Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anhümâ” menâkıbı
Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ
anhümâ” menâkıbı:
Birinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)de Seyhaynın [Ebû Bekr-i
Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk] radıyallahü anhümâ” menâkıbları bâbında,
sahîh hadîslerde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki,
(Bir adam öküzünü sürüp giderdi. Adam yoruldu. Öküze bindi.
Allahü teâlâ öküze nutk verip, fasîh lisân ile söyledi ki, biz binilmek
için halk olunmamısız. Biz ancak çift sürmek için halk
olunmusuz. Insanlar bunu isitip, dediler ki, Sübhânallah! Öküz
konusdu.) Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Muhakkak ben öküzün konusmasına
inandım. Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler.) Hâlbuki bu iki
server, o mekânda hâzır degil idiler. Onların orada olmadıkları
hâlde, gıyâblarında onlar için sehâdet etdiler. Yine Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Bir çoban
kendi koyunları içinde dururdu. O sırada bir kurt kosarak bir
koyunu aldı, gitdi. Sâhibi yetisip, koyunu kurtardı. Allahü teâlâ
hazretlerinin kudreti ile kurt konusmaya baslayıp, seb’ günü
koyunu kim güdecek. O bir gündür ki, benden gayri koyuna çoban
olmaz. Insanlar isitip, dediler ki, Sübhânallah! Kurt konusuyor.
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: Muhakkak ben kurdun konusmasına îmân getirdim.
Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler. Hâlbuki onlar o
mekânda hâzır degil idiler. Seb’ gününde ihtilâf etdiler. Lâkin
sıhhatli olan ma’nâ budur ki, seb’ günü o gündür ki, fitne ve fesâd
çok olur. Insanlar koyunları sâhibsiz bırakıp, kurtların eline
fırsat düser.
Ikinci Menâkıb: (Mesâbîh)de yine aynı bâbda hasen hadîs-i
serîflerde, Ebû Sa’îdil Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
– 185 –
ve sellem” hazretleri buyurmusdur ki: (Sizin gök yüzündeki
ısıklı yıldızlara bakıp, gördügünüz gibi, Cennet ehli de Illiyyîn
ehline bakar. Muhakkak ki, Ebû Bekr ve Ömer onlardandır.
Lâkin onlar bu mertebeden de yüksekdirler. Na’îm Cennetine
dâhil oldular.)
Yine hasen hadîs-i serîf olarak, Enes “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu ma’nâ ile alâkalı hadîs-i serîfde
buyurdular ki, (Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
Cennet erkeklerinin, enbiyâ ve mürselînden gayri seyyididir.
“Alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”. Yine hasen
hadîs-i serîf olarak, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmisdir. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular. Bu mefhûm üzerine ki, iktidâ
edin [uyun] o iki kimseye ki, benden sonra halîfedirler. Onlar
Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü anhümâ”.) Yine Enes “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mescide dâhil oldukları
zemân, Ebû Bekr ve Ömerden baska kimse basını yukarı kaldırmazdı.
O ikisi hazret-i Resûle bakıp, tebessüm ederler idi.
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” de onlara
bakıp, tebessüm ederdi. Yine hasen hadîsde, Abdüllah ibni
Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet edilmisdir:
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün
çıkdılar ve mescide geldiler. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” biri sagında ve biri solunda idi. Hazret-i Resûlullah
ara yerde, ikisinin elini tutdugu hâlde, buyurdular ki,
(Kıyâmet gününde böylece ba’s olunuruz.) [Kıyâmet gününde
böyle kalkarız.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)de o bâbın hasen hadîs-
i serîflerinde, Abdüllah bin Hatıyyeden rivâyet edilmisdir.
Abdüllah bin Hatıyye tâbi’îndendir. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”; hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri
“radıyallahü anhümâ” gördükde, buyurdu ki, (Bunlar gözdür
ve kulakdır). Ya’nî bu ikisi, Serverin menzil-i dinde, göz ve kulak
menzilesindedir. Ba’zı ehl-i dirâyet; hazret-i Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl-i serîfinin te’vîlinde,
– 186 –
(Allahım! Bizi gözlerimiz ve kulaklarımızdan fâidelendir!) hadîs-
i serîfindeki göz ve kulakdan murâd, Ebû Bekr ve Ömerdir
“radıyallahü teâlâ anhümâ”, demislerdir.
Yine o bâbda hasen hadîs-i serîfde, Ebû Sa’îd hazretlerinden
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmusdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: (Her Peygamberin
yer ehlinden iki, gök ehlinden iki vezîri olur. Benim gök ehlinden
vezîrlerim Cebrâîl ve Mikâîldir “aleyhimesselâm”. Yer
ehlinden vezîrlerim Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü teâlâ
anhümâ”.) Yine o bâbın hasen hadîsler kısmında, hazret-i Ebû
Bekrden rivâyet olunmusdur. Bir adam, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dedi ki, rü’yâda gördüm.
Gökden bir mîzân nâzil oldu. Hazretiniz “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” ve Ebû Bekr hazretleri vezn olundunuz, ya’nî tartıldınız!
Siz üstün geldiniz. Ebû Bekr ve Ömer hazretleri vezn
olundular. Ebû Bekr üstün geldi. Ömer ve Osmân hazretleri
vezn olundular. Ömer üstün geldi. Sonra mîzân kalkdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bu rü’yâdan
bir büyük üzüntü hâsıl oldu. Buyurdular ki; (Nübüvvete âid
olan hilâfetden sonra, Allahü teâlâ mülkü diledigine verir.)
Tayyibî beyân etmis ki, bu rü’yâ suna isâret eder. Hak üzere
olan hilâfetde kesinti olur ve sonra yok olur. Hadîs-i serîfde bildirildigi
gibi, hazret-i Ömerin hilâfeti de nübüvvete baglı olarak
devâm eder. Seyhaynın [hazret-i Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü
anhümâ”] derecesine hiç kimse çıkamadı. Bunların yapdıgı
hizmet, baskalarına nasîb olmadı. Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” ve hazret-i Alî de “radıyallahü teâlâ anh” hak üzere
halîfe idiler. Bunların zemânında fitne ve karısıklıklar çogaldı.
Kalblerde üzüntüler artdı. [Ehl-i sünnete göre, her ikisini de üstün
bilmek ve sevmek sart oldu.] Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ
anhüm” hazretlerinden sonra melik-i adûd oldu.
Dördüncü Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) kitâbının sâhibi,
yazmıs ki, fakîh Ebû Nasr fârisî dil ile hazret-i Alîden “radıyallahü
teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna bir kisi geldi
ve dedi ki, yâ Resûlallah! Filân yehûdînin bir ısırıcı köpegi
– 187 –
vardır. Her ne zemân cemâ’ate gelmek için oradan geçerim,
beni disler [ısırır], elbisemi yırtar. O yehûdîye emr edin ki, o
kelbi [köpegi] habs etsin. Resûlullah hazretleri kalkıp, o yehûdînin
evine gitdi. Yehûdî karsıladı. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” (Yâ Ehal Yehûd! Senin köpegin bu kimseyi
dislemis ve elbisesini yırtmıs) buyurdu. Yehûdî dedi ki:
Benim köpegim kendine eziyyet etmiyene eziyyet etmez. Eger
sen Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlü isen, öyle zan edersin [ki
öyledir], gel köpekden sor ki, niçin eziyyet eder. Rivâyet eden
diyor ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
yehûdînin köpegini gördü. Köpek kalkdı. Ondan yana kosup,
kuyrugunu oynatmaga basladı. O sırada o sahsı da gördü.
Osahsın üzerine saldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki; nedir senin hâlin yâ kelb. Niçin bu kimseye
sebebsiz eziyyet edersin. Hak Sübhânehü ve teâlâ kelbe konusmak
için izn verdi. Hattâ fasîh bir lisân ve güzel bir ibâre ile
konusup, dedi ki, yâ Nebiyyallah! Muhakkak, benim yanımdan
hergün bin adam geçer. Hiçbirine zarar vermem. Bu adama
o sebebden eziyyet ederim ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerine bugz eder ve o iki serverin güzel
sûretlerini kapısının dehlîzinde tasvîr etmisdir. Evine girerken
ve evinden çıkarken o sûret-i serîflere tükürür. Yâ Resûlallah!
Benim ile berâber buyurun, onun evine gidelim. Eger
ben yalancı isem, nefsim sana fedâ olsun. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri o sahsın evine gitdiler.
Bakdılar ki, kelbin [köpegin] anlatdıgı minvâl üzere dehlîzin
kapısı üzerinde, mubârek resmlerin üzerinde tükrük izleri görünür.
Resûl-i ekrem hazretleri o sahsa dönüp, buyurdular ki,
(Tevbe eyle, müslimân ol. Allahü teâlâ hazretleri tevbeni kabûl
eyleye.) O sahs da tevbe edip, müslimân oldu. Sonra kelbin
sâhibi de müslimân oldu. Sonra kelb dedi ki: Selâm Senin
üzerine olsun yâ Resûlallah! Sen Hak teâlânın gönderilmis hakîkî
Peygamberisin. Sonra gözden kayboldu.
Besinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demisdir
ki, Sâlih bin Muhammed bin Sâlih el Sehâvîden isitdim. Isnâd
ile Ebûl Cerrâhdan, o da Ebûl Alkamadan hikâye eder. Ebûl
Alkama dedi: Bir büyük kâfile içinde bulundum. Emîrimiz bir
– 188 –
sahs idi ki, onun emri ile göçüp, onun emri ile konardık. Bir
menzile vardık. O sahs, Seyhaynı “radıyallahü anhümâ” setm
etdi [kötüledi, yakısmıyan seyler söyledi]. Biz nehy etdikçe kesmedi,
vaz geçmedi. O gece rü’yâmda gördüm. Sabâh olup, yüklerimizi
yükledik. Bendlerimizi ıslâh eyledik. Emîrimiz tarafından
emr bekledik. Kimse ses vermedi. Emîrin yanına vardık ki,
görelim, hâli nedir ve ne yapar. Gördük ki, bagdas kurmus,
oturmus. Ayaklarını bir örtü ile örtmüs. Ayaklarını açdık. Gördük
ki, neûzübillah, ayakları, hınzır ayaklarına dönmüs. Hayvanı
egerleyip, hayvanına bindirdik. Bir kilisenin yanına geldik ki,
orada domuzlar otlar. Hemen hayvanından asagı sıçrayıp, iki
ayagı üzerine durdu. Üç kerre domuz gibi bagırdı, domuzlara
karısdı. Onlar gibi domuz oldu. Hattâ onlardan ayırmak mümkin
olmadı. Neûzübillah. Kötü islerimizden, nefslerimizin serrinden
Allahü teâlâya sıgınırız.
Altıncı Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demis ki, Fakîh
Ebülleys Nasr Ahmed bin Muhammed Hayr dedi ki: Ben Buhâra
pazarından Tûs pazarına gitmek üzere yola çıkdım. Yolda
Fergâna köylerinden Iskenderiyyeli bir sahs ile arkadas oldum.
Ben o sahsa dedim. Nereden gelirsin, nereye gidersin. O sahs
dedi ki, Fergâneden gelirim, hacca giderim. Bir hanım için üçyüz
dirheme hacca giderim. Ben ona bu zemân hac vakti degil,
zîrâ hâcılar çıkmıslardır, sen onlara erisemezsin. Fergâneden
Mekke-i Mükerremeye üçyüz dirheme nasıl hacca gidersin dedim.
O sahs dedi ki, bizim için Tûsda bir yer vardır. Ona meshed
denilir. Biz o beka’ayı [o yeri] hac ederiz. O yerde hazret-i
Alînin “kerremallahü vecheh” sülâle-i serîflerinden Alî bin
Mûsâ el Rızânın kabri vardır. O kabri hac ederiz. Ona karsılık
cevâb verdim. Delîl ve senedli cevâb verdigim hâlde, konusmamız
münâkasa seklini alınca, onu Meshedde terk etdim ve Tûsa
gitdim. Kıssayı hâkime söyledim. O sırada Ebûl Fadl el ednî
hâkim idi. Tûsda hâkim bana dedi ki, niçin arkadaslıgını devâm
etdirmedin. Böylece, onların küfrü açıga çıksa idi. Biz de o sebeble
onları bu sehrden ihrâç ederdik [sürerdik]. Hâkimden izn
taleb etdim, dönüp Meshede gitdim. Birçok geceler onunla oldum.
O kadar onunla düsüp-kalkdım ki, kendilerinden zan etdi.
Ben de onlardan oldum. Bana dedi ki, yâ falan, artık bizden
oldun, artık bizim seyyidimizi ve imâmımızı ziyâret etmez mi-
– 189 –
sin! Olur, dedim. Imâmları bir sahs idi ki, tanısdık. Onlar ile nemâz
kılardı. Kur’ân-ı azîmüssânı, neûzübillâhi teâlâ, hakîkî kırâetinden
baska bir seklde okurdu. Hattâ Kıyâmet sûresini
okudu. Meâl-i serîfi (Ey Resûlüm! Kur’ân-ı kerîmi kalbinde
toplayıp, dilinde sâbit kılmak bizim üzerimizdedir) olan 17.ci
âyet-i kerîmeyi okurken, degisdirip okudu. Ben kalbimden ona
yalan söyliyorsun, dedim. O nemâzı yeniden kıldım. Sonra o
sahs beni büyüklerinden birinin yanına gizlice götürdü. Orada
bir sahs gördüm ki, iki ayagı kelb ayagı gibi ve agzı kelb agzı gibi,
kelb sûretinde idi. Onlar derler ki, o sahs Allahü teâlâ hazretlerini
zikr eder. Sonra o Fergâneli bana dedi ki, bu seyyidimiz
hergün Seyhayn hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ”
neûzübillah, bin kerre la’net eder. Emr geldi, bu mertebeye geldi.
Ben de çıkdım Tûs sehrine geldim. Hâkime hepsini haber
verdim. Kalkıp Meshede geldi. O tâifeyi oradan çıkarmak için
ugrasdı. Mümkin olmadı.
Yedinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi “rahimehullahü
teâlâ” diyor ki: Edîb Zâhid-el Yûsüf Ya’kûb bin Yûsüfden
“rahimehullah” isitdim. Der ki, ben Mekke-i mükerreme
yolunda Dâmigâna vardım. Nisâpûrlu bir sahsa rast geldim. Bu
sahs, Dâmigânlı bir sahs ile; Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinin fazîletleri konusunda münâkasa
ediyorlardı. Dâmigânlıya Seyhayn hazretlerinin fazîletleri konusunda
yardım etmek için, ben de onlara dâhil oldum. Edîb
Zâhid söyle nakl etmisdir. Dâmigânlı, Nisâpûrluya dedi ki, bu
konuda benim sana söyledigim sözleri kimse söylememisdir.
Lâkin sana bu dalâletden dönmen için hiçbir sey fâide vermedi.
Gel seninle fi’li tecrîbe edelim. Nisâpûrî dedi ki, nasıl? Dâmigânî
dedi ki; Dâmigânda bir hamâm vardır. Emîr hamâmı denmekle
meshûrdur. Dâmigân hamâmlarında o hamâm külhânından
büyük atesli bir külhân [ocak] yokdur. Varalım, külhâncıya
külhân kapısını açdıralım. Sen ve ben külhâna girelim ve
onun içinde zuhr [ögle] vaktine kadar eglenelim. Eger sen hak
üzerine isen necât bulursun [kurtulursun], ben helâk olurum.
Eger ben hak üzere isem, ben necât bulurum [kurtulurum], sen
helâk olursun. Kalkdık, o hamâma vardık. Külhâncı bizim için
külhân kapısını açmakdan imtinâ etdi [çekindi]. Tâ ki, birkaç
müslimânı bu kadiyye üzerine sâhid tutdu. Sonra, Dâmigânî,
– 190 –
Nisâpûrînin sag elinin küçük parmagından tutup, kendi önce
külhâna [ocaga] girip, Nisâpûrîyi de çekdi. Ikisi berâber külhâna
girip, eglendiler [beklediler]. Hamâm yakınında olan câmi’in
müezzini zuhr [ögle vaktinin] ezânı okuyunca, ben külhâncıyı
[ocakcıyı] çagırdım. Külhâncı da o ikisine nidâ etdikde [seslenip,
çagırdıkda], Dâmigânlı çıkdı. Elbiselerinden bir parça bile
yanmamıs. Ates aslâ te’sîr etmemis. Nisâpûrlu ise, yanmıs, kömür
gibi olmus. Ey mü’mîn kardesler. Seyhaynın “radıyallahü
anhümâ” fazîleti hakkında, baska kıssa olmasa, bu acâib kıssa
kifâyet eder.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömer bin Hattâbın “radıyallahü
teâlâ anh” âdet-i serîfleri su idi ki, herkesden önce mescide
giderlerdi. Bir gün mescide giderken gördü ki, bir çocuk, acele
ile önünden gider. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
dedi ki, yâ sabî [çocuk], niçin bu kadar acele mescide gidersin.
Sana henüz nemâz dahî farz olmamıs. Çocuk dedi ki, yâ
Ömer, ben niçin acele etmiyeyim ki, dünkü gün, benden küçük
bir çocuk vefât etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” çocukdan bu sözü isitince, o seklde agladı ki, gözünden
yas yerine kan geldi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bostân sâhibi “rahimehullahü teâlâ”
(Kitâb-ül Bostân)da, ba’zı selefden nakl etmisdir. Benim bir
komsum vardı. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretlerini setm ederdi [kötülerdi]. Bir gece asırı kötüledi. Tehammül
edemeyip, dögüsdüm. Sonra döndüm, hüzn ve üzüntü
ile evime geldim. Yatsı nemâzını te’hîr edip, uyudum. Uykum
içinde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
gördüm. Dedim ki; yâ Habîballah! Falan kisi senin eshâbını
seb’ eder [kötüler]. Buyurdu ki; kimi kötülüyor. Dedim, Ebû
Bekr ve Ömer hazretlerini. Buyurdu ki; bu bıçagı al, bununla
var onu bogazla. Ben de o bıçagı aldım. Onu yıkıp, bogazladım.
Gördüm ki, kanından elime bulasdı. Elimi yere sürdüm. Bu esnâda
uyandım. O sahsın evinden bagırmalar [figânlar] geldigini
isitdim. Dedim ki, bu figân nedir. Dediler, bu gece filan füc’eten
ölmüs. Sabâh oldu. Vardım, ona bakdım. Bogazından bir hat
çekilmis, gördüm. Bu kıssa (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır.
– 191 –
Onuncu Menâkıb: Sefîne “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mescid-i serîfi
binâ etmege basladı. Kendi mubârek eli ile bir tas koydu.
Sonra, Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Sen de
tasını benim tasımın yanına koy. Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerine de buyurdu ki, yâ Ömer! Sen de tasını Ebû
Bekrin tası yanına koy. Buyurdu ki; Bunlar benden sonra halîfelerdir.
Bu da (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır.
Onbirinci Menâkıb: Rivâyet olunmus ki, Sahâbe-i güzînin
“rıdvânullahi aleyhim ecma’în” çocukları oynasırken, hazret-i
Ebû Bekrin oglu, hazret-i Ömerin ogluna, uzun fikrlinin oglu,
dedi. Hazret-i Ömerin oglu aglıyarak babasına varıp, Ebû Bekrin
oglu bana böyle dedi, diye sikâyet eyledi. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri de bu sözden üzüldü. Dedi ki, mutlaka
büyüklerinden isitip, öyle demisdir. Zîrâ çocuk kendisi böyle
söylemez, deyip, kalkıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” huzûr-ı serîflerine vardı. Durumu arz etdi. Hazret-i Habîbullah,
hazret-i Ebû Bekri da’vet etdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” da huzûr-ı serîflerine geldi. Ebû Bekre hitâb
edip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekr! Sen yataga girdigin vakt,
ne düsünerek yatarsın. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, bir nefesi
veririm, geri almak müyesser olur mu, olmaz mı. Bir nefesi ki
alırım geri vermek, mümkin olur mu, yâ olmaz mı, onu düsünürüm,
dedi. Sonra hazret-i Ömere dönüp, buyurdu ki, sen ne düsünerek
yatagına girersin. Ömer “radıyallahü anh” dedi ki, sabâha
çıkar mıyım, çıkmaz mıyım, onu düsünürüm. Sonra, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere buyurdu;
yâ Ömer! Sen söyle; Ebû Bekrin fikrine nisbetle senin fikrin
ne mikdâr uzun olur. Hazret-i Ömer o karsılıgı teslîm edip,
râzı oldu “radıyallahü anhümâ”. Nasıl ki, hazret-i Ömerin bir
gece sabâha kadar fikri, bir nefese nisbetle uzundur. Lâkin bizim
gibilerin fikrine göre gâyet kısadır. Yasımız ilerledikçe
emellerimiz uzar, amelimiz kısalır. Uzun emellerimizden [tûl-i
emelden] Allahü teâlâya sıgınırız.
Onikinci Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullahi teâlâ”,
[(Meâlim üttenzîl) adlı tefsîrinde;] meâl-i serîfi, (Nemâzda kırâetini
cehr ve ihfâ etme. Bu ikisi arasında bir yol tut!) olan Is-
– 192 –
râ sûresinin 110.cu âyet-i kerîmesinin tefsîrinde beyân buyurmuslardır.
Ebû Osmân Sa’îd bin Ismâ’îl, zikr olunan râvîlerin
rivâyeti ile Ebû Katâdeden “radıyallahü teâlâ anh” bize haber
verdi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dedi: (Senin
yanından geçdim. Hâlbuki sen Kur’ân-ı azîmüssân okurdun.
Sesini çok azaltırdın). Hazret-i Ebû Bekr dedi ki, ben isitdiririm
o zâta ki, ona münâcat ederim. [Ya’nî sesimi Allahü teâlâ
isitir.] Hazret-i Resûlullah buyurdu ki, (Sesini birazcık yükselt.)
Ömer “radıyallahü anh” hazretlerine dedi ki, (Senin yanından
geçdim. Sen Kur’ân-ı azîmüssân okurdun. Sesini yükseltirdin.)
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Uykuda
olanları uyardım ve seytânı tard etdim.) Server-i âlem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; (Birazcık sesini
alçalt!)
Onüçüncü Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullah” (Mesâbîh)
de Seyhaynın menâkıbı bâbında, Ibni Abbâs “radıyallahü
anhümâ” hazretlerinden sahîh hadîs olarak nakl etmisdir.
Buyurmus ki; Ben bir kavmin içinde durmusdum. O kavm;
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine düâ ederlerdi. Hâlbuki
hazret-i Ömerin mubârek cismi, vefâtını müteâkib gasl
olunmak için, tenesir üzerine konulmusdu. Nâgah bir sahs arkamda
dirsegini benim omuzum üzerine koyup, der idi: Allahü
teâlâ sana rahmet etsin yâ Ömer. Ben ricâ ederim ki, Allahü
teâlâ seni iki sâhibin ile berâber kılsın. Zîrâ çok kerre olurdu,
isitirim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu; (Ben me’mûr oldum. Ebû Bekr ve Ömer de me’mûr
oldu. Ben isledim. Ebû Bekr ve Ömer de islediler. Ben ihrâc
olundum (çıkarıldım). Ebû Bekr ve Ömer de ihrâc olundu.)
Arkama bakdım ki, o Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ
anhüm”.
Ondördüncü Menâkıb: Süfyân-ı Sevrî “rahimehullah” buyurdu
ki, Kûfede bizim yakınımızda ısırıcı bir köpek vardı. Birgün,
bir is için geçerken o köpegi gördüm. Korkup, gitmeyip,
durdum. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kelbe [köpege]
nutk verip [konusma hâssası verip], fasîh lisân ile söyledi ki, yâ
Süfyân! Ne oldu sana ki, durdun. Ben dedim ki, senden kork-
– 193 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:13
dum. Kelb, cevâb verdi ki, yâ Süfyân! Benden korkma ki, ben
seni ısırmam. Beni senin üzerine musallat etmemislerdir. Beni
musallat etmislerdir o münâfık ve dinsiz üzerine ki; Ebû Bekre
ve Ömere “radıyallahü teâlâ anhümâ” seb’ eder [kötüler] ve
onlara yaramaz sözler söyler.
Onbesinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ile Alî “kerremallahü vechehü ve radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri gidiyorlardı. Buyurdular ki, (Yâ Alî! Hiçbir
kavm arasında [devâmlı] sevinçlilik ve sürûr olmadı. Illâ ki, o
sevinçli hâlden sonra, onlara bir gam ve sıkıntı erisdi. Yâ Alî!
Bütün dünyâ ni’metleri kesilir. Illâ Cennet ni’metleri devâmlı
olur, kesilmez. Yâ Alî! Sen istikâmet üzere olasın. Ilk ânda zarar
görünse bile, sonunda sevinç olur.) Bu sözleri söyler iken,
hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer “radıyallahü anhümâ” karsıdan
geldiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular,
(Bu ikisi ümmetin müjdecileridir. Bunları sevmek,
îmândandır. Bunlara bugz etmek, nifâkdandır.) Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah! Ben onları
severim. Onların sevgisi benim kalbimde, sizin bu sözünüzden
sonra çogaldı.)
Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki, (Gökde iki melek vardır. Birisi
dâimâ siddet ve gadab ile buyurur. Birisi sühûlet ile ve hilm
ile buyurur. Her ikisi de hak üzerinedirler. Onların birisi Cebrâîldir
ve birisi Mikâîldir. Resûllerde iki kimse vardır. Birisi
lutf ile ve iyilik ile buyurur ve birisi katılık ile ve siddet ile buyurur.
Ikisi de hak üzeredirler. Birisi hazret-i Ibrâhîm ve birisi
hazret-i Nûh aleyhimesselâmdır. Benim eshâbımdan da iki
kimse vardır. Birisi rıfk ile ve merhamet ile emr eder. Birisi
sertlik ile ve siddet ile emr eder. Ikisi de hak üzeredirler. Biri
Ebû Bekr-i Sıddîk ve biri Ömer-ül Fârûkdur “radıyallahü teâlâ
anhümâ”.)
Onyedinci Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anh”
nakl etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı serîflerine, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretleri geldiler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Sükr ve hamd ol-
– 194 –
sun Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ki, beni sizinle kuvvetlendirdi.)
Onsekizinci Menâkıb: Suayb bin Harb diyor ki; Mâlik bin
Mu’avvelden sordum ve dedim ki, bana bir vasıyyet et. Dedi ki,
Seyhaynı sevmek senin üzerine olsun. Ben dedim, bana bir vasıyyet
et! Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Mürâdım odur ki, bu
haberin isnâdını beyân etsin. Mâlik, bize Rekkâsi Enes bin Mâlikden
“radıyallahü teâlâ anh”, o da Enesden haber verdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdular
ki, (Ben ümmetimden, Ebû Bekrin ve Ömerin muhabbetini,
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah kavli serîfini istedigim
gibi isterim!)
Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bana Hamza ile Ca’fer
“radıyallahü teâlâ anhümâ” gösterildi. Gördüm, önlerinde zebercedden
bir tabak. O tabakdan incir yirler. Sonra üzüm oldu.
Üzümden yidiler. Sonra tâze hurma oldu. Hurmadan yidiler.
Onlardan süâl etdim. Ne amel ile buldunuz, bu mertebeyi. (Lâ
ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah!) kavli ile bulduk, dediler.
Dedim, ondan sonra ne amel ile. Dediler, sana salavât vermek
ile. Dedim, ondan sonra ne amel ile buldunuz. Dediler,
Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûku sevmek ile “radıyallahü
teâlâ anhüm”.)
Yirminci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 251.ci sahîfesinde
buyuruluyor ki: Imâm-ı Süyûtî hazretleri (Târîh-ul-Hulefâ)
kitâbında diyor ki: Hadîs-i serîflerde, (Ümmetimin en merhametlisi
Ebû Bekrdir. Allahü teâlânın emrlerini yapmakda en
siddetlisi Ömerdir. Hayâsı en çok olanı Osmândır. Islâmiyyetdeki
zorlukları en çok çözen Alîdir. Ümmetimin en emîni Ebû
Ubeyde bin Cerrâhdır. Ümmetimin en zâhidi Ebû Zerdir. Ibâdeti
en çok olan Ebüdderdâdır. Ümmetimin en halîmi ve cömerdi
Mu’âviye bin Ebî Süfyândır) buyuruldu.]
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka, ondan sonra
Ömer-ül Fârûka “radıyallahü teâlâ anhüm”, mutî’ olunuz,
– 195 –
dogru yolu bulursunuz. Onların izince giderseniz, olgun olursunuz!)
Yirmiikinci Menâkıb: (Lübâb-ül-elbâb)da, Enes bin Mâlik
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmusdur.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ensârdan
bir kimseyi, mektûb ile Yemen cânibine [tarafına] Mu’âz
bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. Bu
sahsın adı Sefîne idi. Sefîne yolda giderken, bir aslan onun karsısına
çıkdı. Güyâ onunla söylesir gibi, sesler çıkarıyordu. Sefîne
“radıyallahü anh” ona dedi: Ey aslan, benim yanımda Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mektûbu
var. Bunu isitip, uzaklasdı. Sefîne Yemene vardı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cevâbını Mu’âz
bin Cebel hazretlerinden aldı. Dönüp, o mevzi’e gelince, yine
o aslan onun önüne geldi. Yine yüzüne karsı gelip, güyâ konusurdu.
Sefîne “radıyallahü teâlâ anh” yolu tutup, Medîne-i Münevvereye
geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûruna vardı. Henüz hiçbir kelâm etmezden
evvel, Server-i âlem buyurdu ki: Yâ Sefîne, hâdiseyi sen mi anlatırsın,
ben mi anlatayım. Sefîne dedi ki; yâ Resûlallah! Hâdiseyi
sizden isitmek güzeldir. Senin mubârek agzından, dinlemek
dahâ hos, dahâ güzeldir. Buyurdu ki: O aslan gidisinde ve
gelisinde senin önüne çıkdı. Sana ne dedigini anladın mı. Allahü
teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Sana gidisinde, “Resûlullahı
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekri ve Ömeri “radıyallahü
teâlâ anhüm” ne hâl üzere bırakdınız” dedi. Abdüllah
bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah!
Yırtıcı hayvanlar [aslan] Ebû Bekrin ve Ömerin fazîletlerini
bilirler mi? Buyurdu ki: Evet! Beni hak Peygamber gönderen
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, semâvatı, yedi kat yeri,
Cenneti ve Cehennemi, ars ve kürsî, melekleri ve cinnîleri,
dagları ve deryâları, hayvanları ve yırtıcı hayvanları ve agaçları
ve bunun gibi esyâyı halk etdi. Ya’nî yaratdı. Bunların hepsi
hazret-i Ebû Bekr ile Ömerin fazîletini “radıyallahü teâlâ anhüm”
bilirler.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Yine (Lübâb-ül-elbâb)da nakl olunmusdur.
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.
– 196 –
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Elbette
Allahü teâlâ beni kendi nûrundan yaratdı. Benim nûrumdan
Ebû Bekri, Ebû Bekrin nûrundan Ömeri ve Âiseyi yaratdı.
Ömerin nûrundan, ümmetimin mü’min erkeklerini, Âisenin
nûrundan da, mü’min kadınlarını yaratdı.) Sonra meâl-i serîfi
(Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermez ise, o münevver olamaz!)
olan, Nûr sûresinin kırkıncı âyet-i kerîmesini okudu. Yukarıdaki
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri mutlaka
dogrudur. Bütün insanlar islerindeki dürüstlügü ondan almısdır.
Mubârek vücûdları devâmlı ibâdet ile mesgûl olduklarından,
dâimâ temiz kalmısdır. Mubârek kalbleri, ismet [günâhsızlık]
ve hidâyet üzere halk olunmusdur. Delîlleri açıklamaları
kuvvetli, mu’cizeleri müstekîmdir. (Elbette sen dogru yolu göstericisin!)
[Sûrâ sûresi 52.ci âyet-i kerîme meâli.] buyurulmusdur.
Hadîs-i serîfde buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlâ beni
kendi nûrundan yaratdı. Bu mutlak ve mücmel kelâmdır. Tafsîle
[açıklamaga] muhtâcdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” her ne buyurmus ise, ekserî rümûz yolu ile buyurmusdur.
Kâide ve aslını beyân etmisdir. Serhini, açıklamasını
kendi ilmî vârislerine bırakmıs, havâle etmisdir. Tefsîr ve te’vîlini,
istinbât ve ictihâd ehllerine bırakmısdır. Eger bütün söylediklerini
açıklayarak buyursa idi, yüzbin kitâb onun serh ve beyânına
kifâyet etmezdi. Buyurduklarını yanlıs anlamamalıdır.
Sûrâ sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona benzer bir
sey yokdur. O isitici ve görücüdür) buyuruldu. Hüdâ-i azze ve
celle kadîmdir ve sıfatları da kadîmdir. Halk [yaratılanlar] ve
yaratılanların sıfatları sonradan çıkmısdır, ya’nî yaratılmısdır.
Ne kadîm muhdes olur. Ve ne muhdes kadîm olur. Hadîs-i serîfin
ma’nâsı söyledir ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ âlemi halk etmezden
evvel, azîz ve latîf ve has bir nûr halk etdi. O nûrdan
beni halk etdi. Toprakdan ve sudan Âdem alâ nebiyyinâ ve
aleyhisselâm hazretlerini halk etdi. Ve atesi halk etdi. Ve atesden
seytânı yaratdı. Âdemden evvel rüzgârı (yeli) yaratdı. O
yelden onu yaratdı. Ve o nûru yaratdı. O nûrdan melek yaratdı.
Ondan Allahü teâlâ tekaddes hazretleri o nûru kendi zât-ı
pâkine mudâf etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini de, o nûra mudâf etdi. Tesrîfen ve tahsîsan, nice
ki, Kâ’be-i mükerremeyi kendi zât-ı serîfine mudâf etdi. Bu
– 197 –
bâbda vârid olan âsârın zâhiri ki, Âdem ve Îsâ alâ nebiyyinâ
aleyhimesselâm hazretlerinin hâdiseleridir [yaratılmalarıdır].
Allahü teâlâ hazretleri bir rûh yaratdı. Yaratılmıs rûhu Âdem
aleyhisselâmın mubârek bedenine üfürdü. Hicr sûresi 29.cu
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona kendi rûhumdan üfürdügüm
zemân, secdeye varınız!) buyuruldu ki, Âdem aleyhisselâm
içindir. Bir baska rûh da yaratdı. O rûhu mahlûku hazret-i Meryemin
gömleginin yakasına üfürdü. Tahrîm sûresi 12.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen, (Biz ona rûhumuzdan üfürdük. O Rabbinin
suhuflarına veyâ nâzil olan kitâblarına veyâ Peygamberlerine
vahy etdiklerine veyâ levh-i mahfûzda yazılı olanlara inanıp,
tasdîk etdi. Devâmlı itâ’at eden kimselerden oldu) buyuruldu
ki, hazret-i Meryem hakkındadır. Bunlar gibi, Allahü teâlâ hazretleri
bir nûr yaratdı. O nûrdan Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek cesedini yaratdı.
Bu kelâmı bu makâmda bu vech üzerine takdîr ve tafsîl etmek
rûmun kostantiniyyesini feth etmekden mühim ve evlâdır.
Fârûk zehî adâlet âver,
adlîle cihâna verdi zîver.
Sıddîkdan sonra, efdal odur,
her müslim eder, bu kavli ezber.
Kisrâyı unutdu gitdi âlem,
ol mertebe oldu adle mazher.
Fethetdi cihânı, kıldı tathîr,
vaz’ etdi o seh, hezâr menber.
Hursîd-i hidâyet ile âlem,
vaktinde serâser oldu enver.
Tevhîd-i cenâb-ı Kirdigâre,
(Tâhâ)dan alıp haber o Dâver.
Bâtıldan edince, hakkı tefrîk,
Fârûk dedi, o sâha Server.
Fahrolsa sezâdır ehl-i dîne,
ol zât gibi güzîde gevher.
Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ
anhümâ” menâkıbı:
Birinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)de Seyhaynın [Ebû Bekr-i
Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk] radıyallahü anhümâ” menâkıbları bâbında,
sahîh hadîslerde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki,
(Bir adam öküzünü sürüp giderdi. Adam yoruldu. Öküze bindi.
Allahü teâlâ öküze nutk verip, fasîh lisân ile söyledi ki, biz binilmek
için halk olunmamısız. Biz ancak çift sürmek için halk
olunmusuz. Insanlar bunu isitip, dediler ki, Sübhânallah! Öküz
konusdu.) Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Muhakkak ben öküzün konusmasına
inandım. Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler.) Hâlbuki bu iki
server, o mekânda hâzır degil idiler. Onların orada olmadıkları
hâlde, gıyâblarında onlar için sehâdet etdiler. Yine Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Bir çoban
kendi koyunları içinde dururdu. O sırada bir kurt kosarak bir
koyunu aldı, gitdi. Sâhibi yetisip, koyunu kurtardı. Allahü teâlâ
hazretlerinin kudreti ile kurt konusmaya baslayıp, seb’ günü
koyunu kim güdecek. O bir gündür ki, benden gayri koyuna çoban
olmaz. Insanlar isitip, dediler ki, Sübhânallah! Kurt konusuyor.
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: Muhakkak ben kurdun konusmasına îmân getirdim.
Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler. Hâlbuki onlar o
mekânda hâzır degil idiler. Seb’ gününde ihtilâf etdiler. Lâkin
sıhhatli olan ma’nâ budur ki, seb’ günü o gündür ki, fitne ve fesâd
çok olur. Insanlar koyunları sâhibsiz bırakıp, kurtların eline
fırsat düser.
Ikinci Menâkıb: (Mesâbîh)de yine aynı bâbda hasen hadîs-i
serîflerde, Ebû Sa’îdil Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet olunmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
– 185 –
ve sellem” hazretleri buyurmusdur ki: (Sizin gök yüzündeki
ısıklı yıldızlara bakıp, gördügünüz gibi, Cennet ehli de Illiyyîn
ehline bakar. Muhakkak ki, Ebû Bekr ve Ömer onlardandır.
Lâkin onlar bu mertebeden de yüksekdirler. Na’îm Cennetine
dâhil oldular.)
Yine hasen hadîs-i serîf olarak, Enes “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu ma’nâ ile alâkalı hadîs-i serîfde
buyurdular ki, (Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
Cennet erkeklerinin, enbiyâ ve mürselînden gayri seyyididir.
“Alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”. Yine hasen
hadîs-i serîf olarak, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmisdir. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular. Bu mefhûm üzerine ki, iktidâ
edin [uyun] o iki kimseye ki, benden sonra halîfedirler. Onlar
Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü anhümâ”.) Yine Enes “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mescide dâhil oldukları
zemân, Ebû Bekr ve Ömerden baska kimse basını yukarı kaldırmazdı.
O ikisi hazret-i Resûle bakıp, tebessüm ederler idi.
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” de onlara
bakıp, tebessüm ederdi. Yine hasen hadîsde, Abdüllah ibni
Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet edilmisdir:
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün
çıkdılar ve mescide geldiler. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” biri sagında ve biri solunda idi. Hazret-i Resûlullah
ara yerde, ikisinin elini tutdugu hâlde, buyurdular ki,
(Kıyâmet gününde böylece ba’s olunuruz.) [Kıyâmet gününde
böyle kalkarız.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)de o bâbın hasen hadîs-
i serîflerinde, Abdüllah bin Hatıyyeden rivâyet edilmisdir.
Abdüllah bin Hatıyye tâbi’îndendir. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”; hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri
“radıyallahü anhümâ” gördükde, buyurdu ki, (Bunlar gözdür
ve kulakdır). Ya’nî bu ikisi, Serverin menzil-i dinde, göz ve kulak
menzilesindedir. Ba’zı ehl-i dirâyet; hazret-i Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl-i serîfinin te’vîlinde,
– 186 –
(Allahım! Bizi gözlerimiz ve kulaklarımızdan fâidelendir!) hadîs-
i serîfindeki göz ve kulakdan murâd, Ebû Bekr ve Ömerdir
“radıyallahü teâlâ anhümâ”, demislerdir.
Yine o bâbda hasen hadîs-i serîfde, Ebû Sa’îd hazretlerinden
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmusdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: (Her Peygamberin
yer ehlinden iki, gök ehlinden iki vezîri olur. Benim gök ehlinden
vezîrlerim Cebrâîl ve Mikâîldir “aleyhimesselâm”. Yer
ehlinden vezîrlerim Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü teâlâ
anhümâ”.) Yine o bâbın hasen hadîsler kısmında, hazret-i Ebû
Bekrden rivâyet olunmusdur. Bir adam, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dedi ki, rü’yâda gördüm.
Gökden bir mîzân nâzil oldu. Hazretiniz “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” ve Ebû Bekr hazretleri vezn olundunuz, ya’nî tartıldınız!
Siz üstün geldiniz. Ebû Bekr ve Ömer hazretleri vezn
olundular. Ebû Bekr üstün geldi. Ömer ve Osmân hazretleri
vezn olundular. Ömer üstün geldi. Sonra mîzân kalkdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bu rü’yâdan
bir büyük üzüntü hâsıl oldu. Buyurdular ki; (Nübüvvete âid
olan hilâfetden sonra, Allahü teâlâ mülkü diledigine verir.)
Tayyibî beyân etmis ki, bu rü’yâ suna isâret eder. Hak üzere
olan hilâfetde kesinti olur ve sonra yok olur. Hadîs-i serîfde bildirildigi
gibi, hazret-i Ömerin hilâfeti de nübüvvete baglı olarak
devâm eder. Seyhaynın [hazret-i Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü
anhümâ”] derecesine hiç kimse çıkamadı. Bunların yapdıgı
hizmet, baskalarına nasîb olmadı. Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” ve hazret-i Alî de “radıyallahü teâlâ anh” hak üzere
halîfe idiler. Bunların zemânında fitne ve karısıklıklar çogaldı.
Kalblerde üzüntüler artdı. [Ehl-i sünnete göre, her ikisini de üstün
bilmek ve sevmek sart oldu.] Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ
anhüm” hazretlerinden sonra melik-i adûd oldu.
Dördüncü Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) kitâbının sâhibi,
yazmıs ki, fakîh Ebû Nasr fârisî dil ile hazret-i Alîden “radıyallahü
teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna bir kisi geldi
ve dedi ki, yâ Resûlallah! Filân yehûdînin bir ısırıcı köpegi
– 187 –
vardır. Her ne zemân cemâ’ate gelmek için oradan geçerim,
beni disler [ısırır], elbisemi yırtar. O yehûdîye emr edin ki, o
kelbi [köpegi] habs etsin. Resûlullah hazretleri kalkıp, o yehûdînin
evine gitdi. Yehûdî karsıladı. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” (Yâ Ehal Yehûd! Senin köpegin bu kimseyi
dislemis ve elbisesini yırtmıs) buyurdu. Yehûdî dedi ki:
Benim köpegim kendine eziyyet etmiyene eziyyet etmez. Eger
sen Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlü isen, öyle zan edersin [ki
öyledir], gel köpekden sor ki, niçin eziyyet eder. Rivâyet eden
diyor ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
yehûdînin köpegini gördü. Köpek kalkdı. Ondan yana kosup,
kuyrugunu oynatmaga basladı. O sırada o sahsı da gördü.
Osahsın üzerine saldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki; nedir senin hâlin yâ kelb. Niçin bu kimseye
sebebsiz eziyyet edersin. Hak Sübhânehü ve teâlâ kelbe konusmak
için izn verdi. Hattâ fasîh bir lisân ve güzel bir ibâre ile
konusup, dedi ki, yâ Nebiyyallah! Muhakkak, benim yanımdan
hergün bin adam geçer. Hiçbirine zarar vermem. Bu adama
o sebebden eziyyet ederim ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerine bugz eder ve o iki serverin güzel
sûretlerini kapısının dehlîzinde tasvîr etmisdir. Evine girerken
ve evinden çıkarken o sûret-i serîflere tükürür. Yâ Resûlallah!
Benim ile berâber buyurun, onun evine gidelim. Eger
ben yalancı isem, nefsim sana fedâ olsun. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri o sahsın evine gitdiler.
Bakdılar ki, kelbin [köpegin] anlatdıgı minvâl üzere dehlîzin
kapısı üzerinde, mubârek resmlerin üzerinde tükrük izleri görünür.
Resûl-i ekrem hazretleri o sahsa dönüp, buyurdular ki,
(Tevbe eyle, müslimân ol. Allahü teâlâ hazretleri tevbeni kabûl
eyleye.) O sahs da tevbe edip, müslimân oldu. Sonra kelbin
sâhibi de müslimân oldu. Sonra kelb dedi ki: Selâm Senin
üzerine olsun yâ Resûlallah! Sen Hak teâlânın gönderilmis hakîkî
Peygamberisin. Sonra gözden kayboldu.
Besinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demisdir
ki, Sâlih bin Muhammed bin Sâlih el Sehâvîden isitdim. Isnâd
ile Ebûl Cerrâhdan, o da Ebûl Alkamadan hikâye eder. Ebûl
Alkama dedi: Bir büyük kâfile içinde bulundum. Emîrimiz bir
– 188 –
sahs idi ki, onun emri ile göçüp, onun emri ile konardık. Bir
menzile vardık. O sahs, Seyhaynı “radıyallahü anhümâ” setm
etdi [kötüledi, yakısmıyan seyler söyledi]. Biz nehy etdikçe kesmedi,
vaz geçmedi. O gece rü’yâmda gördüm. Sabâh olup, yüklerimizi
yükledik. Bendlerimizi ıslâh eyledik. Emîrimiz tarafından
emr bekledik. Kimse ses vermedi. Emîrin yanına vardık ki,
görelim, hâli nedir ve ne yapar. Gördük ki, bagdas kurmus,
oturmus. Ayaklarını bir örtü ile örtmüs. Ayaklarını açdık. Gördük
ki, neûzübillah, ayakları, hınzır ayaklarına dönmüs. Hayvanı
egerleyip, hayvanına bindirdik. Bir kilisenin yanına geldik ki,
orada domuzlar otlar. Hemen hayvanından asagı sıçrayıp, iki
ayagı üzerine durdu. Üç kerre domuz gibi bagırdı, domuzlara
karısdı. Onlar gibi domuz oldu. Hattâ onlardan ayırmak mümkin
olmadı. Neûzübillah. Kötü islerimizden, nefslerimizin serrinden
Allahü teâlâya sıgınırız.
Altıncı Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demis ki, Fakîh
Ebülleys Nasr Ahmed bin Muhammed Hayr dedi ki: Ben Buhâra
pazarından Tûs pazarına gitmek üzere yola çıkdım. Yolda
Fergâna köylerinden Iskenderiyyeli bir sahs ile arkadas oldum.
Ben o sahsa dedim. Nereden gelirsin, nereye gidersin. O sahs
dedi ki, Fergâneden gelirim, hacca giderim. Bir hanım için üçyüz
dirheme hacca giderim. Ben ona bu zemân hac vakti degil,
zîrâ hâcılar çıkmıslardır, sen onlara erisemezsin. Fergâneden
Mekke-i Mükerremeye üçyüz dirheme nasıl hacca gidersin dedim.
O sahs dedi ki, bizim için Tûsda bir yer vardır. Ona meshed
denilir. Biz o beka’ayı [o yeri] hac ederiz. O yerde hazret-i
Alînin “kerremallahü vecheh” sülâle-i serîflerinden Alî bin
Mûsâ el Rızânın kabri vardır. O kabri hac ederiz. Ona karsılık
cevâb verdim. Delîl ve senedli cevâb verdigim hâlde, konusmamız
münâkasa seklini alınca, onu Meshedde terk etdim ve Tûsa
gitdim. Kıssayı hâkime söyledim. O sırada Ebûl Fadl el ednî
hâkim idi. Tûsda hâkim bana dedi ki, niçin arkadaslıgını devâm
etdirmedin. Böylece, onların küfrü açıga çıksa idi. Biz de o sebeble
onları bu sehrden ihrâç ederdik [sürerdik]. Hâkimden izn
taleb etdim, dönüp Meshede gitdim. Birçok geceler onunla oldum.
O kadar onunla düsüp-kalkdım ki, kendilerinden zan etdi.
Ben de onlardan oldum. Bana dedi ki, yâ falan, artık bizden
oldun, artık bizim seyyidimizi ve imâmımızı ziyâret etmez mi-
– 189 –
sin! Olur, dedim. Imâmları bir sahs idi ki, tanısdık. Onlar ile nemâz
kılardı. Kur’ân-ı azîmüssânı, neûzübillâhi teâlâ, hakîkî kırâetinden
baska bir seklde okurdu. Hattâ Kıyâmet sûresini
okudu. Meâl-i serîfi (Ey Resûlüm! Kur’ân-ı kerîmi kalbinde
toplayıp, dilinde sâbit kılmak bizim üzerimizdedir) olan 17.ci
âyet-i kerîmeyi okurken, degisdirip okudu. Ben kalbimden ona
yalan söyliyorsun, dedim. O nemâzı yeniden kıldım. Sonra o
sahs beni büyüklerinden birinin yanına gizlice götürdü. Orada
bir sahs gördüm ki, iki ayagı kelb ayagı gibi ve agzı kelb agzı gibi,
kelb sûretinde idi. Onlar derler ki, o sahs Allahü teâlâ hazretlerini
zikr eder. Sonra o Fergâneli bana dedi ki, bu seyyidimiz
hergün Seyhayn hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ”
neûzübillah, bin kerre la’net eder. Emr geldi, bu mertebeye geldi.
Ben de çıkdım Tûs sehrine geldim. Hâkime hepsini haber
verdim. Kalkıp Meshede geldi. O tâifeyi oradan çıkarmak için
ugrasdı. Mümkin olmadı.
Yedinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi “rahimehullahü
teâlâ” diyor ki: Edîb Zâhid-el Yûsüf Ya’kûb bin Yûsüfden
“rahimehullah” isitdim. Der ki, ben Mekke-i mükerreme
yolunda Dâmigâna vardım. Nisâpûrlu bir sahsa rast geldim. Bu
sahs, Dâmigânlı bir sahs ile; Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinin fazîletleri konusunda münâkasa
ediyorlardı. Dâmigânlıya Seyhayn hazretlerinin fazîletleri konusunda
yardım etmek için, ben de onlara dâhil oldum. Edîb
Zâhid söyle nakl etmisdir. Dâmigânlı, Nisâpûrluya dedi ki, bu
konuda benim sana söyledigim sözleri kimse söylememisdir.
Lâkin sana bu dalâletden dönmen için hiçbir sey fâide vermedi.
Gel seninle fi’li tecrîbe edelim. Nisâpûrî dedi ki, nasıl? Dâmigânî
dedi ki; Dâmigânda bir hamâm vardır. Emîr hamâmı denmekle
meshûrdur. Dâmigân hamâmlarında o hamâm külhânından
büyük atesli bir külhân [ocak] yokdur. Varalım, külhâncıya
külhân kapısını açdıralım. Sen ve ben külhâna girelim ve
onun içinde zuhr [ögle] vaktine kadar eglenelim. Eger sen hak
üzerine isen necât bulursun [kurtulursun], ben helâk olurum.
Eger ben hak üzere isem, ben necât bulurum [kurtulurum], sen
helâk olursun. Kalkdık, o hamâma vardık. Külhâncı bizim için
külhân kapısını açmakdan imtinâ etdi [çekindi]. Tâ ki, birkaç
müslimânı bu kadiyye üzerine sâhid tutdu. Sonra, Dâmigânî,
– 190 –
Nisâpûrînin sag elinin küçük parmagından tutup, kendi önce
külhâna [ocaga] girip, Nisâpûrîyi de çekdi. Ikisi berâber külhâna
girip, eglendiler [beklediler]. Hamâm yakınında olan câmi’in
müezzini zuhr [ögle vaktinin] ezânı okuyunca, ben külhâncıyı
[ocakcıyı] çagırdım. Külhâncı da o ikisine nidâ etdikde [seslenip,
çagırdıkda], Dâmigânlı çıkdı. Elbiselerinden bir parça bile
yanmamıs. Ates aslâ te’sîr etmemis. Nisâpûrlu ise, yanmıs, kömür
gibi olmus. Ey mü’mîn kardesler. Seyhaynın “radıyallahü
anhümâ” fazîleti hakkında, baska kıssa olmasa, bu acâib kıssa
kifâyet eder.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömer bin Hattâbın “radıyallahü
teâlâ anh” âdet-i serîfleri su idi ki, herkesden önce mescide
giderlerdi. Bir gün mescide giderken gördü ki, bir çocuk, acele
ile önünden gider. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
dedi ki, yâ sabî [çocuk], niçin bu kadar acele mescide gidersin.
Sana henüz nemâz dahî farz olmamıs. Çocuk dedi ki, yâ
Ömer, ben niçin acele etmiyeyim ki, dünkü gün, benden küçük
bir çocuk vefât etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” çocukdan bu sözü isitince, o seklde agladı ki, gözünden
yas yerine kan geldi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bostân sâhibi “rahimehullahü teâlâ”
(Kitâb-ül Bostân)da, ba’zı selefden nakl etmisdir. Benim bir
komsum vardı. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretlerini setm ederdi [kötülerdi]. Bir gece asırı kötüledi. Tehammül
edemeyip, dögüsdüm. Sonra döndüm, hüzn ve üzüntü
ile evime geldim. Yatsı nemâzını te’hîr edip, uyudum. Uykum
içinde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
gördüm. Dedim ki; yâ Habîballah! Falan kisi senin eshâbını
seb’ eder [kötüler]. Buyurdu ki; kimi kötülüyor. Dedim, Ebû
Bekr ve Ömer hazretlerini. Buyurdu ki; bu bıçagı al, bununla
var onu bogazla. Ben de o bıçagı aldım. Onu yıkıp, bogazladım.
Gördüm ki, kanından elime bulasdı. Elimi yere sürdüm. Bu esnâda
uyandım. O sahsın evinden bagırmalar [figânlar] geldigini
isitdim. Dedim ki, bu figân nedir. Dediler, bu gece filan füc’eten
ölmüs. Sabâh oldu. Vardım, ona bakdım. Bogazından bir hat
çekilmis, gördüm. Bu kıssa (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır.
– 191 –
Onuncu Menâkıb: Sefîne “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mescid-i serîfi
binâ etmege basladı. Kendi mubârek eli ile bir tas koydu.
Sonra, Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Sen de
tasını benim tasımın yanına koy. Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerine de buyurdu ki, yâ Ömer! Sen de tasını Ebû
Bekrin tası yanına koy. Buyurdu ki; Bunlar benden sonra halîfelerdir.
Bu da (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır.
Onbirinci Menâkıb: Rivâyet olunmus ki, Sahâbe-i güzînin
“rıdvânullahi aleyhim ecma’în” çocukları oynasırken, hazret-i
Ebû Bekrin oglu, hazret-i Ömerin ogluna, uzun fikrlinin oglu,
dedi. Hazret-i Ömerin oglu aglıyarak babasına varıp, Ebû Bekrin
oglu bana böyle dedi, diye sikâyet eyledi. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri de bu sözden üzüldü. Dedi ki, mutlaka
büyüklerinden isitip, öyle demisdir. Zîrâ çocuk kendisi böyle
söylemez, deyip, kalkıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” huzûr-ı serîflerine vardı. Durumu arz etdi. Hazret-i Habîbullah,
hazret-i Ebû Bekri da’vet etdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” da huzûr-ı serîflerine geldi. Ebû Bekre hitâb
edip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekr! Sen yataga girdigin vakt,
ne düsünerek yatarsın. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, bir nefesi
veririm, geri almak müyesser olur mu, olmaz mı. Bir nefesi ki
alırım geri vermek, mümkin olur mu, yâ olmaz mı, onu düsünürüm,
dedi. Sonra hazret-i Ömere dönüp, buyurdu ki, sen ne düsünerek
yatagına girersin. Ömer “radıyallahü anh” dedi ki, sabâha
çıkar mıyım, çıkmaz mıyım, onu düsünürüm. Sonra, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere buyurdu;
yâ Ömer! Sen söyle; Ebû Bekrin fikrine nisbetle senin fikrin
ne mikdâr uzun olur. Hazret-i Ömer o karsılıgı teslîm edip,
râzı oldu “radıyallahü anhümâ”. Nasıl ki, hazret-i Ömerin bir
gece sabâha kadar fikri, bir nefese nisbetle uzundur. Lâkin bizim
gibilerin fikrine göre gâyet kısadır. Yasımız ilerledikçe
emellerimiz uzar, amelimiz kısalır. Uzun emellerimizden [tûl-i
emelden] Allahü teâlâya sıgınırız.
Onikinci Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullahi teâlâ”,
[(Meâlim üttenzîl) adlı tefsîrinde;] meâl-i serîfi, (Nemâzda kırâetini
cehr ve ihfâ etme. Bu ikisi arasında bir yol tut!) olan Is-
– 192 –
râ sûresinin 110.cu âyet-i kerîmesinin tefsîrinde beyân buyurmuslardır.
Ebû Osmân Sa’îd bin Ismâ’îl, zikr olunan râvîlerin
rivâyeti ile Ebû Katâdeden “radıyallahü teâlâ anh” bize haber
verdi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dedi: (Senin
yanından geçdim. Hâlbuki sen Kur’ân-ı azîmüssân okurdun.
Sesini çok azaltırdın). Hazret-i Ebû Bekr dedi ki, ben isitdiririm
o zâta ki, ona münâcat ederim. [Ya’nî sesimi Allahü teâlâ
isitir.] Hazret-i Resûlullah buyurdu ki, (Sesini birazcık yükselt.)
Ömer “radıyallahü anh” hazretlerine dedi ki, (Senin yanından
geçdim. Sen Kur’ân-ı azîmüssân okurdun. Sesini yükseltirdin.)
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Uykuda
olanları uyardım ve seytânı tard etdim.) Server-i âlem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; (Birazcık sesini
alçalt!)
Onüçüncü Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullah” (Mesâbîh)
de Seyhaynın menâkıbı bâbında, Ibni Abbâs “radıyallahü
anhümâ” hazretlerinden sahîh hadîs olarak nakl etmisdir.
Buyurmus ki; Ben bir kavmin içinde durmusdum. O kavm;
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine düâ ederlerdi. Hâlbuki
hazret-i Ömerin mubârek cismi, vefâtını müteâkib gasl
olunmak için, tenesir üzerine konulmusdu. Nâgah bir sahs arkamda
dirsegini benim omuzum üzerine koyup, der idi: Allahü
teâlâ sana rahmet etsin yâ Ömer. Ben ricâ ederim ki, Allahü
teâlâ seni iki sâhibin ile berâber kılsın. Zîrâ çok kerre olurdu,
isitirim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu; (Ben me’mûr oldum. Ebû Bekr ve Ömer de me’mûr
oldu. Ben isledim. Ebû Bekr ve Ömer de islediler. Ben ihrâc
olundum (çıkarıldım). Ebû Bekr ve Ömer de ihrâc olundu.)
Arkama bakdım ki, o Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ
anhüm”.
Ondördüncü Menâkıb: Süfyân-ı Sevrî “rahimehullah” buyurdu
ki, Kûfede bizim yakınımızda ısırıcı bir köpek vardı. Birgün,
bir is için geçerken o köpegi gördüm. Korkup, gitmeyip,
durdum. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kelbe [köpege]
nutk verip [konusma hâssası verip], fasîh lisân ile söyledi ki, yâ
Süfyân! Ne oldu sana ki, durdun. Ben dedim ki, senden kork-
– 193 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:13
dum. Kelb, cevâb verdi ki, yâ Süfyân! Benden korkma ki, ben
seni ısırmam. Beni senin üzerine musallat etmemislerdir. Beni
musallat etmislerdir o münâfık ve dinsiz üzerine ki; Ebû Bekre
ve Ömere “radıyallahü teâlâ anhümâ” seb’ eder [kötüler] ve
onlara yaramaz sözler söyler.
Onbesinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ile Alî “kerremallahü vechehü ve radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri gidiyorlardı. Buyurdular ki, (Yâ Alî! Hiçbir
kavm arasında [devâmlı] sevinçlilik ve sürûr olmadı. Illâ ki, o
sevinçli hâlden sonra, onlara bir gam ve sıkıntı erisdi. Yâ Alî!
Bütün dünyâ ni’metleri kesilir. Illâ Cennet ni’metleri devâmlı
olur, kesilmez. Yâ Alî! Sen istikâmet üzere olasın. Ilk ânda zarar
görünse bile, sonunda sevinç olur.) Bu sözleri söyler iken,
hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer “radıyallahü anhümâ” karsıdan
geldiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular,
(Bu ikisi ümmetin müjdecileridir. Bunları sevmek,
îmândandır. Bunlara bugz etmek, nifâkdandır.) Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah! Ben onları
severim. Onların sevgisi benim kalbimde, sizin bu sözünüzden
sonra çogaldı.)
Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki, (Gökde iki melek vardır. Birisi
dâimâ siddet ve gadab ile buyurur. Birisi sühûlet ile ve hilm
ile buyurur. Her ikisi de hak üzerinedirler. Onların birisi Cebrâîldir
ve birisi Mikâîldir. Resûllerde iki kimse vardır. Birisi
lutf ile ve iyilik ile buyurur ve birisi katılık ile ve siddet ile buyurur.
Ikisi de hak üzeredirler. Birisi hazret-i Ibrâhîm ve birisi
hazret-i Nûh aleyhimesselâmdır. Benim eshâbımdan da iki
kimse vardır. Birisi rıfk ile ve merhamet ile emr eder. Birisi
sertlik ile ve siddet ile emr eder. Ikisi de hak üzeredirler. Biri
Ebû Bekr-i Sıddîk ve biri Ömer-ül Fârûkdur “radıyallahü teâlâ
anhümâ”.)
Onyedinci Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anh”
nakl etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı serîflerine, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretleri geldiler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Sükr ve hamd ol-
– 194 –
sun Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ki, beni sizinle kuvvetlendirdi.)
Onsekizinci Menâkıb: Suayb bin Harb diyor ki; Mâlik bin
Mu’avvelden sordum ve dedim ki, bana bir vasıyyet et. Dedi ki,
Seyhaynı sevmek senin üzerine olsun. Ben dedim, bana bir vasıyyet
et! Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Mürâdım odur ki, bu
haberin isnâdını beyân etsin. Mâlik, bize Rekkâsi Enes bin Mâlikden
“radıyallahü teâlâ anh”, o da Enesden haber verdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdular
ki, (Ben ümmetimden, Ebû Bekrin ve Ömerin muhabbetini,
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah kavli serîfini istedigim
gibi isterim!)
Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bana Hamza ile Ca’fer
“radıyallahü teâlâ anhümâ” gösterildi. Gördüm, önlerinde zebercedden
bir tabak. O tabakdan incir yirler. Sonra üzüm oldu.
Üzümden yidiler. Sonra tâze hurma oldu. Hurmadan yidiler.
Onlardan süâl etdim. Ne amel ile buldunuz, bu mertebeyi. (Lâ
ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah!) kavli ile bulduk, dediler.
Dedim, ondan sonra ne amel ile. Dediler, sana salavât vermek
ile. Dedim, ondan sonra ne amel ile buldunuz. Dediler,
Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûku sevmek ile “radıyallahü
teâlâ anhüm”.)
Yirminci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 251.ci sahîfesinde
buyuruluyor ki: Imâm-ı Süyûtî hazretleri (Târîh-ul-Hulefâ)
kitâbında diyor ki: Hadîs-i serîflerde, (Ümmetimin en merhametlisi
Ebû Bekrdir. Allahü teâlânın emrlerini yapmakda en
siddetlisi Ömerdir. Hayâsı en çok olanı Osmândır. Islâmiyyetdeki
zorlukları en çok çözen Alîdir. Ümmetimin en emîni Ebû
Ubeyde bin Cerrâhdır. Ümmetimin en zâhidi Ebû Zerdir. Ibâdeti
en çok olan Ebüdderdâdır. Ümmetimin en halîmi ve cömerdi
Mu’âviye bin Ebî Süfyândır) buyuruldu.]
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka, ondan sonra
Ömer-ül Fârûka “radıyallahü teâlâ anhüm”, mutî’ olunuz,
– 195 –
dogru yolu bulursunuz. Onların izince giderseniz, olgun olursunuz!)
Yirmiikinci Menâkıb: (Lübâb-ül-elbâb)da, Enes bin Mâlik
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmusdur.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ensârdan
bir kimseyi, mektûb ile Yemen cânibine [tarafına] Mu’âz
bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. Bu
sahsın adı Sefîne idi. Sefîne yolda giderken, bir aslan onun karsısına
çıkdı. Güyâ onunla söylesir gibi, sesler çıkarıyordu. Sefîne
“radıyallahü anh” ona dedi: Ey aslan, benim yanımda Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mektûbu
var. Bunu isitip, uzaklasdı. Sefîne Yemene vardı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cevâbını Mu’âz
bin Cebel hazretlerinden aldı. Dönüp, o mevzi’e gelince, yine
o aslan onun önüne geldi. Yine yüzüne karsı gelip, güyâ konusurdu.
Sefîne “radıyallahü teâlâ anh” yolu tutup, Medîne-i Münevvereye
geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûruna vardı. Henüz hiçbir kelâm etmezden
evvel, Server-i âlem buyurdu ki: Yâ Sefîne, hâdiseyi sen mi anlatırsın,
ben mi anlatayım. Sefîne dedi ki; yâ Resûlallah! Hâdiseyi
sizden isitmek güzeldir. Senin mubârek agzından, dinlemek
dahâ hos, dahâ güzeldir. Buyurdu ki: O aslan gidisinde ve
gelisinde senin önüne çıkdı. Sana ne dedigini anladın mı. Allahü
teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Sana gidisinde, “Resûlullahı
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekri ve Ömeri “radıyallahü
teâlâ anhüm” ne hâl üzere bırakdınız” dedi. Abdüllah
bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah!
Yırtıcı hayvanlar [aslan] Ebû Bekrin ve Ömerin fazîletlerini
bilirler mi? Buyurdu ki: Evet! Beni hak Peygamber gönderen
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, semâvatı, yedi kat yeri,
Cenneti ve Cehennemi, ars ve kürsî, melekleri ve cinnîleri,
dagları ve deryâları, hayvanları ve yırtıcı hayvanları ve agaçları
ve bunun gibi esyâyı halk etdi. Ya’nî yaratdı. Bunların hepsi
hazret-i Ebû Bekr ile Ömerin fazîletini “radıyallahü teâlâ anhüm”
bilirler.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Yine (Lübâb-ül-elbâb)da nakl olunmusdur.
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.
– 196 –
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Elbette
Allahü teâlâ beni kendi nûrundan yaratdı. Benim nûrumdan
Ebû Bekri, Ebû Bekrin nûrundan Ömeri ve Âiseyi yaratdı.
Ömerin nûrundan, ümmetimin mü’min erkeklerini, Âisenin
nûrundan da, mü’min kadınlarını yaratdı.) Sonra meâl-i serîfi
(Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermez ise, o münevver olamaz!)
olan, Nûr sûresinin kırkıncı âyet-i kerîmesini okudu. Yukarıdaki
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri mutlaka
dogrudur. Bütün insanlar islerindeki dürüstlügü ondan almısdır.
Mubârek vücûdları devâmlı ibâdet ile mesgûl olduklarından,
dâimâ temiz kalmısdır. Mubârek kalbleri, ismet [günâhsızlık]
ve hidâyet üzere halk olunmusdur. Delîlleri açıklamaları
kuvvetli, mu’cizeleri müstekîmdir. (Elbette sen dogru yolu göstericisin!)
[Sûrâ sûresi 52.ci âyet-i kerîme meâli.] buyurulmusdur.
Hadîs-i serîfde buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlâ beni
kendi nûrundan yaratdı. Bu mutlak ve mücmel kelâmdır. Tafsîle
[açıklamaga] muhtâcdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” her ne buyurmus ise, ekserî rümûz yolu ile buyurmusdur.
Kâide ve aslını beyân etmisdir. Serhini, açıklamasını
kendi ilmî vârislerine bırakmıs, havâle etmisdir. Tefsîr ve te’vîlini,
istinbât ve ictihâd ehllerine bırakmısdır. Eger bütün söylediklerini
açıklayarak buyursa idi, yüzbin kitâb onun serh ve beyânına
kifâyet etmezdi. Buyurduklarını yanlıs anlamamalıdır.
Sûrâ sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona benzer bir
sey yokdur. O isitici ve görücüdür) buyuruldu. Hüdâ-i azze ve
celle kadîmdir ve sıfatları da kadîmdir. Halk [yaratılanlar] ve
yaratılanların sıfatları sonradan çıkmısdır, ya’nî yaratılmısdır.
Ne kadîm muhdes olur. Ve ne muhdes kadîm olur. Hadîs-i serîfin
ma’nâsı söyledir ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ âlemi halk etmezden
evvel, azîz ve latîf ve has bir nûr halk etdi. O nûrdan
beni halk etdi. Toprakdan ve sudan Âdem alâ nebiyyinâ ve
aleyhisselâm hazretlerini halk etdi. Ve atesi halk etdi. Ve atesden
seytânı yaratdı. Âdemden evvel rüzgârı (yeli) yaratdı. O
yelden onu yaratdı. Ve o nûru yaratdı. O nûrdan melek yaratdı.
Ondan Allahü teâlâ tekaddes hazretleri o nûru kendi zât-ı
pâkine mudâf etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini de, o nûra mudâf etdi. Tesrîfen ve tahsîsan, nice
ki, Kâ’be-i mükerremeyi kendi zât-ı serîfine mudâf etdi. Bu
– 197 –
bâbda vârid olan âsârın zâhiri ki, Âdem ve Îsâ alâ nebiyyinâ
aleyhimesselâm hazretlerinin hâdiseleridir [yaratılmalarıdır].
Allahü teâlâ hazretleri bir rûh yaratdı. Yaratılmıs rûhu Âdem
aleyhisselâmın mubârek bedenine üfürdü. Hicr sûresi 29.cu
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona kendi rûhumdan üfürdügüm
zemân, secdeye varınız!) buyuruldu ki, Âdem aleyhisselâm
içindir. Bir baska rûh da yaratdı. O rûhu mahlûku hazret-i Meryemin
gömleginin yakasına üfürdü. Tahrîm sûresi 12.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen, (Biz ona rûhumuzdan üfürdük. O Rabbinin
suhuflarına veyâ nâzil olan kitâblarına veyâ Peygamberlerine
vahy etdiklerine veyâ levh-i mahfûzda yazılı olanlara inanıp,
tasdîk etdi. Devâmlı itâ’at eden kimselerden oldu) buyuruldu
ki, hazret-i Meryem hakkındadır. Bunlar gibi, Allahü teâlâ hazretleri
bir nûr yaratdı. O nûrdan Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek cesedini yaratdı.
Bu kelâmı bu makâmda bu vech üzerine takdîr ve tafsîl etmek
rûmun kostantiniyyesini feth etmekden mühim ve evlâdır.
Fârûk zehî adâlet âver,
adlîle cihâna verdi zîver.
Sıddîkdan sonra, efdal odur,
her müslim eder, bu kavli ezber.
Kisrâyı unutdu gitdi âlem,
ol mertebe oldu adle mazher.
Fethetdi cihânı, kıldı tathîr,
vaz’ etdi o seh, hezâr menber.
Hursîd-i hidâyet ile âlem,
vaktinde serâser oldu enver.
Tevhîd-i cenâb-ı Kirdigâre,
(Tâhâ)dan alıp haber o Dâver.
Bâtıldan edince, hakkı tefrîk,
Fârûk dedi, o sâha Server.
Fahrolsa sezâdır ehl-i dîne,
ol zât gibi güzîde gevher.