirmizî/ salât; 110, isti’zan; 4. Nesâî/istif-tah;7, tatbiyk 15, sehv 67. İbn
Mâce:72

15. Rüku'da Yeterince Eğilmemek

Hz. Aişe’den gelen bir rivayete göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

Rükû’a vardığında başını ne kal­dırır, ne de eğerdi, bu ikisi arasında bir ölçüde tutardı. Rükû’dan ba­şını kaldırdığında, iyice doğrulup ayakta durmadıkça secde yap-mazdı. Secdeden başını kaldırınca, iyice oturmadan ikinci secdeyi yapmazdı.

| Ebû Dâvud/salât: 122.İbn Mâce/ikamet: 4, Ahmed, 6/31, 171, 194, 281

16. Namazda Elbiseyi Toplamak/Kolları Sıvamak


Abdullah b. Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Yedi kemik (bir rivayette yedi uzuv) üzerinde secde etmekle emrolundum: Bunlar; alın -burnuna da eliyle işaret etti.- (Böylece burun-alın bir sayıldı), iki el, iki diz ve iki ayağın kenarları (parmak uçları) dır. Bir de elbise ve saçlarımızı toplamamakla (emrolunduk).”

| Buharî, Ezan, 133-134

17. Omuzları Örtmeyen Giysi İle Namaz Kılmak

Ebû Hureyre (r.a) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.s):

“Hiç­biriniz üzerinde bir tek kumaş varken onun bir mikdârım boynunun kökü ile omuz başları arasına dolamaksızın namaz kılmasın ” buyur­du.

| Yânî, bu takdîrde musallî nasıl yapar. Kumaş dar olduğu zaman, kumaşı bele bağlayıp izâr edinmesi ve yukarıdan Örtünmemesi lâzım gelir. Çünkü o dar ku­maşı yukarıdan Örtünmek, avret yerinin açılmasına sebebdir.

| Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/457.

18. Resim/Fotoğraf Gibi Görüntülerin Olduğu Yerde Namaz Kılmak

Âişe onunla odasının bir tarafını örtmüştü. Peygamber (s.a.v) ona: “Şu kırâmım karşımızdan gi­der. Zîrâ onun tasvirleri, namazımda bana görünüp duruyor” buyurdu.

| Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Buhari ve Tercemesi, Ötüken Yayınları: 1/470-471

19. Namaz Kılanın Önünden Geçmek

Ebû Cuheym de şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurdu: “Namaz kılanın önünden geçen kimse, üzerine ne kadar günâh aldığını bilseydi, onun önünden geçmektense kırk (zaman ye­rinde) durmayı daha hayırlı bulurdu”.

| Râvî Mâlik ibn Enes dedi ki: Râvî Ebu’n-Nadr: Kırk gün mü, yâhud ay mı, yâhud yıl mı dedi bilemiyorum, dedi.

20. Saflar Arası Boşluk Bırakmak


Câbir İbni Semüre radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem evinden çıkıp yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:

– “Meleklerin Rableri huzurunda saf bağlayıp durdukları gibi saf bağlasanız ya!”

Bunun üzerine biz:

– Yâ Resûlallah! Melekler Rablerinin huzurunda nasıl saf bağlayıp dururlar? diye sorduk. Şöyle buyurdu:

– “Onlar öndeki safları tamamlayıp birbirine perçinlenmiş gibi bitişik dururlar.”

| Müslim, Salât 119. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 93; Nesâî, İmâmet 28; İbni Mâce, İkâmet 50

21. Secdede Ayakları Kaldırmak

Abdullah b. Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Yedi kemik (bir rivayette yedi uzuv) üzerinde secde etmekle emrolundum: Bunlar; alın -burnuna da eliyle işaret etti.- (Böylece burun-alın bir sayıldı), iki el, iki diz ve iki ayağın kenarları (parmak uçları) dır. Bir de elbise ve saçlarımızı toplamamakla (emrolunduk).”

| Buharî, Ezan, 133-134

22. Secdede Elleri Kaldırmak


Abdullah b. Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Yedi kemik (bir rivayette yedi uzuv) üzerinde secde etmekle emrolundum: Bunlar; alın -burnuna da eliyle işaret etti.- (Böylece burun-alın bir sayıldı), iki el, iki diz ve iki ayağın kenarları (parmak uçları) dır. Bir de elbise ve saçlarımızı toplamamakla (emrolunduk).”

| Buharî, Ezan, 133-134

23. Namazda Safları Düzgün Tutmamak


Nu’man b. Beşîr (R.A.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir-. «Ya saflarınızı iyi­ce düzeltirsiniz, yoksa yüzleriniz arasında Allah’a muhalefet eder­siniz!.

| Buharı/ezan: 71. Müslim/salak 127, 128. Ebû Davud/salat 93. Tirraizı/me-vakiyt: 53. İbn Mâce/ikameti 50. Ahmed; 4/271, 272, 277

24. İki Ayağı Yayarak Oturmak

“..Resûlüllah (s.a.s) Efendimiz iki secdeden sonra oturunca sol ayağını yere yatırıp üzerine oturur, sağ ayağım ise dik tutardı…”

| el-Ümm; 1/116’dan özetlenerek.



Etiketler : Namazda, En Çok Yapılan, 24 Yanlış,En Çok,Yapılan,hatalar,Yapılmamsi gerekenler,

Print this item

Dini-1 Güneş ve Ay Tutulması Husuf ve Küsuf Namazı Nedir Nasıl Kılınır?
Posted by: SeliM35 - 08-23-2019, 11:07 PM - Forum: Namaz ve Dua - No Replies

   

Güneş tutulması ve Küsuf namazı nedir nasıl kılınır? Ay tutulması ve Husuf namazı nedir nasıl kılınır?

Güneş tutulması ve Küsuf namazı nedir nasıl kılınır?

Ay tutulması ve Husuf namazı nedir nasıl kılınır?


Dünya hem kendi ekseni etrafında hem de Güneş etrafında döner
Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmesi sonucu gece ve gündüz olayları, Güneş etrafında dönmesi ile de mevsimler oluşur.
Ay’ da Dünya gibi hem kendi ekseni etrafında hem de Dünya etrafında döner Ay’ın Dünya etrafında dönme süresi ile kendi etrafında dönme süresi birbirine eşit ve 27,3 gündür Bundan dolayı Ay’ın Dünya’dan sadece bir yüzeyi görünür.

Güneş tutulması

Ay, Dünya’ nın etrafında hareket ederken Dünya ile Güneş’ in arasına girmesine güneş tutulması denir.
Bazı durumlarda Ay’ın tam ve yarı gölge konileri Dünya üzerine düşer Bu durumda bu yerler Güneş ışığını alamaz ve sadece bu yerlerde Güneş tutulması olur.

Ay tutulması

Dünya, güneş etrafında dönerken Ay ile Güneş’in arasına girmesine ay tutulması denir.
Ay, Dünya’nın oluşturduğu gölge konisinin içine girince ışık alamaz ve yansıtamaz Bu nedenle de görülmez.
İslam dinine göre Güneş tutulması sırasında namaz kılmak sünnet sayılmıştır. Güneş tutulması sırasında kılınan namazlara ise Küsuf Namazı denir?
Güneş tutulması sırasında kılınan Küsuf namazı iki rekattır ve güneş tutulması bitene kadar dua ile meşgul olunmasının hayırlı olacağı bildirilmiştir.

"Şüphesiz güneş ve ay Allah'ın mucizelerinden bir mucizedir. Bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar. Bunu görünce Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin. (Müslim, Kusuf, 3901; Mâlik, Muvatta', I, 186; Beyhakî, III, 323, 324; Şevkânî, a.g.e., III, 325).
?Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Gece, gündüz güneş ve ay, O'nun varlığını gösteren âyetlerdendir. Güneşe veya ay'a secde etmeyiniz. Bütün bunları yoktan var eden Allah'a secde ediniz" (Fussilet, 41/37).

Bu âyet-i kerîme, ay ve güneş tutulması sırasında, bunları yaratan Allah için namaz kılmaya işaret etmektedir.? (İslâm Fıkıh Ansiklopedisi)

“Ay ve güneş Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren alametlerdir. Bunlar hiç kimsenin ölümünden veya yaşamasından/doğmasından dolayı tutulmazlar. Ay veya güneş tutulmasını gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar namaz kılın, dua edin.” Hazreti Peygamber'in kendisinin de güneş tutulduğunda mescide giderek namaz kıldığı rivayet edilmiştir.
[/font]
Küsuf ve husuf namazları nedir, nasıl kılınır?

Bu iki namaz nafile namazdır. Küsuf namazı güneş tutulunca, Husuf namazı ise ay tutulduğu zaman kılınır.
Küsuf namazı:
[font=Georgia]Güneş tutulduğu zaman, cuma namazını kıldıran imam, ezansız ve ikametsiz en az iki rekat namaz kıldırır. Kıraati gizli veya açıktan okur. Kıraatte uzun sure okumak iyidir.

Namazdan sonra da güneş açılıncaya kadar kıbleye doğru ayakta veya cemaate karşı oturarak dua eder. Böyle bir imam bulunmazsa, bu namazı herkes, kendi evinde tek başına da kılabilir. Sahrada da kılınabilir.

Küsuf namazında imam-ı a'zama, imam-ı Malik'e ve imam-ı Ahmed'e göre, hutbe okunmaz. İmam-ı Şafii’ye göre, namazdan sonra hutbe okunması müstehaptır.

Husuf namazı:

Ay tutulduğu zaman, herkes kendi evinde tek başına olarak güneş tutulması namazı gibi, kıraati gizli veya açıktan okuyarak iki veya dört rekat namaz kılması iyi olur. Bu namazın camide cemaatle kılınması da, caizdir.

Bu namaz, iki rekat kılınırsa sabahın sünneti gibi, dört rekat kılınırsa ikindinin sünneti gibi kılınır.
Önemli Not:
Güneş ve ay tutulması esnasında kılınması sünnet olan küsuf husuf namazları, güneş ve ay tutulmasını engellemek ve o durumun geçmesini sağlamak için değildi deniyor Bu iki olay o namazların vakitleridir. Tıpkı, güneş battıktan sonra kılınan akşam namazının, güneşin batışını önlemek için olmadığı gibi. Güneş’in batışı, akşam namazının vaktidir. Güneş ve ay tutulmaları da o namazların vaktidir Denilsede Aynen uykuya yattgimizda elimizin veya ayagimizin yalniş bir pozisyaonda unutmuş olmamiz senbebiyle uyuşmasi ve hareketsiz kalmsi gibi güneş ve ay tutulmalarindada ay veya dünya uyuşmuş el kol gibi hareketisiz kalabilir işde o iki namaz onlarin tekrar hareket etmesini saglamak icindir, yoksa sebebsiz namaz olmaz, namazinda bir sebebi var birde onun yaptigi bir fonksiyon var, öyle ay tutuldu hoppa yat kalk, güneş tutuldu hoppa yat kalk degil yani.

   

   

   



Kar©glan
Başağaçlı Raşit Tunca

Schrems, 06 Mart 2015 Pazartesi

Original Kar © glan

Print this item

Dini-1 Cem-i takdim - Cem-i tehir Nedir? Neden Yapılır? Nezaman Yapılır?
Posted by: SeliM35 - 08-23-2019, 10:53 PM - Forum: Namaz ve Dua - No Replies



Cem-i takdim - Cem-i tehir  Nedir? Neden Yapılır? Nezaman Yapılır? Namazları Birleştirmenin Hükmü Nedir?

Karoglan Hoca Başağaçlı Raşit Tunca nın Konuya izahı:


Cem-i Takdim veya Cem i Evvel Ne Demekdir:
Bir namazı,vakti girmeden önce, önceki namazla birlikte kılmaya Cem-i Takdim  yani, öne alma, peşinen ödeme, veya evvele öne alma denilir.

Cem-i Tehir veya Cem i Ahir Ne Demekdir:

Bir namazı,  vakti çıkıncaya kadar geciktirip, sonraki namazla birlikte kılmaya Cem-i Tehir veya Cem i Ahir sonraya alma, Sonradan ödeme, ileri alma denilir.

Bir evin ana giriş kapisi olmasi demek mutfağa veya banyoya veya oturma odasinada o kapidan girilcegini göstermez, içeri girdikden sonra başka kapilarida olabilir o yüzden Muhammed Mustafanin bunu veda haccinda arafatda yapmasi demek bu sünnettir illa araftda yapilir başka zaman yapilmaz manasini taşimaz. bazi sünnetler maksadına binaen yapilir, bazilari manasına binaen, bazilari maneviyatına binaen yapilir. ve bu sünnette maksad önemlidir,  ve maksad insanin vakti ne zaman en müsait ise, yani vakit girmeden müsait ise önceye alması, yoksa sonra  müsait olcaksa, sonraya almasina cevaz vermek içindir. ve burada araftda Muhammedin ikişer ikişer, iki namazi birleştirmeside, sadece bir örnek teşkil etmek içindir,  bu olurda olur, üç vakit namazda olabilir ve en müsait olduğun zaman üç vakti sana uygun olan yöntemle kılmandır efdal olan, bu öncede olabilir veya sonrda olabilir yani.

Kar©glan
Başağaçlı Raşit Tunca
Schrems, 21 Temmuz 2015 Salı
Original Kar©glan


---oOo---

Bir başka kaynakdan  izah:

"Muhakkak ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli (bir farz) olarak yazılıdır." (Nisa,103)

Namazı cem' etmek; "cem-i takdim" ve "cem-i te'hir" olmak üzere iki kısımdır
Namaz kılan kişinin öğle vaktinde, ikindi namazını öğle namazı ile birlikte kılmasına “cem-i takdîm” denir. Bu durumda vakti girmeden önce ikindi namazı, öğle namazıyla birlikte kılınmış olmaktadır.
Namaz kılan kişinin öğle namazını, vakti çıkıncaya kadar geciktirip ikindi vaktinde ikindi namazıyla birlikte kılmasına ise “cem-i te’hîr” denir. Yatsı namazıyla akşam namazı da, tıpkı öğle ve ikindi namazları gibi her iki şekilde de kılınabilirler. Sabah namazına gelince, bunun hiç bir halde başka bir vakit namazıyla bir arada kılınması sahîh olmaz.
Belirteceğimiz sebeplerden birinin mevcûd olmaması halinde mükellef bir kişinin, farz namazlardan birini vaktinden sonraya bırakması veya vaktinden önceye alması caiz olmaz. Zîrâ noksanlıklardan münezzeh Yüce Allah, her namazı tâyin edilen kendi vaktinde kılmamızı emretmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli (bir farz) olarak yazılıdır." (Nisa,103)
İslâm Dîni kolaylık ve müsamaha dîni olduğundan dolayı, meşakkatlerin bulunması hâlinde, sıkıntıları gidermek amacıyla namazların, vakitleri dışında kılınmasını mübah saymıştır. (İslam İlmihali – Halil Gönenç)

Vakit namazlarının ikisini bir arada kılmak, (bazı hallerde) caizdir. Bir arada kılmanın sebep ve şartlarına gelince; bunlar, mezheblere göre detaylı olarak aşağıda ayrı ayrı anlatılmıştır.

Hanefîlere göre;
Ne sefer ne de ikâmet hâlinde herhangi bir özürden dolayı iki vakit namazını bir arada kılmak, iki durum dışında caiz olmaz demişlerdir.
Bunlardan birincisi: Öğle ve ikindi namazını, öğle vaktinde cem-i takdim olarak bir arada kılmaktır. Bu da dört şartla caiz olur:
1. Bu cem arefe gününde yapılmalıdır.
2. Hac için ihramda bulunulmalıdır.
3. Bu namazlar, müslümanların imamının veya vekilinin ardında kılınmalıdır.
4. Öğle namazı sahîh kalmalıdır. Eğer fâsid olduğu anlaşılırsa, iade edilmesi vâcib olur. Bu durumda ikindiyi öğleyle bir arada cem' etmek caiz olmaz. Aksine ikindi vakti girdiğinde, ikindi namazını kılmak vâcib olur.
Cem yapmanın caiz olduğu durumlardan ikincisi: Akşam namazını erteleyerek yatsıyla birlikte cem-i’ te’hîr şeklinde kılmaktır. Bunun caiz olması için de iki şart vardır:
1. Bu cemediş, Müzdelife’de olmalıdır.
2. Hac için ihramda bulunulmalıdır.
Cem’edilen iki namazın her ne kadar kendilerine özgü kametleri olacaksa da, ikisi için sadece bir tek ezan okunur. Abdullah İbn Mes’ûd (ra), namazların cemine ilişkin şöyle bir rivayette bulunmuştur:
“Kendisinden başka ilâh bulunmayan (Allah)’a andolsun ki, Resûlullah (asm), iki namaz dışında bütün namazlarını mutlaka vakti içinde kıldı. Bunlardan biri Arafat’ta öğleyle ikindiyi birleştirerek kıldığı namaz, diğeri de Müzdelife’de, akşamla yatsıyı birleştirerek kıldığı namazdır.” (Tirmizi, Ebu Davud)
Şafiilere göre;
Anılan iki namazı, gerekli sefer şartlarını taşıyan ve sefer mesafesi de en azından 80.640 km. uzunluğunda olan misafir kimselerin cem-i takdîm veya cem-i te’hîr yaparak kılmaları caiz olur. Yağmur nedeniyle de sadece cem-i takdim yaparak kılınabilir. Cem-i takdimin yapılması için altı şart gereklidir:
1. Tertib: Önce hangi vakitte bulunuluyorsa o vaktin namazını kılarak tertibe riâyet edilmelidir. Sözgelimi öğle vaktindeki bir kişi, bu vaktin namazıyla birlikte ikindiyi de kılmak isterse, önce öğle namazını kılmalıdır. Bunun tersini yaparsa, vaktin namazı olan öğle namazı sahîh olur. Önce kıldığı ikindi namazıysa, ne farz ve ne de nafile yerine geçer. Eğer üzerinde bu neviden (kazaya kalmış) farz bir namaz varsa, ancak onun yerine geçerli olur. Ama bu tertibsizliği, bilgisizlik veya unutkanlık nedeniyle yapmış ise, bu takdirde önce kıldığı ikindi namazı nafile yerine geçerli olur.
2. Niyet: Cem yapmaya niyet etmek. Öğle ve İkindi namazlarını cem-i takdim yaparak kılacak olan kişinin kalben, öğleden sonra ikindiyi kılacağına ilişkin niyet etmesi gereklidir. Bu niyetin selâmla birlikte de olsa ilk namazda yapılması şarttır. Niyetin tekbirinden önce veya selâmdan sonra yapılması yeterli olmaz.
3. İki namaz arasında muvâlât: İki namaz arasına, çok hafif de olsa, iki rek’at kılacak kadar bir fasıla konulmamalı ve yine iki namaz arasında nafile de kılınmamalıdır. Aralarına ezan, ikâmet ve taharet gibi fasılaların konulması caizdir. Meselâ öğle namazını teyemmümle kılan bir kişi, ikindiyi de cemederek kılmak isterse, ikindi için bir teyemmüm yaparak araya fasıla koymasının cem için bir zararı olmaz. Zîrâ iki namazı bir teyemmümle cemedip kılmak caiz olmaz.
4. Seferin, ikinci namaza iftitah tekbiri alıp başlayıncaya kadar devam etmesi şarttır. İkinci namaza başladıktan sonra sefer nihayete ererse cem işlemi tamamlanır. Ama ikinci namaza başlamadan önce sefer sona ererse, sebebi ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle cemetmek sahîh olmaz.
5. İkinci namazın gerçekleşmesine kadar, birinci namazın vaktinin çıkmayacağını kesin olarak bilmek şarttır.
6. Birinci namazın sahîh olduğunu zannetmek şarttır. Meselâ birinci namaz Cuma namazı ise ve hiç gerek yokken birden fazla yerlerde kılınmaktaysa; hangisinin daha önce kıldığı veya beraberce kıldıkları hususunda şüpheye düşürülürse, ikindi namazını öne alarak cem-i takdim yapıp onunla birlikte kılmak sahîh olmaz.
Şu da var ki: Cem yaparak namazları bir arada kılmamak daha uygundur. Çünkü bunun caiz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Ama hac ibâdetini edâ etmekte olan kişi misafir ise, Arafat’tayken sünnet olarak ikindiyi öne alıp cem-i takdim yaparak öğle namazıyla birlikte kılmalıdır. Müzdelife’de de akşamı erteleyerek yatsı namazıyla cem-i tehîr edip kılmalıdır. Bu iki durumda cem yapmanın caiz olduğu hususunda mezhepler görüş birliği etmişlerdir. Şunu da bilmek gerekir ki: İkindi namazının cem edilerek kılınması bazen vâcib, bazen de mendub olur. Bir namazın vakti daralır da abdest alıp namaz kılmaya yeterli olmazsa, bu vaktin namazı, müteâkib namazla birlikte cem edilerek kılınmak üzere tehir edilir. Ki bu da vâcibtir.
Az önce durumu belirtilen hacıların iki namazı cemederek kılmaları mendub olur. Namazın kılınışı cem sayesinde kemâl derecesine ulaşacaksa, cem ederek kılmak da mendub olur. Meselâ cemederken iki namazı cemaatle beraber kılacak olan kişinin; cemetmediği takdirde namazı tek başına kılması gerekiyorsa bu durumda, cemaatle kılacağı için cemederek kılması mendub olur. Seferdeyken namazları cem-i tehîr şeklinde kılmanın sahîh olması için iki şart gereklidir:
a. Cem-i tehîr için birinci namazın vaktinde niyet etmek şarttır. Birinci vakitte niyet edilirken, geriye tam veya kısaltılmış olarak namaz kılabilecek kadar bir vakit kalmış olmalıdır. Eğer birinci vakitte cem-i tehire niyet etmemişse veya etmiş olup da geriye tam veya kısaltılmış olarak namaz kılacak kadar zaman kalmamışsa günahkâr olur. Eğer bu namazın yalnızca bir rek’atini bile vakit içinde kılamazsa kazaya kalmış olur. Vakit içinde bir rek’atini kılabilirse, haram işlemiş olmakla birlikte namazını edâ etmiş sayılır.
b. Sefer hâlinin, cem-i tehîr olarak kılınan namazların sonuna dek devam etmesi şarttır. Eğer seferîlik, namazların sonuna dek devam etmeyip sona ererse, tehîrine niyet ettiği namaz kazaya kalmış olur. Cem-i tehîr olarak kılınan namazlar arasında tertib ve muvâlâta riâyet etmek, şart olmayıp sünnettir.
Mukîm olan kimsenin, yağmur sebebiyle ikindiyi öne alarak Cuma namazıyla birlikte cem-i takdim şeklinde vaktin evvelinde kılması caizdir. Bu yağmur, elbiselerin üstünü veya ayakkabıların altını ıslatacak kadar olsa da cem-i takdîm yapması caizdir. Eriyen kar ve dolu da bu hüküm açısından yağmur gibidir. Mukîm olan kişinin böyle yapması, tabiî ki bazı şartlara bağlıdır:
1. Yağmur ve benzeri (kar ve dolu) şeyler, her iki namazın iftitah tekbirleri esnasında ve birinci namazın selâmı esnasında mevcûd olmalıdır ki, birinci namaz ikinciye bitiştirilebilsin. Yağmurun birinci namazda veya ikinci namazda veyahut da bu ikisinden sonra kesilmesinin cem için bir zararı olmaz.
2. İki namaz arasındaki tertibe riâyet edilmelidir.
3. İki namaz arasında muvâlâta riâyet edilmeli, yani aralarına bir fasıla konulmamalıdır.
4. Seferîlikte yapılan cem gibi, bu cemedişte de cem için niyet edilmelidir.
5. İkinci namazın en azından iftitah tekbirinin cemaatle birlikte alınması gerekir. Cemaatin, namazın sonuna kadar devam etmesi şart değildir. Birinci rek’atin tamamlanmasından önce cemaatten ayrılıp münferid olarak kılınsa bile bunun bir sakıncası olmaz. Kuvvetli olan görüş bu doğrultudadır.
6. Bu iki namazı kıldıran imam, hem imamlığa hem de cemaate niyet etmelidir.
7. Cemediş, örfe göre uzaktaki bir namazgahta olmalıdır. Öyle ki, cemaat buraya gelirken yolda zorluk çekmiş olmalıdır. Görevli imam, bu hükme tâbi değildir. Yağmurdan ötürü eziyet görmese bile cemaate, iki namazı cemederek kıldırabilir. Bu sayılan şartlardan biri gerçekleşmediği takdirde mukîm kişi, namazların ikisini cemederek bir arada kılamaz. Şiddetli karanlık, rüzgâr, korku, çamur ve hastalık meşhur kavle göre mukîmin cemetmesini mübah kılan sebeplerden değildir. Ancak hastalık hâlinde iki namazın cem-i takdim veya cem-i tehîr şeklinde kılınmasının caiz oluşu tercih edilmiştir.
Malikilere göre;
Namazları cemetmenin sebepleri şunlardır:
1. Seferîlik.
2. Hastalık.
3. Yağmur.
4. Karanlıkla birlikte (yolların) çamurlu olması.
5. Hac ibâdetini edâ etmekte olan kişinin Arafat’ta veya Müzdelife’de bulunması.
Şimdi de bu sebeplerin izahına geçelim:
1. Seferîlik: Bundan maksat, namazın kısaltılmasını gerekli kılan veya kılmayan mutlak mânâdaki seferdir. Yalnız, bu seferin haram, ya da mekruh amaçlı olmaması şarttır. Mubah amaçlı bir seferde bulunan kişinin ikindi namazını öne alarak öğleyle birlikte cem-i takdim şeklinde kılması iki şartla caiz olur:
a. Mola verilecek yere inmesi esnasında, güneş zevale ermiş olmalıdır.
b. İkindi vaktinin girmesinden önce hareket etmeye, ikinci molayı ise güneşin batmasından sonra yapmaya niyet etmelidir. Eğer ikinci molayı güneşin sararmasından önce yapmaya niyet ederse, hareketten önce öğle namazını kılmalı, ikindi namazını ise ikinci molaya bırakmalıdır ki, bu vâcibtir. -Çünkü ikinci mola, ihtiyarî vakit içinde yapılmış olacaktır. Durum böyle olunca ikindi namazını öne alarak öğleyle birlikte kılmaya sebep kalmamaktadır. Cemedilerek öğleyle birlikte kılınırsa, günahkâr olmakla birlikte yine de sahîh olur. İkinci molada da ihtiyarî vakit içinde ikindiyi iade etmek mendub olur. Güneşin sararmasından sonra ve gurubundan önce ikinci molaya niyet ederse, öğle namazını hareketten önce kılar. İkindiyi ise dilerse öne alarak öğleyle birlikte kılar dilerse ikinci molada kılmak üzere erteler. Çünkü ikinci mola, her halükârda zarurî vakitte vukûbulmuş olacaktır. Cemedip etmemek arasında serbest bırakılması şundan ileri gelmektedir: Bu durumdaki bir kimse ikindiyi öne alıp öğleyle birlikte kılarsa, sefer nedeniyle ilk zarûrî vakitte kılmış olur. İkinci molaya ertelerse meşrû-zarûrî vakitte kılmış olur.
Seferde bulunan kişi seyir halindeyken öğle namazının vakti girerse -ki bu da güneşin zevâliyle olur-, eğer güneşin sararması esnasında veya daha önce mola vermeye niyet etmişse, öğle namazını mola esnasında ikindiyle birlikte cem-i tehîr etmek üzere erteleyebilir. Eğer mola vermeye güneşin batmasından sonra niyet ederse, öğleyi ikindiyle birlikte kılmak üzere tehir etmesi caiz olmaz. Molası güneşin batmasından sonra olacağına göre, ikindi namazını da molaya kadar ertelemesi caiz olmaz. Çünkü böyle yaparsa her iki namazı da vakitleri dışına çıkarmış olacaktır. Bu kişi ancak sûreten iki namazı cemedip kılacaktır. Öğle namazı ihtiyarî vaktinin sonunda, ikindi namazı da ihtiyarî vaktinin başında kılınmış olacaktır. Akşam namazıyla yatsı namazı da bu detaylar açısından tıpkı öğle ve ikindi namazlarıyla aynı hükümlere tabidirler. Şu farkla ki: Akşam namazının ilk vakti olan güneşin batma anı, öğle namazına nisbetle güneşin zevale ermesi gibidir. Gecenin ilk üçte biri de, ikindi namazından sonra güneşin sararması mesâbesindedir. Buna göre, akşam namazının vakti yolcunun mola verdiği sırada girmişse ve yatsının girmesinden önce hareket etmeye, fecrin doğmasından sonra da ikinci molaya niyet etmişse, bu takdirde hareketten önce yatsıyı öne alarak akşam namazıyla birlikte cem-i takdim şeklinde kılar. Eğer ikinci molayı gecenin ilk üçte birinin sona ermesinden önce vermeye niyet ederse, yatsıyı o zamana ertelemelidir. Eğer ikinci molayı gecenin ilk üçte birinden sonra vermeye niyet ederse, hareketten önce akşam namazını kılar. Yatsıyı ise dilerse akşam namazıyla birlikte cem-i takdim şeklinde kılar, dilerse ikinci molada kılmak üzere erteler. Kıyas, bu doğrultudadır. Misafirlikte namazları cemederek kılmak caiz olmakla birlikte evlâ olan hükme ters düşmektedir ve yapılmaması daha iyidir. Ayrıca namazları cem’ederek kılmak, sadece kara yoluyla yapılan seferlerde caiz olur. Deniz yolculuğundaysa caiz değildir. Zîrâ namazları cemetme ruhsatı, sadece karada yapılan yolculuklar için geçerlidir.
2. Hastalık: Eğer hasta kimsenin her namaz için ayrı ayrı abdest alıp ayakta durması zor oluyorsa, meselâ karın ağrısına tutulmuş bir kimsenin öğle ve ikindiyi, akşam ve yatsıyı sûreten cemederek kılması caiz olur. Sûreten, cemden kasıt: Öğle namazını ihtiyarî vaktinin sonunda, ikindiyi ise ihtiyarî vaktinin başında; akşam namazını ufuktaki şafağın az öncesinde, yatsıyı da bu şafağın kayboluşunun başlangıcında kılmaktır. Bu namazların bu şekilde cemedilişleri, gerçek anlamda bir cemediş değildir. Zîrâ bu namazların her biri, kendi vaktinde kılınmış olmaktadır ve bu da kerâhetsiz olarak caizdir. Böyle yapan kişi, vaktin başlangıcında namaz kılma faziletini elde eder. Ama mazereti olmayanların durumu bunun tersinedir. Mazereti olmayan bir kişi için sûreten cemediş her ne kadar caizse de, vaktin başlangıcında namaz kılma faziletini kaçırmış olur. Sıhhatli kişi, eğer bulunduğu vakitten sonra gelecek olan vaktin girmesi esnasında; meselâ öğledeyken ikindi vaktinin girmesi esnasında istenilen şekilde namaz kılmasını engelleyen bir baskının veya namaz kılmasına mâni bir baygınlığın vukû bulacağından korkarsa, ikinci vaktin namazını öne alıp bulunduğu vaktin namazıyla cemederek kılabilir. Bunu yaptıktan sonra korktuğu şeyle karşılaşmazsa, zarurî vakitte olsa bile, öne alarak kıldığı namazı iade etmesi müstehab olur.
3/4. Yağmur ve karanlıkla birlikte çamur: Sağanak hâlinde yağmur yağar da, normal insanları başlarını örtmeye zorlarsa ve karanlıkla birlikte yollarda fazla miktarda çamur bulunup da normal bir insanı, ayakkabılarını çıkarmaya zorlarsa, yatsı namazını sıkıntı çekmeksizin cemaatle kılabilmek için, akşam namazıyla birlikte cem-i takdim ederek kılmak caiz olur. Bu durumda akşam namazının vaktinde mescide gidip akşamla yatsıyı birlikte kılmak caizdir. Bu cem’ediş, evlâ olan hükmün tersi anlamında caizdir. Sadece mescidlere özgü olup evlerde yapılması caiz olmayan bu cem-i takdimin uygulanışı şu keyfiyetle olur:
Önce âdet olduğu gibi akşam namazı için yüksek sesle ezan okunur. Ezandan sonra üç rek’at namaz kılacak kadar bir süre beklemek mendub olur. Bundan sonra akşam namazı kılınır. Daha sonra da mendub olarak, minare üzerinde değil de, mescid içinde yatsı ezanı okunur. Minare üzerinde okunmayışının sebepi, halkın, yatsı vaktinin girdiğini zannetmemesi içindir. Bu ezan hafif sesle okunduktan sonra yatsı namazı kılınır. İki namaz arasında nafile kılarak fasıla yapmamalıdır. Cemedilen diğer namazlar arasında da nafile kılmak mekruhtur. Arada nafile kılarak da iki namazı cemetmek mümkündür. Yağmur nedeniyle yatsı namazının akşam namazıyla birlikte kılınması hâlinde yatsı namazından sonra da nafile kılınmaz. Vitir namazı ise, ufuktaki şafağın kaybolması zamanına dek ertelenir. Çünkü vitir, ancak bu vakitten sonra sahîh olur. Mescidde tek başına namaz kılan kişinin, iki namazı birleştirerek kılması caiz olmaz. Ancak bu tek kişi, mescidin görevli imamı olur ve kendine mahsus çekileceği bir odası bulunursa, yalnız başına iki namazı cemetmesi caiz olur. Bunu yapmak için de hem imamlığa hem cem’e niyet eder. Çünkü o, aynı zamanda cemaat mertebesine inmiş sayılmaktadır. Mescidde itikâfa girmiş olan kişinin de, iki namazı cemedip kılan kimseleri bulması hâlinde onlarla birlikte cemedip kılması caiz olur.
Birleştirilerek kılınan namazların ilkine başladıktan sonra yağmur kesilecek olursa cemetmek câîz olur. Ama ilkine başlamadan önce yağmur kesilecek olursa cemetmek caiz olmaz.
5. Arafat’ta bulunmak; Hacıların Arafat’ta ikindiyi öne alarak öğleyle birlikte cem-i takdîm şeklinde kılmaları sünnettir. Hacının Arafat halkından veya Minâ, ya da Müzdelife gibi hac ibâdetinin edâ edildiği diğer mıntıkalardan birinin halkından olması veyahut da o bölge dışındaki uzak yerlerden birinin halkından olması, cemediş açısından aynı hükme tâbidir. Arafat’a tâbi yerlerden birinde ikâmet eden bir hacının, ikâmet yeriyle Arafat arasındaki mesafe, namazı kısaltmayı gerekli kılan bir mesafe olmasa bile, namazı kısaltarak kılması sünnet olur.
6. Müzdelife’de bulunmak: Hac ibadetini edâ eden kişinin, Arafat’tan ayrıldıktan sonra Müzdelife’ye ulaşıncaya kadar akşam namazını ertelemesi sünnet olur. Müzdelife’de akşam namazını tehir ederek yatsıyla birlikte cem-i te’hîr şeklinde kılar. Arafat’ta imamla birlikte namaza durmuş olan kişiler, bu namazları ancak cemederek kılabilirler. Aksi takdirde her bir namazı kendi vakti içinde edâ etmek gerekir. Müzdelife halkı dışındaki diğer kimselerin o gecenin yatsı namazım kısaltarak kılmaları sünnet olur. Çünkü kurala göre her hacının cemederek kılmaları sünnettir. Yatsıyı ise içinde bulunulan mıntıkanın ahâlisi dışındaki kimseler kısaltarak kılabilirler.

Hanbelilere göre;

Öğleyle ikindiyi veya akşamla yatsıyı öne alarak veya sona bırakarak anılan şekilde cemedip birleştirmek mübahtır. Yapılmaması ise daha faziletlidir. Arafat’ta öğleyle ikindiyi cem-i takdîm şeklinde, Müzdelife’de de yatsıyla birlikte akşamı cem-i te’hîr şeklinde bir arada kılmak sünnet olur. Cemedişin mübah olması için, namaz kılmakta olan kişinin sefer mesafesinin, namazı kısaltmayı gerekli kılan bir sefer mesafesi olması gerekir. Veya hasta halde olup cemederek kılamadığı takdirde, meşakkat ve zorlukla karşılaşma ihtimâli, ya da emzikli veya istihâzeli bir kadın olmalıdır. Bunların da her namaz anında temizlenmeleri ve abdest almaları zor olduğundan, zorlukları bertaraf etmek için cem yaparak iki namazı bir arada kılmaları caiz olur. Meselâ kendisinde sürekli sidik akıntısı bulunan özürlü kimseler de istihâzeli kadın gibi iki namazı bir arada cemederek kılabilirler. Her namaz için suyla abdest alamayan veya teyemmüm edemeyen kimseler de, namazların ikisini bir arada kılabilirler. Âmâ kimselerle yer altında çalışmakta olan işçiler gibi, namaz vaktinin (girip çıktığını) bilmekten âciz kalanlar da cem yapabilirler. İki namazı bir arada kılmadığı takdirde canına, malına, ırzına veya geçim vâsıtasına zarar geleceğinden korkan kimseler de cem yapabilirler. Ki bu da, işlerinin başından ayrılmaları imkânsız olan işçiler için bir toleranstır.
Bütün bunlar, öğleyle ikindi veya akşamla yatsı namazlarını cem-i takdîm veya te’hîr şeklinde kılmayı mübah kılan durumlardır. Bunların yanısıra akşamla yatsı namazları kar, dolu, soğuk, çamur, şiddetli ve soğuk rüzgâr, elbiseleri ıslatan ve meşakkate yol açan yağmur gibi sebeplerden ötürü birleştirilerek kılınabilirler. Bu durumdaki kişinin mescide giden yolunun üstünde tavan da olsa, cemi evinde de yapsa, mescidde de yapsa hüküm değişmez. Erdemli olan, cem-i takdîm ve te’hîrden hangisi daha kolaysa onu yapmaktır. Eğer ikisi de aynı olursa daha iyisi olan, cem-i te’hîr yapmaktır. Cem-i takdîm veya te’hîrin faziletli olabilmesi için iki namaz arasındaki tertibe riâyet edilmelidir. Unutkanlık, bu şartı düşürmez. Sadece cem-i takdimin sahîh olması için dört şartın tahakkuku gerekir:
1. Cemetmeye, birinci namazın iftitah tekbiri esnasında niyet etmelidir.
2. İki namaz arasında fasıla bulunmamalıdır. Ancak hafif şekilde abdest alıp kamet getirecek kadar bir fasıla konulursa bunun bir sakıncası olmaz. Ama aralarında, vakit namazına bağlı bir nafile namaz kılınırsa bu takdirde iki namazın cemedilişi sahîh olmaz.
3. Her iki namazın iftitah tekbiri esnasında ve birinci namazın selâmı esnasında, cemi mübah kılan özrün mevcûd olması gerekir.
4. Bu özür, ikinci namazın tamamlanışına kadar devam etmelidir. Sadece cem-i tehîr için gerekli olan iki sıhhat şartı vardır:
1. Cemetmeye birinci namazın vakti içindeyken niyet edilmelidir. Ancak vakit dar olursa bu takdirde ikinci namazı öne alarak birinciyle cemetmek caiz olmaz.
2. Cemi mubah kılan özür, birinci namazın vaktinde yapılan cem niyetinden itibaren ikinci namazın vakti girinceye kadar baki kalmalıdır.

Kaynak: (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı) 

Bir başka kaynakdan  izah:

Bir namazın kaçması ihtimalinin fazla olması durumunda namazı cem etmeye (cem-i takdim, cem-i tehir), namazları birleştirmeye niyet edilebilir mi?

“Namaz müminlere vakitli olarak farz kılındı” ayeti kerimesi gereğince her namazın vaktinde kılınması farz-ı ayındır. Bu sebeple iki vakit namazını bir vakitte kılmak Hanefi mezhebine göre caiz olmaz. Zira, iki vakti bir arada kılmak, ya birini vakti girmeden kılmak veya vakti çıktıktan sonra kılmak yoluyla olur. İkisi de sahih değildir. Vakti girmeden namaz kılınmaz. Namazı vaktinden sonraya da bırakmak caiz değildir. Eda yerine geçmez.

Bu kaidenin yalnızca hacılara özel olmak üzere iki istisnası vardır. Biri Arafat’da takdim cem’i, diğeri Müzdelife’de tehir cem’i. Çünkü Peygambe Efendimiz buralarda namazlarını iki vakti birleştirerek kılmışlardır.

Arefe günü Arafat’da ikindi olmadan öğlenin farzından sonra ikindi namazı kılınır. Büyük bir cemaatle imamın arkasında kılınan bu namaz için, tek ezan ve biri öğle, diğeri ikindi için olmak üzere iki kamet okunur. İki namaz arası böyle ayrılmış olur. Arada nafile ve sünnet namazları da kılınmaz.

Bu namazı büyük cemaatle, imam arkasında kılmak zarureti İmamı Azama göredir. İmameyn, hacının tek başına da cem yapabileceği görüşündedir.

Müzdelife’de ise, o günün akşam namazı yatsı namazı ile birlikte yatsı vaktinde, tek ezan ve tek kametle kılınır. Burada her iki namazın vakti de girmiş olduğundan ikinci namaza başladığını bildirmek için ikinci kamete ihtiyaç görülmemiştir.

İmam-ı Şafii ye göre, yolculukta öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını hem takdim ve hem de tehir etmek suretiyle kılınabilir.

Bu aynı zamanda sünnettir. Sahih-i Buharî’de kaydedildiğine göre, Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Tebük Savaşında namazlarını cem’-i te’hir sûretinde kılmıştır. Öğle ile ikindiyi, akşamla yatsıyı birlikte kıldılar. Şâfiî mezhebi uleması bu hadisi delil olarak getirerek yolculuk anında ve bazı hallerde namazların birleştirilerek önce veya sonra kılınabileceği içtihadında bulunmuşlardır.

Buna göre, dinen yolcu sayılan bir kimse, erkek veya kadın öğle ile ikindiyi; akşamla yatsı namazlarını birleştirerek kılabilir. Öğle namazını ikindi ile birlikte ikindi vaktinde; akşam namazını yatsı ile birlikte yatsı vaktinde kılarsa ilk namazları geciktirmiş olduğundan “cem’-i te’hir” yapmış olur. Fakat ikindiyi öğle ile birlikte öğle vaktinde, yatsıyı da akşamla birlikte akşam namazı vaktinde kılarsa, ikinci namazları öne alıp kıldığından böylece “cem’i takdim” yapmış olur. Duruma göre her ikisini de yapabilir.

Vasıta yürüyüş halinde ise, öğle ve akşam namazlarının vakti içinde, öğle namazını ikindiye ve akşam namazını yatsıya te’hir etmek; istirahat halinde ise ikindi namazını öğle vaktinde, yatsı namazını da akşam vaktinde birlikte kılmak daha faziletlidir.

Gerek cem’-i tehir yaparken, gerekse cem’-i takdim ederken birtakım şartlara riayet etmek gerektir. Meselâ cem’-i takdimle kılacağı zaman namazlardaki sıraya uyması gerekir. İkindi namazını öğle vaktinde, yatsı namazını da akşam vaktinde kılacağı zaman önce öğleyi, sonra ikindiyi; akşam ile yatsı namazlarında ise önce akşamı, sonra yatsıyı kılmalıdır. Aksi halde her iki namaz da fâsit olacağından iade etmesi gerekir.

İkinci şart da, meselâ, öğle namazını kılarken içinden, “Bundan sonra ikindi namazını cem’i takdim ederek kılacağım” diye niyet etmelidir. Bu niyeti namazın içinde selâm verinceye kadar getirmesi lâzımdır.

Üçüncü bir şart, cem’-i takdim edilerek kılınacak namazlar arasında iki rekât namaz kılacak kadar bir fasıla verilmemesi lâzımdır. Aralarında bu miktardan fazla bir zaman olursa ikinci namazı kendi vaktinde kılmak gerekir.

Son şart da, ikinci namazı kılmaya başlayıncaya kadar yolculuğun devam etmesi şarttır. İkinci namaza başlamadan evvel ikamet edeceği beldeye varırsa, artık bu namazı kendi vakti içinde kılması lâzım gelir.

Bu şartlar cem’-i takdim içindir. Cem’-i te’hir için ise sadece iki şart vardır. Bunlardan birisi; birinci namazı ikinci namazın vaktine te’hir edeceğine dair niyet etmelidir. Meselâ öğle ile ikindiyi birarada kılacaksa öğle namazını ikindi namazının vaktinde kılacağından, öğle namazının vakti çıkmadan bu namazı ikindi vakti girince kılacağına dair niyet etmesi lâzımdır. Vaktinde niyet getirmeden te’hir ederse, bu namaz kazaya kalmış olacağı gibi, ayrıca namazı geciktirdiği için de günahkâr olur.

İkinci bir şart da, yolculuğun her iki namazı kılıncaya kadar devam etmiş olması lâzımdır. Birinci ve ikinci namazı kılarken ikamet edeceği yere varırsa birinci namazı kazaya kalmış olur ve ayrıca mes’ul duruma da düşer.

Cem’-i te’hirde sıraya riayet etmek şart değildir. Meselâ, ikindi namazını öğle namazından ve yatsı namazını da akşam namazından önce kılabilir.

Cem’i takdim ederek öğle ile ikindi namazlarını kılmaya niyetlenen kimse, sünnetleri kılacağı zaman önce öğle namazının ilk sünnetini, sonra da her iki namazın farzlarını kılar. Akabinde de öğle namazının son sünnetini, peşinden de ikindi namazının sünnetini kılar. Cem’-i te’hirde ise öğle namazının son sünneti ile ikindi namazının sünnetini ikindi namazından önce kılar. Akşam ve yatsı namazları için de durum aynıdır.

Şâfiî mezhebine mensup olan bir Müslümanın yolculuk ânında dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması câizdir. Kısaltmayıp dört de kılabilir. Ancak dört rekâtlı namazı iki rekât kılacağına dair namaza dururken niyet etmelidir. Yani kısaltacağını bilerek kılmalıdır. Böyle bir namazı yalnız başına kılabileceği gibi, cemaatle de kılabilir. Her ikisi de caizdir.

Şartlarına uyduğu takdirde Hanefi mezhebine mensup bir Müslüman da bu mesele de Şâfiîyi taklit ederek seferî iken namazlarını kısaltarak cem’-i takdim veya cem’-i te’hir sûretiyle kılabilir. Bu şekilde kılarken Şâfiî mezhebine göre abdesti bozacak bir hareketi bulunmamalıdır.

Şafi Mezehebine göre namazları birleştirmenin şartları ve nasıl yapılacağı konusunda detaylı bilgi:

Öğle vaktinde öğle namazını ikindi namazıyla; akşam vaktinde de akşam namazını yatsı namazıyla birlikte kılmaya "cem'-i takdîm" denir.

Öğle namazını ikindi vaktinde ikindi namazıyla, akşam namazını da yatsı vaktinde yatsı namazıyla birlikte kılmaya ise "cem'-i te'hîr" denir.

Sabah namazına gelince bunun hiçbir durumda başka bir vaktin namazıyla birleştirilerek bir arada kılınması sahih olmaz.

Belirtilecek sebeplerden birinin tahakkuk etmemesi durumunda beş vakit farz namazdan birini vaktinden önceye alarak ya da vaktinden sonraya bırakarak başka bir vaktin namazıyla birlikte kılmak caiz olmaz. Zira yüce Allah, her namazı kendi vakti içinde kılmamızı açık bir ifadeyle emretmiştir: "Namaz, müminlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır." 1

Ancak kolaylık ve müsamaha dini olan islâmiyet, bazı sebeplerin oluşması durumunda sıkıntı ve güçlüğü ortadan kaldırmak maksadıyla bazı farz namazların, vakitleri dışında kılınmasına ruhsat vermiştir. Şunu da belirtelim ki, bu konuda mezhepler arasında meydana gelen ihtilâftan sakınmak için efdal olan, cem' yapmaksızın namazları vakitlerinde kılmaktır. Ayrıca sevgili Peygamberimiz de (s.a.v) sefer halinde namazlarını hep kısaltarak kılardı. Ama cem'i her zaman uygulamazdı.

Cem' ederek kılmak daha faziletli olsaydı, sefer halinde namazlarını hep cem' ederek kılardı. Ama bununla birlikte bazan cem'-i takdîm, bazan da cem'-i te'hîr şeklinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birlikte kılmıştır. Şu rivayetleri buna delil olarak göstermek mümkündür:

"Resûlullah (s.a.v) güneş batıya meyletmeden önce yola çıkınca, öğle namazını ikindi vaktine erteler, ikindi olunca mola verir, ikisini cem' ederek birlikte kılardı. Yola çıkmazdan önce güneş batıya meyledip öğle vakti girdiyse hareketten önce her ikisini de öğle ve ikindiyi kılar, sonra yola çıkardı." 2

ibn Abbas'tan (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: "Resûlullah (s.a.v) yol halindeyken öğle ile ikindiyi birleştirirdi. Akşam ile yatsıyı da birleştirirdi." 3

Cem'-i takdîm ile cem'-i te'hîrin sebepleri

Gerekli sefer şartlarını taşıyan ve yolculuk mesafesi de en azından 89 km. olan yolcuların öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı cem'-i takdîm veya cem'-i te'hîr şeklinde kılmaları caizdir.

Hacıların Arafat'ta öğle vaktinde öğle ile ikindi namazlarını cem'-i takdîm; Müzdelife'de yatsı vaktinde akşamla yatsı namazlarını cem'-i te'hîr şeklinde birlikte kılmaları caizdir. 4

Yağmur nedeniyle öğle ve ikindi, akşam ve yatsı namazları cem' edilmek istendiklerinde sadece cem'-i takdîm şeklinde kılınabilir.

Hanefi mezhebine göre sefer ve yağmur yağması hallerinde cem' yapmak caiz değildir. Sadece hac ibadetini eda edenlerin Arafat'ta öğle ile ikindi namazlarını cem'-i takdîm; Müzdelife'de ise akşam ile yatsı namazlarını cem'-i te'hir şeklinde kılmaları hacca ait birer ibadet olarak gereklidir. 5

Cem'-i takdîm ile cem'-i te'hîrin şartlan


Cem'-i takdimin yapılabilmesi için şu altı şartın gerçekleşmesi gerekir:

1. Niyet, iki namazı cem' ederek kılmaya niyet etmek. Meselâ akşamla yatsı namazlarını cem'-i takdîm şeklinde birlikte kılmak isteyen kişinin kalben, akşamdan sonra yatsıyı kılacağına niyet etmesi gerekir. Bu niyetin, selâmla birlikte de olsa ilk namazda yapılması şarttır.

2. Tertip. Önce içinde bulunulan vaktin namazının, sonra da öne alınan namazın kılınması gerekir. Çünkü içinde bulunulan vakit, ilk namazın vaktidir, ikinci namaz ona bağlı olarak kılındığı için, kılma önceliğinin birinciye verilmesi şart olmaktadır.

Önce birinci, peşinden ikinci namaz kılındıktan sonra bir şart veya rüknün yerine getirilmediği için birinci namazın fâsid olduğu anlaşılırsa, şart ve rükünleri tam olarak yerine getirilmiş olsa bile ikinci namaz da fâsid olur. Çünkü bu durumda vaktin namazının sahih olarak kılınmış olması şartı tahakkuk etmemiştir. Ama her halükârda ikinci namaz nafile olarak gerçekleşmiş olur.

3. Müvâlât. iki namazın arasına uzun bir fasıla konmaksızın peş peşe kılınmaları şarttır. Çünkü cem' edilerek kılınmaları, onları tek namaz haline getirir. Tek namazın rek'atları arasına fasıla konmaksızın peş peşe kılınmaları nasıl farz ise, aynı şekilde bu iki namazın da, aralarına fasıla konmaksızın peş peşe kılınmaları farzdır. Bayılma ve sehiv gibi bir mazeret dolayısıyla da olsa aralarına fasıla konması durumunda cem' geçersiz olur ve ikinci namazın artık aslî vaktine ertelenmesi gerekir. Ama aralarına ezan okuma, kamet getirme veya abdest alma gibi kısa bir fasıla konması cem'e zarar vermez. 6

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) Nemire'de cem' yaparken iki namaz arasında kamet getirmiştir.

4. Sefer halinin devamı. Sefer hali, ikinci namazın iftitah tekbiri alınıncaya kadar devam etmelidir. Öyle ki, ikinci namazın iftitah tekbiri alındıktan sonra seferîlik sona erse bile cem'e devam edilir. Ama ikinci namaza başlamazdan önce seferîlik sona ererse, iki namazı cem' ederek kılmak sahih olmaz. Çünkü cem' etmeyi mubah kılan sebep ortadan kalkmıştır.

5. Birinci namazın vaktinin devam etmesi. Birinci namazın vaktinin, ikinci namaza sahih olarak girilmesine kadar çıkmayacağı kesin olarak bilinmelidir.

6. Birinci namazın sahih olarak kılınmış olduğunun zannedilmesi. Bu, birleştirmenin sahihliği bakımından şarttır. Meselâ birinci namaz cuma namazı ise ve ihtiyaç yokken cuma namazı birden fazla camide kılınmaktaysa, hangisinin daha önce kılındığı veya beraberce kılındıkları hususunda şüpheye düşülürse, ikindi namazını öne alarak cem'-i takdîm yapıp cuma namazıyla birlikte kılmak sahih olmaz.

Seferîlikte namazları cem'-i te'hîr şeklinde birlikte kılmanın sahih olması için iki şart gereklidir:

a) Cem'-i te'hîr için birinci namazın vaktinde niyet etmek. Birinci namazın vaktinde niyet edilirken, geriye tam veya kısaltılmış olarak namaz kılabilecek kadar bir zaman kalmış olmalıdır. Cem'-i te'hîr edecek kişi eğer birinci namazın vaktinde niyet etmemişse veya etmiş olup da geriye tam yahut kısaltılmış olarak namaz kılmaya yetecek kadar bir zaman kalmamışsa günahkâr olur. Bu namazın sadece bir rekatını bile vakit içinde kılamazsa, namazı kazaya kalmış olur. Vakit içinde bir rek'atmı kılabilirse, haram işlemiş olmakla birlikte namazını eda etmiş sayılır.

b) Sefer halinin, cem'-i te'hîr olarak kılınan namazların sonuna kadar devam etmesi. Seferîlik, bu namazların sonuna kadar devam etmeyip sona ererse, tehirine niyet edilen namaz kazaya kalmış olur. Cem'-i te'hîr şeklinde kılınan namazlar arasında tertip ve müvâlâta riayet etmek şart değil, sünnettir.

Mukim kimsenin yağmur sebebiyle ikindiyi öne alarak cuma namazıyla birlikte cem'-i takdîm şeklinde vaktin evvelinde kılması caizdir. Bu yağmur, elbiselerin üstünü veya ayakkabıların altını ıslatacak kadar da olsa cem'-i takdîm yapmak caiz olur. Eriyen kar ve dolu da bu bakımdan yağmur hükmündedir. Mukim kişinin böyle yapabilmesi için elbetteki bazı şartların gerçekleşmesi gerekir. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz:

1. Yağmur, eriyen kar ve dolu, her iki namazın iftitah tekbirleri esnasında ve birinci namazın selâmı esnasında mevcut olmalıdır ki, birinci namaz ikinciyle birleştirilebilsin. Yağmurun birinci veya ikinci namazda ya da bu ikisinden sonra kesilmesinin cem'-i takdîme bir zararı olmaz.

2. iki namaz arasında tertibe riayet edilmelidir.

3. iki namaz arasında müvâlâta riayet edilmeli, yani aralarına bir fasıla konulmamadan peş peşe yapılmalıdır.

4. Seferîlikte yapılan cem'de olduğu gibi bu cem' edişte de cem' için niyet edilmelidir.

5. ikinci namazın en azından iftitah tekbirinin cemaatle alınması gerekir. Cemaatin, namazın sonuna kadar devam etmesi şart değildir. Birinci rekatın tamamlanmasından önce cemaatten ayrılıp münferit olarak namaz kılınsa bile, kuvvetli görüşe göre bunun bir sakıncası olmaz.

6. Bu iki namazı kıldıran imam, hem imamlığa hem de cemaate niyet etmelidir.

7. Cem' ediş, örfe göre uzaktaki bir namazgahta olmalıdır. Öyle ki, cemaat buraya gelirken yolda zorluk çekmiş olmalıdır. Görevli imam bu hükme tâbi değildir. Yağmurdan ötürü eziyet görmese bile cemaate, iki namazı cem' ederek kıldırabilir.

Bu sayılan şartlardan biri gerçekleşmediği takdirde mukim kişi, iki namazı cem' ederek bir arada kılamaz.

Şiddetli karanlık, rüzgâr, korku, çamur ve hastalık meşhur görüşe göre mukim kişinin iki namazı cem' etmesini mubah kılan sebeplerden değildir. Ancak hastalık halinde iki namazın cem'-i takdîm veya cem'-i te'hîr şeklinde kılınmasının caiz olduğuna dair görüş tercih edilmiştir. (bk. Mehmet Keskin, Büyük Şafi İlmihali)

1 Nisa 4/103.
2 Buhârî, Taksîrü's-Salât, 15, 16; Müslim, Müsâfirîn, 46; Ebû Davud, Salât, 274; Nesâî, Mevâkit, 42.
3 Buhârî, Taksîrü's-Salât, 13.
4 Nevevî, el-Mecmû', 4/249.
5 ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, 2/504, 509.
6 Nevevî, el-Mecmû', 4/253; Zühaylî, el-Fıkhü'l-islâmî, 2/1378.

Bir başka kaynakdan  izah:

CEM'İ TAKDÎM VE CEM'İ TE'HÎR

Namazın geciktirilmesi veya öne alınması ile ilgili bir fıkıh terimi.

Cem'; sözlükte birleştirmek, toplamak, biraraya getirmek demektir. Takdîm; öne almak, öne geçirmek, tehîr ise; geri bırakmak, geciktirmek anlamına gelir. Bir fıkıh terimi olarak cem'-i takdîm, hacc yapanların vakfe için Arafat'a çıktıklarında güneşin zevalinden sonra, yani öğle namazının vakti içinde, önce öğle namazını; hemen arkasından da ikindi namazını birleştirerek kılmalarıdır. Cem'i tehîr ise, yine hacıların güneş battıktan sonra Arafat'tan Müzdelife'ye geldiklerinde; önce, vakti geciken akşam namazını kılmaları, hemen arkasından da yatsı namazını edâ etmeleridir. Burada öğle ile ikindi ve akşamla yatsı namazları, aynı vakitte birleştirilerek kılındıkları için buna "camii's-salâteyn" yani "iki namazı birleştirme" terimi de kullanılmıştır. Ebû Hanîfe ile bazı Şâfiîlere göre, bu iki namazı birlikte kılmanın sebebi hacc; Şâfiîlerin çoğunluğuna göre ise yolculuktur. (Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VI, 438-439).

Her namazı kendi vaktinde kılmak farzdır. Zira vakit, namazın şartlarındandır. Ayetlerde şöyle buyurulur:

"Namaz müminlere vakitli olarak farz kılındı" (en-Nisa, 4/103) "Namazlara ve orta namaza (ikindiye) devam ediniz..." (el-Bakara, 2/238)

"Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl... " (Hûd,11/1 14) Yine, Hz. Peygamber'e, güneşin eğilmesinden gecenin karanlığına kadar ve bir de, tan yeri ağarırken namaz kılması emredilir. (el-İsrâ,17/78-79) Hz. Peygamber (s.a.s.) namaz vakitlerini genel olarak bildiren bu ayetlerin uygulamasını ve beş vakit namazın vakitlerini bizzat açıklamış, ümmete göstermiş ve böyle kılmıştır. (Müslim, Mesâcid, 31, 174; Ebû Dâvud, Tahare, 60; Nesâî, Ezân, 12; Tirmizî, Mevâkît, 4.)

Her namazın kendi vakti içinde kılınması prensibinin istisnası, hacc yapanların Arafat'ta öğle ile ikindi namazını, öğle vaktinde; Müzdelife'de de akşamla yatsı namazını yatsı vaktinde birleştirerek kılmalarıdır. Bu konuda fakîhler arasında görüş birliği vardır. Çünkü Veda Haccı sırasında Hz. Peygamber'in uygulaması ve sözleri, namazın vakitleriyle ilgili ayet ve hadisleri tahsis edecek kuvvettedir. Abdullah b. Mesud (r.a.)'den, şöyle dediği nakledilmiştir: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'ın bir namazı kendi vaktinden başka bir vakitte kıldığını görmedim. Ancak iki namaz müstesna: Arafat'ta öğle ile ikindiyi, Müzdelife'de ise akşamla yatsıyı birlikte kılmıştır." (Buhârî, Hacc, 99; Müslim, Hacc, 288; Tecrid-i Sarîh Tercümesi, II, 487, 488, VIII, 374; A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi, İstanbul 1977, IV, 136) Yine Abdullah b. Mesud, Hz. Peygamber'in vefatından sonra yaptığı bir hacc sırasında, Müzdelife'de akşamla yatsı namazlarını birleştirerek kılmış, sabah namazını da erkence kıldırdıktan sonra, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Akşamla yatsıdan ibaret olan Şu iki namazın, Şu Müzdelife mevkiinde mutat olan vakitleri değiştirilmiştir. Sakın insanlar yatsı vakti girmeden Müzdelife ye gelip de bu iki namazı erkenden birleştirmesin. " (Buhârî, Hacc, 97; Ahmed b. Hanbel, V, 202; Asım Köksal, İslâm Tarihi, İstanbul (t.y.), XVII, 273, 274).

Hz. Peygamber'in Arafat ve Müzdelife dışında bazı yolculuk ve meşakkatli zamanlarda da öğle ile ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirerek kıldığı olmuştur. Sâlim b. Abdillah, babasından şöyle nakletmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) sefere acele ettiği zaman akşam namazını geciktirerek, yatsı ile birlikte kılmıştır." (Müslim, Salâtü'l Müsâfirîn, 45) Yine Muaz b. Cebel'den rivayete göre,o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber ile beraber Tebük savaşına çıktık. Hz. Peygamber, öğle ile ikindiyi birlikte, akşam ile yatsıyı da birlikte kılardı." (Müslim, II, 10; Ebu Davud, I, 285; İbn Mâce, I, 340) Bu ve benzeri hadîsler Hanefî mezhebince, Rasûlullah'ın bunlarda birinci namazı vaktinin sonunda kılmış olduğu, ikinci namazı da vaktinin evveline aldığı; ancak her iki namazı bir vakitte kıldığı şeklinde anlaşılmıştır. İbn Abbas'ın naklettiği hadîs de bu manayı destekler: "Rasûlullah (s.a.s.) Medine'de korku veya yağmur yokken, öğle ile ikindiyi, akşamla yatsıyı da birlikte kıldı." İbn Abbas'a Rasûlullah'ın bununla ne yapmak istediği sorulmuş, o şu cevabi vermiştir: "Ümmetine meşakkat vermemeyi kastetti..." (Sahîh-i Müslim Trc., IV,136,137) İslâm âlimlerinden hiçbirisi, hazarda, iki namazı birleştirmenin caiz olduğunu söylememiştir. Bu yüzden yukarıdaki İbn Abbas hadîsi birinci namazın vaktinin sonunda, ikinci namazın da ilk vaktinde kılınması anlamına gelir. Buradan anlaşılan şudur: Arafat ve Müzdelife dışında iki namazın birleştirilmesi sadece şeklen olmuştur. Aslında iki namaz ayrı ayrı kendi vakitleri içinde kılınmış; ancak birinci namaz vaktinin sonuna geciktirilmiş, ikinci namaz ise ilk vaktinde edâ edilmiştir. Bu konudaki hadisler, Hanefilerce namazın şartlarından olan vakti tahsis edecek güçte kabul edilmemiştir. Yolculukta namazın vaktinden önce cem'i takdîm (öne alınarak birleştirme) şeklinde kılınacağına delâlet eden, Hz. Muaz'dan naklen Ebû't-Tufeyl'in rivayet ettiği hadisten başka açık hadis yoktur. Bu hadîste şöyle denilmektedir: "Hz. Peygamber, Tebük savaşında, güneş battıktan sonra yola çıkarsa, yatsıyı öne alır ve onu akşamla birlikte kılardı." (Ebû Dâvud, II, 18)

Tirmizî bu hadîsin "garîb" olduğunu söylemiş, Hâkim ise, "Bu hadîs uydurmadır" demiştir. Ebû Dâvud namazın vaktinden önce kılınacağını bildiren sabit bir hadîs olmadığını belirtir. (Şevkânî, Evtâr, III, 262; Sahîhi Müslîm Tercemesi, IV,136 vd.; İbn Âbidin, Reddü'l Muhtar, (çev. A. Davudoğlu) İstanbul 1982, II, 62-63)

İmam Mâlik de, Arafat ve Müzdelife dışında iki namazı birleştirmeyi şekil bakımından mümkün görür. O şöyle der: "Yolculuk zorlamadıkça, kişinin seferde iki namazı birleştirerek kılmaması caiz değildir. Öğle ile ikindi arasında kişiyi yolculuk zorlarsa, öğleyi vaktin sonuna kadar geciktirerek öyle kılar, sonra ikindiyi vaktin ilk cüzünde kılar. Akşam namazını da vaktin sonuna şafak batmadan öncesine kadar geciktirerek bu vakitte kılar. Sonra yatsıyı ilk vaktinde kılar." (Mâlik, el-Müdevvenetü'l Kübrâ, I, 116-117)

Abdullah b. Abbas'tan, Rasûlullah (s.a.s.)'in Medine'de öğle ile ikindiyi ve akşamla yatsıyı yedi ve sekiz rekat olarak bir arada kıldığı rivayet edilmiştir. Ebû Eyyûb, "Sanırım bu yağmurlu bir gecede olmuştur" demiş, İbn Abbas da "Olabilir" karşılığını vermiştir. Amr da der ki: "Ben, ey Ebu'ş Şa'sa sanırım Hazret-i Peygamber öğleyi ertelemiş ikindiyi vaktin başında kılmış, akşamı ertelemiş yatsıyı vaktin başında kılmıştır dedim. O da ben de öyle sanıyorum dedi." Müslim şöyle der: "Rasûlullah, korku ve yolculuk olmaksızın öğle ve ikindi ile akşam ve yatsıyı bir arada kıldı." Müslim'in bir diğer rivayetinde: "Korku ve yağmur olmaksızın..." denilmiştir. (Buhari, Mevâkît,12; Müslim, Müsâfîrîn, 54; Ebû Dâvud, Sefer, 5; Nesâî, Mevâkit, 47; Malik Muvatta; Sefer, 5).

Sonuç olarak hacc farizası dışında normal yolculuk, hastalık ve benzeri darlık zamanlarında öğle ve akşam namazlarını son vakitlerinde, hemen arkasından da ikindi ve yatsı namazlarını ilk vakitlerinde kılmak mümkündür. Böylece iki namaz birlikte fakat kendi vakitlerinde kılınmış olur. Bu uygulama, İslâm'ın müslümanlara getirdiği bir kolaylıktır.

Print this item

Dini-1 Namazda Huşu Nedir ve Nasıl Sağlanır?
Posted by: SeliM35 - 08-23-2019, 10:46 PM - Forum: Namaz ve Dua - No Replies

   

Namazda Huşu Nedir ve Nasıl Sağlanır?

Huşû Nedir?

Sözlük anlamı itibariyle; korkmak, itaat etmek, tevazu göstermek, boyun eğmek demektir.

Terim olarak Huşu; Huşu, Allah-ü Teâlâ dan korkmak, ona boyun eğmek.

Huşu; aslı kalpte, fakat belirtileri bedende olan eylemdir.

Huşu; kalbin huzur ve saygıyla dolması, bedenin de sakin ve hareketsiz olmasıdır.

Huşu; kalbin yalnızca Allah’a teslim olması, O’ndan başka bir şeyle meşgul olmaması, O’nun zikriyle tatmin olup huzur bulmasıdır.

Huşu; Allah’ın huzurunda bulunmanın, yalnızca O’nu düşünmenin, biz O’nu görmesek de O’nun bizi gördüğünü hissetmenin verdiği vecd halidir.

Huşu; fiziki ve maddi benlikten kurtulup, manevi ve ilahi benliğe bürünmenin adıdır.

Sahabe ve Alimlere göre Huşu Nedir ?

Hz. Ali: Huşu’ kalptedir. Ve müslüman kişiye karşı yumuşak davranmandır. Namazında sağına soluna iltifat etmemektir.

l İmam Kurtubi , el Camiu li Ahkamil Kur’an , cilt:2,syf;65

“Hûşu kalpte bulunan bir şeydir. Namazda iken donmuş gibi durup hiç bir yana bakmamak ve hiç bir şeyle ilgilenmemek huşûdandır.”

“Hûşu olmayan namazda, lüzumsuz şeylerden kaçınılmayan oruçta, tertile riayet edilmeden yapılan kıraatte, günahlardan sakındırmayan amelde, sehavet bulunmayan malda, sıkı bağlılık bulunmayan kardeşlikte, ihlas olmayan duada hayır yoktur.”

İbn-i Abbas : Namazda huşûlu olan kişi Allah'tan korkan kişidir. Namaz kılarken de hareketsiz duran kişidir.

l Osman ERSAN, Gözümün Nûru Namaz, Erkam Yayınları

Süfyan es-Sevrî anlatıyor: el-A’meş’e huşû’nun ne olduğunu sordum, bana, ey Sevrî dedi. İnsanlara imam olmak istiyorsun bununla birlikte huşû’un ne olduğunu bilmiyorsun. Ben İbrahim en-Nehaî’ye huşû’un ne olduğunu sordum, o da bana şöyle dedi: Uaymiş (A’meşcik) İnsanlara imam olmak istiyorsun bununla birlikte huşû’un ne olduğunu bilmiyorsun. Şunu bil ki huşu sert kuru şeyler yemek, kalın ve sert elbiseler giymek, başı öne eğik durmak değildir. Huşu, şerefli olanı da sıradan olanı da hak açısıdan eşit görmendir. Allah’ın sana emrettiği bütün farzlarda Allah için huşu duymandır. Ömer b. Hattab, başını önüne eğmiş bir delikanlı görür de ona: Ey filan, başını kaldır, der. Çünkü huşu kalpte bulunandan başka birşey değildir.

l İmam Kurtubi , el Camiu li Ahkamil Kur’an , cilt:2,syf;65

Alimler namazdaki huşû’u şöyle izah etmişlerdir: “Namazda huşû; bütün himmetini namaz için toplamak, namazın dışındaki her şeyden yüz çevirmek, gözlerini secde yerinden ayırmamak, sağa sola bakmamak, elbisesiyle oynamamak ve parmaklarını çıtlatmamaktır”

l En-Nesefî, Kadî Beydâvî ve Hak Dini Kur’ân Dili, Mü’minûn, 23/2

İmam-ı Rabbani : Namazları cemaatle, huşû ve hudû ile kılmalı, çünkü insanı iki cihanda felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak, ancak huşû ile kılınan namazdır.

Veysel Karani Hazretleri kendini bildi bileli ömrü içinde bir gece yatıp uyumamıştır. Bir geceye, “bu gece leyle-i sücud” der, sabaha kadar secde ile geceyi ihya ederdi. Diğer bir geceye de “bu gece leyle-i kıyam” der, sabaha kadar ayakta ibadetle geceyi ihya ederdi. Bir gün:“Namazda hûşu nedir? ” diye soran bir zâta:“Namaza durduğunda, biri keskin bir kılıçla sırtına vursa, kılıcın ucu göğsünden çıksa, yine hiçbir acı duymamandır.” diye cevap vermişti.

Amr İbn-i Zer’in elinde bir hastalık hasıl olmuştu. Tabipler elinin kesilmesi gerektiğini söylediler. O da;“-Kesin” dedi. Tabipler;“-Seni iple bağlayıp öyle kesebiliriz.” deyince Amr İbn-i Zer:“-Buna lüzum yok, ben namaza durunca rahatlıkla kesebiliriniz.” dedi. Amr İbn-i Zer namaza durunca elini kestiler. O, bunu hissetmedi bile!

l İmam-ı Gazali, İlahi Nizam, s. 89

*Pek çok sahabe ve tabilerden şöyle nakledildi. Hûşu; sükûn ve hareketsizliğin adıdır.

Namazda Neden Huşu İçerisinde Olmalıyız?


    Namaz huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir

                      l Bakara Suresi , 45. Ayet Meali

Ayette de buyrulduğu üzere namaz huşu sahipleri dışındakilere ağır gelir. Yani onlara kıldıkları namaz yorgunluk olarak döner. İşte bu yüzden namazlarımızda huşu içerisinde olmalıyız.

Kur’an ve sünnet; insanların yaptıkları ibadet ve taâtlerin, ancak huşû ve hudû içinde eda edilmesi ve yalnızca Allah’a has kılınması halinde makbul sayılacağını ve o kişiyi felaha ulaştıracağını beyan eder. Bu durum, özellikle namaz için söz konusudur. İhlasla, samimiyetle, huşu içinde, kunutta bulunarak inabe (gönülden boyun eğmek) ve ihbat (Allah’a iman ile tatmin olmak) ederek kılınan namaz, Allah ve Rasulü’nün istediği namazdır.

    Namazlarında huşu içerisinde olan mü’minler muhakkak felaha ermişlerdir.

    l Mü’minun Suresi, 1. ve2. Ayet Meali

*Enbiya 90, Hacc 35 ve İsra 109’da, Allah’ın rızasını kazanan peygamberlerin ve Salihlerin en belirgin özelliği olarak huşu ve kalp inceliğinden sözedilir.

    Biz de icabet ettik, Ona Yahya'yı hibe ettik ve karısını Onun için ıslah ettik. (çocuk doğurmak için uygun hâle getirdik) Muhakkak ki onlar hayırlı işlerde yarışırlar; ümitle ve korkarak bize dua ederlerdi, huşû duyarlardı.

                      l Enbiya Suresi, 90. Ayet Meali

    Onlar ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir; başlarına gelenlere sabrederler, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayra harcarlar”

                      l Hacc Suresi, 35. Ayet Meali

    Çeneleri üstüne kapanıp ağlıyorlar ve (Kur'an) onların huşu (saygı dolu korku)larını arttırıyor.”

                      l İsra Suresi, 109. Ayet Meali

*Kaf 32-33 ile Hud 23’te ise inâbe ve ihbât edenler cennetle müjdelenir. Bu bağlamda, Bakara 238’de de mü’minlerin kunût ederek namaza durmalarının istendiğini görüyoruz. Bütün bu kelime ve kavramlar – huşû, hudû, inâbe, ihbât, kunût - ; Allah’a gönülden boyun eğmeyi O’nun karşısında kensini hiçe saymayı derin bir saygıda bulunmayı, acziyet ve alçak gönüllük içinde olmayı, kalbin titremesi tüylerin ürpermesini… ifade ederler. Tam manasıyla bu kavramlar hakiki bir namazın ancak bu huşû içerisinde ve bu duygular etrafında olması gerektiğini anlatmıştır.

İbn-i Abbas’tan rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v)

    Manasını düşünerek huzur ve huşu ile kılınan, iki rekat namaz gafil kalple akşamdan sabaha kadar kılınan namazdan hayırlıdır.” buyurmuştur.

Bu hadiste tek başına bizim namazda neden huşû içerisinde olmamız gerektiğinin dayanağıdır.

Aşağıdaki hadislerde neden namazda neden huşÛlu olmamıza ışık tutmaktadır.

Sahabelerden Ammar Bin Yasir‘in bildirdiğine göre, Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

    Öyle durumlar olur ki, kişi namazını bitirince defterine kıldığı namazın sadece onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı kadar sevap yazılır.”

                      l Darimi, Salat 91

Abdulvahid bin Zeyd:

    Alimler, kulun kıldığı namazdan, onun için sadece şûurlu olarak kıldığı kısımların sevap temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir.” demiş ve bu hususta bir icma bulunduğunu iddia etmiştir.

Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur

    Kim güzelce abdest alır, rükûları ve secdeleri tam yaparak hûşu ile vaktinde namazını kılarsa, o namaz bembeyaz, parıl parıl bir şekilde göğe yükselir ve sahibine şöyle der: Sen beni nasıl geçirmedin, vaktinde kılarak korudun ise ALLAH da seni korusun.”

                      l et-Terğip ve’t-Terhib, I, 339


Namazda Huşuyu Nasıl Sağlayabiliriz ?

1.Namaz Kılarken Allah'ın huzurunda olduğunu düşünmek

Peygamber Efendimiz (asm):

    Kul namaza durduğu zaman, ancak Hz. Allah'ın huzurundadır. Sağa-sola iltifat ederse, Hz. Allah;
    "Kime iltifat ediyorsun? Benden hayırlısına mı? Bana dön ey ademoğlu! Çünkü ben iltifat ettiğin şeyden daha hayırlıyım.” buyurur.

                      l Ruh’ül Beyan

Namazda her şeyi geriye atıp Allah’a (cc) yönelmeli ve O yüce zatın (cc) huzurunda olduğunu düşünmelidir. Allah’ın (cc) huzurunda olunduğu her an hatırlanırsa, yani Allah’ın (cc) emirlerini işlerken Allah’ın (cc) bizi daima görmekte olduğu düşünülürse selam verinceye kadar huzur muhafaza edilecektir.
2.Kur'an'ı Hüzünlenerek, Ağlayarak ve Korkarak Okumak

Kur’an; yaşarak, hissederek, duygulanarak, hüzünlenerek, ürpererek, korkarak, titreyerek, gözyaşları içinde okunması gereken bir kitab-ı ilahidir.

    Ağlayarak yüzüstü kapanırlar.Kur’an onların huşûunu artttırır.“

                      l İsra Suresi, 109. Ayet Meali
3.Namazın mü'minlerin miracı olduğunu düşünmek


    Biriniz kalkıp namaza durduğunda Rabbiyle konuşuyor. O halde O’nunla (cc) nasıl konuştuğunu iyi düşünsün.”

                      l Hakim

    Namaz müminin miracıdır.

                      l Buhari
4.Namaz kılarken o namazın son namazımız olduğunu düşünmek

    Namaz kıldığında dünyaya veda eden kişinin namazı gibi namaz kıl.”

                      l İbni Mace, Hakim, Beyhaki

    Hayata veda eden bir kimsenin namazı gibi ve Allah’ı görüyormuşçasına namaz kıl. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görüyor.”

                      l Ebu Muhammed
5.Namazda okuduğumuz ayet ve duaların anlamlarını düşünmek

Namazda okuduğumuz ayet ve duaların anlamları ezberlenmeli ve namazda o duaları okurken manaları tefekkür edilmelidirKendini Rabbinin huzurunda düşünmek ve o huzurda nasıl olması gerekiyorsa, öyle bulunmak çok iyidir.
6.Namazda yapılan hareketlerin manasını düşünmek

Namaz kılarken yaptığımız hareketlerin hangi anlama geldiği düşünmelidir. Zira; kıyam, rüku, secde gibi hareketlerin başlı başına sembolik anlamları vardır. İnsan kıyamda Allah’ı (cc) zikreden meleklerin ve ayakta duran ağaçların ibadetini, rükuda rüku halindeki dört ayaklı hayvanların ibadetlerini, secdede adeta secde halindeymiş gibi duran sürüngenlerin ibadetlerini, ka’dede (otururken) devamlı oturur gibi görünen taşların ve dağların ibadetlerini Allah’a (cc) sunduğu tefekkür edilmelidir. Bu düşünceler de insanı huşua sevk edecektir.
7.Namaz dışındaki vakitleri de hayır-hasenatla geçirmeye gayret etmek

Resulullah (asm) bir kimseyi namazda sakalı ile oynarken gördü ve:

    Kalbinde huşu ve hudu olsaydı, eli edep üzere olur, azası da kalbi gibi olurdu.” buyurdular.

                      l Hakim, Tirmizi

Namazda insanın aklına gelen şeyler, genel olarak namaz dışında meşgul olduğu şeylerle alakadardır. Namaz dışındaki vakitler hayır-hasenatla geçirilirse, o vakit namazda akla gelen şeyler de hayır-hasenat olacaktır. Yani namazın dışında huşuu sağlamayı öğrendiğimizde namazda da huşuu yakalamayı öğrenmiş oluruz.
8.Namazdaki Fiilerin Sembolik Manalarını Düşünmek

Namazdaki bütün fiilî, lisanî, fikrî ve kalbi eylemler huşû ile doğrudan alakalıdır: Önce, Allah’ın huzurunda, ayakta el pençe divan durup hafif başı öne eğik durumda saygıyla kıyamda bulunmak, sonra da yere kapanıp alnını toza toprağa sürerek tevazu ve tezellülün zirvesine ulaşmak…Bütün bunlar, kulun namazda huşû’a ermesini ve kendisini Allah’u Teala karşısında hiçe saymasını sağlayan davranışlardır.

İmam Gazâlî, namazda huşûun sağlanması için şu altı şarttan sözeder:

    Huzur-ı Kalp : Kalbi tümüyle okunan şeye bağlamak, onları düşünmek, başka bir şey düşünmemek
    Tefehhüm : Okunan ve söylenenin manasını anlamak, onları düşünüp tefekkür etmek
    Ta’zim: Kölenin efendisine duyduğu ve gösterdiği saygıdan daha fazlasını Allah için göstermek
    Heybet : Bu saygıdan kaynaklanan bir saygı hissi duymak
    Reca :Kusurlardan dolayı Allah’ın azabından çekinmek ve namaz da Allah’a saygı duyup, korkulduğu için de sevap ummak
    Haya : Kusur ve hataları hatırlayıp anlayarak Allah’tan haya etmek.

            l İhyau’Ulum’id Din,c.I,S.410

Namazda Huşuya Engel Olan Durumları Ortadan Kaldırmak

Namazı kalp huzuruyla, tefekkür ve tazimde bulunarak, heybet, recâ ve haya duyguları içinde kılabilmek için gönlü ve kafayı meşgul edecek her türlü engeli ortadan kaldırmak gerekmektedir.

Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem-, namazda huşû’a engel olacak şeylerden özellikle kaçınmış ve kaçınmayı tavsiye buyurmuştur:

    Yemek hazırlanmışken veya küçük, büyük abdest sıkıntısı varken kılınan namaz, kâmil bir namaz olmaz.

    l İhyau ’Ulum’id Din, İmam Gazali, c.I, s.410.

Böyle bir durumda yemeği düşünmemek ve namazı bir an önce bitirmeye gayret etmemek mümkün değildir. Bu tür sıkışık anlarda Allah’ın âyetlerini düşünmek, hissetmek ve yaşamak da elbette çok zor olacaktır.

Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve sellem-, evde kapağı açık unutulan tencerenin bile namazın huşûunu zedeleyebileceğini düşünerek bir sahabiyi ( Osman bin Ebî şeybe) uyarmıştır:

    Evdeki tencereyi kapatmanı sana söylemeyi unuttum; çünkü namaz kılarken insanı meşgul edecek bir şeyin evde bulunması uygun olmaz.

    l İhyau ’Ulum’id Din, İmam Gazali, c.I, s.444.

O, sadece ashabını bu konularda uyarmakla kalmamış, bizzat kendisi de namazda huşû duymasına engel olabilecek her türlü şeyi ortadan kaldırmaya özen göstermiştir. Bir keresinde Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve sellem-, üzerinde bazı işaretler bulunan yeni bir elbiseyle namaz kılmış ve gözleri bu işaretlere takılmıştı. Namazdan sonra şöyle demişti:

    Namazdayken işaretlere baktım; az kalsın huşûumu bozacak, beni fitneye düşürecekti.” Daha sonra elbiseyi Ebu Cehm’e geri gönderdi.

    l Sıfatu Salet’in – nebiy, el-Albani, s. 71-72.

*Sahabe ve ilk nesillerde O’nu örnek alarak namazda huşû konusunda son derece titiz davrandılar:

    Ensardan Ebu Talha, bir gün bahçesinde namaz kılıyordu. O sırada bir kumru uçtu ve ileri geri gidip gelmeye başladı. Çıkacak bir yer arıyordu. O, Ebu Talha’nın hoşuna gitti; gözü ona bir müddet takılı kaldı. Sonra kendine gelip namaza devam etmek istedi. Baktı ki, kaç rekat kıldığını bilmiyor. Bunun üzerine “ Vallahi, bana şu malım yüzünden bir fitne isabet etti de kaç rekat namaz kıldığımı dahi bilemedim.” dedi ve hemen Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip durumu anlattı. Sonra da “ Ey Allah’ın Rasulu! Şu bahçem Allah için sadakadır. Onu dilediğin yere sarfeyle!” dedi.

    l Muvatta, İmam Malik, I/98.

Yine aynı şekilde, ensardan bir başkası da namazına ve huşûuna engel olan bahçesini, halife Osman’a gidip vakfetmişti.

Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bilinmesi gereken husus şudur ki; Namazla mü’minin arasına pek çok engel girebilir. İşte bu engelleri ortadan kaldırmadan huşû içinde namaz kılmak oldukça zor ve hatta imkansızdır.

Namazda huşû duymayı engelleyecek yukarıdaki pratik örneklerin dışında; bazı düşünceler, hayaller, kutuntular, vesveseler ve hatırlamalar da namazı zedeleyebilecek unsurlar olarak karşımıza çıkar. Zaten, şeytanın görevi insanların gönlüne çeşitli vesvese ve düşünceleri fısıldayarak onlara Allah’ı anmayı unutturmaktır:

    O, insanların göğüslerine ( kötü düşünceler) fısıldar.

    l Nas suresi, 5. Ayet meali

    Şeytan, Onlara Allah’ı, anmayı unutturmuştur.

    l Mücadele suresi, 19. Ayet meali

Bu tür şeytani vesveseler karşısında ne yapılması gerektiğini Allah Rasulu (sav) ashabına tavsiye buyurmuştur:

    Osman bin Ebil As “ Ey Allah’ın Rasulu! Şeytan benimle namazımın arasına girerek bana okuduğum şeyi unutturdu.” dedi. Rasulullah (As) şöyle buyurdu: ‘ Bu şeytandır; ona hınzep denir. Onu hissettiğinde ondan Allah’a sığın ve sol tarafına üç kere tükür!’ Osman bin Ebil As ‘ bunu yaptım ve Allah benden bu derdi giderdi.’ dedi.

    l Sıfatu Salet’in – Nebiy, el-Albani, s. 109.

Namazda huşû’a engel olan etkenleri ortadan kaldırmak için, istiaza (şeytandan Allah’a sığınmak) ve tebettül (kalbini her şeyden boşaltıp Allah’a yönelmek) şarttır. Şeytanın vesvese, fısıltı ve dürtüklemelerine kulak tıkamdan, bu konuda Allah’tan yardım dilemeden namaza durmak ve Kur’an okumaya başlamak, tilkilerin cirit attığı bir ortamda kümesin kapısını açık bırakmak gibidir.

Ayrıca; dünyadan kopmadan, dünyevi ilgi, sevgi ve düşüncelerden kurtulmadan ve her şeye veda ederek Allah’ın yüce denetimini ense kökünde hissetmeden de namazda huşû’a ermek mümkün olmaz.

    Namaz kıldığın zaman, veda eden gibi namaz kıl.

    l İhyau ’Ulum’id Din, İmam Gazali, c.I, s.410.

    Her namazınızı, son kez namaz kılıyormuşçasına kılın.! O’nu görmüyorsanız da muhakkak O sizi görüyor.

    l Sıfatu Salet’in – Nebiy, el-Albani, s. 70.

Namaza dururken Allah’ı anmak, O’nun bizi görüp gözettiğini hissetmek, Allah’ın huzurunda mutlaka hesaba çekileceğimizi ve bu hesap için amellerimizin dökümü yapıldığında iyilik hanemize yazılacak en son ibadetimizin işte şu kıldığımız namaz olabileceğini düşünmek, bir sonraki namaz vaktine yetişip yetişemeyeceğimize dair bir garantimizin olmadığını hatırlamak, adeta bu fani dünyada son demlerini geçiren bir insanın psikolojik halini yaşamak…İşte bu duygularla namaza başlamak, başından sonuna kadar namazda huşû içinde bulunmamızı sağlamaya yetecek de artacaktır.

Zaten; Allah’ı, ayetlerini, cennet ve cehennemi; yaratma, öldürme ve diriltme kudretini, azametini ve yüceliğini hatırlamaktan başka ne ile kalpler tatmin bulup huzura ve sükuna kavuşacaktır.

    Dikkat edin; ancak Allah’ın zikri ile kalpler mütmain olur.

    l Ra’d Suresi, 28.Ayet Meali

Namazın Hakikati ve Ruhu

Namazın ruhunun aslı, namaz boyunca kalbin huşû ve huzur içinde bulunmasıdır. Çünkü namazdan maksat, kalbi Allah’a yönetmek ve onun zikrini tazelemektir. Nitekim Yüce Allah(c.c) şöyle buyurmuştur:

    Ve beni hatırlamak için namaz kıl.

    l Taha Suresi, 14. Ayet Meali

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimiz de şöyle buyurmuştur:

    Nice kimseler vardır ki, namazdan nasipleri yorgunluk ve sıkıntıdan başka bir şey değildir.

Bu Hadisi Şerifİ kalbi gafil olanlar hakkındadır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimiz yine şöyle buyurmuştur:

    Nice namaz kılanlar vardır ki, onlara namazlarından onda bir veya alda bir oranından fazlası yazılmaz. Herkesin namazından yazılan, kalbi hazır olduğu kısımlardır.”

Yine şöyle buyurmuştur:

    Bir kimseye veda eder gibi namaz kıl” Yani namazla, kendi nefsine ve isteklerine veda et, onlardan ayrıl, Allah’tan başka herşeydem uzaklaş, demektir.

Bu sebepten dolayı Hz.Aişe (r.a) diyor ki:

    Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bizimle konuşurdu. Biz de onunla konuşurduk. Namaz vakti gelince, bizi hiç görmemiş ve tanımamış gibi olurdu. Bu durum, Allah’ın azameti ile çok fazla meşgul olmasından ileri geliyordu.

Bir Hadisi Şerifte efendimiz yine şöyle buyurmuştur:

    Kalbin hazır olmadığı namaza Allah bakmaz.

Hz.İbrahim (a.s), namaz kıldığı vakit kalbinin çarpıntısı iki mil uzaktan duyulurdu.

Hz.Ali (r.a) namaza kalktığı vakit âzâlarını bir titreme alırdı. Yüzünün rengi değişir ve şöyle derdi:

    Yedi kat göklere ve yere arz edilen ve onların taşıyamadıkarı emaneti edâ etmenin zamanı geldi.

Süfyan Sevrî diyor ki:

    Namazı huşu ile kılmayanın namazı doğru olmaz.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir:

    Kalbin hazır olmadığı namaz, cezaya daha yakındır.

Muaz b. Cebel (r.a) diyor ki:

    Namazda kasten sağında, solunda kimler var! Diye etrafa bakanın namazı olmaz.

        l Kimya-yı Saadet, İmam Gazali, Hisar Yayınevi, s.114

Print this item

Allah-Y Allahu Tealanın Subuti Sıfatları
Posted by: SeliM35 - 08-22-2019, 05:23 PM - Forum: islam Akaidi Bilgileri - No Replies



Allahu Tealanın Subuti Sıfatları


SIFÂT-I SÜBUTİYYE

Yüce Allah'ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur'an ayetleriyle sabit oldukları ve bu ayetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları Yüce Allah'ın zatında isbat edilmiş olduğu için, "sübutî sıfatlar" diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah'ın zatıyla kaimdir. O'nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübutiyye şunlardır :

1. Hayat Sıfatı : Yüce Allah'ın diri, canlı ve ezelî bir hayat ile hayat sahibi olması demektir. Bunun zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni'dir. Allahu Teâlâ'nın bu sıfatına işaret eden pek çok ayet vardır. Meselâ : "Ölümsüz, diri olan Allah'a güven ve O'nu tesbih et!..." diye buyurulmaktadır (Furkân, 25/58 ).

Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allahu Teâlâ'dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah'ın yaratmasıyladır. Halbuki Yüce. Allah'ın "Hayat" sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zatından ayrılmayan, zatı ile var olân vacib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah'ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki "hayat" sıfatıdır.

2. İlim Sıfatı : Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O'nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O'nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu, olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini bilir. O'nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok ayet-i kerime vardır :

"İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir..." (Alû İmran, 3/29).

Şu halde Allah'ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O'na malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah'ın bilgisi dâhilindedir. O'nun ilmi, zatı ile kâim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.

3. İrade Sıfatı : Yüce Allah'ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O'nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O'nun dilemesi, iradesi ile olmuştur. O'nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın "irade" sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O'nun iradesi o şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.

Bu anlamda Yüce Allah'ın iradesini iki şekilde anlamak kabildir :

a) Tekvinî (kevnî) irade : Bu iradeye "meşiyyet" de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her halde vuku bulur. Bu anlamda Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor : "Birleyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (en-Nahl, 16/40).

b) Teşriî (dinî) irade : Bu irade Cenab-ı Hakk'ın muhabbet ve rızası demektir ki; bu mânâda irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; "...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez" buyuruyor (el-Bakara, 2/185). Bunun anlamı "şayet siz kullar, Allah'ın rıza ve mühabbetinin hilafına zorluk, kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızası yoktur" demektir.

4. Kudret Sıfatı :
Allah Teâlâ'nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ'nın nihayetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu kudret sıfatıyla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O'nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; "Muhakkak ki, Allah her şeye kâdirdir, gücü yetendir" buyurmaktadır (el-Bakara, 2/20).

5. Basar Sıfatı : Cenâb-ı Hakk'ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntılar olmaksızın her şeyi görür. O'nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa bağlı değildir. Yüce Allah'ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcudâta, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O'nun görmesinin dışında kalan hiç bir mahlûk yoktur. İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler : Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ'nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce ayet yer almaktadır. Meselâ; Bakara süresi 233. âyet meâlen şöyle son bulmaktadır : " ... Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür ".

6. Semi' Sıfatı : Yüce Allah'ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttasıftır. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi işitir. Allahu Teâlâ'nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, bir takım kayıt ve şartlara, vasıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanından olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve aşikar niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Meselâ; Nisâ suresi 134. âyet meâlen şöyle nihayet bulur : "...Allah işitir ve görür".

7. Kelâm Sıfatı :
Yüce Allah'ın söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç olmadan konuşur ve söyler. Allahın "Kelâm" sıfatı, ezelî ve ebedîdir; yüce zatı için vacib olan sıfattır. O'nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla bildirmiştir. O, kelâmını dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya) muhtaç değildir. Yüce Allah'ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu "kelâm" sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenab-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır : "Allah Musa'ya hitabetti" veya "Âllah, Musa'ya da hitab ile konuştu" (en-Nisa, 4/164). Ayrıca Bakara suresi 253. âyette de şöyle buyurulmuştur : " ... Onlardan Allah'ın kendilerine hitab ettiği (konuştuğu), derecelerle yükselttikleri kimseler vardır..."

8. Tekvîn Sıfatı : Allah Teâlâ'nın bilfiil yaratması, yoktan var etmesi demektir. Allah'ın bu sıfatı ezelidir. Tekvîn sıfatı da diğer sıfatları gibi, O'nun yüce zatıyla kaim ve O'nun hakkındâ vacib olan sübutî sıfatlarından biridir. Tekvin sıfatı, irade sıfatının muktezasına göre, mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur : "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu, sadece o şeye "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (Yasin, 36/82). İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni, Yüce Allah'tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, "İrade" sıfatıyla ezelî ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvîn sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir.

Yüce Allah'ın alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani Tekvîn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn sıfatının bütün bu tealluklarına "sıfât-ı fiiliyye" de denir.

Allahü Teâlâ'nın yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı için vacib olan sıfatların hepsi, görüldüğü gibi, ayetlerle sabit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O'nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir tekdir; O'nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O'nun sıfatları ve işleri de yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan sıfatlardan ve O'nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve isimler, O'nun yüce zatının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik olarak Kur'ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla vasıflandırmıştır. Böylece O'na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatlarıyla O'nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O'nu her hangi bir şeye hâşâ benzetmek gibi bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O'nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün bu sıfatların asıllarına imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair her hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir.

HAYAT

Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah hakkında hayat sıfatının varlığı zorunludur. Sözlük anlamı, ölümün zıttı olan diri olmak demektir. Allah hakkında kullanıldığında bunun anlamı, Allah'ın her zaman için ölmeyen ve uyumayan diri olması anlamındadır. Hayatı için bir başlangıç ve sonuç yoktur. Diğer isim ve sıfatları gibi hayat sıfatı da ezelî ve ebedîdir.

Hayat sıfatı Allah'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla ittisafım sahih kılan, Zat-ı Bari ile kâim, subuti, ezeli ve vücudî bir sıfat olarak tanımlanmaktadır (Curcanî, et-Tarifat, 65; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, II, 104;Seyyid Sabık, el Akaidu'l-İslâmiyye, s. 68; Metin Yurdagür Allah'ın Sıfatları Esmaü'l Hüsna, İstanbul 1984, s. 177).

Uyku hali canlıda his, idrak ve şuur duygularının yok olmasına sebeptir. Bu sebeple Allah hakkında uyumak ya da uyuklamak sözkonusu değildir : "Allah ki O'ndan başka ilah yoktur; daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir... Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar" (el-Bakara, 2/225).

Allah hakkında "hayat", Kur'an-ı Kerim'de : "Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri (hayat sahibi) ve yaratıklarını koruyup yöneticidir..." (el-Bakara, 2/255); "Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri ve (yaratıklarını) koruyup yöneticidir" (Âlu İmran, 3/2); "Bütün yüzler, O diri ve yöneliciye boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen perişan olmuştur" (Tâhâ 20/111); "Ve ölmeyen (diriy)e tevekkül et ve O'nu överek tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter" (el-Furkan, 25/58 ) ve el-Mü'min 40/65 olmak üzere beş yerde zikredilmektedir. Bu yerlerin üçünde, yaratıkları ayakta tutan, yöneten, idare eden ve koruyan anlamında olan "Kayyûm" ismiyle birlikte zikredilmektedir. Bütün canlılar, hayatlarını Allah'a borçludur. Onları dirilten, var eden ve diri tutan O'dur. Onun için Allah'a muhtaçtırlar. Oysa Allah başkasına muhtaç değildir. O, Samed'dir, her şey O'na muhtaç olduğu halde kendisi başka bir şeye muhtaç değildir.

Allah'ın "hayat"ı, tam kâmil bir hayattır. O, ölümsüzdür. Diğer canlılar hayatlarını devam ettirmek için hava ve gıda gibi başka şeylere muhtaçtırlar. Oysa Allah Teâlâ'nın hayat için başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onun için Allah Teâlâ'nın hayatı, diğer canlıların hayatına benzemez.

"O'na benzer hiçbir şey yoktur" (eş-Şûra, 42/11). Yaratıcı olan Allah'ın hayatı yaratılmışların hayatına nasıl benzesin ki, yaratılmışların hayatları bile biribirlerine benzememektedir. Bitkilerin hayatı ile hayvanların hayatı; hayvanların hayatı ile insanların hayatı birbirlerinden farklıdır. Hayat fonksiyonları farklılık arzetmektedir. Bitkiler de diridirler, doğar, yer, içer, büyür, ürer ve nihayet ölürler. Durumlarına göre bilgileri de vardır; kendilerine yarayan şeyleri yaramayanlardan ayırdederler. Ancak kendi hayatlarından daha yüksek ve daha kudretli bir hayata sahip varlıklardan haberleri yoktur. Hayvanların hayatı, bitkilerin hayatından daha ileridir. Hayvanlar fazladan olarak görür, işitir ve uzak yerlere hareket ederler.

İnsanların hayatı ise, hayvanların hayatından da ileridir; onlarınkine ilaveten düşünür ve değerlendirme yaparlar, mükellef olmalarının sebebi de budur.

Netice olarak tek bir ilah olan Allahu Teâla'nın zatını tavsif buyurduğu Hayat sıfatı Hak Teâla tarafından bahşedilmiş olan ve insanların teşekkülünü sağlayan hayat kaynağından daha başka kaynaklardan sûdur etmektedir. İşte bu mana ile Allah hayat bakımından diğer eşyadan ayrılır. Hiçbir mebdeden başlamayan ve hiçbir nihayet ile müntehi olmayan ebedi ve ezelî hayatında kendisidir. Mahdut sınırların mahkûmu, başlangıç ve sonuçların çerçevelediği ve zaman kavramından tamamen uzaktır. Allah'ın hayatı bambaşka bir hayat şeklidir. Cenab-ı Allah'ın hayat sıfatı, insanların hayat sıfatıyla alışageldikleri özelliklerin hepsinden uzak olduğu gibi mutlaktır da. İşte bu mana ile, beşer hayalinde dolaşan bütün efsanevi unsurlar vahdaniyet akidesinin dışında kalır... Kulu ne zaman O'na yönelirse O kuluna icabet eder. "Allah'ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim, Sana yöneldim, Senin için cihad ettim, Senin izzetine sığındım. Beni doğru yol üzerinde sabit kılacak Sen den başka ilah yoktur. Sen ölmeyen Dirisin, cinler ve insanlar hep ölürler" (Taftazâni, Şerhu'l-Makâsıd II, 64-65; Cürcanî, Şerhu'l-Mevâkıf, II, 353) şeklinde Hz. Peygamberin sözleri ve şu ayet-i kerime konuyu açık bir şekilde izah etmektedir : "O diridir, O'ndan başka ilah yoktur. Dini yalnız kendisine hâlis kılarak O'na yalvarın. Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur" (el-Mü'min, 40/65).

İLİM (Allah'ın Sıfatı)


Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri.

İlim, vakıaya uygun olan kesin bilgidir. Hükemaya göre ilim, bir şeyin zihinde şekillenmesidir. ilmin karşıtı cehalettir.

İlim iki kısına ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim Allah'ın zatîna aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur (Cürcani, et-Ta'rîfât).

Allah'ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları vardır. Bu sıfatlardan her biri vacip ve zarûri varlık kavramının dışındadır. Allah'ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır; Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir. Allah bundan münezzehtir (Taftazânî, Şerhü'l-Akaid, 22-23).

Gazzâlî şöyle demektedir : "Allah mâlumatın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her şeyi, onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kainatta zerre kadar bir şey dahi onun ilminden gizli değildir. O, karanlık gecede, kara taşın üzerine, siyah karıncanın kımıldamasını da bilir, ondan haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir. Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini başlangıç ve sonu olmayan yanî kadîm ve ezelî ilmiyle bilir" (Gazzâlî, İhya, l, 124).

Mülk suresinin bir ayetinde şöyle buyurulur : "Sözünü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki o, sînelerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır" (el-Mülk, 67/13-14). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde böyle der : "Allah'ın Latîf isminde iki tefsir vardır. Bunlardan birisi en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Bu ayetten şunu da anlıyoruz ki, yaratan Allah (c.c) yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin künhünü kalplerde saklı olan her şeyi bilen O'dur. Mükelleflerden sâdır olan gizli-açık, iyi-fenâ her söz ve fiil O'na nisbetle eşittir, onları bilir (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 5222).

Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah'ın ilmine göre farklılık arzetmemektedir. Allah'ın ilminin önüne cehalet geçmemiştir. O'nun ilmine unutma bulaşmaz, O, hiç bir zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Küll ve cüz'ü bilmedeki ilmi aynıdır. Küll'ü nasıl biliyorsa, cüz'ü de aynen öyle bilmektedir. Kainattaki nizam, sağlamlık ve ahenk O'nun ilminin şümûlüne (genişliğine) apaçık bir delildir (Seyyid Sabık, el-Akaid el-İslâmiyye, 67).

Allah'ın ilminden hiç bir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O'nun insanların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur'an'ın bir çok ayetinde zikredilmektedir. Bu ayetlerden bir kaçının meali şöyledir :

"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz" (Yûnus 10/61);

"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. O'nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Yani levh-i mahfuzda veya Allah'ın ilmindedir" (el-En'âm, 6/59);

"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur, beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur, bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka 0, onlarla beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir" (el-Mücadele, 59/7).

Allah'ın ilmini ispat etmek için bir delile ihtiyaç yoktur. Alemdeki nizam, hikmet sahibi bir bileni iktizâ eder. İlim sıfatının kainata taalluku vardır. O'nun ilmi, varlığı caiz olana ve mümkün olana taalluk ettiği gibi, müstahîl (imkansız) olana da taalluk eder. Hiç bir şey ilim sıfatının taallukundan hariç olamaz. ilmin taalluku vukûa tabidir. Yani ilim tasavvuru vakıa ve gayrı vakıa şâmildir. İlim sıfatı, iradeden başkadır. Makdûrâtın muhassısı (tahsis edicisi) değildir. Malum asıldır; ilim, malumatın süreti ve hikayesidir. Bir şeyin suret ve hikayesi o şeyin fer'i (bölümü)dir. İlim malumdan mukaddem (önde) olursa, ona ilm-i fiilî denir. Cenab-ı Hakk'ın masnuata (sonradan ortaya çıkmış şeylere) ait ilm-i ilâhîsi, ilm-i fiilîdir. İlim sıfatı, vücut gibi mütekâmil bir sıfattır. Vacibin varlığı için gereklidir. Cenab-ı Hakk, zâtı ve sıfat-ı barı gibi vacibleri, şerîk-i barı gibi mümtenîleri -mevcut olsun veya olmasın bilir. Madum olan şeylerin mevcut olacak (varlık alemine çıkacak) ve mevcut olmayacak (varlık alemine çıkmayacak) kısımlarını tam ayrıntılarıyla bilir. Madumlar sonsuz olduğuna göre Allah'ın ilmi de sonsuzdur. Malumat müteceddit (yenilenen) oldukça ilm-i ilâhînin de taalluku yenilenir. Böylelikle eşyanın cüziyatı (ayrıntıları) da Allah'ın ilmi kapsamına girer. Aynaya yansıyan şekil ve suretlerin değişmesi, aynının değişmiş olduğu anlamına gelmediği gibi, Allah'ın ilminin taalluku, O'nun gerçek bir sıfatı olan ilminin de değişmiş olmasını gerektirmez. Binaenaleyh Allah'ın ilminin taalluku ezelîdir. O'nun ilmi zatından başka bir şeye muhtaç değildir (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni tım-i Kelâm, 105-107).


SEMİ'

Cenab-ı Allah'ın sıfatlarından biri. İster gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile işiten anlamına gelen es-Semi' ismi âyet-i kerimelerde tek başına bulunmayıp es-Sebe', 34/50; ed-Duhan, 44/6; el-Hucurat, 49/1; el-İsra,17/I âyetlerinde görüldüğü gibi daha çok Karîb, Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir.

Semi', bazen duaların kabulü manasına "Semiu'd-dua" (duayı tam anlamıyla duyan, işiten) anlamına gelir. Meselâ; İbrahim,14/39 ve Alu İmran, 3/38; âyetlerde Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyya peygamberlerin dualarında gördüğümüz "duaları çok işiten, yani çok kabul eden" manasındaki "semiu'd-dua" bunu göstermektedir (Metin Yurdagür, Allah'ın sıfatları, İstanbul 1984, s. 86).

Semi', Cenab-ı Allah'ın sıfat-ı subütiye veya sıfat-ı meani ve sıfat-ı zâtiyye de denen sıfatlarından biri olup, O'nun zâtının gereği, ezelden muttasıf olduğu ve O'ndan hiç ayrılmayacak olan sıfatlarındandır. Bu sıfat, ezelî ve ebedî olarak Allah ile kaim, nasslarla sabit, ancak O'nun ne aynı ne de gayrı diye kabul edilen hakiki sıfatlarından olup; selbi sıfatlar, yani, Allah'ta bir eksikliğin bulunmadığını ifade eden sıfatlar gibi O'nu noksanlıklardan tenzih eden itibâri bir mefhum değildir (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, II, İstanbul 1339-1343, s. 104, 111-112).

Semi' sıfatının ifade ettiği Cenab-ı Allah'ın işitmesi, O'nun yarattıklarında olduğu gibi işitmek için bir organı, yani kulağı veya onun kısımlarından birini gerektirmez. Çünkü Allah bir cisim olmaktan münezzehtir. Allah'ın gizli-açık herşeyi işittiği, Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle sabit olduğu gibi; Hz. Peygamberin hadislerinde de ifade buyurulmuştur. Nitekim bir hadiste; "Kendinize hakim ve sahip olun. Siz, sağır ve gâib olana değil; işiten, gören ve çok yakında olan Allah'a dua ediyorsunuz" buyurulmuştur (Buhari, el-Camiu's-Sahih, İstanbul 1315, VIII, 168 ).

Allah Teâlâ'nın gizli-açık her şeyi işitmesini ifade eden semi' (işitme) sıfatı, mahiyeti ve işleyişi bakımından insanlık tecrübesinin dışında bulunur. Çünkü, Allah'ın zatını ve mahiyetini kavramak bakımından da biz insanların durumu aynıdır. Bu konuda kullara ve bir insanlara düşen görev, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli münasebetlerle pek çok yerde zikredilmiş bulunan ve semi' kelimesiyle ifade edilmiş olan bir sıfatı olarak Allahu Teâlâ'nın her şeyi işittiğine inanmaktır. Bu sebeple, bu sıfat İslam din bilginlerince Allah'a sübûtu zarûrî bulunmuş ve isbatı için akıldan delil getirmeye bile gerek görülmemiştir (Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhul Mevâkıf, II, s. 359, Fahreddin er-Razî, Kelâma Giriş (el-Muhassal), Terc., Hüseyin Atay, Ankara 1978, s : 165).

Allah'ın semi' sıfatına sahip olduğu her ne kadar âyet ve hadislerle ispatlanıyor ve başka delile gerek duyulmuyorsa da, Kelam kitaplarında akıldan da deliller getirilmiştir. Nitekim, yarattıklarında bile işitmenin, işitmemeye göre bir kemal ve üstünlük taşıdığı bilinirken; en yüce kemal sahibi olan Allah Teâlâ için bu sıfatı kabul etmek gerektiği ortadadır. Başka yönden ilim bir kemâl sıfatıdır. İşitme ise ilmin şartı ve üstünlüğünü açıkça ortaya koyar.

el-BASÎR


Allah'ın güzel isimlerinden biri. Her şeyi gören, çok iyi gören anlamına gelmektedir. Allah her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. Kâinatın herhangi bir noktasında hiçbir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın. İbadette ihlâs, kulun Allah'ı görmemesine rağmen, Allah'ın onu gördüğünü bilmesi ve onu görür gibi ibadet etmesidir.

Allah, zatı ile basîrdir. "O, yegane hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyden hakkıyla haberdardır. " (el-En'am, 6/18 ) ayetinde, "Habîr, Basîr" şeklinde ifade edilmiştir. Allahü Teâlâ gizli veya açık her şeyi görür, gece veya gündüz, küçük veya büyük... Her şeyi hakkıyla bilir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur : "Kendinize hâkim olunuz. Siz, sağır ve gaib olan kimseye değil, işiten, gören ve çok yakında olan (Allah)'a dua ediyorsunuz. " (Buhârî, Tevhid, 9; Müslim, Zikr, 44-46...) Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Cibril'in "İhsan nedir?" sorusuna Resulullah'ın şu cevabı verdiğini anlatır :

"(İhsan), Allah'a sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah'ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni görür. " (bk. Cibril Hadisi)

Allah, kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri, kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkaranlık taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir.

BASAR


Allah'ın sıfatlarından biri. Işık, renk, şekil, miktar ve her türlü davranışın, güzellik ve yanlışlıkların idrak edildiği duyudur.

Kur'an-ı Kerîm'de görmek anlamına gelen Basîr' sözcüğü 36 ayette geçmektedir. Ayetlerin çoğunda (el-Bakara, 2/96,110, 233, 237; Âli İmrân, 3/156, 163; el-Maide, 5/71; el-Enfâl, 8/39; Sebe' 34/11; Fussilet, 41/40; el-Hucurât, 49/18; el-Hadîd, 57/4; Mümtehine, 60/3; Teğabun, 64/2) basîr sözcüğü, a-m-l' fiilî ile birlikte "Allah yaptıklarınızı görür, Allah onların yaptıklarını görüyor" biçiminde değişik şekillerde geçmektedir. Bazı ayetlerde (Âli İmrân, 3/15, 20; Mü'min, 40/44) basîr sözcüğü,kul anlamına gelen İbad sözcüğü ile birlikte "Allah kullarını görür, görmektedir" biçiminde geçmektedir. Bazı ayetlerde (el-İsrâ,17/1; el-Hacc, 22/61, 75; Lokman, 31/28; Mü min, 40/20, 56; eş-Şûra, 42/11; el-Mücadele, 58/1) basîr sözcüğü, işitmek anlamına gelen semi sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Bazı ayetlerde (el-En'am, 6/50; er-Ra'd 13/16; el-Fâtır, 35/19; Mü'min, 40/58 ) basîr sözcüğü, kör anlamına gelen amâ sözcüğüyle birlikte geçmektedir. Hûd suresinde (11/24) basîr sözcüğü, ama sözcüğüyle sağır anlamına gelen esamm' sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Mülk suresinde (67/19) Allah'ın her şeyi' gördüğü bildirilmekte, Fâtır suresi (35/31) ile Şûra suresinde (42/27) basîr sözcüğü, haber alan veya haberdar olan anlamına gelen habîr sözcüğüyle birlikte geçmektedir.

Allah her şeyi görür. Onun görmesi her şeyi ve her tarafı kuşatır. Hiç bir şey onun görmesine engel olamaz. Hiç bir şey de onun görmesinden gizli kalamaz. Bazı şeyleri görüp, bazılarını görmemesi mümkün değildir. Gizlilik, kapalılık, aydınlık, karanlık onun için söz konusu değildir.

Allah'ın görmesiyle, kulların görmesi arasında bir kıyas yapılamaz. Zira Allah'ın görmesi yaratıklarda olduğu gibi göz aracılığıyla değildir. Allah her türlü maddilikten uzaktır, mahluklara benzemekten münezzehtir. Allah'ın her şeyi görme sıfatına sahip olduğuna iman etmek gerekir. Allah Teâlâ gizli ve açık herkesin ne yaptığını ve ne yapacağını görür, Mesafe, zaman ve karanlıklar Cenab-ı Allah'ın görmesine asla engel değildir.


İRADE


İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak. Kelâm ilminde Allah'ın bir sıfatı ve aynı zamanda insanın bir özeliği olarak ele alınmıştır.

Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir. "Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir" (Hûd, 11/107) Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir : "Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye "ol " demektir; o da hemen olur" (Yâsin, 36/82); "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" (el-Kasas, 28/68 );"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (el-Mâide, 5/1). Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.

İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye :

İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.

Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur :

a- Tekvinî İrade : Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.

Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.

b- Teşriî irade : Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.

"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez" (el-Bakara, 2/ 185) ayeti bu türdendir.

Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.

Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur (Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106).

KUDRET (SIFATI)

Kuvvet, güç, takat. Canlının irade ile bir şeyi yapmaya ve yapmamaya muktedir olduğunu gösteren bir özellik. Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah'ın her şeyde etki ve tasarrufa kadir olması. Kudret bu manaya göre gücü yetmek demektir. Yaratıklarla ilgili olduğu zaman tesir eden ezeli bir sıfattır. Bunun anlamı şudur : Şüphesiz Allah Teâlâ ezeli ve ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve kudret sıfatı ile her istediğini yapmaya muktedirdir. Kudret Allah'ın ezeli bir sıfatıdır ki mümkinâta taalluk ettiği zaman onlarda etki eder (Teftazânî, Şerhu'l-Akaid, İstanbul 1304, s.89). Allah'ın kudretinin en büyük kanıtı kâinattır.

Evren ve evrenin kapsadığı bütün canlı ve cansız varlıklar ilâhî kudretin eseridir. Allah, sonsuz kudretiyle bütün varlıkları yoktan var etmiştir. İlahî kudret evrenin her tarafını kuşatmıştır. İlahi kudreti hiçbir şey aciz bırakamaz, hiç bir şey onu engelleyemez. Kur'an-ı Kerim ilahi kudreti şöyle anlatır : "(Bütün) mülk(-ü tasarruf, ilâhi kudretinin) elinde bulunan (Allah)ın şânı ne yücedir. O, her şeye hakkıyle kadirdir" (el-Mülk, 67/1)."Bunun sebebi şudur : Çünkü Allah Hakkın ta kendisidir. Ölüleri ancak O diriltiyor. O, şüphesiz her şeye hakkıyle kadirdir" (el-Hacc, 22/6).

Allah'ın kudreti sınırsızdır. Beşerin kudreti ise sınırlıdır. Bütün beşeriyet bir araya gelse Allah'ın en basit yaratıklarından biri olan bir sineği yaratmaya kudreti yetmez. Sonsuz olan ilâhı kudret ile son derece sınırlı olan beşeri kudret arasındaki farkı Kur'an şöyle tasvir ediyor : "Ey insanlar, size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin : Sizin, Allah'ı bırakıp da yaptığınız (putlar) hakikaten bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bunun için bir yere toplanmış olsalar bile" (el-Hacc, 22/73). İlahî kudretin eserleri hiç bir sınır tanımayan bir güce, bir enerjiye delâlet eder. İlahi kudret, insanın hayatıyla içiçedir. Ondan ayrılması asla düşünülemez. Öyleyse arzu edilen bir şeyi elde etmek veya arzu edilmeyen bir şeyden sakınmak için ilahi kudretten başka hiç bir sığınak yoktur. Çünkü Allah'tan başka hiç bir varlık böyle bir sığınmaya sahip değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur : "Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa onu kendisinden başka giderebilecek kimse yoktur.

Eğer sana bir hayır da dokundurursa... İşte O, her şeye hakkıyle kadirdir. O, kullarının üstünde (essiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, Yegane hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyle haberdârdır" (el-En'am, 6/17-18 ).

Kur'an'ın ifadesine göre ilâhî kudret erkek ve dişinin yaradılışında tek etkendir. Öyleyse başka ilâhlara sığınmaya veya çocuk sahibi olmak için başkasının gücüne kudretine sığınmaya gerek yoktur. Kur'an şöyle der : "O, kimi dilerse ona kız (evlât)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlât)lar lütfeder" (es-Şura, 42/50).

İlahi kudret, milletlerin aziz veya zelil oluşlarında yeğane nüfuz ve etki sahibidir : "(Habibim) de ki : Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın; kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın; hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kadirsin" (Âlu İmrân, 3/26).

Fertlerin ve toplumların hayatlarının var olmalarını devam ettiren ve etkileyen, yönlendiren yegane etki, ilâhî kudrettir.

KELÂM

Konuşma. Allah'ın Sübuti sıfatlarından. Allah'ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir. Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.

Kur'an'da Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i onunla konuşunca... " (el-A'raf, 7/143), "De ki : "Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz : tükenir" (el-Kehf, 18/109), "Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah'ın sözünü işitsin... " (el- Tevbe, 9/6) ve "Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir." (el-Bakara, 2/ 174) bu âyetlerden yalnızca birkaçıdır.

Kelamcılara göre Allah'ın Kelam sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla da kanıtlanabilir Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah'ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm peygamberler Allah'ın kelâmını insanlara aktarmış, O'nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik görevi de ancak Allah'ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah'ın konuşma niteliğine sahip olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri Allah kelamı Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.

Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur'an'da şöyle belirtilir : "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak), yahut perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder" (eş-şûrâ, 42/51). Allah'ın "perde arkasından" konuşması, Hz. Musa (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrail) vasıtasıyla vahyetmesidir.

Kelamullah ve Kelam-ı Kadim deyimleri Kur'an'ı dile getirir. Allah'ın mütekellim (konuşan) ve Kur'an'ın da Allah'ın kelamı olduğunda tüm İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur'an'ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş'ariye ile Mâturidiyye tarafından savunuldu.

Selef'e göre Kur'an Allah'ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah'la kaimdir ve O'ndan ayrı değildir. Kur'an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur'an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah'ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.

Selef'in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile'nin görüşleri yer alır. Mu'tezile'ye göre Kur'an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah'ın konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail'de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz'da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur'an'ın kadim (ezeli) olması, Allah'ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.

Eş'ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelamı "nefsi" ve "lafzi" olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah'ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezeli bir sıfattır. Lafzi kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi kelâma delalet eden ses ve harflerden oluşan Kur'an'ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş'arî ve Maturidîler nefsi kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş'arîlere göre nefsi kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın işitilemeyeceğini savunurlar.


TEKVİN

Cenâb-ı Allah'ın, zatıyla kaim, bilfiil yaratmak ve icat etmek şanından olan sübûtî ve hakiki sıfatlarından biri. Allah Teâlâ bu sıfatıyla dilediği her mümkünü yokken varlık sahasına çıkarır. Tekvin ile murad edilen bir eserin vücuda gelmesine bilfiil müessir olan mebde-i tekvindir. Yoksa mükevvin (yaratıcı) ile mükevven (yaratılan) arasındaki ilişki değildir. Bu ilişki izafi bir durum olduğu için hâdistir. Tekvinin (yaratmanın) menşei ise bir eserin vücud bulmasında doğrudan doğruya müessir olan Allah'ın zatıyla kaim bir sıfattır. Tekvine, halk, îcâd ve te'sir de denilir.

Eş'arîlere göre yaratmanın mebde' ve illeti kudret ve irade sıfatlarıdır. Onlara ise, madrubsuz (dövülensiz) darbın (dövmenin) husulü tasavvur olunamayacağı gibi mükevvensiz (yaratılansız) tekvin de düşünülemez. Tekvin kadim olsa mükevvenâtın da kıdemi lâzım gelir.

Yine Eş'arîlere göre, kudret sıfatının iki çeşit taalluk ve te'siri vardır : Ezelî ve layezâli (hâdis olan) taalluklar. Ezelî olan taalluk, mümkünatın fâilden (Allah'tan) sudûr etmesini salih ve sahih kılar ki, bilfıil sonsuzdur. Kudret sıfatının "taalluk-ı layezlisi" (hadis ve sonradan olan taalluku) ise ezelî irade sıfatının mümkünün varlık ve yokluğundan birini tercihine göre, hâdis olan taalukudur. İşte bu kudret sıfatının ikinci ve hâdis olan taallukuna tekvin derler. Bu tekvîn hâdistir, Allah'ın zatıyla kâim değildir. Allah'ın zatıyla kâim olan kudret ve iradedir. Allah Teâlâ'ya hâlık (yaratıcı) denilmesi, ayrıca O'na bu iki sıfatın dışında hakiki bir tekvin sıfatının isnâd edilmesini gerektirmez. Kudretin bu hâdis taalluku bilfiil sonlu, bilkuvve sonsuzdur.

Mutezile'ye göre, Allah'ın eşyayı yaratmada ayrıca hakiki bir tekvin sıfatına ihtiyacı yoktur. Dilediği her şeyi yaratmada O'nun zâtı kâfidir.

Matürîdlere göre tekvin, Allah'ın bütün âlemleri ve bunlarda bulunan her bir şeyi ve cüz'ü ezelde değil, ilim ve iradesine göre var olacakları vakitte yaratması demektir. Tekvin (yaratma) yaratılandan (mükevvenden) başkadır. Tekvin, ezelde ve ebedde Cenab-ı Hakk'ın zatıyla kaim, zatından ayrılmayan ve bakî bir sıfattır. Mükevven (mahluk) ise, tekvin sıfatının taallukunun hudûsüyle hâdistir.

Tekvin Sıfatının İsbatı

a) Allah Teâlâ'nın hâlık olduğu ve her şeyin mükevvini (yaratıcısı) bulunduğunda akıl ve nakil ittifak etmiştir. Esasen hâlik ve mükevvin kelimeleri halk ve tekvin masdarlarından türemiş ism-i fâillerdir. Muştak ( türemiş) kelimelerin manâlarının Zât-ı Bâfi'ye sâbit olmasını gerektirir. Masdarı sabit olmadan, bundan türemiş olan ismin bir şey için sabit olmasının muhalliğinde (imtina'ında) akıl ve nakil müttefiktir. O halde tekvin Allah'ın zatına sâbit olup kudret sıfatından başka bir sıfattır.

b) Tekvin sıfatı; kudret, irade ve ilimden başkadır. Çünkü ilim ile ma'lumat münkeşif ve belli olur. Kudret ile mümkinin işlenip var edilmesi veya terk edilmesi sahih olur. Çünkü kudretin bütün makdûrata (yaratılacak şeylere) taalluku ezelidir ve her bir şeye nispeti eşittir. Kudret, makdûrun vücudunu gerektirmez, ancak, onun Hakk Teâlâ'dan sudûrunu sahih kılar. O halde kudretin taallukundan başka, icad ve yaratmada bilfiil müessir (etkileyici) bir sıfat lâzımdır. Bu sıfat da tekvindir. İrade sıfatıyla mümkün olan bir şeyin yaratılması veya terk olunması yönlerinden biri diğerine tercih edilir. İrade ile tercih edileni bilfiil yaratmada müessir olan tekvin sıfatıdır. Tekvin iradenin tercihine göre mümkünata taalluk edip onu icad ederek müessir olur. Tekvin makdûrattan ancak vücuda getirilecek şeylere taalluk eder ve makdûrun (vücuda getirilecek şeyin) vücudunu (varlığını) gerektirir.

c) Cenab-ı Allah'ın ilim ve iradesine göre yarattığı şeylerin ve canlıların nizamlı, sanatlı, sağlam ve akıllara hayranlık verecek bir şekilde güzel yaratılması da tekvin sıfatıyla olur.

Tekvin, kudret ve irade gibi mümteni'âta (muhallere) taalluk etmez. Ancak câizâta (mümkinlere) taalluk eder. Mümkinâta taalluku Cenab-ı Allah'ın irâde ve ihtiyarı ile olacağı için layezâlîdir (hâdistir).

Halk, icâd, ten'îm (nimetlendirme ve nimet verme), ta'zîb (azablandırma) ihyâ, imâte (öldürme), tasvir, terzîk gibi ilâhî fiillerin hepsinin mercii, Cenab-ı Allah'ın tekvin sıfatıdır. Tekvin sıfatı bir tanedir. Eserlerinin çeşitli olmasıyla tekvin sıfatının bunlara taalluklarına çeşitli isimler verilir. Tasvir ve terzik gibi. Allah'ın bütün fiilleri ne kadar çeşitli olursa olsun, O'nun zatıyla kaim ve tek bir sıfat olan tekvin sıfatına racidir ve bu sıfatın taalukuyla husûle gelir.

"O bir şey dilediği vakit, ancak O'nun emri buna ol demesidir ki, bu da hemen oluverir" (Yâsin, 36/82) ayeti, tekvin sıfatına ve fiillerinin de buna racî olduğuna delildir.

Print this item

Allah-Y Allahu Tealanın Zati Sıfatları
Posted by: SeliM35 - 08-22-2019, 05:18 PM - Forum: islam Akaidi Bilgileri - No Replies



SIFAT-I ZÂTİYYE
Yüce Allah'ın zatı için vacib olan, zorunlu olan sıfatlar. Bunlara sıfât-ı nefsiyye de denir. Diğer bir tabirle "zatî veya nefsî sıfatlar" da denilen bu sıfatlar, Yüce Allah'ın varlığını ve hakikatını anlayıp kavramada biz kullarına yardım eden sıfatlardır. Bu sıfatlar sayesinde Allahu Teâlâ'nın yüce zatını ve varlığını O'na yaraşır bir tarzda anlayıp, imanımın da o nisbette kuvvetlendirebiliriz. Yüce Allah'ın kendine mahsus bir zatı vardır ve bu zatının gereği olan, bu zatdan ayrılması düşünülmeyen sıfatları vardır. Bunlardan bir kısmına "Zatî sıfatlar" , bir kısmına da "sübutî sıfatlar" denir.

Zatî sıfatlar, hiç bir sebebin eseri olmayan, Allah Teâlâ'nın hakikatını ortaya koyan sıfatlardır. Bu sıfatlar Yüce Allah'ın zâtıyla, varlığıyla doğrudan doğruya alâkalı oldukları için ve sadece Allah'ın yüce zatına mahsus oldukları için zatî sıfatlar diye isimlendirilmişlerdir. Zat veya varlık olmadan bu sıfatların varlığını düşünmek ve bu sıfatlardan söz etmek imkansızdır.

"Sıfât-ı Zatiyye" denilen bu zatî sıfatlar şunlardır :

1. Vücûd Sıfatı :
Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı demektir ki; bazı âlimlerimize göre, asıl zatî veya nefsî sıfat budur. Zira Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı kabul edilmeden, diğer sıfatlarından bahsetmek mümkün olmaz. Yüce Allah'ın varlığına, mevcudiyetine işaret eden pek çok âyet-i kerime Kur'ânda mevcuttur. Bunlardan birisi olan Haşr suresinin 22. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır :

"O Yüce Allah, görüleni de görülmeyeni de bilen, Kendisinden başka ilah olmayan, ancak kendisi var olan Allah'dır ".

Allah Teâlâ'nın varlığı, mevcudiyeti kendi zatının gereğidir. O'nun yüce zatı, yaratıklarda olduğu gibi başkasından dolayı değildir. O kendi zatı ite vardır, kendi zatıyla kâimdir, varlığı için bir başkasına muhtaç değildir. Zira muhtaç olan, İlâh olamaz.

2. Kıdem Sıfatı : "Yüce Allah'ın varlığının evveli ve başlangıcının olmaması" demektir. O, ezelidir; O'nun var olmadığı bir an bile düşünülemez. Varlığı, zatının gereği olan Yüce Allah'ın bu varlığının ezelî olması, evveli ve sonunun olmaması vâcibtir. Varlığında başlangıç ve sonu olanlar, ancak yaratıklardır. Allahın kıdem sıfatına Hadid suresinin 3. Âyeti açıkça işaret etmektedir : "O, her Şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O, herşeyi bilir".

3. Bekâ sıfatı : "Allah Teâlâ'nın varlığının sonu, bitiş noktası yoktur" demektir. O, ebedîdir, yani onun mevcudiyeti, varlığı sonsuzca devam edip gitmektedir. Bu sıfat dahi sadece onun yüce zâtına mahsus bir sıfattır, çünkü bütün yaratıklar sonludur, bir gün hayatları son bulacaktır. İşte bu gerçek, Rahman suresinin 26. ve 27. âyetlerinde meâlen şöyle beyan buyurulmuştur : "Yer yüzünde bulunan her şey fânidir (sonludur); ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bâkidir ".

4. Vahdaniyet Sıfatı : Yüce Allahın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek olması demektir. O'nun eşi ve ortağı, yardımcısı yoktur; bir ve tek'tir.

İhlâs Suresi, Cenab-ı Hakk'ın bu sıfatını açık bir üslupla ortaya koymaktadır : Hz. Peygambere hitaben; "Deki, Allah bir tektir; Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, O doğurmamış ve doğmamıştır, hiçbir şey O na denk değildir ".

Her şeyi yaratan Allah Teâlâ olduğu için, O işlerinde, fiillerinde de tektir. O'nun hiç bir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri (parçaları) ve yardımcıları yoktur. İbadete lâyık yegâne tek mabut, Allah'tır. İşte "Vahdaniyet" sıfatını bütün bu hususları içine alan bir teklik (ehâdiyet) olarak anlamak gerekir. O her bakımdan en mükemmel, bütün eksiklik ve noksanlıklardan uzak (münezzeh) bir varlıktır.

5. Muhâlefetün lil-Havadis Sıfatı : Yüce Allah'ın sonradan olanlara, sonradan yaratılmış olanlara benzememesi demektir. Yüce Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur. O'na eşit ve denk olan hiç bir varlık yoktur. Zaten kâdîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O'nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O'nun yüce zatına mahsustur. Bu sıfata Şûrâ suresinin 11. âyetinde açıkça işaret buyurulmuştur : "O'nun benzeri hiç birşey yoktur, O işitendir, görendir".

6. Kıyam binefsihi (bizâtihi) : "Yüce Allah'ın varlığı veya mevcudiyeti bir başkasına muhtac değildir; aksine varlığı kendi zâtındandır" demektir. Bütün yaradılmışlar (mahlukât), var olmada ve varlığını devam ettirmede Cenâb-ı Hakk'a muhtaçtır. Halbuki Yüce Allah hiç bir şeye muhtac ve bağımlı değildir, O Azîz ve Sameddir, yani hiç bir şeye ihtiyacı yoktur; kâinattaki her şey O'na muhtaçtır. Bu sıfata da Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde işaret edilmektedir. Meselâ; Alû İmrân Suresinin 2. âyetinde şöyle buyrulmaktadır : "Allah, O'ndan başka ilah olmayan, diri ve kendi kendine kâim (var) olandır".

Vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu, varlığı kendi zâtının gereği) olan Allah'ın zatı düşünüldüğü zaman, bu varlıkla beraber bu zâtî sıfatların da düşünülmesi zaruridir (vâcibtir). Varlık, yani mevcudiyet ve sıfatlar O'ndan ayrılmaz. Allah Teâlâ kadîm, ezelî, ebedî ve her yönden en mükemmel olduğu için, ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya muhtaçtır. O bunların hepsinin üstünde, varlığı zâtının gereği, mutlak ve en mükemmel ve vâcib bir Allah'dır.

VÜCUD


Olmak, varolmak, olan, varolan, mevcut.

Kelam ilminde Allah'ın zorunlu varlığını dile getirir. Kelamcılara göre Allah'ın nefsî, zatî ya da sübutî sıfatlarındandır.

Yunan felsefesinin, özellikle Aristo ****fiziğin İslâm dünyasına girmesinden önce, kelamcılar genel bir kavram olarak vücud yerine şey ve cisim kavramlarını kullanıyorlardı. Bu dönemde, kelamcıların tartıştıkları başlıca konulardan birini, Allah'a şey ya da cisim denilip denilemeyeceği oluşturuyordu. Sonunda Allah'a cisim denilemeyeceği, çünkü Allah'ın cismin gerekli niteliklerinden olan boyutlu olmaktan münezzeh olduğu sonucuna varıldı. Buna karşılık, diğer şeyler gibi olmamakla birlikte, Allah'a şey denilebileceği kelamcıların büyük çoğunluğu tarafından kabul edildi. Zeydî kelamcılarla Mutezile'den Cehm bin Safvan bu görüşü benimsemediler.

Vücud ve cevher kavramları, İslâm felsefe ve kelamına Aristoteles felsefesinin etkisiyle girdi. Felsefecilerle kelamcılar bu kez de bu kavramları tartışmaya başladılar. Allah için cevher kelimesinin kullanılması uygun görülmedi. Vücudun ise O'nun zatî sıfatlarından biri olduğu kabul edildi. Ama sorun bununla bitmiyordu. Tartışma, vücudun Allah'ın zatından ayrı birşey olup olmadığı konusunda sürdü. Kelamcıların büyük çoğunluğu, vücudun zattan ayrı, zata eklenmiş ezeli, ebedi ve bağımsız bir sıfat olduğunu kabul etti. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile Mutezile kelamcılarından Ebu'l-Hüseyin el-Basrî ise, İslâm felsefecilerine uyarak vücudun zata eklenmiş bağımsız bir sıfat olduğu görüşünü reddettiler.

Hem Allah, hem de diğer nesneler için ortaklaşa kullanılması, vücud kavramına nisbetleri bâkımından varlıkların derecelendirilmesini gerektirdi. Buna göre varlıklar, vücud kavramıyla nisbetleri bakımından üç kategoriye ayrıldı. Bu kategoriler vacib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümteni (olması imkansız) biçiminde adlandırıldı.

Vacib vücud, varlığı zorunlu ve zatının gereği olan, varolmakta başka bir varlığa muhtaç olmayan varlık, Allah'tır. Vacib vücudun zatı ile vücudu arasında başkalık yoktur. Vacib vücud aynı zamanda yokluğu düşünülemeyen, yokluğu kabul etmeyen varlıktır. Vücudun yokluğu kabul etmemesi ya zatı gereği ya da başka bir varlıktan dolayıdır. Yokluğu kendi zatı gereği kabul etmeyen (Allah'ın zatı gibi) vücud vacib lizatihi adını alır. Yokluğu kabul etmeyişi başka bir varlıktan dolayı ise (Allah'ın sıfatları gibi) vacib liğayrihi denir. Varlığının başlangıcı ve sonu olmaması; atomlardan, cevher ve arazlardan ya da madde ve suretten bileşmemesi vacib vücudun başlıca özellikleridir.

Mümkün vücud, ne varlığı, ne de yokluğu zatının gereği olmayan, zatı bakımından varlığı ile yokluğu eşit olandır. Mümkün varlık, varlığı da, yokluğu da vacib olmayan ya da varlığı da, yokluğu da mümteni olmayan diye de tanımlanır. Mümkünün varlığı da, yokluğu da eşit olduğundan varolmak için mutlaka tercih edici bir sebebe muhtaçtır. Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih ederse, varolur. Varlığı, sebebinden sonra olduğu için hadis, sonradan olmadır.

Yokluğu zatının gereği olan, bu nedenle varlığı imkansız şeylere mümteni, muhal ya da müstahil denir. Mümteninin temel özelliği hiçbir şekilde varolmamaktır. Mümteniyi aklen varolan bir nesne gibi düşünmek bile mümkün değildir


VACİBU'L-VÜCUD

Zorunlu varlık ya da varlığı zorunlu olan, Allah.

Kelam ilminde Allah'ın varlığının zorunluluğunu, gerekliliğini belirtir.

Vücud kavramının Yunan felsefesinin etkisiyle İslâm felsefe ve kelamına girmesinden sonra başlayan, vücudun Allah'a nisbet edilip edilemeyeceği tartışması, vücudun Allah'ın sıfatlarından biri olduğunun kabul edilmesiyle sona erdi. Genel kabule göre vücud, Allah ın zatından ayrı, ezelî, ebedî ve bağımsız bir sıfattır.

Vücud kavramının diğer nesnelere de nisbet edilmesi, varlıklar arasında bir ayrım yapılmasını gerekli kıldı. Bunun yapılmaması durumunda Allah ile diğer varlıklar aynı kavram altında toplanmış olacaktı. Bu sorunun ortadan kalkması için varlıklar, vücuda nisbetleri bakımından vacib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümtezi (olması imkansız) denilen üç bölüme ayrıldı. Varlığı zatının gereği olan Allah'ın vücudu vacib; varlığını başka bir varlığa borçlu olan yaratılmış varlıklar mümkün; olması hiçbir şekilde düşünülemeyen şeyler de mümteni varlıklar olarak tanımlandı.

Zorunlu varlığın ya da varlığı zorunlu olan Allah'ın zorunluluktan gelen ayırıcı özellikleri olmalıydı. Kelam bilginleri bu ayırıcı özellikleri de şöyle belirlediler :

Bir varlık hem zatı gereği, hem de başkasından dolayı vacib olamaz.

Çünkü başkası ile var olanın, başkasının yok olması ile yok olması gerekir. Bu nedenle iki durumun bir araya gelmesi imkansızdır.

Zatı gereği vacib olan bileşik olamaz. Çünkü her bileşik parçasına muhtaçtır. Bu varlığın başkasına muhtaç olduğu anlamına gelir. Başkasına muhtaç olan varlık, zatı bakımından vacib değil, mümkündür. Zatı bakımından vacib olan başkası ile birleşmez. Birleşme, başkası ile ilişki kurmaktır. Zatı bakımından vacib olanın böyle bir ilişkisi de olamaz.

Zatından dolayı vacib olanın vücudu, mahiyeti üzerine zaid olamaz. Çünkü o vücud mahiyetten müstağni değilse, zatı bakımından mümkün ve bir müessire muhtaçtır. Zatından dolayı vacib olanın vücudu kendi üzerine zaid olamaz. Çünkü eğer vücubiyet vücudu gerektiriyorsa fer'î olan asıl olana asıl olur ki, bu imkansızdır.

Zatıyla vücubiyet iki nesne arasında ortak olmaz. Yoksa bu, ikisinden birinin öbüründen ayrıldığı nesneye ters düşer ve böylece her biri, ortaklaştıkları nesne ile ayrıldıkları nesneden bileşmiş olurlar. Zatı bakımından vacib olan, her yönden vacibdir. Zatından dolayı vacib olan yok olamaz. Eğer yok olursa, varlığı, yokluğunun sebebinin yok olmasına bağlı olurdu. Başkasına bağlı olanın da zatı bakımından mümkün olması gerekirdi. Zatı bakımından vacib olan, zatının gerektirdiği bir takım niteliklerle donanabilir

KIDEM

Eski, kadîm ve önce olma karşıtı sonradan olan manasına gelen "hudûs'tur.

Kıdem kelimesi, İslâm felsefesi ve kelâm tarihinde üç anlamda kullanılmıştır : 1-Kıdem-i zamanî (zamanla ezen olmak) Bir şeyin varlığı ezelî olup, vücudundan adem (yokluk) geçmemek dernektir. 2- Kıdem-i zâtî. Bir şeyin varlığı başkasına muhtaç olmamak, muhtaç olmadığı ve li-zatihî var olduğu için de başlangıçsız ve öncesiz olmak. 3- Kıdem-i izâfi. Bir şeyin varlığının başlangıcı, başkasına nisbetle daha önce olmak. Babanın zaman bakımından oğlundan daha önce olması gibi.

Bunların karşıtı ise : 1- Hudûs-i zamanî : Bir şeyin yok iken sonradan olması. İnsanların hudûsu gibi... 2-Hudûs-i zatî : Bir şey varlığında başkasına muhtaç olmak. İslâm filozoflarına göre akıllar ve nefisler gibi... 3-Hudûs-i zâtı : Bir şeyin, başkasına nisbetle sonradan olması. Oğlun zaman bakımından babasından sonra olması gibi...

Farabî gibi İslâm filozoflarına göre akıl, nefis, felek ve heyülâ gibi varlıklar kıdem-i zamanî ile ezeli; varlıklarında Allah'a muhtaç oldukları için de hudûs-i zâtî ile hâdistirler.

Bütün ehl-i sünnet âlimleriyle beraber kelâmcıların hepsi Allah'tan başka hiç bir şeyin ezelî ve öncesiz olmadığını söylemişlerdir. Kıdem; ezelî, öncesiz ve varlığında hiçbir şeye muhtaç olmamak anlamında kullanılması itibarıyla yalnız Yüce Allah'a mahsustur. Ondan başka her şey sonradan var edilmiştir. Kıdem, beka*, muhalefetün li'l-havadis *, kıyam bizatihî*, vahdaniyet*, gibi sıfatlar Allah Teâlâ için gereklidir. Bu sıfatlara, Yüce Allah'tan bunların zıtlarını selb edip (kaldırıp) O'nun noksanlıklardan münezzeh olduğunu ifade ettiği için "sıfat-ı selbiyye" veya "sıfat-ı tenzihiyye" denilir. Bu sıfatların başında "kıdem" gelir. Cenabı Allah, vacib li- zâtihî veya vacibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olduğu için ezelîdir. O'nun başlangıcı ve öncesi yoktur. Kıdem, Cenâb-ı Hakk'tan geçmişteki yokluğu selbeden ve O'nun yokluktan münezzeh olduğunu ifade eden bir kavramdır. Kıdem, "vacîb lizatihî" kavramının içinde mevcuttur. Allah Teâlâ vâcibu'l-vücûddur (vâcib li- zatihîdir). Vâcibü'l-vücûd, varlığı, zatının muktezası olan demektir. Vacibü'l-vücûdun, yani başkasına muhtaç olmadan zatının gereği olarak var olanın, ademi (yokluğu) muhaldir ve asla mümkün değildir. Ademi mümkün olmayan kadîmdir. O halde Yüce Allah için kıdem, sabittir. Kıdemi sabit olanın ademi (yokluğu) muhal olduğu için, bekası da lâzımdır. Vâcib li zâtihî, cüz ve parçalardan da mürekkeb değildir. Aksi takdirde cüz ve parçalarına muhtaç olur. Başlangıcı bulunmayan, varlığı zorunlu olan Yüce Allah, ezelî olmazsa, hâdis olur ve varlığını başkasının icadına muhtaç olur. Ebedî olmazsa fâni ve âciz bulunur. Hudûs (sonradan olma) ve başkasına muhtaç olmak ise vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu olan) kavramına aykırı düşer. O halde kıdem (evveli ve başlangıcı olmamak), Vâcib li-zâtihi'ye açıkça lazım gelen özelliklerdendir.

Eğer Cenab-ı Allah kıdem'le muctasıf olmayıp hâdis (sonradan olmuş) ve yaratılmış farz edilse, bir muhdis ve hâlikın kendisini yaratmasına ihtiyaç duyması lazım gelir. Kendisini yaratan kadîm ise, o Allah olur; kadîm değilse, o da başka bir yaratıcıya muhtaç olup böylece mâzî cihetinde sonsuza doğru her yaratıcı kendisinden önceki yaratıcıya muhtaç olur. Bu husus ise nihayetsiz bir mûcidler silsilesini ve batıl bir teselsülü gerektirir. Halbuki Vâcibü'l-vücûd Allah hiç bir yaratıcıya muhtaç olmadan li-zatihi vardır. Mümkün ve hâdis varlıklar vücudlarında yaratıcıya muhtaç olurlar. Mümkün demek, varlığı zatının gereği olmayan, var olmasında bir yaratıcıya muhtaç olan demektir. Gördüğümüz âlem ve içindekiler mümkin ve hâdistirler. Varlıklarını kendi zatları gerektirmez. Varlıkları vâcib (zorunlu) olmayıp varlıklarını yokluklarına tercih edecek bir müreccihe (sebebe) muhtaçtırlar. Bu müreccih, vücudu mümkin bulunan bir şey olursa, bunun, diğer bir mümkini vücuda getiremeyeceği açıkça anlaşılır. Meselâ bugün sonradan yaratıldığı açıkça anlaşılan maddenin özelliklerini ilim ortaya çıkarmıştır. Madde âtıldır; şuursuz dış tesirler karşısında dağılır ve saçılır; akılsız, bilgisiz ve şuursuzdur. Enerji de böyledir. Çeşitli madde ve enerjiler, aralarında ittifak edip şuurluca karar vererek kâinatın nizâmını ve dünyanın içindeki canlıları yaratamazlar. O halde şu gördüğümüz mümkün olan varlıklar, mümkinât silsilesinin dışında bir vâcibu'l-vücud, bir başlangıcı bulunmayan ezelî yaratıcının varlığına delâlet edip dururlar. Kıdem, bu vâcibu'l-vücud olan yaratıcının varlığının gereğidir. Çünkü her ne zaman, kıdem ile vâcibu'l-vücûd düşünülürse, ikisinin de birbirini lâzım kıldığını akıl anlar. Vâcibu'l vücûd; zâtı ve yüce sıfatlarıyla beraber Allah Teâlâ'dır. Allah sıfatlarıyla beraber ezelîdir. O'nun hiç bir sıfatı sonradan olmamıştır. Sıfatları, Allah Teâlâ'nın zâtının muktezasıdır ve O'nun zâtıyla kaimdirler. Allah'ın sıfatları O'nun gayrı değildirler ve zâtından ayrılmazlar. Allah'ın zatı, sonradan olan sıfat ve özelliklere mahal (yer) olamaz. Allah zamana ve mekandan münezzehtir. Mekân, zaman, kâinat ve bunların içinde bulunan her şey, O'nun kudret, irade, ilim ve yaratmasıyla var olmuşlardır. Allah, muhtar (murîd) olan hâlıktır. Murîdin, eserinin sonradan olmaklığı gereklidir. İrade sahibinin eseri kadîm olsa, bunu yaratmayı dilemesi, varlığı halinde olur. Var olanı yaratmayı dilemek muhaldir. Çünkü var olanı yaratmak, hâsılı (var olanı) tahsil (tekrar husûle getirmek) demektir. Var olan yok değil ki tekrar yaratılsın. Binaenaleyh ihtiyar ile yaratmak, bir şeyi yok iken dileyip var etmek demektir. Böyle bir murîd yaratıcının da bizatihî mevcut ve ezelî olması şarttır.

Materyalistler ve diğer münkirler, mü'minlere yönelik olarak şu şekilde sorular sorarlar : "Allah'ı kim yarattı? Allah'ın her şeyi yaratmaya gücü yeterse, kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi?". Bunlar şu şekilde cevaplandırılır :

Allah'ın kudret, irade ve yaratması mümteniâta (muhallere) ve vâcibâta (varlığı zorunlu olanlara) bağlı değildir. Muhaller, aklen imkansız olduğu için vuku bulmaz. Meselâ, bir evin bizzat kendisinin varlığı aynı anda hem Eskişehir'de, hem de İstanbul'da muhaldir. Aynı bir şey aynı anda iki veya üç ayrı yerde bulunsa, bu takdirde birin iki veya üç etmesi gerekir. Bir, birdir; iki veya üç etmez. Ama bir şeyin sureti, benzeri, kalıpları pek çok yerde olabilir. Eğer Allah yaratılmış olsa, kadîm olmayıp hâdis olur; vâcib olmayıp mümkün olur ve varlığında başkasına muhtaç olur. Mümkün olup yaratıları ve muhtaç olan varlık li-zatihî zorunlu olmayıp hâdis olur, ezelî olmamış olur. Varlığı vâcib, ezelî olmayan ve varlığında başkasına muhtaç olan Allah değildir. O halde vâcibu'l-vücûd ve ezelî olan Allah'ın yaratılması muhaldir, imkânsızdır.

Allah Teâlâ'nın ezelî olduğunu bildiren naklî deliller :

"O (Allah) evvel (öncesiz, ezelî) ve ahirdir..." (el-Hadîd, 57/3). "De ki o Allah sameddir (ihtiyaçsız, herkesin doğrudan doğruya kendisine muhtaç olduğu zeval bulmayan kadîm ve bakîdir). O doğurmadı ve doğurulmadı. Hiç bir şey O'nun dengi değildir" (İhlas, 112/ 1-3 ; Sa'duddin et- Taftazânî, Şerhu'l-Makâsıd, I, 60-61; Şerhu'l Akâid, s. 65-66; Seyyid Şerif el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, s. 469-470; Abdullatif el-Harputî, Tenkihu'l-Kelâm, s. 180).


BEKÂ

Sonsuz, ebedî kalmak; durmak, sürmek, devam etmek ve özellikle eski hâli üzere sabit olmak.

Istılahta; Yüce Allah'ın sıfatlarından birisidir. Allah'ın varlığının bir sonunun olmaması demektir. Bütün sonradan yaratılan varlıklar için bir son düşünüldüğü halde, O'nun için bir son düşünülemez. O hem ebedî hem de ezelîdir. Başlangıcı ve sonu yoktur.

İki türlü bâkî varlık vardır : 1- Sonsuza kadar kendi kendine bâki olan varlık. Bu varlık için bir fena, yani son bulmak, zevâl bulmak düşünülemez. İşte bu varlık Yüce Allah'tır.

2- Belli bir süreye kadar, bir başkası sebebiyle,bir başkasına muhtaç olarak bâki olan varlık. Bu, Allah'ın dışında, Allah'ın belli bir süreye kadar bâki kıldığı varlıklardır. Bunlar için son ve zevâl bulmak mümkündür.

Allah'ın bâki kılmasına bağlı olan varlıkların bâkiliği de iki şekilde olur :

a- Bizzat kendisi, özel varlığı bâki olanlar ki; bunların bâkiliği tek tek her varlık içindir. Buna örnek olarak gök cisimleri, ay, dünya, yıldızlar ve diğer gezeğenler verilebilir. Her birinin bâkiliği kendisine mahsustur. Bütün bunların son ve zeval bulması Allah'a bağlıdır. O istediği anda bunlara bir son verebilir.

b- Cins ve türleri itibariyle bâki olanlar. Bunların bâkiliği her varlığın bizzat kendisi için değildir. Bu tür bâkî varlıklara da insan ve hayvan türleri örnek verilebilir. İnsan cins ve tür olarak Allah'ın istediği ve dilediği vakte kadar bâkidir. Bir insan ölür ama insan türü bâkidir. Diğeri yaşar ve insan nesli devam eder. Özel varlığı bâki olan varlıklar ise böyle değildir. Ay, zâti olarak kendisi için, herhangi bir yıldız kendisi için bâkidir, süreklidir. (Râğıb el-Isfahâni, Müfredât, İstanbul 1986, s. 74).

Dünya fâni, ahiret ise bâkidir. Cennet, Cehennem bâkidir. Oradaki mükâfat ve azap da bâkidir. Yüce Allah Cennet ehli için "Onlar Cennetliktirler. İşlediklerine karşılık olarak ebediyen Cennet'te kalacaklardır. " (Ahkâf, 46/14) buyurmakta, Cehennem ehli için de, "Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelirse ona, içinde sonsuz olarak kalacakları Cehennem ateşi vardır. "(Cin, 72/23) buyurarak, her iki grubun mükâfât ve azabının daimî olacağını açıkça ifade etmektedir.

Allah'ın dışındaki her şey O'nun dilemesi ve isteğine göre, O'nun istediği zamana kadar, O'na muhtaç olacak şekilde bizâtihî olmayıp, biğayrihî bâkidir. O nasıl isterse o şekilde olur ve geçici bâkilik son bulur.

Yüce Allah ise bizâtihî olarak bâkidir. Başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yoktur. Zira O Vâcibu'l-Vücûd'dur, varlığı zorunlu olandır. Kıdemi sabit olanın bekâsı da vaciptir. O'nun bâki olması Vâcibu'l-Vücûd olmasının bir gereğidir. Bekâ, Allah'ın zâtî sıfatlarındandır. Bunun zıddı olan "fenâ" yani "bir sonu olmak" Yüce Allah için muhaldir. Böyle bir şeyin düşünülmesi tenâkuzdur.

VAHDÂNİYET

Birlik. İslâm kelamında Allah'ın , cisimsel niteliklerden soyutlamaya dayanan tenzihî ya da selbî sıfatlarından biri.

Vahdaniyet, Allah'ın zat, sıfat ve fiillerinde tekliğini belirtir. Vahdaniyetin zıddı olan birden olma (taaddüd) ve ortağı bulunma (şirk), Allah için düşünülemez.

Allah'ın vahdaniyeti; sayısal anlamda bir birliği değil, O'nun zatının, sıfatlarının ve fiillerinin eşsizliğini, benzersizliğini dile getirir. Buna göre, O'ndan başka yaratıcı ve O'ndan başka tapınılacak varlık yoktur. Kur'ân, birçok âyette bu anlamda Allah'ın vahdaniyetini dile getirerek bunun zıddının imkansızlığını vurgular. Bu âyetlerden birkaçı şöyle sıralanabilir :

"O münezzehtir (eksiklerden uzaktır), yücedir. O öyle Allah'tır ki, (eşi ve benzeri yoktur), bir ve her şeye hakimdir" (ez-Zümer, 39/4).

"De ki : "O Allah bir tektir. O Allah'tır, samedtir, O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi değildir" (el-İhlâs, 112/1-4).

"Âllah hiçbir evlad edinmemiştir. O'nunla birlikte hiçbir ilah yoktur. (Öyle olsaydı) bu durumda her tanrı, kendi yarattığını (sürükler) götürür ve kimi kiminin üstüne çıkıp yükselirdi. Allah onların nitelediği şeylerin hepsinden yücedir" (Mü'minun, 23/91).

"De ki : Allah ile beraber söyleye geldikleri gibi (başka) tanrılar olsaydı, onlar arşın sahibine elbet bir yol ararlardı. O, bunların söylemekte oldukları şeylerden tamamiyle münezzehtir, yücedir, büyüktür" (el-İsrâ, 17/42-43).

Kelam bilginleri, Kur'ân'dan Allah'ın vahdaniyetine ilişkin birçok kanıt çıkarmışlardır. Bunların başlıcaları burhan-ı temanü' ve burhan-ı tevarüd adı verilen kanıtlardır.

Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi (yer ve gökler) de fesada uğrardı (düzenleri bozulurdu)" (Enbiya, 21/22) âyetinden çıkarılan burhan-ı temanü' şöyle ifade edilir : Evrende birbirine her bakımdan eşit iki tanrı bulunsaydı, bunlardan biri birşeyin hareketini, diğeri de durmasını irade edebilirdi. Çünkü tanrı hür iradeye ve tam kudrete sahiptir. Bu durumda ortaya şu üç ihtimal çıkardı :

1- Her iki tanrının da dediği olurdu. Bu ihtimal batıldır. Çünkü aynı zaman ve mekanda hareket etme ve durma gibi iki zıd şeyin birleşmesi imkansızdır.

2- Her iki tanrının da dediği olmazdı. Bu ihtimal de batıldır. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen acizdir, aciz ise ilah olamaz, Acizlik, sonradan olma (hudus) ve vacib değil mümkün olma belirtisidir.

3- Tanrılardan birinin iradesi gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmezdi. Bu da batıl bir ihtimaldir. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen acizdir, aciz tanrı olamaz. Diğer tanrı da, her bakımdan buna eşit olduğuna göre, onun da aciz olması, dolayısıyla tanrı olmaması gerekir. Öyleyse Allah'ın bir ve tek olması zorunludur.

Aynı âyetten çıkarılan burhan-ı tevarüd ile Allah'ın vahdaniyeti şöyle kanıtlanır :

Yerde ve gökte Allah'tan başka birkaç tanrı olsaydı, varlıklar :

1- Bütün tanrıların kudretiyle meydana gelirdi. Bu ihtimalde tanrılardan her birinin gücü varlıkları tek başına yaratmaya yetmemiş olurdu. Bu, acizliktir ve tanrılıkla bağdaşmaz.

2- Varlıklar her tanrı tarafından ayrı ayrı yaratılırdı. Bu durumda eser, eksiksiz ve tam iki müessirden meydana gelmiş olurdu. Diğer bir deyişle bir malul üzerine iki illetin tevarüdü gerekirdi. Bu da imkansızdır.

3- Varlıklar yalnız bir tanrının gücüyle yaratılırdı. Eğer varlıklar bir tanrının gücüyle yaratılır, diğerlerinin yaratmada bir etkisi olmazsa, tercih edici olmadan tercihin bulunması (tercih bila müreccih) sonucuna ulaşılır ki, bu durumda da varlıkların yaratılmaması gerekirdi. Bu üç ihtimal de batıl olduğuna göre Allah'ın vahdaniyeti kanıtlanmış olur.


MUHÂLEFETÜN Lİ'L-HAVÂDÎS

Cenab-ı Allah'ın tenzîhî ve selbî zâtına layık ve vacib sıfatlarından birisi. Bu sıfat Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarında hiç bir şeye benzemediğini ifade eder. Muhalefetün li'l-havâdîs Allah'ın sonradan olan şeylere muhalif olması (benzememesi) demektir. Bunun zıddı sonradan olan şeylere mümaselet (benzemek)'tir; ki, Cenab-ı Hakk bundan münezzehtir. Allah Teâlâ'nın, zat ve sıfatlarından mümaselet ve müşahebeti (benzeri olmayı) kaldırdığı ve mefhumunda selb (nefy) anlamı bulunduğu için bu sıfat da Tenzihât denilen sıfat-ı selbiyeden sayılır.

Cenab-ı Allah, Vâcibü'l-vücûd'tur. Zâtından dolayı zorunlu olarak var olmak, varlığında başkasına muhtaç olmamak, başlangıcı olmayıp ezeli olmak, bâkî ve ebedî olmak, vâcibü'l-vücûd'a lazım gelen vasıflardır. Cenab-ı Allah'tan başka her şey mümkindir ve sonradan var edilmişlerdir (hadisdirler). İmkan (varlığı zorunlu olmamak), hudûs (sonradan olmak), varlığında başkasına ihtiyaç, fâni ve sonu olmak, zeval bulmak, noksanlık her mümkine lazım gelen vasıflardır. Vacib her bakımdan mümkinlerin zıddıdır. Zat ve sıfatları bakımından birbirine zıd olan iki şey asla birbirlerine benzemezler. O halde Vacib Teala'nın zatı ve sıfatları mümkinatın hakikat ve özelliklerine benzemez.

Allah, zat ve sıfatlarıyla ekmeldir. Başkaları noksan olup varlıklarında ve özelliklerinde Allah'a muhtaçtırlar. Kendisine muhtaç olunan ve kendisi mutlak ihtiyaçsız bulunan Allah Teâlâ, elbette her bakımdan kendisine muhtaç olan varhklara benzemez. Cenabı Allah'ın noksan varlıklara benzemesi, O'nun için nakisa (eksiklik) olur. O halde başkalarına benzemek Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Mümkinatın her birinin birbirleri içerisinde cinsleri, tür ve benzerleri vardır. Cenab-ı Hakk'ın cins ve benzeri yoktur. Cins ve benzeri olmadığı için O'nun mahiyeti nedir? diye sorulamaz. O cüz ve parçalardan da mürekkep değildir. Cüz ve cisimlerin bitişme, ayrılma, hareket gibi hiç bir özelliği O'nda yoktur. Böyle olsa, bunlara muhtaç olmuş olurdu. O, mutlak ihtiyaçsızdır. O, bütün kâinatı yaratan tek yaratıcıdır. O, noksanlıklardan münezzeh, bütün ekmel sıfatlarla muttasıf, ekmel varlık ve tek yaratıcı olduğu için, azamet ve ahadiyyet perdesi ile gözlerden gizlenmiştir. Hattâ o kadar büyüktür ki, O'nun mahiyetini ve zatını akıllar idrak edemez, O'nun hakikatına hayal ve vehimler erişemez. Bunun için Peygamberimiz (s.a.s), (Aklına gelen her şeyden Allah başkadır) buyurmuştur. Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarının hakîkatini kavramak, O'nun ilâhi mahiyetini tasavvur edebilmek mümkün olmadığından, akıl ve hayalimize ne gelirse gelsin ve ne şekilde nasıl düşünürsek düşünelim; O, hayal ve tasavvur ettiklerimizden ve düşündüklerimizden başkadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın mahlûkatı, nîmetleri ve varlığına delâlet eden ayetleri hakkında düşününüz. O'nun zat ve mahiyeti hakkında düşünmeyiniz" buyurmuştur (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim; en-Necm, 53/42, et-Talak 65/12. ayetlerinin tefsirinde el-Azîzî, Siracü'l-Münir Şerhu'l-Camiu's-Sagir Mısır, 130 h. II, s. 170). Buna göre, Allah'ın varlığına, kudret, ilim ve hikmetine delalet eden ayet ve delilleri akıllar idrak eder, gözler görür, var ve bir olduğu kesin olarak anlaşılır.

Zatında ve sıfatlarında Allah Teâlâ'nın yerini tutacak ve O'nun makamına kaim olabilecek hiç bir şey de yoktur. Zatında O'nun yerini tutabilecek bir şeyin olmadığı malumdur. Cenab-ı Vacibul-Vücud'un hayat, ilim, kudret ve diğer bütün sıfatları, mahlûkatın sıfatlarından aralarında hiç bir münasebet ve benzerlik olmayacak kadar ekmel ve çok daha yücedir. Meselâ, bizim ilmimiz zorunlu olmayıp sonradan kazanılmıştır, arâzdır, bâki değildir; zail olur, her zaman yenilenir ve çok eksiktir. Yüce Allah'ın ilmi, O'nun zatına vacib zorunlu ezelî, ebedî ve tastamamdır. Geçmişte ve gelecekte O'nun ilminden bir zerre bile hariç kalmaz. O kudretiyle de ezelde ve ebed'te ekmeldir. O'nun her mümkine gücü yeter.

Yüce Allah hiç bir şeye benzemediği için araz değildir. Çünkü araz, var olabilmesi için kendisini tutup taşıyan bir mahalle muhtaçtır. O'nun şekil ve sureti yoktur. Sonlu ve sınırlı değildir. Sonu yoktur. O zaman ve mekandan münezzehtir. Zaman ve mekânın fevkindedir. Hülâsa; Yüce Allah, mümkinât ve hadisler denilen varlıklara hiç bir şekilde benzemeyen ve bunların özelliklerinden münezzeh ekmel varlık ve tek yaratıcıdır. "O'nun benzeri şöyle dursun, benzeri gibisi bile yoktur. O, hakkıyla işitici ve görücüdür" (eş-Şura, 42/11).

"Melekler saf saf olduğu halde Rabbin (in emri) geldiği vakitte" (el-Fecr, 89/22); "Rahman olan Allah Arş'ın üzerine istiva etmiştir" (Taha, 20/5), "Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir" (el-Feth, 48/10) gibi ayetlerde Allah Teâlâ'ya bir tür teşbihi (benzetmeyi) andıran sıfatlar isnad edilmiştir. Bu sıfatlara, haberî sıfatlar (es-Sıfatü'l-haberiyye) denilir. Selef uleması bu sıfatları tecsimsiz (cismiyat isnad etmeyerek) teşbihsiz (başkalarınınkine benzetmeyerek ve benzerliğini reddederek ve te'vilsiz kabul ederler ve bunlardan murad edilen manâyı Allah'a havale ederler. Halef uleması : (Kelamcıların müteahhirîni) ise, halkı teşbih vadisine düşmekten, Cenab-ı Allah'ı başka şeylere benzetmekten korumak için haberî sıfatlara Arap dili ve belağatına uygun olarak Cenab-ı Hakk'ın zatına lâyık bir anlam vermişlerdir. Meselâ yedullah'taki" yed'e kudret ve nimet; "vechü Rabbike" (er-Rahman, 55/27) deki vech'e, zat anlamını vermişler ve verdikleri bu manâların ihtimal dahilinde olduğunu ve kesinlik kazanamayacağını da söylemişlerdir ve neticede bu haberi sıfatlardan kesin olarak murad edilenin ne olduğunu yine Allah'a havale etmişlerdir.

KIYÂM Bİ-NEFSİHİ

Kendi özü gereği varolan. Kıyam bi-zatihi de denir. Allah'ın Tenzihat ya da Sıfat-ı Selbiye (Allah'ın soyutlama, olumsuzlama yoluyla ulaşılan sıfatları) denilen sıfatlarındandır. Allah'ın bizzat varolduğunu, varolmak için başka bir varlık ya da nedene muhtaç olmadığını dile getirir.

Allah dışındaki varlıklar özleri gereği değil başka bir varlık ya da nedene bağlı olarak vardırlar. Varolmak için ikamet edecekleri bir mekana, içinde bulunacakları bir yere (mahal), kendilerini seçecek bir seçiciye ya da icad edecek bir mucide ihtiyaç duyarlar.

Böyle bir neden olmadıkça varolmaları düşünülemez. Bu nedenle Allah dışındaki tüm varlıklar kıyam biğayrihi (başkasıyla varolan) varlıklardır. Allah, varlıklara ait niteliklerden münezzehtir. Bu nedenle O'nun kendi özü gereği varolması gerekir. Bu gereklilik Allah için vücub (zorunluluk) ifade eder. Aksi durumda Allah'ın diğer varlıklara benzemesi, onlar gibi başka bir nedene bağımlı (muhtaç) olması gerekir ki, Allah için böyle birşey düşünülemez. Bu nedenle Allah'ın varlığı vâcibu'l-vücud (varlığı zorunlu) olarak tanımlanır. Varlığı zorunlu olan Allah, diğer varlıkların varlık varoluş nedenidir.

Başka bir deyişle tüm evren ancak Allah'ın varlığı nedeniyle, O'nun yaratması, varetmesiyle vardırlar. Varolmaları Allah gibi zorunlu (vacib) olmadığı için varlıkları "mümkün" olarak nitelenir, eş deyişle varlıkları ile yoklukları arasında bir fark yoktur.

Allah'ın varlığının zorunluluğu ve kendindenliği Kur'an'da tenzih, soyutlama yoluyla ortaya konulur. Tevhîd inancını özetleyen ihlas Sûresi Allah'ın birliğini, doğmak ve doğurmak gibi yaratılmışlara özgü niteliklerden yüce olduğunu, hiçbir varlığın O'nun dengi olamayacağını belirtirken O'nun "Samed" olduğunu da vurgular. Samed, müfessirlere göre, tüm varlıkların varlık ve bekalarının Allah'a bağlı olduğunu, her şeyin O'na muhtaç bulunduğunu, O'nun ise hiçbir şeye bağımlı ve muhtaç olmadığını, her şeyin yöneleceği, yardım dileyeceği tek varlık olduğunu dile getirir. Allah'ın varlıklardan aşkınlığı, münezzeh oluşu, muhtaç olmayışı "Ey iman edenler, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise müstağnidir (hiçbir şeye muhtaç; değildir)" (el-Fatır, 35/15) ve "Allah, âlemlerden müstağnidir" (el-Ankebut, 29/6) gibi âyetlerle de sık sık vurgulanır

Print this item

  Esmaül Hüsna - Allahu Tealanın isimleri ve Sırları
Posted by: SeliM35 - 08-22-2019, 05:12 PM - Forum: Esma-ül Hüsna Allah'ın isimleri - No Replies

   

Esmaül Hüsna - Allahu Tealanın isimleri ve Sırları


Esmaül Hüsna Nedir?

Esma’ül Hüsna Arapça bir tamlama olup tam karşılığı Güzel İsimlerdir. Bu tamlamada bahsedilen ise Allah’ın 99 ismi şerifidir. Rabbimizin bilinen 99 ismi tüm kitaplarda güzel isimler olarak geçerken bu isimleri tekrarlayanlara bazı ilimler ve şifaların olduğu da biliniyor.

İnsanlar neden Allah’ı zikretmelidir?


Kâinatın Yaratıcısı olan Allah, sadece insanları ve cinleri kendisine iman etsinler ve istikamet üzere yaşasınlar diye yarattığını belirterek bunun dışında yarattığı her varlığı tek görevi Allah’a kulluk olan insanlara hizmet etsinler diye yaratmıştır. Biz insanlar hayvanların ve nebatatın hep aynı sürede hiç aksatmadan kendilerine verilen görevleri yaptığına şahit oluruz. Misalle izah etmek gerekirse bir arının ‘’ben bal yapmak istemiyorum’’, ya da bir ineğin ‘’bugün süt vermeyeceğim’’ deme lüksü yoktur. Çünkü onlar Rabbin isteği ile ve tükenmeyen hazineleri sayesinde görevlerini hiç aksatmadan biz insanlığa ballarını ve sütlerini yedirip içirmeye devam ederler. Yine bunun gibi yaratılan pek çok hayvan da vardır ki bizler yaratılışının gayesini bilmeden gereksiz olduğunu düşünürüz. Hâlbuki durum böyle değildir. Allah o hayvanları da kâinatın hizmeti için yaratmıştır ve araştırmalar sonucu fark edildiği gibi yılanın varlığının dahi ozon açısından yine insana fayda sağlayan bir yönü vardır.


Görüldüğü gibi kâinatta her şey insanın emrine yaratılmış ve biz insanlar da Allah’ı çokça zikretmek ve ibadet etmek ile mükellef kılınmışsak yapılması gereken şey, Allah’ın isimlerine ve bir ayette de ifade edildiği gibi Allah’ın ipine sıkı sıkıya bağlanmak olmalıdır.


Nasıl bir insana seslenmeden kendisinin size cevap vermesini bekleyemezsiniz, Hak katında da değeriniz, Allah’a ne kadar seslendiğiniz ya da ne kadar içten seslendiğiniz ile doğru orantılı olacaktır. Bu açıdan hadiseleri değerlendirdiğimizde yukarıda da bahsettiğimiz gibi Yaratıcı’nın 99 isminin her biri farklı isteklerimizi gidermek için muktedir ve belirlenen ölçülerde tekrarlandığında istenilen amaçlara ulaşmada hem maddi hem manevi rehberdir.



Bu yazımızda da sizlere detaylı olarak Allah’ın mübarek 99 ismini, bu ismi şeriflerin anlamlarını ve günlük olarak hangi sayılarda zikredildiği takdirde maddi manevi hastalıklara yine Allah’ın izniyle şifa olacağını anlatmaya çalışacağız.

Bismillahirrahmanirrahim;

ALLAH: ( Tüm isimleri bünyesinde barındıran ve başka hiçbir varlığa verilmesinin mümkün olmadığı isimdir.)

Allah Cemal ve Celal gibi bütün isimleri kapsayan bir ismi şeriftir. Allah diye zikreden Cenabı Hakkı tüm isimleri ile zikretmiş olmaktadır. Bütün isimler Allah isminde gizli olduğu gibi diğer isimler de Allah ismi Azamına birer sıfattır.

Çocukların da Rablerini ilk tanıdıkları isim olan Allah ismi şerifi pek çok kapıyı insanlara açmaktadır. İçten ve gönülden yapılan Allah zikirleri ile dileklerinizin ve muratlarınızın Allah’ın izni ve inayeti ile gerçekleşmesi mümkündür.

Bu ismi şerif iki şekilde zikredilir. Birincisi ‘’Ya Allah, Ya Allah’’ şeklinde zikredilmesidir. Buradaki Ya, bir seslenişi medet ummayı ifade etmektedir. Bir başka zikrediliş şekli de ‘’ Allah, Allah’’ şeklindeki zikirdir.

Pek çok fazileti bulunan bu ismi şerifin tekrarlanması çok ehemmiyetlidir. Bir kişi 7 gün oruç tuttuktan sonra gece yarısı uyanıp 2 rekât namaz kılar ve 66 kez Allah ismini zikrederse o kişiye Allah bir melek görevlendirir. Bu melek kişiyi kötülüklerden koruduğu gibi, tüm hal ve hareketlerinin rıza istikametinde olması için onu yönlendirir. Bunun yanı sıra yine Allah ismi şerifini Cuma günü oruçlu olarak sabah güneş doğmaya yakın gümüş yüzüğe yazıp sağ eline takan kişinin insanlar tarafından her istekleri yerine getirilir. Aynı yüzüğü sol elinin parmağına takarak mahkemeye giden kişi de haksızlığa uğramaz bilinir.


ER RAHMAN: Rahman ( Bütün yaratılmışlar için hayır ve merhameti tercih eden)


Dünyada ve ahrette Allah’ın sevdiği bir kul olmak için günde 298 kez okunması tavsiye edilen bu zikir, farz namazlarından sonra 100 kez okunduğu takdirde de Allah’ın rızasına nail olduğu gibi Allah’ın nimetlerinden bolca kendisine rızıklar nasip olur.

Bunun yanı sıra, 40 gün riyazet halinde yani az yeme, az içme ve az uyuma halinde günde 1000 kez Ya Rahman zikrini tekrar edenin kalp gözü açılır. 5 vakit namazların ardında da 2500 kez Ya Rahman ismi zikredilirse her işten haberdar olunur Allah’ın izniyle. Günde 290 kez bu ismi şerifi zikreden kişi isteklerine yine Allah’ın izni ve inayeti ile nail olur.


ER- RAHİM: Rahim ( Büyük nimetler veren ve merhametli )


Bu zikrin maddi ve manevi rızıklar için günde 258 kez okunması tavsiye ediliyor. Bununla birlikte Ya Rahim ismini devamlı surette zikretmeye devam eden kişi belalardan, afetlerden ve musibetlerden korunur.

Uykusunda korkarak sıçrayan çocuğun üzerine bir kağıt üzerine 269 kez yazılı Ya Rahim ismi konulduğunda çocuğun bu durumdan kurtulduğu görülmüştür. Bununla birlikte her namazdan sonra 269 kez bu zikri tekrarlayanın Allah’ın izni ile ahlakının düzeldiği görülmüştür. Rızkı ve bereketi de aynı zamanda artar. Hastalar şifa bulur ve tüm nimetler ayağına gelir. Günde 100 defa okuyanın kalp katılığı ortadan kalkar ve kötülüklerden muhafaza olur.


EL-MELİK: Melik ( Bütün kâinatın sahibi ve hükümdarı)


Bu ismi şerifi günde 91 kere okuyan maddi manevi güce sahip olur ve çevresinden saygı itibar görür. Sabah namazından sonra 121 kere okuyan kimsenin birtakım sırlara nail olduğu da görülmüştür.

EL-KUDDÜS ( gafletten ve hatadan arınmış ve tertemiz.)

Günde bu zikri 170 kere zikredenin kalbi tüm kirlerden temizlenir ve günahların bağışlanmasına vesiledir.

Yine Ya Kuddüs ismini zikreden kişinin şehvet sıkıntıları ortadan kalktığı gibi manevi hastalıklardan da kurtulur. Bununla birlikte bu zikri düzenli olarak çeken kişi şeytanın hilelerinden de yine Allah’ın izni ile uzak olur.

ES-SELAM ( Cennetteki kullarına selam eden ve selamete çıkaran.)


Günde 131 kez bu zikrin tekrar edilmesi korkulan her şeyden emin olmayı sağlar. Bununla birlikte 121 veya 161 kere okunduğunda hastada iyileşme görülmüştür.

Bu ismi yazarak üzerinde taşıyan kişi fenalıktan ve kötülükten emin olur. Yine Ya Selam ismini çokça zikreden kişi cinlerin şeytanların ve insanların kötü niyetlerinden ve vesveselerinden uzak olur. Ya Selam zikrini günde 360 kere okuyan kişinin ise her duası kabul olunur.

EL-MÜ’MİN: ( Gönüllerde iman etme isteği uyandıran, sığınanları koruma altına alıp ferahlatan)


Kötü hastalıklara yakalanmamak için bu zikir günde 137 kere tekrar edilir. Bu zikri okumaya devam edenlerde müminde olması gereken özellikler zuhur eder ve yalan söylemez, gıybet etmez, zinaya düşmez, kötü ahlaktan muhafaza olur.

43 gün boyunca her namazdan sonra 136 kere Ya Mümin ismini zikreden kişiler tüm istek ve dileklerine kavuşur. Düşman şerrinden muhafaza olurken kimseye de muhtaç olmaz.

EL- MÜHEYMİN :
( Koruyan ve gözeten anlamlarına gelir.)

Günde bu zikri 145 kere çeken kişi karşısındaki kişileri daha iyi anlar ve niyetlerini fark ederek korunur. Ya Müheymin zikrini devamlı surette okuyan kişi unutkanlıktan kurtulur ve öğrenci ise derslerinde başarılı olur.

Yine bu zikre devam eden kişi adeta bir Ulema gibi gizli sırlara hakim olur. Bu zikri yatmadan önce 145 kere okuyup sağ tarafına dönerek uyuyan kişinin rüyasında olacak olayları görmesi mümkün olur Allah’ın izniyle. Yine bu zikri günde 100 kere tenha ve kimsenin olmadığı bir yerde çekenin kalbi nurlanır. Günde 145 kere okumaya devam eden düşman şerrinden emin olur, bela ve musibetler karşısında emin olur. Üzerinde taşıyanın rızkı ve bereketi artacağı gibi, Allah’ın himayesinde de olur.

EL- AZİZ : ( Mağlup edilmesine imkân olmayan Galip)

Düşmanlara galip gelmek için bu zikre günde 94 kere tekrar edilerek devam edilir. Bu zikre devam edenler insanlar tarafından sevilir ve işi, istekleri yerine getirilir.

40 gün boyunca sabah namazlarından sonra 40 kere okuyan kişi fakirlik yüzü görmez ve kimseye muhtaç olmaz Allah’ın izniyle. Yine her gün evden çıkmadan önce 94 kere okuyan hem dünyada hem de ahrette bahtiyarlar arasına dâhil olur.

EL- CEBBAR ( Dilediğini zorla yaptıran ve tüm eksikleri tamamlayan)

Günde 206 kere zikredilmesi tavsiye edilen bu ismi şerif sayesinde tüm istek ve arzular yerine getirilir. Ya Cebbar ismine devam eden kişiye kimsenin hayır demeye gücü yetmez ve itaat edilen biri haline gelir.

EL- MÜTEKEBBİR ( Her hadisede büyüklüğünü gösteren)

662 kere her gün okumaya devam eden izzete ve refaha kavuştuğu gibi bu zikri okumaya devam edenler konuştuğu zaman karşısındakini tesiri altına alma gücüne sahip olur.

Bunun yanı sıra yaptığı hayırlar ve bereketi de artar. Sürekli haram işleyen birinin üzerine 262 defa okunduğunda halinin düzeldiği rivayet olunur Allah’ın izniyle.

EL- HALIK ( Bütün varlığı yoktan var eden şekillendiren, halkeden anlamlarına gelir.

Günde 731 kere okunması tavsiye edilen bu zikir sayesinde iş yaşamında yaşanan üzüntü ve sıkıntılardan kurtulmak mümkün olur.

Ya Halik ismini zikredenlerin kalpleri nurlanır. Her işte başarı kaçınılmaz olurken, bela ve musibetlerden de emin olunur. Çözülmesinin zor olduğunu düşünen kişi o işi için abdestli olarak kıbleye yönelip 5115 kere Ya Halik ismini tekrarlayan kişinin niyetleri hallolur.

EL- BARİ ( Her şeyi birbirine uygun yaratan)

Bu zikri günde 214 kere çeken kişi şöhret lenir ve işinde ummadığı kadar başarılı olur.

Ya Bari ismini 7 gün boyunca 100 er kere okuyanlar doğal afetlerden korunarak selamete erer. Bu ismi şerifi en az bir sene boyunca okumaya devam eden kişi şifacı olur ve ona ağır işlerin tamamı kolaylaşır. Baş ağrısından muzdarip olan kimseler gümüşe El Bari ismini yazıp başında taşırsa baş ağrılarından Allah’ın izni ile kurtulur.

EL-MUSAVVİR ( Her şeye bir biçim ve özellik veren )

Bu zikir maksat ve isteklere ulaşmak için günde 336 kere okunur.

Ya Musavvir ismini okumaya devam eden kişi yaptığı her işte başarılı olur, hiçbir işten geri kalmaz. Bu zikri her gün 365 kere okuyan Ruhanilerle iletişime geçer. Bu zikre devam eden sıkıntılarından kurtulur ve özellikle hamileler okursa çocukları ahlaklı olur.

EL- GAFFAR ( Marifeti çok olan)

Bu zikir bağışlanmak ve günahlardan temizlenmek için günde 1281 kere okunur.

Bunun yanı sıra Ya Gaffar ismini zikretmeye devam eden kişi isyanlarından ve günahlarından af bulur. Düşmanlarının gözlerine görünmez olur. Günde bu zikri 1200 kere çeken maddi ve manevi tüm hallerini düzeltir. Çabuk sinirlenen ve bir anda parlayan fevri çıkışları bulunan insanlar bu zikri çektikleri takdirde öfkeleri yatışır. Bu ismi kurşun levha üzerine yazdırıp üzerinde taşıyan kimse zalimlerin şerrinden emin olur.

EL- KAHHAR ( Her istediğini istediği anda yapmaya muktedir olan)

Zalimlerin kahrı için günde 306 kez çekilen bu zikir daha çok düşmanı helak etmek niyetiyle çekilir.

Ya Kahhar ismini her gün okuyanın gönlünde dünya sevgisi kalmaz. Düşmanlarını bu zikirle yenilgiye uğratır. Çeken kişi şehvet ve hırstan kurtulur.

EL-VEHHAB ( nimeti sonsuz olan)

Bu zikri günde 196 kez çeken kişi sıkıntısız ve borçsuz bir hayat sürmek için bu zikre devam edilir.

Refaha ermek, maddi sıkıntılardan kurtulmak için ilaç olan bu zikir dua edilirken 7 kez zikredilirse duanın kabul olmasına yardımcı olur. Tüm mahlûkata karşı güçlü görünür.

ER-REZZAK ( Yaratılmışlara pek çok faydalanılacak şey ihsan eden)

Bu ismi şerifi bol rızıklı bir ömür için günde 308 kez okumak faydalı olacaktır.

Her sabah namazının ardından yukarıda da belirttiğimiz gibi 308 kere Ya Rezzak ismini zikredenin rızkı artar ve bereketli olur. Aç iken daha ziyade oruçlu iken günde 20 defa okuyanın zekâsı ve zihni açılır.

EL- FETTAH ( Zorlukları kolaylaştıran anlamına gelir)

Maddi ve manevi hayırlar elde etmek için günde 489 kez okunması tavsiye edilen bu zikre devam edene Allah hayır ve bereket ihsan eder.

Darlık ve sıkıntı çekmezler ve okuyanların kalbi nurlanır. Tüm işlerinde kolaylıklar hasıl olurken makam ve mertebesi de yükselir. Sabah namazını kıldıktan sonra kıbleye dönük olarak, sağ el kalbin üzerinde olarak 71 kere bu vird çekildiğinde kalbi temizler. Düşmanlarınızın dost olmasını istiyorsanız da eğer yine 489 kere Utarit saatinde bu tespihi çekmeniz gerekecektir.

EL- ALİM ( Her şeyi çok iyi bilen)

Her şeyi çok iyi bilen manasına gelen bu zikri her gün 150 kez okuyanın ilmi artar.

Gizli sırlara da vakıf olma ihtimali bulunurken okuyanın ilmi artar, anlayışı ve zekası artar.

EL-KABID

Kabıd sıkan bunaltan ve daraltan anlamına gelen bir zikirdir.

Zalimlerin zulmünden ve şerrinden korunmak için günde 903 kere bu zikri çekmeye devam etmek gerekir.

Kabıd ismini okumaya devam eden kişiler kimse tarafından dedikodu edilen kişiler olamazlar. Celal ve heybet kazanır. Okumaya devam eden kişiler kötü huylarından kurtulur ve ahlak güzelliği veren bir yönü vardır.

EL-BASIT

Açan genişleten anlamına gelen El Basıt mal ve paranın bereketi için okunduğunda işlerin büyümesini sağlar. Bunun için günde 72 kere bu zikri tekrarlamak gerekir.

Korktuğu şeylerden emin olunmasını sağlar ve tüm endişeler gider. Keyifli olur ve sıkıntılarından kurtulurken kalp gözü açılır. Bu ismi şerife sabah namazından sonra 72 kere okunmaya devam edilen Basıt ismini zikredenin rızkı bollaşacaktır.

EL-HAFIZ

Yukarıdan aşağı indiren ve alçaltan anlamına gelen EL-HAFIZ zikri, 1481 kez kötülük ve belalardan korunmak için okunuyor.

Ya Hafız ismini zikreden kişi korku, telaş ve fenalıklardan korunur. Cinlerin şeytanların ve insanların şerrinden muhafaza olur. Bu isim korunması amacıyla kime ya da neye okunursa korunacaktır.

ER-RAFİ

Yukarı kaldıran ve yükselten anlamına gelen ER-RAFİ, günde 351 kere zikredilmeye devam edildiği takdirde insanlar arasında ve işlerinde başarıya ulaşmak mümkün olur.

Bu ismi şerifi zikreden her türlü hayırlara vesile olur. Hem derecesi hem de rızkı artar. Zalimin zulmünden ve fakirlikten muhafaza olunur.

EL-MUİZ

İzzet veren ve ağırlayan anlamına gelen EL MUİZ ismi şerifini fakirlik, zillet ve meskenetten kurtulmak için günde 117 kere okuyabilirsiniz.

Ya Muiz ismini okumaya devam eden kişi aziz olur ve mahlûkata heybetli görünür.

EL MUZİLL

Zelil eden alçaltan anlamına gelen EL MUZİLL ismini zikreden kişiye düşmanları zelil etmek için okunur.

Bu zikirle insanlar korunur ve kendilerine düşmanlık edenler hezimete uğrar.

ES-SEMİ

Her şeyi en iyi şekilde işiten anlamına gelen ES SEMİ zikri duaların kabul olması için çokça zikredilir.

Günde 180 kere okuyanın duaları kabul olunur. 7 gün oruç tuttuktan sonra halvete girerek Ya Semi ismini zikreden kişilere ulvi ruhların seslenişi işitilir.

EL-BASİR

Her şeyi en iyi şekilde gören anlamına gelen EL BASİR zikrini günde 112 kez çekmeyi alışkanlık haline getirenlerin acziyetleri ortadan kalkar.

Bu ismi sürekli zikredenin dünya ve ahretle ilgili hiçbir korkusu kalmazken, basireti artarak, istek ve arzuları gerçekleşir. Her sabah 302 kere YA BASIR ismi şerifini zikredene bazı hadiselerden haberdar edildiği gibi Ya Allahü Ya Basır ismini birlikte zikredenlerin içleri temizlenir, gözleri nurlanır ve Allah’ın rahmetini kazanırlar.

EL-HAKEM

Hükmeden hakkı yerine getiren anlamına gelen EL HAKEM ismi şerifini günde 68 kez tekrarlayan haklı davasını kazanır.

Ya Hakem ismini zikredenlerin içi âlemin sırlarıyla adeta dolar taşar. Allah katında yüksek mertebelere erişilirken kişinin anlama ve kavrama yetenekleri artar.

EL- ADL

Çok adaletli anlamına gelen bu zikri günde 104 kere okuyan eğer yönetici ise adalet üzere yaşamayı öğrenir.

Gece yarısından sonra daha ziyade teheccüd namazına kalkıldığı sürede 104 kere EL ADL ismi tekrarlanarak bir kişiye beddua edilirse, duası muhakkak kabul olunur.

EL-LATİF

Bütün işlerin tüm inceliklerini bilen, tüm kullarına iyilik ulaştıran anlamlarına gelen EL LATİF ismini günde 129 kez çeken kişinin dilekleri yerine gelirken kısmet ve rızık için de okunduğu bilinir.

Ya Latif ismi her konuda insana fayda veren ve havassı diğerlerine göre en çok olan isimlerdendir. Bu ismi zikredenler huzura kavuşur, her işte başarılı olur, maddi durumunda düzelmeler göze çarpar, hasta olan şifa bulur, depresyonda olan sıkıntıdan kurtulur. Bu zikrin günde 16641 kere okunması tüm istek ve dileklerin yerine getirilmesi için çok faydalıdır.

EL-HABİR

Herşeyin iç yüzünden tüm detayları ile haberdar olan anlamına gelen bu zikri idrakin ve hafızanın güçlü olması için günde 812 kere çekmek faydalı olacaktır.

Ya Habir zikrini çekmeye devam edenler eşyanın sırrına vakıf olur. Kötü ahlak ve zalimin zulmünden kurtulduğu gibi 40 gün boyunca 7000 defa bu zikri çekenler bu ismin hadimi ile görüşür.

EL-HALİM

Yumuşak huylu anlamına gelen Halim, suçlulara hemen ceza vermeyen anlamında kullanılır. Ahlak güzelliği ve yumuşak huyluluk için bu zikri günde 88 kere çekmek faydalı olacaktır.

Ya Halim çekmeye devam eden arifler zümresine dâhil olur. Merhametli olur ve dünya işlerinden uzaklaşıp ibadete yönelmeye başlar. Asabi ve çabuk öfkelenen kişiler okudukları halde yumuşak huylu olurlar.

EL-AZİM

Azameti pek büyük manasına gelen bu ismi şerifi sözünün tesirli olması için günde 1020 kere okuması faydalı olacaktır.

Bu ismi şerifi okumaya devam edenler korktukları şeylerden emin olurlar. Hastalar okuduğunda Allah’ın izni ile şifa bulurlar. İşlerinde başarılı olarak hem maddi hem manevi yüksek mertebelere erişirler.

EL-GAFUR

Affı ve bağışlaması çok olan anlamlarına da gelen EL GAFUR ismini günde 1286 kere okumak günahların affına vesile olacaktır.

Ya Gafur ismini zikretmeye devam edenlere Allah mağfirette bulunur. Fakirlikten kurtulur. Ya Gafur ismini zikretmeye devam edenlere ruhaniler gelir ve isteklerini yerine getirir.

EŞ-ŞEKUR

Kendi rızası gözetilerek yapılan işlere fazlasıyla muamelede bulunan anlamlarına gelen EŞ-ŞEKUR ismi şerifini bol rızık ve talih açıklığı için günde 526 kere zikretmek faydalı olacaktır.

Ya Şekur ismini zikre devam eden kişiler sıhhat ve şükür içerisinde yaşar. Kazandığını kaybetmez ve nimetlerinin eksildiğine rastlanmaz. Zalimin zulmünden ve düşmanın şerrinden emin olur.

EL-ALİYY

Çok yüce çok yüksek anlamına gelen bu ismi şerifi günde 110 kere çekmeye devam eden kişiler ilimde yüksek mertebelere ererken, zillet ve meskenetten de kurtulur.

Ya Aliyy ismini çokça zikreden kişiyi her gören kişi sever ve hor ve hakir görülmez. Ahlakı güzelleşir, hikmetli konuşur, kötü huylarını bırakır.

EL-KEBİR

Çok büyük en büyük anlamlarına gelen EL-KEBİR ismi şerifini günde 232 kere okuyanlar hürmet görürler.

Ya Kebir ismini zikretmeye devam edenlerin ilmi ve bilgisi artar. Tüm karşılaştığı insanlardan hürmet görür, görenler ondan çekinir, yüce mertebelere sahip olur. Borcu olan kişiler günde 1000 kere bu ismi zikrederlerse borçlarını okumaya muvaffak olurlar. Haksız yere işlerinden uzaklaştıranlar görevlerine ve işlerine geri dönerler.

EL-HAFİYZU

Herşeyi Belli bir vakte kadar bela, musibet ve afetlerden koruyan anlamına gelen bu zikri günde 998 kere okuyan kişinin nefsi ve malları korunur.

Ya Hafiz ismini zikre devam eden kişiler zalimlerin zulümlerinden de korunmuş olurken, bir zalime bu zikirle beddua ederse bedduası tutar.

EL MUKİT

Her yaratılmışların gıdasını ve azığını veren anlamlarına gelen EL MUKIT zikrini günde 550 kere zikreden kişiler neye muhtaç iseler onu kazanırlar.

Ya Mukıt ismini zikredenlerin rızkı artar ve malı hiç eksilmezken bu zikre devam edenler açlık da hissetmezler. Oruç tutanlar da bu zikre devam edebilirler. Rızkı kazanmak kolaylaşır ve malın ve ömrün bereketi artar.

EL HASİB

Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiğini detaylı olarak bilen ve hesap eden anlamına gelen bu zikri günde 80 kere çekmeye devam eden kişiler, herkese karşı alnı açık ve dürüst olurlar.

Ya Hasib ismini her gün zikretmeye devam eden kişilerin dualarının kabul olduğu, şeytanın şerrinden korunduğu ve kötülüklerden muhafaza olduğu bilinirken aynı zamanda rızkı da bollaşır.

EL CELİL

Ululuk ve Celal sahibi anlamlarına gelen bu ismi şerifi günde 5329 kere okumaya devam eden kişi, zalim ve zorba kişiyi zelil etmek için okunur.

Ya Celil ismini zikreden kişiler insanlar tarafından sevilir ve saygı görürler. Bu zikri çekenlere kimse kötü gözle bakamaz. Bu zikre devam edenlerde manevi bir güç hasıl olur, ahlakı düzelir ve kimse hakkında kötü düşünemez.

EL KERİM

Lütfü ve keremi çok geniş olan anlamına gelen bu ismi şerifi bir insan günde 270 kere zikrederse hem kolaylıklara hem de bol rızıklara Allah’ın izniyle sahip olacaktır.

Ya Kerim ismini çokça zikreden kişi kolay yoldan rızık kazanır. Kendisi için hayır kapıları açılır, fakirlikten kurtulur, hem dünyada hem de ukbada izzetli ve şerefli olurken bütün kazancı da bereketlenir.

ER-RAKİB

Bütün işleri murakabe eden ve tüm varlığı gözeten anlamlarına gelen ER RAKİB ismi şerifini günde 312 kere okuyan kişiler yaptıkları her işte Allah’ın koruması altında olurlar.

Ya Rakib ismini sıkça tekrarlayanlar kaybettikleri bir eşyalarını bulur, Allah ın koruması altına girer ve başına gelecek her türlü bela ve musibetlerden emin olur. Bununla birlikte her sabah namazının ardından günde 612 defa Ya Rakib ismini zikretmeye devam eden kişi Allah ın himayesine girerken 40 gün oruçlu olarak bu süreçte her gün 4440 kere Ya Rakib ismini tekrar eden kimselere bazı sırlar vakıf olunur. Bu kişilerin kalp gözleri açılırken , kuşların ne dediklerini anlama melekelerine sahip olurlar.

EL MUCİB

Kendisine dua edenlere icabet eden ve isteklerini geri çevirmeyen anlamlarına gelir.

Bu ismi şerifi günde 3025 kere okumaya devam eden kimselerin duaları kabul olunur. Her gün istekle ve ihlasla Ya Mucib ismini günde 55 kere okumaya devam eden kişilerin meşru dualarının Allah’ın izni ile kabul olacağı biliniyor. Ayrıca bir müslümanın bu zikre devam etmesi insanlar tarafından sevilmesini de sağlar.

EL- VASİU

İlmi, affı ve rahmeti geniş manalarına gelen bu zikir ömür uzunluğu rızık bolluğu ve sıhhat için günde 137 kere okunur.

Ya Vasi ismini zikreden kişilerin ahlakı güzelleşir, hırslarından ve buna bağlı olan sıkıntılarından kurtulur. Her yaptığı işte daima kolaylık bulur. İhlâsla bu zikre devam edenler bazı sırlara vakıf olurlar ve bu kişiler için perdeler kalkar.

EL HÂKİM

Bütün işlerinde hikmet bulunan manalarına gelen bu zikir günde 6084 kere hikmet sahibi ve ilim sahibi olmak için okunur.

Ya Hâkim ismini zikretmeye devam eden kişi ilim ve hikmet sahibi olurken, Cuma günleri 6084 kez okumak çok efdaldir.

EL- VEDUD

Kullarını çok seven ve sevilmeye gerçekten layık olan anlamlarına gelen Ya Vedud ismi herkesin sevgisini kazanmak için günde 400 kez zikredilir.

Ya Vedud ismini zikreden kişiyi bütün insanlar sever sayar ve bu kişi hürmet görür. Okumaya devam eden kişi başkalarını tesiri altına almayı başarır ve kalbi nurlanarak huzura kavuşur. Bu ismi şerifi günde 270 kere zikreden hem fakirlikten hem de borçlarından Allah’ın izni ile kurtulur.

EL MECİD

Şanı yüksek ve büyük olan anlamlarına gelen bu ismi şerif, izzet ve şerefin artması için günde 3249 kere okunur.

Ya Mecid ismini sürekli tekrar edenlere şeytan yaklaşamaz ve hiçbir şekilde vesvese veremez. İnsanlar arasında izzeti artarken rızkı da çoğalır, fakirlikten kurtulur. Arabi ayın ortasında oruç tutarak orucunu açmadan önce Ya Mecid ismini zikreden kişilerin maddi ve manevi hastalıklarından kurtuldukları bilinirken bu ismi şerif Sedef hastalığına da iyi gelmektedir.

EL-BAIS

Ölüleri dirilterek kabirlerinden çıkaran anlamına gelen bu ismi şerif kuvvetli iradeye sahip olmak ve alacaklarını almak için günde 573 kez okunur.

Ya Bais ismini zikretmeye devam eden kişilerden gaflet kalkar. Bu zikre devam edenlerde Allah korkusu baş gösterir ve ibadetini severek yapmaya başlar. Bütün sıkıntılarından kurtulur ve huzura erer. Düşman ve zalimlerin şerrinden kurtulmak için de günde 573 kere okunması tavsiye edilen bu zikri iftiradan kurtulmak isteyenlerin 7073 kere okumaları tavsiye edilir.

EŞ-ŞEHİD

Her yerde ve her zaman hazır ve nazır olan anlamına gelen bu ismi şerifi günde 319 kere okumak hem heybetli hem de şehid olarak ölmek için okumalıdır.

Pek çok havassı bulunan bu mübarek isin asi olanlar için okunduğunda isyan etmeleri önlenir. Anne babaya asi olanlar için de durum aynı olurken, asi olduğunu düşündüğünüz kişiden veya kendinizden alın bölgesindeki saç tellerinden bir tanesini koparıp, üzerine 1000 kez Ya Şehid ismi okunduktan sonra o saçın sahibi olan kişinin itaatkâr olması sağlanmış olur Allah’ın izniyle. Hr sabah namazının sonrasında 122 kez Ya Şehid ismini tekrarlayan kişi şehadet mertebesine erişir. İftiraya uğrayan kişiler her gün Ya Allah Ya Şehid isimlerini gece yarısında 329 kere okumaya devam ederse iftiradan kurtulur. Bununla birlikte zulüme uğrayan kişilerde ay boyunca 319 kere her gün bu ismi şerifi tekrar ettiği takdirde zulümden kurtulurken kendisine zulmeden de cezasını bulur Allah’ın izniyle.

EL-HAKK

Varlığı hiç değişmeden duran manalarına gelen EL HAKK ismini doğru bir ibadet hayatına ve sağlam bir imana sahip olmak için, yine bununla birlikte başladığı işin sonunun gelmesi için günde 108 kere okumak gerekir.

Ya Hakk ismini zikreden kişiler gizli sırlara vakıf olurken, halk arasında sözü geçen güzel ahlaklı biri haline gelir. Batıldan uzak olur ve zikre devam edenler ibadetlerinde zorlanmazlar.

EL-VEKİL

Kendisine tevekkül edilen işleri en iyi şekilde yerine getiren anlamlarına gelen EL VEKİL ismini günde 66 kere okumaya devam eden kişiler Allah’tan her türlü yardımı görürler.

Ya Vekil ismini zikreden kişiler musibetlerden korunur ve rüzgar, gök gürültüsünden korkanların korkularından yenmelerine vesile olur. Her sabah namaz sonrasında 66 kere Ya Vekil ismini zikretmeye devam edenlerin rızık kapıları açılır. Düşman üzerine sahur saatlerinde yine 66 kere bu zikir çekilerek beddua edilirse düşman hezimete uğrar.

EL KAVİYY

Çok güçlü, pek güçlü manalarına gelen EL Kaviyy ismi şerifini günde 116 kere okumaya devam eden kişilerin vücutları sağlıklı ve güçlü olurken kansızlığa da iyi gelir.

Ya Kaviyy ismini zikreden kişiler maddi ve manevi olarak kuvvetlenir. Himmetleri artarken günde 126 kere bu ismi zikredenlerin kalp ve ruhlarının kuvveti de artar. Yolculuk esnasında okunduğu takdirde kaza bela görünmez. Ağır bir yükü kaldırmak gerektiğinde bu isim zikredilirse yük size ağırlık vermez Allah’ın izni ve inayetiyle.

EL- METİN

Çok sağlam ve netameli olan anlamına gelen bu ismi şerifi maddi ve anevi olarak güçlü ve sağlam olmak için günde 500 kere okumak gerekir.

Ya Metin ismini her gün zöhre saatinde 500 kere okumaya devam edenler, fakirlik görmez, zayıflığa düşmez, kötü ahlaktan kurtulur, maddi ve manevi anlamda kuvvetlenirler. Bir ay süre ile günde 1000 defa okumaya devam edenlerin bazı sırlara vakıf oldukları bilinir.

EL- VELİYY

Sevdiği kullarının dostu olan anlamına gelen bu ismi şerifi, her işinde Allah’ın yardımına mazhar olmak için günde 2116 kere okumak gerekir.

Ya Veliyy ismi şerifini sürekli zikreden kişilerin kıyamet gününde hesapları çabuk görülür. Okuyanın içi ve dışı temizlenirken, Allah katında da dereceleri artar. Bu ismi şerifi gece ve gündüz 10 bin defa okuyan Allah’ın veli kullarından olur.

EL- HAMİD

Bütün varlığın kendi diliyle övdüğü ve ancak kendisine hamd edilen anlamlarına gelen bu ismi şerifi, kazancın genişlemesi için günde 3844 kere okumak faydalı olur.

Ya Hamid ismini sürekli zikredenler övgüye mazhar olurken, ahlakları amelleri ve sözleri güzel olur. Tüm mahlûkatın sevgisini kazanırken hem maddi hem de manevi olarak güçlenir. Bütün zor işleri kolaylaşır. Bu ismi şerifi günde 5 vakit namazın ardından 100 defa zikretmeye devam edenler Allah’ın Salih ve Saliha kullarından olurken, dünya adeta o kulun hizmetçisi olur.

EL-MUHSİ

Sonsuz da olsa tek tek her şeyin sayısını bilen anlamına gelen EL MUHSİ ismi şerifini zekanın kuvvetli olması için günde 148 kere tekrarlamak gerekir.

Ya Muhsi ismi şerifini zikreden kişilerin ahlakı güzel olur ve etrafındaki herkes kendisine itaat eder. Bu zikre devam eden kimseler vücutlarındaki hastalıklardan şifa bulurlar ve idrak ve anlayışları Allahın izni ile artarken zihin açıklığı da kendileri ile birlikte olur.

EL-MÜBDİU

Bütün varlıkları örneksiz olarak en baştan yaratan anlamına gelen EL-MÜBDİU ismi şerifini tüm işlerde muvaffak olmak isteyenlerin günde 57 kez okumak gerekir.

Ya Mübdi ismini zikreden her işte başarılı olur. Bir işle ilgili kararsız kalan kişi 1000 defa Ya Mübdi ismini zikrederse karar vermede zorluk çekmez. Bu ismi yine zikreden hikmet sahibi olur ve başladığı her işte muvaffak olur.

EL-MUİD

Varlıkları yok ettikten sonra tekrar yaratabilen manasına gelen EL MUİD ismini elden kaçan bir kazancı geri kazanmak için günde 124 kez okumak gerekir.

Ya Muid ismini zikreden kişilerin ellerinden gitmiş olan her ne varsa geri gelir. Bir işi bozulan kişi 7 gün boyunca sabah namazlarının ardından 124 defa Ya Muid ismini tekrarlarsa bozulan işi tekrar yerine geldiği gibi, yeri unutulan bir eşyayı hatırlamak için de bu ismi şerifi zikretmek faydalı olacaktır.

EL-MUHYİ

Can bağışlayan hayat ve sağlık veren manasına gelen bu ismi şerifi işlerin başarılı olması için her gün 68 kere zikretmek faydalı olacaktır.

Ya Muhyi ismini günde 68 defa zikreden kişinin kalbine iman ve irfan nuru dolarak, kötüye giren işleri varsa Allah ın izni ile düzelir. Ya Muhyi ismini halvet ve riyazet ile zikreden manevi sırlara erer. Yani inzivaya çekilerek az yemek az konuşma ve az uyuma halinde sürekli tekrar edenlerin manevi sırlara vakıf oldukları bildirilir. Hastalar bu ismi şerif ile şifa bulur. Nefsine hâkim olamayan kişilerin geceleri uyumadan önce bu ismi okumaları nefislerinin kendilerine riayet etmesini sağlarken bir ay boyunca her beş vakit namazın ardından bu ismi zikretmeye devam eden kişiler Allah’ın izni ile tüm hastalıklarından kurtulur.

EL-MUMİT

Canlı bir varlığın ölümünü de yaratan anlamına gelen bu güzel ismi günde 490 kere okuyan kişi harama bakmaktan sizleri alı koyar.

Ya Mumit ismini sürekli zikreden kimseler nefsinin şerrinden kurtulur ve Allah okuyan kimseleri kendi razı olduğu yoluna çeker. Merih saatlerinde bu zikri 409 kere okuyan kişiler düşmanlarının şerrinden emin olacağı gibi, sevdiğinden ayrılmaz.

EL-HAYY

Diri her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen manalarına gelen bu zikri sözünün tesirli olmasını ve herkesten tazim görmeyi isteyen kişilerin günde ihlaslı olarak 324 kere zikretmeleri tavsiye olunur.

Ya Hayy ismi şerifini zikretmeye devam eden kişinin hem ömrü uzun hem de afiyette olduğu gibi kalbi de Allah ın nuru ile nurlanır. Hasta olanlar okuması halinde şifaya kavuşurken, Ya Hayyu Ya Kayyum isimlerini 184 defa zikredenin her muradı Allah ın izni ile gerçekleşir. Bir de yine Ya Allah, Ya Hayy, Ya Kayyum isimlerini birlikte olarak zikretmeye devam eden kimseler ise Allah yolundan ayrılmazlar.

EL-KAYYUM

Gökleri, yer ve her şeyi tutan anlamına gelen bu zikri her gün 156 kere okuyan kişi Allah’ın izni ve inayeti ile her istediğine ve dileğine kavuşur.

Ya Kayyum ismini zikreden kişilerin tüm ismi zahmetsizce yerine geleceği gibi, her başladığı işte muvaffak olur. Ya Kayyum ismini zikretmeye devam eden kişilerin uyku ağırlıkları gideceği gibi ezber güçleri de artar.

EL-VACİD

İstediğini istediği anda bulan anlamına gelen EL VACİD ismi şerifini kaybedilen şeyi bulmak için günde 196 kere okuyan kişi aradığı her ne ise Allah ın izni ile bulur.

Ya Vacid ismini günde 5 vakit namazın ardından 14 kez okumaya devam eden kişinin elindekiler zayi olmayacağı gibi, hileci ve büyücülerin kötülüklerinden de kurtulurlar.

EL MACİD

Kerem ve iyilikleri pek çok olan şanı ve keremi büyük olan anlamlarına gelen EL MACİD ismini kazancın bolluğu için günde 2304 kere okumak lazım gelir.

Ya Macid ismini sürekli tekrar edenlerin kalpleri nurlandığı gibi 5 vakit namazların ardından 465 kere okuyan kimselerin malı mülkü de artar. Muteber bir insan olan bu kişiler herkes tarafından sevilir ve sayılır. Her gün zöhre saatinde 48 defa okuyan bela ve musibetlerden uzak olduğu gibi yaptıkları dualar da Allah ın izni ile kabul olur.

EL- VAHİD

Asla ortağı ve benzeri olmayan anlamına gelen EL VAHİD ismini günde 3669 kere zikreden kişilerin kalbi nurlanır, aklı uyanır ve tüm istekleri yerine gelir.

Ya Vahid ismini günde 1000 defa okuyan kişinin kalbi, bütün kötü düşüncelerden ve yorgunluktan arınır. Mahlukatın şerrinden emin olur ve kalbi kuvvetlenir.Bu ismi şerifi günde 4000 kere okuyanın bütün istek ve dilekleri yerine gelir

ES-SAMED

İhtiyaçları ve sıkıntıları giden tek yer anlamına gelen ES-SAMED ismini günde 134 kere zikreden kişi hiç kimseye muhtaç olmaz.

Bununla birlikte Ya Samed ismini zikreden işi bütün günlük zaruri ihtiyaçlarının temininde kimseye muhtaç olmaz. Bu zikre devam eden kişi irfan sahibi olur ve Ya Samed ismini 520 defa okuyan kişi açlık hissi duymaz. Bu ismi şerifi bir kağıda yazarak suda beklettikten sonra bu suyu içen kişinin iradesinin kuvvetlendiği de bilinir.

EL-KADİR

Her istediğini istediği şekilde yapmaya gücü yeten ve güç yetiren anlamına gelen bu zikri günde 305 kere okumaya devam eden kişi isteklerini yapmaya muktedir olur.

Ya Kadir ismini sürekli zikreden kimseler arzu ettikleri her şeye kavuşurlar. Hastalar hastalıkları için okurlarsa Allah ın izni ile şifa bulurlar. Yine bu ismi şerifi her abdest sonrasında 100 kere okumayı adet haline getiren kimseler varsa eğer düşmanlarına karşı zafer kazanmış olurlar.

EL-MUKTEDİR

Kuvvet sahipleri üzerinde istedikleri şekilde tasarrufta bulunan manalarına gelen bu ismi her gün 774 kere okuyan kişi başladığı her işte Allah’ın izni ile başarılı olur.

Ya Muktedir ismini zikreden kimse hiçbir işten bıkmaz, yılmaz ve her işinde Allah’ın izni ve inayeti ile başarılı olur. Yine Ya Muktedir ismi şerifini zikretmeye devam edenlerin ruhu kuvvetlenerek, cin,insan ve şeytanın şerlerinden de Allah’ın izni ile uzak olur.

EL-MUKADDİM

Mukaddim istediğini öne alan ve ileri geçiren anlamına gelen bu ismi günde 184 kere okumaya devam eden kişi daima yükselir.

Ya Mukaddim ismini zikreden kişiler iktidar, güç ve kuvvet sahibi olurlar. Savaş meydanında okunduğu takdirde düşmana karşı zafer elde etmek için önemlidir.

EL-MUAHHİR

İstediğini geride bırakan anlamına gelen bu ismi şerifi, kötü birinin sizden uzaklaşmasını istiyorsanız günde 847 kere zikretmelisiniz.

Ya Muahhir ismini okuyan tevbe eder ve takva sahibi olma yolunda Allah ın izni ile ilerler. Bu ismi sürekli zikreden kişilerin basiret gözleri açılır ve kötü düşüncelerden uzaklaşırlar. Bunun yanı sıra ibadet etmede zorlanmaz ve isteklerine kolaylıkla kavuşurlar.

EL-EVVEL

Evvel ilk anlamına geldiği gibi her başlanan ve yapılan hayırlı işte öne geçmek için bu zikir günde 37 kere okunur.

Bu ismi şerifi sürekli olarak okumaya devam eden kişi her isteğine kavuştuğu gibi, yola çıkmadan önce okunursa tüm yolculuk sıkıntılarından kurtulmaya da Allah’ın izni ile vesile olur.

EL-AHİR

Son anlamına gelen bu ismi şerifi ömür uzunluğu dileği için günde 801 kere okumak gerekir.

Ya Ahir ismini sürekli tekrar edenlerin düşmanları hezimete uğrar ve kişi kuvvet kazanır. Bununla birlikte bu zikre devam edenlerin kalbi Allah sevgisi ile dolup taşarken, rızkı bereketlenir. Ya Evvel Ya Ahir isimlerini günde 838 kere okuyan kişiler hem dünyada hem ahrette üstün makamlara erişir.

EZ-ZAHİR

Aşikâr ve yaratılan her şeyde görünen anlamlarına gelen EZ ZAHİR ismi şerifini her meselenin özü ve gerçekliği için günde 1106 kere okumak faydalı olacaktır.

Ya Zahir ismini zikre devam edenin kalbi nurlanırken, gizli sırlara da vakıf olacağı bilinir. Bu zikre devam edenlerin ahlakı da Allah ın izni ile güzelleşir.

EL-MÜTEALİ

Eksikliklerden münezzeh yani uzak olan manasına gelen bu ismi şerif, günde 551 kez zikredildiğinde istediği mevkiye gelmek için ve yücelmek için vesile olacaktır.

Ya Müteali ismini devamlı zikreden kişi salaha erdiği gibi, her bakımdan güçlenir ve kuvvetlenir Bunun yanı sıra makam ve mevkisi de yükselir, istekleri geri çevrilmez.

EL-BATIN


Her şeyden gizli anlamına gelen EL BATIN ismi şerifini günde 62 kere okumaya devam eden kişinin nefsi kendisine itaatkâr kalbi de geniş olur.

Ya Batın ismini zikre devam eden kişi korktuklarından emin olduğu gibi kalbi de Allah’ın izni ile geniş olur. Bunun yanı sıra istediği şeylerden rüyalarında ve uyanıkken de haberdar olmaları muhtemeldir.

EL-VALİ

Her an olup biten her şeyi ve kâinatı yöneten, idare eden anlamına gelen bu ismi şerifi günde 47 kere okumaya devam eden kişilerin sözleri karşılarındakilere tesirli ve insanların sevdikleri bir şahsiyet olmak için faydalıdır.

Ya Vali ismini zikre devam eden kişiler afetlerden korunur ve emir ve istekleri yerine getirilir. Bu ismi şerifi gece ve gündüz 10 bin defa okuyan kişi veli kullardan sayılacağı gibi evliyalar ile de görüşür.

EL-BERR

Yarattıklarına gereken şekilde nimetleri bahşeden anlamına gelen bu ismi şerifi günde 202 kere zikretmeye devam eden kişi her durumda iyilik bulacaktır.

Ya Berr ismini okumaya devam eden kişiler bütün mahlukatların zararları ve şerlerinden korunurlar. Bu ismi okuyanların dilleri hep hikmet söylediği gibi okuyan kişinin makam ve mevkisi de artar. Alkolik ve Allaha a isyan eder durumda olan kimseler günde 700 defa Ya Berr ismini okumaya devam ederse kötü alışkanlıklarından Allah’ın izni ile kurtulacakları gibi halleri de düzelecektir.

ET-TEVVAB

Günahları bağışlayan ve tevbeleri kabul eden anlamlarına gelen bu ismi şerifi günde 409 kez zikredenlerin tövbeleri kabul olunur.

Ya Tevvab ismini sürekli zikreden kişiler zalimin zulmünden de korundukları gibi, geçim sıkıntısı yaşamazlar ve rızık kapıları onlara da açılır. Bunun yanı sıra yine günde409 kez bu zikri okumaya devam eden kişilerin hem dünyevi hem de uhrevi bütün işleri düzene girer Allah’ın izni ile.

EL MÜNTEKİM

Suçlu olanları adaleti ile hak ettikleri cezaya çarptıran anlamına gelen bu ismi şerifi her gün 630 kere zikreden kişi zulümden ve fenalıklardan alıkonur.

Ya Müntekim ismini zikre devam edenler düşmanların şerrinden de emin oldukları gibi, hiç kimse bu zikre devam edene Allah’ın izni ile zarar veremez.

EL-AFÜVV

Çok affeden manasına gelen bu ismi her gün 156 kere okuyan kişinin kalbi huzurla dolar ve rızkı bollaşır.

Ya Afüvv ismini zikre devam eden kişilerin ahlakı güzelleşir, Allah’ın mağfiretine mazhar olurlar. Öfkelenildiği zaman 10 defa Ya Afüvv ismini zikreden kişilerin öfkesi de o an Allah ın izni ile diner.

ER-RAUF

Çok lutfeden ve çok esirgeyen anlamına gelen bu ismi şerifi her gün 287 kere okumaya devam eden kişi hiçbir varlıktan zarar görmez.

Ya Rauf ismini zikre devam eden kişinin kalbi şefkatle dolacağı gibi, ruhu da latifleşir. Eşiyle arasında geçim sıkıntısı bulunanlar varsa bu kişiler Utarit saatinde 286 kere bu zikir devam edilirse Allahın izni ile tüm sorunlar ortadan kalkar.

MALİKÜL-MÜLK

Mülkün ebedi sahibi olan manasına gelen bu ismi günde 212 kere zikre devam eden kimselerin mal ve kazancına hiçbir zarar gelmez.

Ya Malikül Mülk ismi şerifini halvet ve riyazet halinde olarak 40 gün ve günde 8 bin defa okuyarak okuma esnasında tütsü yapan kişi bu ismin hadimi ile görüşür.

ZÜLCELALİ VEL İKRAM

Hem kerem hem de büyüklük sahibi anlamına gelen bu ismi günde 1155 kere okuyanın tüm işleri Allah’ın izni ile kolaylıkla görülür.

Ya Zülcelali vel ikram ismini zikreden kişiler vesveseden korunurlar ve okuyan kişinin dünya hizmetçisi olur.

EL-MUKSİT

Bütün işlerini birbirine denk ve yerli yerinde yapan manasına gelen bu ismi günde 209 kez okumak eşlerin arasının düzeltilmesi için faydalı olur.

Ya Muksit ismini zikretmek ateş söndürme ve insanı sakin kılma hususlarında da Allah’ın izni ile etkilidir.

EL-CAMİ

İstediğini istediği zaman ve istediği şekilde toplayan anlamına gelen bu zikir küsleri barıştırmak için günde 114 kere okunur.

Ya Cami ismini zikreden kimseler ayrılık ve hasret çekmedikleri gibi, hem dünyada hem de ahrette saadete erer. Bir şeyi kaybolan ya da kaçan kimseler günde 114 kere bu zikre devam ederse aradığını bulur.

EL GANİYY

Çok zengin anlamına gelen bu zikri günde 1060 kez okumaya devam eden kişi büyük bir servetin sahibi olur.

Ya Ganiyy ismini zikre devam eden kişiler hem maddi hem de manevi zenginliğe ulaşırlar. Bu kişiler zenginlerden olurlar.

EL MUĞNİ

Dilediğini zengin kılan anlamlarına gelen bu ismi günde 1100 kere okuyan kişi geçim genişliğine ve zenginliğe sahip olur.

Ya Muğni ismini her gün zöhre saatinde 1100 kere çeken kişiler ruhi bunalımdan kurtulurlar.

EL- MANİ

Bir şeyin meydana gelmesine izin vermeyen anlamına gelen bu ismi günde 161 kere zikreden kişiler kaza ve belalardan korunurlar.

Ya Mani ismi insanı şehvetten ve nefsi duygularından korurken yatarken okunduğu takdirde eşler arasındaki soğukluğun giderilmesinde faydalı olmaktadır.

ED-DARR

Elem ve zarar veren şeyleri de yaratan anlamına gelen bu ismi şerifi günde 1001 kere okumaya devam eden kişiler kendilerine zarar veren kişilerin kahrına vesile olurlar.

Bu ismi okuyan kimseler insanların zarar ve şerlerinden muhafaza olurlar.

EN-NAFİ

Faydalı şeyleri de yaratan anlamına gelen bu ismi günde 201 kere okuyan kimse hastalıklardan korunur ve şifa bulur.

Ya Nafi ismini zikredenler güzel bir hayat yaşadıkları gibi, sırlara vakıf olurlar. Hastalıklar da bu zikir ile şifa bulur Allah’ın izni ile.

EN-NUR

Aydınlatan ve yol gösteren anlamlarına gelen bu ismi 256 kere günde okuyan kimselerin kalpleri nurlanır ve doğruyu yanlışı görmede yetkilenirler.

Ya Nur ismini zikre devam edenlerin kalplerindeki nur, yüzlerine de yansır.

EL-HADİ

Hidayet veren ve kullarını muradına erdiren anlamlarına gelen bu ismi günde 400 kere okuyanların çocukları itaatkar olur.

Ya Hadi ismini zikreden kimseler hidayete erer, rızıkları çoğalır.

EL-BEDİ

Hayret veren şekilde tüm alemleri yoktan var eden anlamına gelen bu ismi günde 86 kere zikreden kişi, Allah ın maddi manevi yardımına nail olur.

Ya Bedi ismini zikreden işlerinde ilerlerken zarar ve ziyandan kurtulur. İşsiz olanlar okuduğu takdirde iş bulurlar.

EL-BAKİ

Varlığının sonu olmayan anlamlarına gelen bu ismi günde 113 kere okumaya devam edenlerin ömürleri uzun ve sıhhatli olurlar.

Ya Baki ismini zikre devam eden kişiler korktuklarından emin oldukları gibi, ellerinde bulunan mal ve mülkleri ellerinden gitmez.

EL VARİS

Hakiki malik anlamına gelen bu ismi şerifi günde 707 kere okumaya devam edenler uzun ömürlü, bol rızıklı ve şerefli olurlar.

Ya Varis ismini zikre devam edenler, isteklerine çabuk kavuştukları gibi, kötülüklerden de muhafaza olurlar. Aynı zamanda mal mülk ve itibar sahibi olurlar.

ER-RAŞİD


Bütün işleri dosdoğru bir nizam ve hikmet ile sonucuna ulaştıran anlamına gelen bu ismi günde 514 kere zikreden kişiler içki ve zinadan kurtulur ve ahlakları güzelleşir.

Ya Raşid ismini zikredenlerin amelleri kabul olur. Bu ismi okuyanlar pişman olacakları şeyler yapmazlar, işleri kolaylaşır.


ES-SABUR

Çok sabırlı manasına gelen bu ismi şerifi, günde 298 kez okumaya devam eden kişiler başladıkları işleri kolay bitirirler.

Ya Sabur ismini çokça zikreden kimseler, şiddet ve zorluk çekmez, Kalbi Allah sevgisi ile nurlanır, Bela, zulüm ve iftiralardan uzak kalır ve teşebbüs ettiği her işte Allah’ın izni ile muvaffak olurlar

Print this item