Thread Rating:
  • 219 Vote(s) - 2.94 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 3. Bölüm
#2
Onların üzerine kısas ancak kasden Öldürdükleri zaman farz kılın­mıştır. Öldürmekten sonra onlarda imanı baki kılmıştır. Sonra Cenab-: Hak, «... Öldürülmüş olanın ´kardeşinden (verese ve velisinden) katüii lehine olarak bir şey bağışlansa da kısas düşürülse, ölünün velisi hakkın­da ziyade olmayarak örfe göre diyet almalıdır...»[286] buyurup onlara kar­deşliği bırakmıştır. Yine Cenab-ı Allah, bundan sonra, «... îşte böyle affe­derek diyet almak, Rabb´iniz tarafından size bir hafiflik ve merhamet­tir...»´[287] buyurmak suretiyle kendi rahmetine kulunu irarendirmiştir, yüce olan Allah.

Bununla beraber kasden adam öldürenin cehennemde ebedi kalmaa çok uzak bir ihtimaldir. Sonra Mu´tezile´nin bu husustaki görüşü, tevfce-den sonra Ahiret azabının izale edilmesi, kısasın gerekmesi ve her ne ka­dar âyet-i, celîlede iman zikrediliyorsa da âyet-i celîleyi imandan çıkı kâfir olmayı ifade etmeğe sarfetmesi yönündendir ki, bu da âyet-i ceS-leyi tahsis etmektir. Yetimin malının yenmesinde zikrolunanın hepsi tah­sis üzerine toplanır. Çünkü o, azı içine alan bir isimdir. Bu ise murad olar değildir. Yetimlerin malları da böyledir. İkinci olarak Allah-u Teâü âyet-i celîlede zulüm ve düşmanlığı zikretmiştir. Bu ise, Allah´ın hükmüm tecavüz ettiği için azabı, tecavüz sahibi olana da zulmü beyan etmek ü^-re gelmiştir. Bununla beraber o husus adam öldürme hakkında bizim iri­de ettiğimize de muhtemel olur. Sonra onlara şöyle denir : Kendisin:; iman zikredilen âyet-i kerîme, imanı izale eder mi, yoksa izale etme;.".; bakî kılar mı Eğer imanı izale eder derse, âyetin tahsis edildiğini ikrr etmiş olur. Eğer imanı izale etmez, bilakis baki kılar derse, onları Murcie mezhebine nisbet eden kimsenin görüşüne irca etmiş olur ´fevfik Allah´­tandır.

Sonra der ki; hakikaten onun söylediği sözle ben onufı gerçekten Al­lah´ın Resulü olduğunu bilmem için Resûlüllah´ı (s.a.v.) imtihan ederim. Onu anladıktan sonra kendisine reddederim. O da bunun gerine Allah´ın Resûlü´nün sadık olduğunu bilir ki, o kimse bu bilme il*. ,nümin olmaz. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten iman ismini vermek lügat itibariyle olan şey üzere olmaz.

Fakih Obu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın izni ve tevfiki ile deriş ki; lügat itibariyle imıan ismini ispat ettiği zaman o ne büyük ce­halete sahip olmuş olur. Sanki o, şöyle diyor : Lügat itibariyle ona iman ismi verilir; fakat ben onu menederim. Binâenaleyh o, bunun hepsinde kendi ismini yalanlıyor. Bununla beraber onda şu husus gerekir[288] Ger­çekten Allah-u Teâlâ, onlara bildirdiği şeyle onlardan ameli menetmiş ve onlara bildirmeyip cahil kıldığı şeyle de amel etmeği onlara lâzım kılmış­tır. Cenab-ı Allah, bu gibi vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir.

Sonra marifet her ne kadar mecazi olarak kendisine iman ismi ve­rilmiş ise de, gerçekte iman değildir. Tıpkı kendisine tasdik denilen şeye Ailah´m fazlu rahmeti denildiği gibi. Zikrolunanların hepsi hayalden iba­rettir. Hiç bir manâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra iman isminin menedilmesine, Allah-u Teâlâ´nm kendisine iman ismini verip, sonra onu hükümlerle menetmesi; ve küfür ismine hüküm­ler irad buyurup onun o isme yakın olması hususu ile delil getirdi. Kendi­sine denir ki; senin her iki yönde bağlantısı bulunan manâlar olmaksızın hükümlerin varid olması hakkında anlatmak istediğin şeye delâlet eden nedir Sonra şöyle diyor : Tazim, tezkiye, müvâlât ve şahadetin kabul ol­ması onlardandır. Bunun için de kendisine şöyle denir; bunların hepsi­nin, imanın ´kendisinin bulunmasını gerektirdiği âdetler kendisine zem edilmemiş şartlar gerçekleşmeksin ismi hâs olarak söylenmesi için ol­duğunun delili nedir

Sonra imanın bulunması lâzımdır. Kendisinden menşelilerim hepsi, kendisinde bulunan iman ile menolunmuştur. Çünkü onun hakikatini biz zikrettiğimiz hususlardan menettik. Bununla beraber kendisinde had ve kısas cezaları sabit olan için velayet de sabit olur. Ve onun için şahadet vacip olur. Bizim zikrettiğimiz hususların hepsi sabit olup haklarında şahadet kabul olunduğu gibi onlardan dolayı had cezası da tatbik edilir. Hiç bir kimse yoktur ki, Allah´ın azabından bağışlanan şeyle o ismi nef­yetsin. Bilakis onların hepsi tıpkı Resûlî Ekrem Sallallahu aleyhivesellemin «(Onlar, müslüman olmak için şahadet getirdiklerinde) benden canlarım, mallarım korumuşlardır. Ancak onun hakkı için olan müstesna.» buyur­duğu gibi. Onu Cenab-ı Hakk´ın «(Bekâr olup da) zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah´a ve Ahıret gününe ina­nıyorsanız, bunlara Allah´ın dini hususunda merhametiniz tutmasın.»[289], kavl-i celîli teyid etmektedir. Doğrusu eğer iman zail olmuş olsaydı el-betteki onu merhamet tutmazdı. Bilakis imanın merhameti onu tutardı. Hatta belki de, o merhamet had cezasının askıya alınmasına sebep olma­ğa varırdı. Binâenaleyh onu sınırlandırdı ve onu tevbe etmesi muhtemel olan şeyle teyid etti. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Had cezasını tatbik etmek de, rahmet ve merhamettendir. Çünkü o, günahını örter ve bağışlanmasına vesile olur. Bu hususta asıl olan şudur : Hakikaten küfür için verüen ceza sahibini küfür pisliğinden temizlemez. Bilakis onu ebedi azaba teslim eder. Tıpkı Cenab-ı Zülcelâl´in «Onlar gü­nahları yüzünden suda boğuldular da ateşe atıldılar...»[290] kavl-i kerîmi gibi. Had ve kısas cezaları ise yapılan suçlara karşı keffaret kılındılar. Bu­nun içindir ki, onların böyle oldukları sabit olur. Bu suçların işlenmesi ile işleyenden iman zail olmaz. Allah-u a´lem.

Sonra biz deriz ki; Cenab-ı Allah, hükümleri üç kısma ayırmıştır. Bu kısımlara ayırma da, küfür, iman isimleri küfür olmayan, iman olma­yan şey bakımındandır ki, onlardan birinin hükmü kendisinden zail oldu­ğunda ortada bulunan lâzım gelir. İsimlerde ortada bulunan bir şeyin mevcudiyetine delil nedir Bilakis Cenab-ı Allah, ilme muhtemel olan be­şerin cümlesini dünya işi ve Ahiret işi olarak iki kısma ayırmıştır. Kim ki bunun üzerine bir şey ilâve ederek ziyade kılarsa, o kimse kendisine izin verilmeyen hususta Allah´ın dini hakkında bid´at ihdas etmiştir. Allah´ın Resulü (s.a.v.) «Kim ihdas olunana[291] sığınırsa onun üzerine lanet olsun»[292] buyurmuştur. Bu .böyle olunca bid´at ihdas edenin hali nasıl olur Bu gibilerden bizi muhafaza etmesini Cenab-ı Hakk´tan dileriz. Kâfir ol-. mayalılarla, kâfirlerle savaşmak ve onlardan cizye almak ve benzerleri .olan hükümleri ihtiva eden âyetlerle, mümin olmayanlar için de müjde, velayet ve benzerlerini beyan eden âyetlerle ihticac etti. Böylece bu sözü ile müminlerin ifade ettikleri hususun dışına çıkmış oldu. Bununla o, on­lar için" varid olan diğer hususlardan gafil imiş gibi görünmeye çalıştı ki, müjde igi gerçekten şartlı olarak olsun yahut akıbeti o olsun, büyük yü-nalı işleyeni mümin gören kimsenin nezdindedir.

Haricîler nezdinde ise, kâfirler hakkındaki hüküm iki kısımdır : Bi­rincisi : Öldürülme ve cizye alınma hükmü. İkincisi ise : Öldürmeme ve cizye almama hükmü. Tıpkı kadınlar, münafıklar ve benzerleri gibilere varid olan hüiküm gibi. Kim ki, hükümler hakkında iki zümre katında bulunanlarla, hükümler hakkında ortada bir hükmün olmasını kastsder-se, amma bu ortada olduğunu zikrettiği şeysiz gerekiyorsa o kimse islâm ümmetinin sözünden haberi olmayan gafildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bununla beraber Cenab-ı Allah üç kısmı beyan buyurdu : Kâfirler, Müminler ve münafıklar. Münafıklar ise imanla küfür arasında tereddüd edenlerdir. Cenab-ı Haik münafıkların müminlere de, kâfirlere de bağlı olmadıklarım haber veriyor. Kim ki, her iki zümrenin ortasında birinin var olduğunu isterse, bu âyet-i celîlenin beyanına göre varid olmaz. O kimse onu âyetin kargısında kılmayı murad etmiştir. Allah-u Teâlâ´nm kendisine orta bir hüküm kıldığı hakikati nefyetmek üzere böyle yapmış­tır. Binaenaleyh o kimse, taiksim etme haklarını zayi ettirmiş ve Kur´ân-ı Kerîm´in beyan ettiği tertibi bozmuştur. Böylece tüm ehli islâmın nefret ve öfkesini üzerine çekmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine kadın hakkındaki hüküm ile itiraz olundu. Amma onun tahsis edilmiş olduğunu iddia etti. Bu ise hayalden bir çeşittir. Bi­lakis küfre ait olan hükümler muhteliftir. Onlarla bir şeye delil getiril­mez. Ben onu haricilere karşı çıkmakta uzun uzadıya. kelâm ettiğini gör­düm. Kendisine mukabelede bulundukları hususlardan dışarı çıkma kül­fetinde bulundu. Bu[293], onu düşünen herkesin109 bildiği hususlardandır ki, kastedenin istediği husus gerçekleşmemiştir. Karşılaştığı hususlardan da tam manâsı ile sıyrılıp kurtulmamıştır. Bunun içindir ki, ben onları zik­retmekten vazgeçtim.

Sonra büyük günah irtikâp edenin kâfir olmadığı gibi mümin de ol­madığı ifade edilmekle ihticac etti. Şöyle ki : Gerçekten Murcie mezhe­binden olanlarla hariciler, lügatin gerektirdiği hususlardan olan iman kı­yasla bulunmaz. O, ancak naklî delille bulunur. Binaenaleyh herhangi bir kimseye mümin denmesi ancak mütevatir olan naklî delille veyahut icmai ümmetle caiz olur dedi. Ve bunun da gerçekten kâfi bir delil oldu­ğunu iddia etti.

Şeyh Eba Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın tevfikı ile deri-z ki : Bu hususu tebliğ edenden´[294], naklettiği husus hakkında yalan konuştu. Çünkü ehli islâm lügatin icap ettirmesi ile imanın hakikatinin bulunması

ve sahibine mümin isminin verilmesi hakkında ittifak etmişlerdir; fakat Haricîler Cenab-ı Hakk´ın «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) O insan­lar sandılar mı ki, «iman ettik» demeleri ile bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecekler.»"[295] kavl-i celîli ile tasdikten izhar ettiği hususta büyük günah işleyen ile delil getirdiler. Murcieler ise istidlal etme, ekseriyetle yalan ve gerçeğin zahir olması içindir; yoksa gerçekten hakikatte tasdik onsuz bulunmaz, anlamına değildir. İman ise, hakikatte o tasdikten iba­rettir. Her ne kadar delil getirilen şey üzerine delâlet etmesi hususu olsa da, ne büyük günah işleyenden nefyedilmesi ve ne de ipka edilmesi mev­cudiyeti hakkında hakikat değildir diye iddia ettiler. Allah-u alem.

Böylece onların sözü lügatin icap ettirdiğine göre hasıl olur. Onun rivayet hakkındaki yalanı da zahir olur. Sonra İslâm ümmeti Mu´tezile mezhebi meydana çıkmadan önce büyük günah işleyen hakkında o mu-min-i fasıktır, yahut fasık, kâfirdir diye iki görüş üzere buhmuyordular ki, onu kâfir gören nezdinde küfrünün yönü, fasık gören katında da fışkın yönü bilinsin. İşte bu da mekruh olan haramdır; mekruh olan helâldir diye söylenen husustur ki, gerçekten beyan edildiği bilinsin ki, o da mut­lak olarak ifade edilen haram olmayıp kerahet bulunandan ibarettir. Ve helâldan da kastedilen rağbet ve tercih edilen helâl olmayıp kendisinde baza şüphelerin bulunduğu helâl olduğu bilinsin. Benim zikrettiğim şey hakkında ümmetin işi de bunun gibidir. Sonra Mu´tezile iki isimden birini

iskat etti : tşte o da bilinen husumet ve kavganın manâsıdır. Hakikatini bilmeksizin mutlaka onu menetmede diğerini ilzam etti. İşte bununla is­lâm ümmetine muhalefet ettiler. Binaenaleyh bu, niyeti sırf Allah rızası olan kimse için ikna edici bir delildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, sen ismi hükümlere tabi kıldın diye kendisine itiraz edildi. Ve dendi ki, sen hükümlerinin muhtelif olması ile büyük günah sahiplerinin arasını ayırt etmedin mi O, yaparım dedikçe de şuna fasık, buna da ifti­racı ismi verir. Bunun üzerine denilir ki ; Kendisinde fisk isminin gerçek­leşmesi ile beraber ona fasık dediğin zaman, ondan fiilinin ismini menet­mesinde, kendi fiili ile kendisinde iman bulunmasına müstahik olduğu halde mümin olandan iman ismini menedersin ve ona mümin değildir der­sin. Ancafc güzel olanı menetmek suretiyle fiilden çirkin olan şeyi ele ala­rak geniş kapsamlı olan ifade müstesna ki bu da fiil hakkında zulüm olur. Sonra seksen değnek vurulmakla kendisine fasık demek vacip olmaz. Fa­kat tazim etmek, sevip dost edinmekle fasık demek vacip olur. Bu, ona muarız olanın takdir derecesinin yüceliğini beyan eder. Amma o bunu murad etmiştir. Allahu a´lem.

İsimlerde müsavilik bulunması üzere hükümler hakkında ihtilâf bu­lunduğundan dolayı hükümlerde isimler takdir edilmez. Başlangıçtaki takdir edilmesi, bununladır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra makamlar ve derecelerin birbirlerinden üstün olmaları ile ta­zim ve muvalat, birbirlerine uymaz. Meselâ Peygamberler, sonra imam­lar, sonra âlimler ve sonra da müminler gibi. Buna göre dinde iki husus gerekir : Birincisi; onlar yaptıkları iyi ve güzel ameller kadarmca büyük günah irtikâp ettiler. Yapmış oldukları günah kadarmca da azaba müs­tahik oldular. Binâenaleyh kim ki yapmış olduğu iyi ve güzel amelleri onların zıttı olmayan günahlarla red etmek isterse o, hükümde zulmedi-cidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra «O gün Allah, Peygamberlerini ve onunla beraber iman eden­leri utandırmayacaktır...»[296] mealindeki âyet-i celîle ile büyük günah iş­leyenler hakkında delil getirip eğer o mümin olsaydı kendisine ne azap olunurdu ve nede onunla korkutulurdu dedi. Âyet-i kerîme ise, bir kaç veçhe rücu eder :

Birincisi : Mümin olanın, Allah´ın Resûlü´nün şefaatinden mahrum edilip cezalandırılmaz. Bilakis Peygamber aleyhisselâm, kendisine şefaat eder ve onu şefaatiyle azaptan kurtarır.

İkincisi : Bu hususun, onlara «özürleriniz ile beraber günahlarınızdan dolayı eziliniz» dendiği zaman hasıl olıması ile ifade edilir.

Üçüncüsü ise : Cehennemde ebedi kalarak kâfirlerin hüsranda kal­maları gibi onları cezalandırmaz. Çünkü o kemalin nevileridir. Nitekim Cehab-ı Hak «Onlara, (hayvanların bile sakınıp yiyemediği) bir nebat­tan başka yiyecek yok.»[297] buyurmuştur. Başka bir âyet-i celîlede de Ce-nab-ı Hak, «Bugün de ona burada (yardım edecek) bir yakın yok; Ce­hennemliklerin irinden-başka bir yiyecek de yok.»[298]. Yerlerinin muhtelif almalarına rağmen böyle buyurmuştur. Vakitlerin muhtelif olmalarına göre de bunun gibidir. Onu cezalandırmaz demek, onun ayıplarını mey­dana vurup rezil etmez manâsına da muhtemeldir. O, her mümin hakkın­da da böyledir. Sonra Mu´tezile´nin sözünü âyet-i celîlenin başlangıcı nak­zediyor. Âyet-i celîlin iptidasında Cenab-ı Hak, «Ey iman edenler, Allah´a öyle tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[299] buyura­rak onlara tevbeyi ilzam etti ve onlar da iman ismini baki kılarak mağ­firet için tevbeyi şart kıldı. Onların sözlerine göre, küçük günahlar da büyük günahardan sakınmakla bağışlanmıştır. Binaenaleyh âyet-i celî­lenin büyük günah sahipleri için olduğu sabit olur. Onlarda iman ismi de baki kaldı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

îmanın, adaletin zail olması ile yok olmadığına delil Cenab-ı Hakk´m «Ey iman edenler, sizden birinize ölüm hali geldiği zaman vasiyet vaktin­de içinizden adalet sahibi iki kimseyi, yahut yolculukta iken ölüm mu­sibeti başınıza gelmişse, milletinizden olmayan (müslüman olmayan) iki adamı gahid tutun...»[300] kavl-i celîlidir. Eğer her mümin adalet sahibi ol­muş olsaydı Cenab-ı Hak «Sizden iki kişiyi gahid tutun» buyururdu. Âyet-i celîlenin başlangıcının[301] muhatabı müminler olduğu içindir ki, mümin adalet sahibi olduğu gibi adalet sahibi olmadığı da sabit olur. Yine Cenab-ı Allah buyuruyor «Ey iman edenler, muayyen bir vade ile birbirinize borç­landığınız zaman, onu yazm (senet yapın) aranızda bir yazıcı da doğrulukla onu yazsın. Kâtip, Allah´ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçın­masın, yazsın. Üzerinde (başkasına ait) hak olan kimse, borcunu ikrar ederek yazdırsın ve Rabb´i olan Allah´tan korksun, o halde (borcundan) hiç bir şeyi eksik etmesin. Eğer üzerinde hak bulunan kimse (borçlu) akılsız, bunamış, olursa yahut kendisi söyleyip yazdiramayacaksa, velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, o halde doğruluğuna güvendiğiniz şahidler-den bir erkekle iki kadın gerekir...»[302]. Eğer her mümin kendisine gü­venilir bir kimse olsaydı, o zaman şartın hiç bir faydası olmazdı. Allah-u Teâlâ´nm, «... Ve içinizden adalet sahibi iki erkeği de gahid yapın.»[303] kavl-i celîli de böyledir. Binâenaieyh mümin olanın adalet sahibi olduğu gibi adaletsiz de olması sabit olur. Yine Allah-u Teâlâ´nm «... Eğer bulûğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız hemen mallarını onlara teslim edin,..»[304] kavl-i celîli de böyledir. Yetimlerden re-şid olanı olduğu gibi. reşid olmayanı olduğu da sabit olur. Eğer her mü­min olan adalet sahibi olsaydı ve her adalet sahibi olmayan da mümin olmamış olsaydı, imtihan edildikten sonra fısk ile şahadet ret edilmemiş ourdu ve adalet ve fışkın bilinmesi için hallerden sual etmek de caiz ol­mazdı. Bilakis bu hususta imanın bulunduğu yeri görmesi gerekirdi ki bu­nunla onu yerine getirme imkânına sahip olmuş olsun. Böylece onun du­rumunu soruşturmadan ve hallerine itibar etmeden şahadetinin kabul olunması vacip olur. İslâm ümmeti birbirine varis olma, haram ve helâl­den iman edilmesi gereken hususlara iman etmenin şartlarından olan hu­suslar hakkında mal ve mülkle iktifa edilenin zahir olan şey üzere varıl­masının terkedilmesi ve hallerin araştırılması üzerine görüş birliğine varmışlardır. Sonra ibadetler gerçekten imanı ve kişinin kendisi ile mü­min olduğu hususu ve imanın hükümlerini gerektireni ayan beyan eden bir delildir ki o, isyan ve fışkın nevilerini ibkâ eden her şey değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu ümmetin namazları cemaatle kılma hakkında[305]", ki taahhüdü, oruç tutma, zekât verme hususu hakkındaki söz vermesi, onların günahlara girişmek haramları çiğnemek hakkında ihtilâftan bulundukları hal üzere zikredilen hususların yapmanın manâsı ona göredir ki ümmetin buluııduğu şey ile Mu´tezile ve Haricîlerin hak ve gerçek olandan dışa çıkmış oldukları sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra biz Kâ´bî´nin kendinden ve kendine tabi olanlardan imanı gi­dermesi ve Allah´ın rahmetinden[306] ümidin kesilmesinin gerektirmesi için uzaklaştırılmış olan hilelerle Kur´ân-ı Kerîm´den âyetlerle kendisine de­lil getirmiş olduğu şeyi hakkında zikrettiğini anlatacağız. Kâ´bî´nin bu hususları ihtiyar etmesi, büyük günahlara olan düşmanlığından ötürü­dür. Sanki o, bununla dünya hakkında fayda elde etmiş olup din hakkın­da da övülmeğe nail olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Binaenaleyh onun üzerine delil getiren kimseye cevap vermek" mak­sadı ile şu âyet-i celîleyi öne sürdü; «Ey iman edenler, Allah´a öyle tevbe edin ki, tanı bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun»[307]. Tevbe ancak iki yön­den olmak üzere günahtan olur. Birincisi : Her ne kadar bağışlanmış ol­sa da küçük günahlardan dolayı tevbe etmek. İkincisi : Tehlili tekrarla­mak ve Melâikelerin duaları gibi ibadet etme maksadı ile yapılan tevbe. Meleklerin ettikleri dua, Cenab-ı Hakk´m «Arşı yüklenen Melekler ve onun etrafındakiler Rabb´lerine hamd ile teşbih ederler, ve iman eden kimseler için de şöyle mağfiret dilerler : «Ey Rabb´imiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulan­ları bağışla, onları cehennem azabından koru.»[308] kavl-i celîli ile ifade et­miştir.

Biz ona deriz kj : Birinci vecih, tevbenin manâsı ile onun cehaletine delâlet etmesidir. Çünkü tevbe, pişman olmak ve günahtan rücu etmektir. Üzerinde bulunmadığı şeyden rücu etmesi mümkün değüdir. Günahı ba­ğışlanmış olduğu halde de ona azap vermek caiz olmaz. İkincisi : Üzerin­de bulunan Allah´ın hakkı bağışlandığı zaman onun için hamd etmesi ve affedildiğinden dolayı da şükretmesi gerekir. Tevbede ise bu hususlara nankörlük vardır. Çünkü o, tevbe etmekle kendisinde günahın vaki kal­dığını zanneder. Üçüncüsü ise : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «... Olur ki, Rabb´iniz, kötülüklerinizi örter...»[309]buyurmak suretiyle onu tevbe ile örtülen şeye mevkuf kılmıştır. Böylece sabit olur ki, o, iman sahibi olmaya müstahik olduğu halde kendisinde günahın baki kaldığı sabit olur. Al­lah-u a´lem.

Her vakitte ona kolaylık göstermek, sınırlandırmanın hükmüdür. Çünkü fiillerin hakikati baki kalmamaktır. Tevbe ise günahtan olur. Hal­buki günah da yoktur.

Sonra gerçekten ibadet için tehlili (Lâilahe illellah demeği) emret­mek caiz olur. Fakat bağışlanmış günahdan dolayı tevbe ve istiğfar ile etmeyi emretmek caiz olmaz. Çünkü bu hususta günahın bağışlanmaması kanısı bulunur ki bu da nimetlere karşı nankörlük olup caiz değildir. Tıpkı zulmetmemesi ve caiz olmaması için dua etmek caiz olmadığı gibi. Me­leklerin dualarına gelince : Bu, bağışlanmamış olan günahlardan, zikro-lunan kimse için olduğundan dolayı caiz olur. Ve dua da bu hususa yö­neltilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz »[310] kavl-i celîli hakkmda der ki; ancak o, fiili olmayan gey hakkındadır. Tıpkı bazı azgınları çirkin olan işe davet eden, diğerini gören kimsenin ona kendisini nehyetmek yolu ile şöyle demesi gibi : Ey kardeşim, dinine noksanlık getirecek ve üzerine Rabb´inin öfkesinin ica-bettirecek şeyi niçin yaparsın Bunu ona yapmadığı halde söyler, fakat onu yapmaması için bunu söylemiş olur. Binâenaleyh cevap olarak ken­disine denir ki : Eğer kendisinde Allah´a tazimde bulunma ve yapmış olduğu günahların akıbetlerinden korktuğu halde sen büyük günah ir­tikâp edenlerden iman ismini gidermeğe çalışıyorsan, bunu ona mümin değilsin demen için yapıyorsan, kendi nefsin için seçtiğin ve yaptığın sa­na aittir. Eğer sen bunu başkasından imanı gidermek için yapıyorsan muhakkak ki o kimse Allah´ın, seni ona verdiğin (kâfirsin) isminin gayri ile isim verdiğini anlaması ile senin Allah´a isnat ettiğin şey hakkındaki cür´et ve cesaretini bilir. Artık onun Allah´ın verdiği haber hakkında hiç bir şüphesi olmaz. Bununla beraber Şeytan´m vesvese ve iğvası ile Al­lah-u Teâlâ´ya yapılan iftiraları da bilir.

Sonra benim zikrettiğim şeyin söylenmesi ancak sefih ve abdal olan kimse için muhtemel olur. Azap göreceği şey hakkındaki yalanının bilin­diği hususla kendisine elem çektirilir. Kendisinden hiç bir şeyin gizli kal­mayacağı Allah ise her akıl sahibinin kendisinden nefret edip kaçacağı bu hususlardan yücedir, berî ve münezzehtir. Yardım ancak Allah´tan­dır.

Sana gelince; sen azaba lâyıksın. Çünkü sen, Allah´ın rahmetinden ümidini kesiyorsun. Şehevî isteklerine râm olup, Allah´a düşmanlığı tercih ediyorsun. Şeytanın dostluğunu benimseyip onu Allah´a tercih edi­yorsun. O Şeytan ki, Allah´ın lanetine ve azabına uğramak için insanı kendi mezhebine sürükleyip sokar[311]. Kerim ve Rahim olan Allah´ı bırakıp kendin için ihtiyar ettiğin bu husus, sana afiyet olsun. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «İman edenlere, vakti gelmedi mi ki, kalp­leri Allah´ın zikrine ve inen Kur´ân´a saygı ile yumuşasın...»´[312] kavl-i ce-lîli hakkında şöyle diyor : Onların kalplerinde saygı ile yumuşama olmasa bile kendilerine imanı ispat etmiştir. Hakikaten âyetin ilki huşu bulun­maksızın imanı ispat etmiştir. Halbuki siz, imanı ancak kalp ile bilmek, dil ile de tasdik olduğunu görüyorsunuz. İkinci olarak da, Allah´tan kor­kan ve ona şükretme gayesi ile bulunan kimseye «Senin bana şükretmen ve benden korkman gerekmez mi » denmiştir. Yoksa o kimse Allah´a şükretmeyici değildir. Bilakis bu husus ona tenbih için söylenmiştir.

Fakih Ebu Mansur (r.hO diyor ki : İlk görüşe gelince; âyet-i celîle ancak Allah´ı zikretmek için kalbin saygı ile yumuşamasıdır. Allah için kalbi yumuşamayan, huşu bulmayan kimse, mezmum ve fasıktır. İmanın hûşuu ise, Allah-u Teâlâ´nm celâl ve kibriyasmı bilmektir. Bu da mümin­den zail olmaz. Her ne kadar onunla mezmum ise de, imanla kendisine mümin denir. Âyet-i Kerîme´de güç ve kuvvete delâlet vardır ki, o da ken­dilerinde bulunmaktadır. Bu husus da onların katında büyük günah ile vasfetmeği gerektirir. Allah, onlarda iman ismini ibkâ etmiştir. Binaena­leyh, onların sözleri bununla batıl olur. Tevfik Allah´tandır.

İkincisi : O, nimeti[313] şükrü bilmeyen kimsenin vasfıdır ki, onîarm her ikisin kabul etmez. Kabul etme ve tazim halikı olan şey üzere olmadı­ğı için azap görür. Eğer Mu´tezile nezdinde Allah-u Teâlâ´nm vasfı bu idi ise o, ona en çirkin olanı verilmeden öte ölümüne ve cehennemin en alt tabakasında ebedi kalmağa, ulaşmıştır. Kendisine isyan edip şaki olmak­tan Allah´a sığınırız. Sonra bu sözü çok uzattı; fakat onun binasının aslı zikrettiğim husustur. Bu konuda biz ancak, isabet etmekten uzak kalma bakımından sözü uzatmağı istemiyoruz. Yardım ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «Eğer. müminlerden, iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın...»[314] kavl-i celîli hakkında cevap vererek o tıpkı Allah-u Teâlâ´nm,, «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler dünyada da, ahırette de boğa gitmiştir...»[315] kavl-i kerîmi gibidir ve gerçekten Allah ondan önce ken­disine mümin demiş idi dedi.

İkinci olarak da derki : Çarpışmanın itişip çekişmek gibi silahsız ol­ması veyahut çatışıp savaşmak için çalışmış olmaları kastedilir ki, bu­nunla onlar îmandan çıkmazlar. Buna cevap olarak denir ki : Onların aba­larının düzeltilmesi ile ve onlara kardeşler ismi verilmesi ile emrin varid olması dinden dönüp kâfir olma manâsını-ifade etmek batıl olur. Allah-u Teâlâ´nm «... Eğer onlardan biri (Allah´ın hükmüne razı olmayarak) te­cavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah´ın emrine dönünceye kadar savaşın...» (Hucurât, âyet 9) kavl-i ceîîlinm ifadesinde tecavüz eden ger­çekten bilinmiyordu. Yoksa orada tecavüz için çalışma yok idi. Bununla beraber Resûl-i Ekrem Sallellahualeyhivesellem, onların içinde bulunuyor­du. Onîarm bu çarpışma haddine varmaları için çalışmalarına rıza göster­mezdi. Sonra emir, savaşmağa delâlet ediyor. Küçük günahlar bağışlan­mış olduğu için ona mukabil olmaz. Oysa ki onların günahları büyük gü­nahtır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, onlara müminler diye isim ver­miştir. Tevfik Allah´tandır.

Alîah-u Teâlâ´nm «Müminler (dinde) ancak kardeştirler.»[316] kavl-i kerîmi hakkında da geçtiği gibi ifade etti. Biz onun bu vehmini beyan et­tik. Sonra onun, büyük günah sahibi olan Allah´ın düşmanıdır. Böyle olan kimsenin hayır ile dua etmeğe gücü olmaz. O´na lanet gerekir sözü ise, yanlış bir ifadedir. Çünkü aralarını bulup barıştırmak, ancak hayır ve salahla dua etmektir. Kuvvet ancak Allah^tandır.

Kısas âyet-i ve ondaki kardeşler deyimi hakkında şöyle diyor : Ger­çekten Cenab-ı Allah, mutlak olan kardeşliğe ne sevap vaad etmiştir ve ne de onları övme. O, ancak dindeki kardeşlik hakkındadır. Onlara ce­vaben şöyle denir : Aİlah-u Teâlâ, onlara âyet-i celîlenin evvelinde mü­minler demiştir. Sonra âyetin sonunda da onlara «kardeşler» ismini baki bırakmıştır. Hiç bir manâ geçmemiştir ki, kardeşlerin zikredilmesi ken­disine muhtemel olsun. Böylece onun iman isminin baki bırakılması ile beraber din hakkında olduğu sabit olur. Sevaba gelince : O, hazan mut­lak olarak, bazan da mukayyed olarak şart koşulmuştur. Allah-u Teâlâ´-nm, «İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevap olarak, ağaçları altından ırmaklar akan Cennetleri verdi...»[317] kavl-i celîli bu hu­sustandır. Sonra senin katında, kendisi için her ne kadar sevap vaad edilmiş ise de imanın bulunması ile beraber korkutmak caiz olur. Mutlak olarak isim verilmekle mümin de bunun gibidir. Allah-u Teâlâ «Allah´a ve peygamberine iman edenler, işte bunlar, Rabb´leri katında, (imanları hu­susunda), tıpkı çok sadık olanlarla, (Allah yolunda can veren) şehitler gibidir.»[318] buyuruyor. Ve yine Cenab-ı Allah «Allah´a ve Peygamber­lerine iman eden ve peygamberlerden hiç biri arasında fark gözetmeyen kimselere gelince; işte bunların kıyamette Allah mükâfatlarını verecek-1 tir.»[319] kavl-i celîli de böyledir. Büyük günah sahibi olana, Allah ve pey­gamberlerine iman etti, Peygamberlerden hiç biri arasında fark gözetme­di denir. Sonra onun gibisini vaîdle korkutmak caiz olur. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ, «Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katın­dan büyük bir mükâfat verir.»[320] buyurmuştur. Büyük günah sahibi olan iyi ve güzel amel işlemiştir." Onun yapmış olduğu amele güzel amel den­meğe müstahik olmuştur. Öyle ise her ne kadar kendisine vaîd gelmişse de o kimse kendisine mümin denmeğe müstahik olmuştur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine imanın ismini icabettiren ve onunla helâl kılan hu suslarla -ki bu hususa büyük günah sahibi de girer- itiraz olundu. Bunun üzerine onların bu hususa girmeelri, isimle değil, icma iledir demesi ile cevap verdi; ve tıpkı sizin Allah-u Teâlâ´mn «... Bu vasiyet ebeveyn ve akrabasını mahrum etmemek için takva sahiplerine hak oldu.»[321] ve «... Bu ihsan edenler üzerine borç bir haktır.»[322]. Her ne kadar fasık böy­le değilse de Allah´ın işbu âyetlerinin hükmüne soktuğunuz gibi. O´na ce­vap olarak şöyle denir : İcma, âyetlerin helâl kılması ve vacip kılması ile vukubulan hitaptan anladıkları ile onları bu hususa sokmuştur. Onlar­dan hiç bir kimse yoktur ki, ondan başka bildikleri bir vecih zikretsin. Fışkı mütaleâ edenlerden hiç bir kimse de birine âyeti tahsis edildiği hu­susu sormamıştır. Bilakis[323], o âyetlerin bu hususu kapsamına aldığını bi­lir. Her iki yönle olan hitap takva ismi ile mükâfatlandırmaz. Bunun için­dir ki takdir batıldır140. Onun «Şunun üzerine haktır» demesinin manâsı, takvayı murad eden kimseye o, haktır demektir. Bunda vacip kılma hu­susu bulunmaz. Bununla beraber bizim bulunduğumuz konu hususunda[324] hitap hakkında takvanın manâsını zikrolunduğu söze tahsis bulunup mu­hatabın ismi bulunmadan hitaba girer. Yoksa ne mutlak olduğu için ve ne de tahsis ile girer. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Küçük ve mecnun olma sebebiyle helâl kılma hakkında itiraz olun­du. Bu hususa cevap olarak denir ki : Küçük ve deli olanlarda, küçüklük ve deliliğin gayri ile imanın hükmü vardır. Zira eğer o başkası, olmamış olsaydı imanın hükmü (kendilerine islâm hükümleriyle muamele etme) onlara vacip olmazdı. Tıpkı kâfirlerin çocuklarına vacip olmadığı gibi. Bi­zim bulunduğumuz şeyde başkasma değil, o hususa tabi olur. Binaena­leyh, o kimse bunu kendisindeki iman sebebiyle kendisine vacip kıldığı sabit olur. Sonra fasık´ın, namaz kılması ve oruç tutması ile itiraz olundu; bunun üzerine «Belki fışkının fazlalaşmaması ve onları terketmekten do­layı vukubulacak azabın kendisinden zail olması için oruç tutup namaz kılmıştır diye cevap vermiştir.

Şeyh Ebıı Mansur (r.h.) diyor ki : Kendisine şöyle denir : O, suali anlamadı. Onun manâsı ancak, şöyle ifade edilir : Namaz ve orucun her ikisi de ancak iman ile caiz olurlar. İmansız onların yapılması caiz olmaz. Eğer o kimse mümin olmasaydı, onların bunları yerine getirmeleri gerek­mezdi. Terketmelerinden dolayı vukubuîacaık olan azap da zail olmazdı.

Bilakis onları terke tmekten hiç bîr şey lâzım gelmezdi. Ve eğer mümin olmamış olsaydı, onu yapması caiz olmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu âyet-i celîleler hakkında kitaplarımızın[325] bazısında müstakil ola­rak bahsettik. O, izahımız bizi burada uzun uzadıya ifade etmeye ihtiyaç hi.ssettirmetmis.tir.

Sonra biz Cehennem azabında ebedi kalacak olan ile, ebedi kalmaya­cak olanın arasını hikmet yolu ile ayırırız. Bu da iki yönden meydana çı­kar : Birincisi : Günahların kendi varhklarmdaki birbirlerine benzeme­meleri itibar edilmesi yolu ile ki, Allah-u Teâlâ, onu işleyeni ancak misli kadarı ile cezalandıracağını vaad buyurmuştur. Hikmetin hakkı olan da böyledir. Çünkü azablandırmak, ihtiyar ettiği şeyle değil, hikmetin gerek­tirdiği şeyle olur. Zira o ihtiyar edilen neviden değildir. Özellikle aksi kendisine zarar vermeyen kimseler. Sonra o Rahmet etme ve afvetme ile mevsuftur. Bunun içindir ki günahlardan çoğu için afvu mağfireti icabet-tirmedi.

Sonra bu bir (kaç vecih üzere meydana çıkar : Birincisi : Hiç bir kimse yoktur ki, şirkten başka büyük günahlardan birini işlemek sure­tiyle Allah´a isyan eder de, isyan ettiği vakit azaptan korktuğu, Allah´ın gazabından ürktüğünden ve keremine güvenip rahmetinden ümitvar ol­duğu için taatda bulunmasın. Bunların hepsi de hayır olan islerdir. Eğer onlarla kabul olunursa şehevî isteklerin galip gelmesi, öfkenin mahkûmu olarak iyi ve hayır olanların hilafını irtikâp etmez. Bunlar ve benzerlerini kendisinden hayır sadır olmasını, ser sadır obuasına tercih ettiği için yapar. Öyle ise hayrın menfaatmdan mahrum edilmesi, şerrin azabının kendisine icabettirmek caiz olmaz. İşte bu bakımdandır ki, onun fiili cûd ve keremle vasfolunmuştur. Onların manâları ise böyle değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´yı inkâr edip kâfir olan ve ona ortak koşup müşrik olan kimsede hayır ve hasenat ismine müstahik olacak bir manâ taşıyan amel bulunmaz. Çünkü o, Allah-u Teâlâ´yı yalanlar, emir ve yasaklarını inkâr eder. Onda Allah´ın rahmetine ümitvar olma hali bulunmaz. Onun azabının devamlı olması da kerem ve cömertlik manâlarma zıttır. KuVvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : Hakikaten Cenab-ı Hak, yapılan günahın ancak misli kadarı ile ceza vereceğini vaad[326] buyurmuştur. AJden ve agahtan daha bü­yük olan Allah´a ortak koşmanın cezası da kendi mL,| kadarı ile olur. Bununla beraber şirkle ve şirkin gayri olan küfürle bt,ri,,ber hasenat bu­lunmaz. Onların cezası ancak Cehennem´de ebedi kah], ^zap çekmektir. Çünkü bilinir ki, gerçekten kâfir olan uzun zaman içiı,^, birgün olur da kurtulabilme ümidi kendisinde olsa idi onun için gön^jtj olduğu azabın bir çok katını katmaya razı olurdu. İşte bu husus ayan l(eyan eder ki, onun cezasının tamamı cehennemde ebedi kalmaktır. Kendilinden başkası için onun gibi cezaya tabi tutulmuş olsaydı bu kez başkası kendi fiilinin misli kadarı olandan daha fazla ve çoğu ile cezalandırılmış olur. Bu ise Allah´ın hikmetinde zulümdür. Allah-u Teâlâ, bu gibi sıfatdan yücedir, berî ve münezzehtir. İşte bu böyle. Bunun madunu olanı irtikâp edenin hasenatı bulunur. Fakat bunun bulunmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine dünyada tatbik edilen had cezaları, işlenen günahlara keffaret kılınmışlardır. Eğer onlarda günahları örtme hususu bulunmamış olsay­dı, küfür için verilen cezalara ziyade olmuş olurlardı. Küfrün madunu olanm cezasına ziyade kılınmak mümkün değildir. Böylece had cezalarının keffaret oldukları sabit olur. Dünyada küfür için keffaret yoktur. Binâ­enaleyh o, azap hakkında muhtemel değildir. Küfrün azabı, Cehennem´de ebedidir. Küfrün gayrının cezası ise had cezasıdır. Günah hakkındaki azap da böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine Allah-u Teâlâ, küfreden ve başkalarını küfre sokmak için sa-pıttıranların azabı, kendisi küfredip başkasını sapıtmayanın azabından kat kat fazladır. Sonra eğer kâfir için başkasını sapıttırmaktan başka olan azabı, sapıttırmak için olan azabın misli kadarı olmuş olsaydı, her kâfirin azabı kat kat olurdu. Çünkü hiç bir kâfir yoktur ki, kendisinde küfürden başka büyük günahlar bulunmasın. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak onlar, kendi günahlarını ve o günahlarla beraber bir çok (sapıttırdıkları kimselere ait) günahları yüklenecekler...»[327] kavl-i celîli ile sapıttıran kim­selerin günahlarının kat kat olmakla tahsis buyurmuştur. Yine Cenab-ı Hakk´ın «... Ey Rabb´imiz, bizi sapıtanlar, işte bunlardır. Bunlara ateş­ten iki kat bir azap ver...»[328] kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibi tabi olanlar da aynı hususu ifade edecekler. Herkes için kat kat azap kılın­mıştır. Binaenaleyh bunun büyük günahlara karşı verilecek olan bir ceza olması batıl olur. Bilakis o azap, eğer küfür hakkında olsaydı islâmda onun misli kadarı ile azaptan kat kat verilmesi daha gerçek olurdu. Gö­rülmüyor mu ki, [329], yani kâfir, küçük ve büyük günahlardan tümünden ceza görüp azap çeker îslâm dininde inanç sahibi olan kişinin durumu böyle değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra itibar yolu ile diğer bir vecih de şudur ki; gerçekten küfür, tesis edilen bir mezheptir. Mezhepler ise, ebediyyen devam etmek için kurulur. Mezhabin azabı da buna göre olur. Diğer büyük günahlar ise, vakitler içinde yapılır. O, ebedi olaraık değil, muvakkat bir vakitte şe­hevî isteklere mahkûm olma neticesinde istenir. Onun cezası da buna göre olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra gerçekten küfür, aynı ile çirkindir. Onu affetmek ve haram olmasının kaldırılması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Hikmette onun azabı da buna göredir; onun bağışlanması ve ortadan kaldırılma­sının imkân ve ihtimali bulunmaz. Diğer günahlar ise, aklen onların haram olmalarının kalkması ve kendisi için azap verilen hususun mubah kılın­ması caizdir. Onun azabı da bunun gibidir. Tevfik Allah´tandır.

Üçüncüsü : Kâfiri bağışlamak, afvm yeri olmayan hususta bağış­lamak olur. Çünkü kâfir, in´âm ve ihsan edeni inkâr ediyor ve onu da hak görüyor. Bunun hakkındaki affetme, affı z-ayi etme ve nimeti iptal et­mek olur. Diğer günahların durumu böyle değildir. Bilâkis diğer günah­ların sahibi in´âm ve ihsan edeni bilir. Onun için en büyük yer vardır. Onun ikramı için de en ayan-beyan olan mahal vardır. Böyle olunca hik­mette onu bağışlamak ve mağfiret etmek caizdir. Yardım Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nm, fiilinin^ kendisinde meydana getirdiği korku anında din hususunda ona ihsan etmiş olmasıdır. Bu husus kulun Allah hakkını dünya ve Ahiret varlıklarından kalbinde daha büyük gör­mesi ve peygamberlerinin kıllarına dokunmak veyahut Allah´ın dininin emirlerinden her hangi birini hor görmek veyahut da ihtiyar ettiği ve dostluğunu Allah dostluğuna tercih etmiş olduğu şey hakkında Allah´ın düşmanlarına meyletmeğe müstahik olmaya muhtemel olan şeylerden si­nesini, içini tertemiz etmekle hasıl olur. İşte bunların hepsi, Allah-u Te­âlâ´nm ona olan in´âm ve ihsanıdır. Allah-u Teâlâ´nın nimetlerini zayi et­mesi ve onları eza olarak değiştirmesi muhtemel değildir. O bilir ki onun günahları Allah-u Teâlâ´nm kendisine in´âm ve ihsan ettiği sayılmayacak kadar çok olan nimetleri kadarına, ulaşmaz. Allah, mahlûkatına şu temi­natı verir ki, gerçekten o, bîr kavme İn´âm etmiş olduğu nimetlerini o kavm, kendilerinde bulunan hususları değiştirmedikçe değiştirmez. Ve ikram etmiş olduğu şeylerin hepsini onunla zayi etmez. Zikrolunan husus da böyledir. Peygamber aleyhisselâm, «bu husustan kaçınanlar müstes­na, diğer müminler Cennet´e girer» buyurmuştur. Zikrettiğim kimse ile onun düşmanı arasını, onlarla Allah´ın dinine yardım etme ve i´lâikelimetul-lah için çok çok mücahede etmekle beraber cemetnıiştir. Ve onu üzerine mühür basmıştır. Hayır, Allah bunu yapmaz. Çünkü O, Ganîdir, Kerîmdir afv ve mağfiret sahibidir, çok merhametli ve Vedûd´tur. Bununla beraber Allah´ın Resulü Sallellahualeyhivesellemden kulların sevdikleri kimselere katılacağı hakkında müjde gelmiştir. Sonra zikrolunan şeyler Allah´ın Resulüne daha sevimli idi. Onu Şeytan´ın yakını kılar ve Allanın Resûlü´-nü ziyaret etmeği ona haram kılar. Allah-u Teâlâ, Mutezile ve Haricîle­rin kendisini vasfettikleri bu vasıftan berî ve münezzehtir. Bu husus ve iş, onların hepsinde zahir olmuştur. Hatta bundan hiç bir kimse kurtul­maz. Belki de hiç bir harici ve Mu´tezile mezhebinden olandan bu inanç ve itikattan berî olarak öldüğü[330] zikromnmaz. Allah-u Teâlâ´nın, şehevî isteklerine rârn olup Allah´a düşmanlığı tercih eden en küçük dünya men­faatleri uğruna Allah´ın rahmetinden ümidini kesen, dünyanın en küçük ve basit nimetine kapılarak Allah´ın dininden çıkmayı tercih eden kim­seyi din hakkında doğruya muvaffak kılması ve bu vasfın zıttı kendisin­de bulunanın mahrum bırakması ilâhî hikmetten çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra fısk, fücur, isyan veyahut zulümden olmak üzere isimlenen hususların vaîd hakkında varid olan eserlerin tümü üç husus için isim oldukları bir gerçektir, ilâhi hikmette fışkın gayrine isim verildiği için fiile işaret edilmesi ve mezmum olan isimlerin gayri olmayana işaret edilmiş olması caiz olur. Bazılarının da böyle olması caiz olmaz. Aralarında bu zıddiyet bulunan iki şeyin kaste-dilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh onun hakkı, isim ve hükümde şüphe olmayan hususa sarfedilmesidir. Çünkü[331] o üç kısım üzeredir. Fakat onû tazammun etmemiştir. Bütün kısımlar o husus hakkında hususiyet ifade ettiği sabit olur. Binaenaleyh onun kendisinde şek ve şüphe olma­yana sarfedilmesi gerekir. Çünkü gerçekten onu umuma yöneltmek afv haberleri varid olduğundan onun için tenakuz teşkil eder. Böylece onun hususiyeti sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yahut kendisine isim verilenin[332], taksim olunması sebebiyle umum ve husussa ihtimali olduğu vakitte onun gibisinin hakkı kesin ifade et­mek değil, korkmaktır. Kim ki kesin ifade ederse şüphe anmda hikmetin icabettirdiği şeyden yararlanır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Cehennem´de ebedi kalma hakkında vaîdi ifade eden hususa delalet eden hususa şirkin madunu olan günahlara muhtemel olmaz. Çünkü insanların yaratılış itibariyle her ne kadar aklen veyahut delille veyahut taklid ederek dinlerinde muhtelif olmaları ile beraber işledikleri günahlardan şirkin madununun bulunmasını itikad etmiş olsalar da din­lerinden çıkmayı gerektirecek hususlardan kaçınırlar. Binaenaleyh bu husus mahlûkatm yaratılmış olduğu şeylerden olduğuna delâlet eder. Hatta onu akıl bile teyid eder. Çünkü inançlar, sahipleri katında ebedi olarak bulunurlar. Kendisine işaret edilen fuller ise böyle değüdir. Fiil­lerin zıttı olanlar da böyledir. Ihtüâf üzere kendilerine işaret edilen fiiller hakkmda varid olan nakli deliller de böyledir. Fiillerin terki de buna gö­redir. Bizim zikrettiğimiz hususlar Mu´tezüe mezhebinin insanların yara-tılmış olduğu işten ve kendilerine has tedbir ve irade edilme hususundan dışarı çıktığına delâlet eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile´nin mezhebinde mümin demelerinden kendilerini alı­koyan şey üzere olduklarından onları ilzam eden hususlardan bir ikısnum zikredeceğim. O da şudur : Hakikaten Mu´tezile mezhebine göre, bü­yük ve küçük günahların arasındaki had cezası biliniyor ki, kişi, umut­suzluğa düşmeyip hem ümitvar olsun ve hem de korkmuş olsun. Bu gö­rüşlerine cevap olarak deriz ki : Sizden hiç bir kimse yoktur ki; kendi­sinin bütün günahlardan berî olduğunu iddia etsin, ümitsizliği ve ümidi icabettiren had cezasına ulaşmayı bilsin. îşte bu, büyük günahla küçük günah arasında halin tereddüt etmesidir. Büyük günah, imanın ismini giderir. Küçük günah ise, size, imanın ismi ve imanın zevali hakkında şek ve şüphe getirir. Tıpkı büyük ve küçük günahların ismi hakkında şüphe getirdiği gibi. Binaenaleyh sizdeki bu şek ve şüphe ümitsiz ve ümitli olmayı söylemeyi menetti. Sonra iman ismini meneden şey ile bu iki hususu reddeden şey birdir. Sonra korkmakla beraber ismin ispat edilmesi caizdir. Ve siz, gerçekten mümin, kendisinde korku bulunmayan kimsedir diyorsunuz; niçin sizin kendinize mümin demenizden onlar kork­muyorlar Büyük günahlardan olduğu bilinen yalan, sizden iman ismini giderir. Bunun üzerine imanla isim vermek, sizin büyüklüğünüzden olur. Siz, Allah-u Teâlâ´nın «... Şimdi nefislerinizi temize çıkarmayın...»[333] kavl-i ceiîli ile nefislerin temize çıkarılmasından insanları sakındırdınız. Sonra iyilik ve takva ile karşılaştınız. Bunlarla itirazdada bulundunuz. Siz, kendinizde iyilik ve takva bulunduğuna veyahut bulunmadığına şahadet eder misiniz Eğer şahadet ederiz derlerse, onlara; iyi ve muttaki olan­ların Allah´ın gazabına uğrayıp cehennemde ebedi kalmaları gerekme­sinden korktuklarını ifade etmek gerekir ki, böylece cehennem, Allah´tan korkan ve Allah emirlerini yerine getiren kimselerin yeri olur. Yoksa fa-sık olanların değil. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak ki iyiler, naim cennetinde-dirler.»[334]´ buyurmuştur. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ´nın, «... Ey Rabb´imiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve ruhlarımızı iyi kimselerle be­raber al...[335] kavl-i ceiîli ile dua etmek batıl olur. Eğer bu hususla isim vermekten kaçınırlarsa iman hakkında da onun gibi ifade etmeleri kendi­lerine lâzım gelir. Çünkü o, iyilik ve takva gibi Allah´ın gazabından kur­tulmaya vesile olanın ismidir. Sonra denir ki; nebî ve rasûî olanlardan sabit olmuştur ki, onlar, Allah´a korkarak ve sevabına tamah ederek dua ederlerdi. Halbuki onlar, büyük günahlardan birini işlemekle imtihana tabi tutulmuşlardır. Bu korku, büyük günahlarla imtihan olunmayan kimselerden sadır olmuştur. Niçin size bildirmiyor ki veya delâlet etmiyor ki, had cezasının beyanının terkedilmesi korkulan ve umut edilen husus için değildir Bilakis o, Allah-u Teâlâ´nm küçük günahlar sebebiyle dile­diği kimseyi cezalandırması caiz olmasındandır. Sizin sözlerinizden biri de şudur : Gerçekten ceza ve azabı icabettiren şey, imanı giderir. Binâ­enaleyh bu sözlerinizden ibret alınız ki, sis hakikatte size haber verilen şeylere iman etmiş kimseler değilsiniz. Tevfik Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ, «... Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah´a ve Pey­gamberine iman etmişlerdir; sonra (imanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallan ile canları ile savaşmışlardır...»[336] buyurmak­tadır. Sizin katınızda ise mümin, Allah´ın azap ve gazabından korkmadığı gibi onun rahmetinden de ünıitvar olmaz. Bilâkis o eğer mümin idiyse Allah´ın rahmetine müstehak olur. Ve mümin olduğundan da Allah-u Te-âlâ´nın onu azap etmemesi ihtimali bulunur. İşte iman o kimseyi bu hu­susa yöneltmiştir. Siz onlara korkuyu nasıl ilzam ettiniz Halbuki o, ha­kikatte mümin değildir. Siz, onları iman hakkında şüphelenmekten men-ettiniz. Halbuki imanda şüphelenmek korkuyu gören şeyle olur. îşte bu hususlarda tenakuz açıkça görülmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [337]


Şefaat Meselesi



Bazıları şöyle diyor : Eğer büyük günah sahiplerine şefaat caiz ol­muş olsaydı, bir fiili işlemeyi terkeden kimsenin şefaata müstehak olması gerekirdi ki böylece büyük günah irtikâp etmekle emrolunnıuş olur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehimden ibaret oldu­ğunu söyleriz. Çünkü şefaat olunan kimse, yapmış olduğu günahla şefa­ate müstahak olmaz. Bilakis şefaati terketmiş olduğu şey hakkında vela­yeti vacip olan hasenatla müstahak olur. Fiili terkeden kimseye «Sen is­yan et, günah işle» denmesi doğru değildir. Fakat ona «îtaat et ki, onunla isyan ettiğin şey hakkında şefaat bulasın» denir. Ve yine böylece «mağfireti gerektirecek olan fiili elbetteki işlerim» diye yemin eden kim­seye sen küçük günahları irtikâp et denmez. Bilakis büyük günahlardan korunması ile ve mağfiret olunması için büyük günahlardan tevbe etme­siyle emrolunur. Şefaat işi de bunun gibidir.

Şefaat kendisi ile ihticac edilen hususların en büyüğündendir. Ger­çekten[338] Kur´ân-ı Kerîm´de şefaat hakkında âyetler varid olduğu gibi Al­lah´ın Resulü Sallallahualeyhivesellemden hadîsler rivayet edilmiştir. İn­sanlar arasında bilinen ve mahud olan şefaat, Allah´ın gazap ve azabım gerektirecek günahları işlemiş olduğundandır. Binâenaleyh büyük günah irtikâp edenlerin günahları Allah´ın seçkin, kulları ve Allah´ın rızasına[339] nail olanların şefaatleri ile bağışlanır. Sonra küçük günahlar, büyük günahlar irtikâp edenlerin cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyen kim­seler katında kendileriyle azaplandırılmak caiz olmayan hususlardandır. Kâfirler ise, şefaatla bağışlanmazlar. Böyle olunca Kur´ân-ı Kerîm´de ve Hadîs-i Şeriflerde in´âm ve ihsan hakkında varid olan hususların büyük bir kısmı batıl olmuş olur. Ve ilim ehlinin Allah´ın rahmetine ümitvar ol­ma bakımından yaratıldıkları hal üzerinde olmaları sakıt olur ve müslti-manların, peygamberlerin şefaatini istemeleri hakkındaki niyazları batıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bazıları şöyle diyor : Şefaat3 iki vecih üzere[340] meydana çıkar. Birin­cisi; birinin diğeri katındaki iyi ve güzel işlerinin yad edilmesi üzere ki, onun için büyük bir rütbe ve iyi bir yer takdir olunmuş olur. İkincisi; bi­rinin kendisine dua etmesiyle olur. Binâenaleyh, birincisi, şefaatin ken­disine tevcih olunması muhtemel olandır. İkincisi, Cenab-ı Allah´ın «Arş´ı yüklenen melekler ve .onun etrafındakiler Rabb´lerini hamd ile teşbih ederler, O´na iman ederler ve iman eden kimseler için de şöyle mağfiret dilerler : «— Ey Rabb´imiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulanları bağışla, onları Ce hennem azabından koru.»[341] diyen kimseler hakkında beyan edilmiştir. Cenab-ı Allah, «Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakilerini de bi­lir ve onlar onun rıza verdiği kimselerden başkasına şefaat etmezler...»[342] buyurmuştur. Bu âyetler şefaatin iki yönüne delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah´ın razı olduğu kimse derece ve şeref sahibidir. O kimse me­leklerin şefaatim beyan eden âyet-i celîlenin kapsamında bulunanlar­dandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın izni ve tevfikı ile deriz ki : Ahıret hakkındaki vechin iki yönden manası yoktur. Birincisi: Emri onu bilmeyen kimse katında takdir edilmesi hakkındadır. Allah-u Teâlâ, o emrin hakikatini bilir. Ve hatta Allah´ın gayrinin üzerine haki­katlerin gizli[343] olması caiz olur. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «Allah Kıyamet gününde peygamberleri toplayıp şöyle buyurur : «— Ümmetinizi davet ettiğiniz de, size ne cevap verdiler » Onlar da «— Bizde hiç bir bilgi yok.

Şüphesiz ki, sen .bütün gaibleri kemal üzere bilensin derler.—»[344] kavl-i ce-lîlinde olduğu gibi. îsâ aleyhisseîâmm da şöyle dediğini Cenab-ı Hak, «Sen bana ne emrettinse, ben kendilerine ondan başkasını söylemedim...»[345] kavl-i celîlinde beyan buyurmuştur. Bunun üzerine o hususda Allah´ın kulunun da ilmi olacağı ifade edilmiştir. Halbuki onlar bu hususu bilmeyi ondan uzaklaştırdılar ve onu yalnız Allah bildiğini ikrar ettiler. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkinci yönü ise; gerçekten ahırette herkese verilen kitapları vardır ki, o kitaplar da Ademoğullannm amelleri, ve kendilerinden küçük ve büyük günahlardan geçen hususların hepsi yazılmıştır. O, eğer ihticac etme hak­kında olursa takdirde kâfidir. Eğer bildirme hakkında olursa Allah-u Te-âlâ´nm onları bilmesi Allah´ı onlardan müstağni kılmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır. ;

Dua hakkındaki âyet-i celîleye gelince; yine böylece o vasıf kendi­sinde bulunan kimse için dua etme ve kendisinde bulunan günahlardan[346] ona o husus hakkında şefaat etme caizdir deriz. Yoksa onların fiilleri bu olduğu vakitte onlara şefaat eder demiyoruz. Çünkü ilahi hikmette fiiller­den zikrolunan hususlardan dolayı onları azaplandırmak caiz olmaz. Bi­lakis o fiillerden dolayı onlar için sevapların en büyüğü ve yerlerin de en üstünü vardır. Bunun gibisi için mağfiret ve şefaat talep etmek birkaç yönden abes olur :

Birincisi: ilâhî hikmette o günah sebebiyle ona azap vermek[347] caiz ol­maz. Çünkü onlar Allah´dan zulmetmemesi ve haksızlık yapmaması[348] talep etmişler gibi olur. Bu ise, yaratılan en üstün bir fısktir İd, Allah-u Teâlâ´ya dua ve niyazda bulunmak şöyle dursun, onu fasık yapmak yerine çıkar. Yüce, kerîm ve hakîm olan Allah, bu sıfatdan berî ve münezzeh­tir.

İkincisi : Azaplanmış olmayıp, sevap görenlerden biri olan onun gibi­sinin hakkı, kendisinden hamd ve şükrün meydana gelmesidir. Duada ise bunun gizlenmesi ve ona karşı nankörlük yapması vardır. Bunun gibisi hakkında ne izin ve nede dua mümkündür. Tevfik Allah´tandır.

Üçüncüsü : Gerçekten bu, kendisine Cennet vaadolunarak Cennetle müjdelenmiş olan hakkındadır. Binaenaleyh onun gibisinin batıl olma­sı[349] kendisi haküanda cehalet icabettirir. Ancak vaktin açıklanmaması müstesna. Bu da acele etmekten ileri gelir. O, bizim büyük günah işle­yenler, eğer günahları kadarı ile azaplandırılmış olsaydı, o ilâhi hikmette adalet olur[350]. Bunun üzerine kendisinden şefaat talep eden bu hakkını al­mak suretiyle adaleti yerine getirmeksizin fazlu ihsanı ile şefaat eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Bekir El-Kîsâi[351] Allah-u Teâlâ´nın «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, di­lediği kimse için bağışlar.»[352] kavli ceîîli hakkında şöyle der : Gerçekten Cenab-ı Hak, dilediği kimseye mağfiretini vaadetmiştir. Sonra onu «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi Örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[353] kavl-i celîli ile kü­çük günahlar hakkında olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece vaîdin bü­yük günahlar için olduğu sabit olur. Vaad ise baki kalır. Onun hakkı vas-folunduğu şeye ihtimali olduğu için zikrolunan şeyde devamlı olarak bu­lunur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun üzerine biz ona bir kaç yönden cevap veririz :

Birincisi : Gerçekten senin zikrettiğin vaîd, emir ve nehyi küçümse­mek ve haramları helâl edinmeğe muhtemeldir. Binaenaleyh, bu âyet-i celile ile imrenilen mağfirete ait olan husus terkedilmez. Çünkü iki yöne müteveccih olan vaîdle ümitvar olmak ve tamah etmek zail olur. Veya­hut ta her ikisinde tevakkuf eder. Tamah ise, her iki vecihten biri hak­kında muhtemel olmak ve ihtimal bulunduğu için diğerine tama´ı menet­mekle olur ki, bu da tahakkümdür. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi: Hakikaten âyet-i celîle, mağfirete muhtemel olanla olma­yan arasında bir üstünlük[354] meydana getirme hakkındadır. Âyet-i celîle küçük günahlara tevcih edildiği zaman, sirk ismine tahsis edilmesi batıl olur. Ve işitme yeri karıştırılıp şaşırtılır. Vaîd emri üstünlük kılan yere gelen husus hakkında değildir. Bilakis üstünlük hakkım, vermek için ge­len şey, günahları örtmek ile mağfiretin zikredilmesidir. Günahları ört­mek de iyi ve güzel amellere verilen mükâfat veyahut kötü amellere veri­len ceza olur. Tıpkı, Allah-u Teâlâ´nm «Eğer siz, yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlarınızı örteriz. Ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[355] kavî-i celîlinde beyan buyurduğu gibi. Tev-5k Allah´tandır.

Üçüncüsü : Cenab-ı Hak «Kime dilerse» diye buyurmuştur. Bu ise, bağışlanan günahlardan değil; bağışlanmış olan kimselerden kinayedir. Bağışlanmış kimselerden kinaye olan âyet-i celîlenin, günahlara tahsis edilmesine sarfetmek caiz değildir. Vaîdi ifade eden âyetler, kimler hali­kında gelmiş ise onlar hakkında gerçekleşmiştir. Bağışlamayı ifade eden .iyet-i celîieler de varid olduğu şey hakkında gerçekleşmiştir. Onun vaîde sarfedilmeyip nazil olduğu hususa sarfedilmesi daha evlâdır. Tevfik Al-´ah´tandır.

Sonra, gerçekten Cenab-ı Hak «kimi dilerse» diye buyurmuştur. Kü­çük günahlar, sizce Allah´ın lûtfu ve ihsanı ile bağışlanmıştır. Yoksa vaad üe bağışlanmamış tır. Âyet-i celîle de bu hususu bildirmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile diyor ki : Küçük günah sahibi, o günaha ısrar edip işlediği zaman büyük günah sahibi olur. O fiil üzere ısrar etmek ise, ona gereken şey değildir. Çünkü lâzım olması mümkün olan fiil bulunmamak­tadır. Hatta ondan başka fiile geçip de fiil olmaz. Öyle ise küçük günah-´ara ısrar etmek ondan pişman olmadığı ve tevbeyi terk etmekten başka bir şey değildir. Şirk ve gayri olan günahların hepsi, onlardan pişman olup tevbe etmekle bağışlanmış olurlar. Buna göre onların âyet-i celîlenin lirk ve şirkten aşağı olan günahların arasında üstünlük ifade etmekte­dir, sözü batıl olur. Diğer âyet-i celîlenin de büyük günahlarla küçük gü­nahların arasındaki üstünlüğü ifade etmesi hususundaki sözleri de batıl 3İur. Hulâsa gerçekten her günah, cehennemde ebedi kalmayı icabeder. Ancak günahdan tevbe eden hariç. Bu husus düşünen kimse için açık ve seçiktir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Biri şöyle diyor : Allah-u Teâlâ´mn emrine muhalif olan her şey, Şeytan´m davet ettiği, husustan olup işlendiğinde şeytan memnun olur­sa, niçin o şeytana itaat olmasın. Kim ki şeytana itaat etmek için bir fiil işlerse, o kimse kâfir olup o ful ile şeytana biadet etmiş olur. Çünkü ken­disinden sadır olan bu iş, Allah´ın hükmüne karşı bir hüküm vaz etmek ve ona çağırmaktır. Ve kim ki şeytana ibadet ederse o kimse şeytanın kulu olur. Cenab-ı Hak, Şeytana ibadet edenlerin gidecekleri yerleri be­yan buyurmuştur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu mesele, hariciler ve Mu´tezî-lelerin, peygamberler ve Allah´ın seçkin kulları olan velilerin küçük gü­nahlar işlediklerini ikrar ettiklerinden dolayı onların meselesi değildir. Fakat bu mesele, bu mesele ile kâfir olmaları için şeytanın kendilerine vesvese verip o vesveseye kendilerini kaptırıp aldananlarm meselesidir. Çünkü o, biliniyor İd, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ve ona çağırdığı şeydir. Onların söylediklerine göre, şeytana itaat eden kâfir olur. Bu gibi çirkin duruma düşmekten bizi korumasını Cenab-ı Allah´tan dileriz.

Sonra ifade ederiz ki; bu hususta bir kaç vecih vardır :

Birincisi : Gerçekten her ne kadar şeytan onun işlenmesi İle memnun olup ve çirkin, uğursuz yaratılışı ve de kötü ihtiyarî ile lezzet duyarsa da bunda şeytana itaat bulunmaz. Çünkü fiili ile alıp verdiği şey, şeytanın emri ve ona çağırtması ile olmamıştır. Tâât ise, emir üzere eda edilen[356]dir. Yoksa hoşa gidip lezzetlenecek olan şeyle değildir. Çünkü Cenab-ı Allah´ın kullarına verdiği şeylerde, şehevî istekler ve onların hoşlanıp lezzet duy­dukları hususlar da vardır. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ´yı onlara itaat et­mekle vasfetmek, veyahut kulların Allah´a, fiilin yapılmasını emretme­lerine sahip olmaları mümkün değildir. Bunlar, gerçekten o veeih´in taatı bilme yolu olmadığına delâlet ediyor. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : Gerçekten dinler, itikat ve inançlardan ibarettir. Yapılan fiillerden değil. Çünkü inanç ve itikatlara hüküm verme ve galebe çalma cari olmaz. Mahlûkattan hiç bir kimse yoktur ki, diğerinin inanç ve iti­kadının bulunmasının gerçekleşmesi veyahut bulunmaması için kendi­sinden inancı menetmesinde hiç bir güç ve kuvvete sahip olsun. Çünkü inançlar, özellikle kalbin işidir. Çok kez lisanın, başkasının dilinin kul­lanmasına kadir olmaması bakımından bu hususlara ilişkisi olur. Onun kalbi de boylecedir. Diğer organlarına ise başkası kadir olur. Dinler, zik­rettiğimiz hususlardan ibaret olduğu vakit -ki iman ve küfür de din´dir-zikrettiğim şeyler, -eğer tâât din olursa, küfür de dindir- din olmaz. Bi­naenaleyh bu, benim zikrettiğim yönden nasıl taat olmaz

imamı Azam Ebıı Hanîfe´den, bu suale şöyle cevap verdiği rivayet edilmiştir : Senin zikrettiğin şey, onu kasdetmediği hal üzere vukubulma-nın hakkı değil, kasdetmenin hakkıdır. Kasdetmeğe taallûk eden işler de buna göredir. O da itikad ve inançların tertiplenmesi bakımından bizim beyan ettiğimiz şeye göre meydana gıkar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine gerçekten her mümin, herhangi bir şeyle Allah´a isyan ettiği hususa, kendisine galebe çalan şehevî ve nefsânî arzular, Öfke veyahut da kavmiyet asabiyeti veyahut bunların benzerleri ile itilmiş olur. Kendisinde meydana gelen şeyle bu iş olur. Böylece[357] o kimse bu fiil ile Rabb´isine isyan etmeği veyahut şeytana itaat etmeği kasdetmez. İtilmiş olmak´gi­bi zikrettiğim yönden o günahı işlemiş olur ki, onunla kendisinin kâfir olması gerekmez. Allah-u Teâlâ, ona itilmekten kendisini alakoyacak şe­ye onu malik ve sahip kılmış olmasından dolayıdır ttd, onu cezalandırır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Şöyle denmesi de mümkündür : O, Allah-u Teâlâ´nm kullarına olan bir fazlu ihsanıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, onun gibisi ile onlara, şeytana itaat edip, ona itaat ettiklerini gerektirmedi. Veyahut isyan etme halinde şeytana olan düşmanlıkları ile kendilerine ikram etmiş olduğu husustan üzerlerine o isyan işinin terki ağır geldi. Çünkü hiç bir kimse yoktur ki on­lar için şeytana Öfkelendiklerinden daha çok Öfkelenip kızsınlar. Onların yaratılışlarındaki hale ve akıllarına şeytana ibadet etme ve itaatta bulun­ma ismi şöyle dursun, onun hoşlanıp lezzet duyduğu işten daha ağır ge­len bir şey yoktur. Bunun içindir ki, Alîah-u Teâlâ onların günahların iki yönden bağışladı.

Birincisi : Onlara, şeytana ibadet ve taatda bulundun denmesini he­men menetmekle.

İkincisi : Kendilerine mağfiret olunmak için imrenmeyi vermek ve Allah´a isyan ettiği vakit şeytanın düşmanlığını Allah´ın rahmetine ter­cih etmek suretiyle şeytanın emrine râm olduğundan günahlarından vaz geçip mağfiret etmekle ki, o AUah kendilerine in´âm ve ihsanda daim ol­makla cûd ve kerem sahibi olduğu bilinir. Bu hususlardan dolayı en mü­kemmel ve tamam olan hamdü sena ona mahsustur.

Sonra gerçekten Allah´a itaata itikad ettiği, O´na ibadet edip ubu­diyeti bildiği, kaJjbi Allah´ın kendisine verdiği çeşitli nimetlerin büyüklü­ğünü anladığı zaman, sonra mahlûkatında ve onun hakkındaki megîeti-nin geçerli olmasındaki hikmetinden beyan buyurduğu şeyle kendi kud­ret ve hakimiyetini ona gösterdiğine nefsini Allah´a taat olmayan yerde, başkasına itaat etmeğe meyletmekten meneder. Onu Allah´ın gayrine ibadet etme ve yanlış olan bir anlayıştan korur. Kendisinden vaki olan fiilin kalbi bu hususa yattıktan sonra başka yere sarfedılmesi caiz değil­dir. İşte bu husus, kendisinin katmda bulunan dünya ve ahıretten olanı, kendisine hakim olan şehvetine veyahut ümit ettiği rahmete, veyahut da onu Allah´ın gayrine itaat etmeğe ve Allah´tan başkasına itaat etmeğe itecek olan şeye tercih ettirmiştir. Benim zikrettiğim şey ise, fiili anında kalbine lâzım olandır. Onun gibisi, ancak Allah´tan başkasına itaat etme­ğe ve müstahak olmayana ibadet etmeğe itikat eden kafirden, onu şey­tandan veya nefisten ona ulaştırana sarfetmesi olur. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Sonra Allah-u Teâlâ´nm vaîdi bu­lunan her şeyde asıl olan şudur ki, gerçekten onun hakikati akıllarda bir­birine zıt olanların hepsinin bildiği şeylerden olması bakımından sahibin­den çirkin olan yönden vald olur. Faile isim verilmek için gelen her isim de böyledir ki, gerçekten o[358] anlaşılmayan muhtelif manaları iktiza eder. O manalar, bütün yönleri üe çirkinlikte bir ölçüde olmaz. Yine faili de zemde de bir ölçüde bulunmaz. Bu ise, işitende bulunan bir ayıptır ki, onun yerleri­nin muhteHf olduğunu bilmeyi veren aklı ile kendisine lâzım olur. Onların arasını ancak ümmetin bulunduğu şeyle onu anlaması bakımından imti­han etmesi ile cemeder. Bunun üzerine onu elde ettiğini görür. Yahut naklî delilden varid olanın hepsini araştırmak ve imtihan etmekle arala­rını cemeder de onlar için gerçekleştiğini görür. Veyahut da onun hikme­tin bütün fenlerini ihata etmiş kılar da onun tahsis edilmesine imkân bu­lunmayıp sıkışır ve umuma sarf ettiğini söylemesini gerektirir kendisine. Hüküm hakkında, umumdan bir çıkışı elde etmesine gelince; muhakkak bilir ki, o eğer hikmette hak veya tedbirde vacip olsaydı dinsizlerin Kur´ân-ı Kerîm´de daha açıkça taan ve iftira ettiklerini ve Kur´ân-ı Ke~ rîm´in Rahman olan Allah tarafından gönderilmediğini söylemek için da­ha kolay yol bulduklarını görürdü. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur´ân-ı Kreîm´i «Onlar, halâ Kur´an´m Allah kelâmı olduğunu ve manâsını düşünmiye-cekler mi Eğer O, Allah´tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki, içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulunurdu.»[359] kavl-i celîii ile onu vasfetmiştir. Yine Cenab-ı Allah, şöyle buyurmuştur : «O´na ne Önünden, ne ardından (hiç bir suretle) batıl yaklaşamaz.»[360] «Hiç şüphe yok ki, Kur´ân´ı biz indirdik ve muhakkak ki O´nu tahrif ile tebdilden (de­ğişikliğe uğramaktan) biz koruyacağız.»[361] Sonra, kendisinde hüküm bulu­nanın ekserisinin geldiği yerin gayrine sarfolunmuş olduğunu ve umum ve husustan lafzın cari olduğu yerin gayrinde kullandığını gördü. İşte o, bu sözü ile Kur´ân âyetlerini, hikmetin yolunun gayrine sarfetti; ve ted­birin hak olduğunu giderdi. Allah-u Teâîâ, göndermiş olduğu deliline bu vasfın gelmesi ve delilinde bu tenakuzun bulunmasında yücedir; berî ve münezzehtir.

Sonra Cenab-ı Hak, övülen ve mezmum olan isimlerden gönderdiğini açıklamıştır ki, onlar, mutlaka sarfedilmesinin gerektiği zahir olur. Bi­nâenaleyh, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur, «Muhakkak ki iyiler naîm Cennetindedirler. Facirler (kâfirler) ise, Cehennem´dedirler.»[362] Sonra onları vasfederek şöyle buyurmuştur, «Hayır, (o hileye sapmayın, ahırcti inikâr etmeyin) Çünkü kâfirlerin (amel) defterleri (Siccîn adı verilen) bir kütükte tespit edilmiştir.»[363] Cenab-ı Hakk, bu âyetle başlayıp sûrenin sonuna kadar varan âyetlerde o isimleri beyan buyurmuştur. Bununla beraber Cenab-ı Hakk, vaîdle kastedilmiş olan mutlak faciri beyan bu­yurmuştur. Kendisinden olan şey, yalandır[364]. Çünkü onu ilminin bulun­duğu yerin gayrinde beyan etti. Sonra Cenab-ı Hakk, «Öyle ya mümin olan, hiç fasık (kâfir) olan gibi olur mu Onlar, müsavi olmazlar.»[365] bu­yurmuştur. Sonra mümin ile ne murad edildiği ve mümin´in gideceği yeri beyan buyurduğu gibi, fasık İle neyi murad ettiğini ve onun nereye vara­cağını da onun o günü yalanlaması ile beraber beyan buyurmuştur.

Cenab-ı Hak, «Allah, kâfirleri hidayete nasıl ulaştırır» diyen kimse hakkında şöyle buyuruyor : «Kendilerine apaçık deliller gelmiş ve pey­gamberin hak olduğuna şehadet getirmişken (bu) imanlarından sonra dinlerinden çıkıp küfre sapan bir topluluğu Allah, nasıl hideyet eulaş-tınr Allah, zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez. »[366] Ve yine Al­lah, şöyle buyuruyor : «Onlar şöyle derler : «Biz namaz kılanlardan değil­dik.»[367] Zekât vermeyenler hakkında da Cenab-ı Allah, «... Çünkü ben, Al­lah´a inanmayan ve topyekûn Ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terket-tim.»[368] buyurmuştur. Faiz emri hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyuru­yor : «Faiz yiyen kimseler, kendisine şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa, mezarlarından Öylece kalkarlar. Bu halde olmaları «Alış-veriş, aynen faiz gibi demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alış verişi helâl, ve faizi ha­ram kılmıştır. Bundan böyle kim, kendisine Rabbinden bir öğüt gelip faiz yemekten sakınırsa daha önce aldığı faiz ona bağışlanır, geri alınmaz ve bundan sonra onun işi (affedilişi) Allah´a aittir. Kim de haram olan bu ribayı helâl diye yemeğe dönerse işte onlar Cehennemliktirler; o ateşte ebedi olarak kalacaklardır.»[369] Yine Cenab-ı Allah faiz hakkında «Kendi­lerine yasaklanan faizi almaları...»[370] buyurmuştur. Gerçekten onlar, faizi helâl (kılmışlardır. Bu hususu Cenab-ı Allah, «... Alış-veriş aynen faiz gi­bidir dediler.»[371] kavl-i cehli ile beyan buyurmuştur. Yine böylece onlar, savaşma çağına ulaşmayan yetimlere mallarını vermiyorlar idi. Onlara ganimetlerden hisse de ayırmıyorlardı. Adam öldürme işi de böyle idi. Onlar, zulmederek ve hakka tecavüz ederek[372]adam öldürüyorlardı. Ve bu hususu Allah-u Teâlâ´nm «Elbirlik Allah´ın dinine sımsıkı sarılın, birbirinizden ayrılıp dağılmayın, Allah´ın üzerinizdeki nimeti düşünün ki, cahiüyet devrinde birbirinize düşmanlar iken o, sizin kalbleriniz arasında ülfet meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz.»[373]

kavl-i celîlinde zikrohman hususa göre adam öldürmeyi helâl görüyorlar ve haksız yere adam öldürüyorlardı. İşte bu an vaîdin hakikatlerinin yo­ludur ve kendisinde iman isimi verilmesinin iptal edilmesi gereken hu­sustur, îgte buna göre de Ahıret taksimatı vukubulur : Bir zümre Cennete, bir zümre de Cehenneme gider. Amel defterleri sağ tarafından verilen­ler, sol tarafından verilenler. Mümin olanlar, kâfir olarak Ahirete göçerler. A1lah-u Teâlâ´nm «Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun.»[374] kavî-i celî­linde onlar hakkındaki vaîd tahakkuk etmiştir. Ve çirkinlikte en son hadde ulaşan isimler, onlara gerekmiştir. Amma bu hadde ulaşamiyan kimse, onlar hakkında gelen vaîd bir kaç yönden meydana çıkar : Zikret­tiğim o hallerin ihtiyar edilmesinden korkutulması üzere veyahut eğer kendisi ile beraber iyi amellerden, ondan başka bir gey olmazsa o ameli ile cezalanması üzere. Veyahut da Allah-u Teâlâ´nm ilmi ve hikmetinde on­lar hakkındaki affedilmeye ve kendilerine seçkin kullarının şefaat[375] etme­lerine müstahak olmalarının bulunması üzere; veyahut Allah-u Teâlâ´nm onların günahlarım hasenatdan başkası ile örtmesi üzere; veyahut da şirk günahından günahı kadarmca azap çekmesi yönü ve son olarak da Allah-u Teâlâ´nm kendisine ikram ettiği ve dünyada Rabb´isine itaat et­mek için ona hidayeti in´âm etmesi ve bu husustan dolayı Allah´a hamd-ü Senada[376] bulunmasından dolayı kendisine sevap vermesi üzere tecelli eder. Kuvvet ancak Allah´tandır. [377]




Mes´ele s (İman Hakkında)



Bir zümre şöyle-diyor : İman, özellikle dille ikrar etmekten ibaret olup kalbde hiç, bir şey bulunmaz[378]. Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Biz Al­lah´ın izni ve tevfikı ile deriz ki; imanm hakikati kalplerde olan imanın olması daha gerçektir. Bu husus, aklî ve nakli delillerin hepsi üe sabittir. Naklî delü, kalpleri ile iman etmeyip delilleri üe iman ettik diyen müna­fıklar hakkında Allah-u Teâlâ´nm kavl-i celîlidir ki, O, şöyle buyuruyor : «Bedeviler : «— Biz, gerçekten iman ettik, dediler (Ey Resulüm, onlara) de ki : Siz kalplerinizle iman etmediniz. Ancak biz, (kılıç korkusundan ve îslâm nimetlerinden faydalanmak için) müslüman gözüktük, deyin. Heniz iman kalplerine girmemiştir. Eğer Allah´a ve Peygamberine itaat ederseniz, sizin amellerinizden (Allah) hiç bir şey eksiltmez...»[379] Cenab-ı Allah, bu kavli ile kalplerinde iman olmadığı vakitte onların sözlerinin iman olmasını iptal buyurmuştur. Diğer bir âyet-i celîlede Cenab-ı Hak, «İslama girdiklerini senin başına kakıyorlar (Ey Resulüm, onlara) de ki : «— İslâm oluşunuzu benim başıma kakmayın. Doğrusu sizi imana hida­yet buyurduğundan Allah, sizin başınıza kakar; Eğer (imanınızda) sa­dık kimselerseniz.»[380] beyan buyurmak suretiyle haber veriyor ki, eğer gerçekten onlar iman ettiklerini iddia ettikleri şeyle Allah´ın hidayeti ile müminler olsalardı sözlerinde sadık oldukları zaman müminler olurlardı. Eğer iman ancak dille olsaydı onu söyledikleri vakitte tasdik etmiş olurlardı. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor : «Ey iman edenler, size, mümin ka­dınlar muhacir olarak geldikleri vakit, kendilerini imtihan edin; imanla­rını Allah, (sizden) daha iyi bilir...»[381] kavl-i celîli ile gerçekten Allah-u Teâlâ´nm o kadınların imanlarını daha iyi bildiğini haber vermiştir. Eğer iman ancak dil ile söylenen sözden ibaret olmuş olsaydı her işiten ilim hakkında[382] bir olurdu. Yüce olan Allah «Sizden olduklarına dair kesin ola­rak Allah´a yemin de ederler. Halbuki onlar, sizden değillerdir...»[383] bu­yurmak suretiyle onların bu hususta yalan söylediklerini haber veriyor. Yine Cenab-ı Hak, «Rabb´in hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şey­lerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiç bir dar­lık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, iman etmiş olmaz­lar.»[384] buyuruyor. Eğer iman, lisandakinin gayri olmamış olsaydı, nefis­lerde darlık bulunmasıyla imanlarını nefyetmiş olmazdı Allah. Allah-u Teâlâ «Sizden her kim hür olan mümin kadınları nikâh edecek bir zen­ginliğe kudreti olmazsa, ona da ellerinizin altındaki mümin cariyeleriniz­den efendilerinin rızası ile nikahlanmak var[385]. Bundan sonra da «Allah imanınızı çok iyi bilendir.»[386] buyurarak gerçekten iman yalnız Allah´ın bildiği bir hakikat olduğunu beyan buyurmuştur. Yine yüce olan Allah, «İnsanlardan bir kısmı vardır ki, biz Allah´a ve Kıyamet gününe inandık derler. Halbuki onlar iman edenler değillerdi.»[387] buyurup onların dille dediklerine kalbleri muhalefet ettikleri zaman, dilleri ile söylediklerinin iman olmasını nefyetti. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Zülcelâl, müminlere devamlı olan bir sevap vadetmiş-tir. Münafıklara da, Cehennemin en aşağı tabakasında bulunacaklarını haber vermiştir. Eğer onların açığa vurdukları şey, hakikatte iman ol­muş olsaydı, onun hakkı küfür için verilen azabın üzerine ziyade kılın­mak değil, vaadolunmuş olan cennet olurdu. Cenab-ı Hak, «(Kanaatlarm-ca kalblerinde olan küfrü örtmekle) Cenab-ı Allah´ı ve müminleri aldat­tılar...»[388] buyurarak izhar ettikleri imanlarını Allah-u Teâlâ´ya aldatma kılmıştır. Kim ki, islâm dinine, peygamberlere, Allah´a ve Allah´ın peygamberlere verdiği kitaplara ve tebliğ etmelerini emrettiği hususlara, olan imanın hakikati ve derecesi Allah´ı aldatmakla elde edileceğini iddia ederse o kimse Allah´ın dini hakkında en büyük kelâm etmiş olup Rabb´i-ni bilmeyen bir cahildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah Azze ve Celle, «Onlar için mağfiret dilesen de, mağfiret dile-mesen de haklarından müsavidir; Allah o münafıkları asla bağışlamaz...»[389] ve «Harcadıklarının, onlardan kabul edilişine engel olacak şudur : Al­lah´a, Peygamber´e küfretmeleridir...»[390] kavl-i celîli ve bunlardan başka âyetlerle münafıkların kâfir olduklarım haber vermiştir. Küfür, imanın zıttıdır. îman ile küfüre son veririz. Zira Cenab-ı Hak Kur´ân-ı Kerîm´in-de «(Ey Resulüm), O küfredenlere, de ki : «— Eğer peygamberlere düş­manlıktan vaz geçerlerse geçmişteki günahları bağışlarız.—»[391] buyur­muştur. Yine Cenab-ı Hak «Onlar ki, Allah´la beraber, başka bir ilâha ibadet etmezler; Allah´ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zi­na yapmazlar; kim de bunları yaparsa günahının cezasına kavuşur. Kıya­met günü de azabı katmerleşir ve bu azap içerisinde hakir olarak ebedi kalır. Ancak tevbe eden ve iman edip de salih amel işleyen kimse müs­tesnadır. Çünkü bunların kötülüklerini Allah, iyiliğe çevirir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir[392]. Böylece sabit olur ki, hakikatte ve incelendiği zaman münafıkların kâfir oldukları ve sözlerinde yalancı ol­dukları anlaşılır[393]. Çünkü Cenab-ı Allah, «Allah şehadet ediyor ki, müna­fıklar tamamen yalancıdırlar.» (Münafikm, âyet 1.) buyurmuştur. Yine AUah-u Zülcelâl «O gün de ki, Allah onları hep diriltecek de, bütün yap­tıklarını kendilerine haber verecektir.»[394] kavl-i celîli ile onların yalancı olduklarını haber vermiştir. Onlardan sadır olan islâm sözünü kalbieri ile inkâr ettiklerinden sözlerini yalan kılmıştır. İman, lügatte tasdik ol­duğu halde kim ki onu iman kılarsa bir şeyi kendi zıddı olan husus olarak kılmış olur ki, böyle yapmak batıl ve fasittir. Cenab-ı Hak, «Boşuna öşür dilemeyin, siz iman ettiğinizi söyledikten sonra içinizdeki küfrü açığa vurdunuz...»[395] «Yanlarına döndüğünüz zaman kendilerine yüz çevirirsi­niz, (ayıplamayacaksınız) diye size kargı Allah´a yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin.»[396] «Diyorlar ki, (Eğer bu savaştan) Medine´ye bir dönersek kuvveti ve şerefi çok olan (bizler), zayıf ve düşük olanı (Mümin-rel topluluğunu) oradan çıkaracaktır. Halbuki kuvvet ve üstünlük, Al­lah´ın, Resûlü´nün ve Müminlerindir; fakat münafıklar bilmezler.»[397] bu­yurarak onların kâfirler olduklarını, kuvvet ve üstünlüğün kimde oldu­ğunu bilmediklerini, kuvvet ve üstünlüğün Allah´ın Resûlü´nün ve mü­minlerin olduğunu haber vermiştir. Eğer onlar müslümanlardan olmuş ol­salardı, kuvvet ve üstünlük de onların olurdu. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Allah-u Teâlâ «Kalbi iman ile kararlaşmış olduğu halde (küfür ke­limesini söylemeğe) cebredilen (ve böylece yalnız dilleri ile söyleyenler) müstesna...»[398] buyurmuştur. Cenab-ı Allah, iman kalbde olandan -ibaret olmadığı zaman onlar için küfrü lisanla olanı kılmazlardı. Allah onu kaîb-deki imanla menetmigtir. Böylece kalbin imanın yeri olduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.

Kâfirlerin dille şahadet getirip iman etmelerine dek müslümanların onlarla savaştıkları, dille ifade edilen şahadet kelimesinin iman olduğuna veyahut kalbîerle imanın olmayacağına delil değildir. Bilakis o delil, ifa­de edilen imanın delili ve telaffuz edilen cümledir. Binaenaleyh ibarenin icabettirdiği hususla kendisini bilmeye bizim için bir yol bulunmayanlarda zahiri olan hükümler hakkında onlarm dille ifade ettikleri iman hakkındaki sösleri kabul edilir. Mahlûkat arasındaki işlerin umumu ona göredir. On­ların işleri her ne kadar kendilerinde başka hakikatler bulunsa da, bu husus mahlûkatm anlayabilmelerine güçleri olmağa muhtemel olan şey üzerine hamlolunmuştur. Bununla beraber bizim beyan ettiğimiz hususlar buna delalet etmektedir. Kâfirlerle müminlerin arasını bildirme ve çeşitli...[399] hu­suslarla veyahut her ne kadar o küfür ve islâm değilse de, ehline hitap et­mek suretiyle tevarüs edilen iş böyledir. Dil üe ifade edilen cümle de onun gibidir. Bizim imanı bilme hakkında âyetlerden beyan ettiğimiz husus ve kendisi halikında naslar varid olan hususlardaki kalblerin işi buna gö­redir. Bisim üzreinde bulunduğumuz mevzu da onun gibidir. Allah-u alem.

Küfür kelimesini söylemeye cebredilen kimsenin işi ve durumu ve Allah´ın Nebisi´nin (s.a.v.) «O´nun kalbinde bulunanı ancak dili ifade eder.»[400] Hadîs-i Şerifi de ona göredir. Mülkler, Şahadetler, Zahiri işleri kendisi ile bildiği hususla dinlerde tesis edilen mezheplerin çeşitleri, be­nim zikrettiğim şeye göredir[401]. Kabul etmenin hükmü de onun gibidir. Ba-zan Allah-u Teâlâ´nın, Müslümanlara, Kâfirlerin cizye vermeleri için on­larla savaşmalarını ve bazan da Allah´ın kelâmını işitmelerine dek onla­ra aman vermelerini emrettiğini görürsün. Bu hususta, Kâfirlerin, Müs­lümanların araşma terkediidiği görülmektedir. Evet onlar, kendi işlerine bakmaları, verecekleri hükümler hakkında düşünmeleri için müslüman­ların arasmda yaşarlar. Böylece bu işleri üe imanın hakikatini öğrenirler. Her ne kadar kalelerine imanı sevdirmek, birbirine zulmetmek ve çeşitli fesadları defetmek gibi hususların bulunmasından dolayı imanm kalble-rinde tesis edilmesi muhteanel değilse de. Ancak Allah´ın hidayeti ile kalblerinin imana ısınmasından, islâmı kabul etmelerinin muhtemel ol­ması hariç. îşte Allah´a imanı izhar etmeleri, müminlerin katında bulu­nan hükümleri kabul etmek suretiyle müslünıanlara icabet etmeleri de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra onlara denir ki; dille ifade ettikleri şahadet kelimesi ile hü­kümlerin zahirî hakkında mümin oldukları hususu, bunun onlara has ol­duğuna delil olursa, niçin onunla onları mağfiretten, iman için vadedilen devamlı nimet ve bitmez, tükenmez sevaptan malınım kılıyorsunuz Son­ra hakikatte onlarm ibadet etmelerinin caiz olmaması ve onunla Allah´ın fazlu ihsanına nail olmamaları, onların dille şahadet getirmelerine rağ­men mümin olmadıklarına delildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra onlara şöyle denir : Allah-u Teâlâ «Ey Müminler, önce kâfir­lerden size yakın bulunanlarla savaşın.»[402] «... Bununla beraber Müşrikler sizinle toptan harp ettikleri gibi, siz de onlarla toptan harbedin.»[403] «O, ha­ram olan aylar (Zilhicce, Muharrem, Safer, Rebîülevvel) çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız Öldürün.»26 buyuruyor. Onlarla giz­lenmiş oldukları husustan değil, şirk ve küfürden açığa vurdukları şey üzere savaş yapılır. Bununla şirk ve küfrün kalblerde olmaması vacip değildir. Öyle ise, onların iman etmelerine dek savaşmakla emrolunmalr, sonra her ne kadar imanın gerçek yeri kalb ise de dille imanı izhar ettik­leri zaman savaştan men olunmaları uzak olmaz. Çünkü imanın kalbde bulunması bunu menetmez. Tevfik Allah´tandır.

Sonra, Peygamber Aleyhisselâım´ın «Ben insanlarla onların Lâilahe>-ülellah demelerine dek savaşmakla emrolundum.» Hadîs-i Şerifi hakkın­da onlara denir ki : Ondan maksad «Şahadet getirinceye kadar» olduğu rivayet ediliyor. Her iki şahadet, imanın hakikatini değil, katli menetme­ğe sebep olur. Tevfik Allah´tandır.

Akla gelince; akılsız olana dinde teklif olmadığı için o, dindir. Din­ler, inançlarla tesis edilir. Dinî inanç ve itikatların bulunduğu yer ise, kalblerdir. Lügatta imamn manasının tasdik olması ile beraber mezhep­ler de böyledir. Kendisinde cebr[404] ve Kahr´a muhtemel olmanın hakikati kalbde olan dindir. Zira onun üzerine mahlûkattan hiç birinin hükmü cari olmaz. Bu hususta genel[405] olarak ifade edilirse denir ki, gerçekten lisanla söyleme bulunmaz. Bununla beraber hak olan din, ne bir kimseden ve ne de bir kimseden, Allah´a ve peygamberlere olan iman kaldırılır. Bi­naenaleyh, imanın yerinin kalp olduğu sabit olur. Bununla beraber hitap halinde imtihan olunan muhatabdan iman fiilinin bir halle ve mahlûkat üzerinden onsuz geçen vakitlerin umumunda dille yok edilmesi mümkün değildir. Hatta hallerden öyle haller vardır ki, o hallerde «ben kitablara, peygamberlere, öldükten sonra tekrar dirilmeğe ve bunların benzerlerine iman ettim» demesi nehyedilir. Meselâ namazda olması gibi. Bu halde İken o sözlerden birini söylemesi yasaklanır. Dini islâm da söylenmez. Çünkü bunlar onun ibadetini bozar. Allah-u Teâlâ, iman ibadetten caiz olması için şart koşmuştur, imanı daimi olarak bulunmasını da şart kıl­mıştır. O, bozulup değişmez; kendisinde değişikliğin bulunması caiz ol­maz. Böylece imanın Kerramiyelerin sandıklarının gayri olduğu sabit olur. Oysa ki gerçekten Cenab-ı Allah, kalblerdeki imamn derecesini yük­seltmiştir. Hatta onu derecelerin en üstünü kılmıştır. îmanı bütün ha­yat ve iyi amellerin kendisi ile yapılan husus kılmıştır. Onun bulunması anındadır ki, ancak ibadetler, sahih olup kabul olur. Vasfettiğim hususa muhtemel olan şey, diller değil, ancak kalblerdir. Bunun içindir ki, kalb-lerin imanın yeri olması daha lâyık ve daha doğrudur.

Sonra gerçekten iman ile hitap, akıllara gerekir. Kendisi ile bulunan manın hakikati bakmak ve düşünmekle bilinir. Bu ise kalblerin işidir. Binaenaleyh, iman da bunun gibidir. Bununla beraber lisanlar, âyetler­den başkaları gibi kullanılır ve onlarla haber verilir. Allah-u Teâlâ «Ciz­ye vermeyi kabul eden kitap ehlini (Kâfirleri) islâm dinine girmek için zorlamak ve onlara cebretmek yoktur..»[406] buyuruyor. İmanın hakikati­nin c&bredilen ve zorlanan şeyde kılınması caiz değildir. Yüce olan Allah şöyle buyuruyor : «... Artık kim azgınlığa ve sapıklığa sevkedenleri ta­nımayıp da, Allah´a iman ederse, o muhakkak ki kopması mümkün olma­yan en sağlam kulpa tutunmuştur.»[407]. Sapıklığa sevkedenleri tanıma­mak, onları inkâr etmek, özellikle dille olan değildir. İman da bunun gi­bidir, Yüce olan Allah´m şu kavl-i celîline bakmaz mı : «Sana indirilen Kur´ân´a ve senden önce indirilen Kitaplara iman ettik diye boş iddiada bulunanlara bakmayınız. O, azgın şeytana muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onu (Şeytanı) tanımamakla emrolunnıuşlardır. Şeytan ise, onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister[408]. Böylece meyletmek ve muha­keme olmak, her ne kadar imanın kendisi ile bulunduğu şeye iman etti­ğini boş olarak iddia edip dili ile haber veriyorsa da küfür için terkolur. Tevfik Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nın kitabı olan Kur´ân-ı Kerîm´in muhtelif yerlerinde «Ey iman edenler»[409], kavl-i celîli ile hitap varid olmuştur. Her ne kadar O, kendisine hitap geldiği vakit iman fiili için dilini kullanmamış ise de[410] âyet-i celîlenin kapsamında olan iman ve İslama mensup olan hiç bir kim­se yoktur ki, kendisinin onun kapsamında bulunanlardan olduğunu şüpha etsin. Binaenaleyh bununla kendilerine isim verdiği imanın hakikati on­larda hitap vaktinde mevcud idi. O ise ancak kalble olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu nevide öyle âyetler vardır ki; muhtelif mezhepler olmasına rağ­men Mu´tezile, Hariciler, Kerramiyye ve Haşeviyyelerin mezheplerini nak­zeder. Tıpkı yüce olan Allah´ın şu âyet-i celîleleri gibi. «Ey iman eden­ler; niçin yapmayacağımz şeyi söylersiniz Yapmayacağınız şeyi söy­lemeniz, Allah katında buğz bakımından çok büyüktür. Biliniz ki Allah, kendi yolunda (aksamı) birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.»[411] «Ey iman edenler! Size ne oldu ki, size : «—Al­lah yolunda topluca savaşa çıkın, seferber olun.—» dendiği zaman yere ve meskenlerinise meyledip ağırlagtimz ...»[412] «Sise ne oluyor ki, Medine´­ye hicret edemiyerek, Mekke´de biçare kalıp : «— Ey Rabb´imiz! Bizi halkı zalim şu memleketten çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize kendinden bir yardımcı yolla» diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğ­runa Allah yolunda düşmanla çarpışmıyorsunuz.»[413] «İman edenlere, vak­ti gelmedimi ki, kalbleri Allah´ın zikrine ve inen Kur´ân´a saygı ile yu-muşasm-..»[414] buyurarak, Allah Azze ve Celle, onu yaptıklarından dolayı onlara sitem etmiştir. Onda vaîdin en büyüğü olduğu halde ´kendilerinden iman ismini gidermedi. Bilakis iman ile hitap buyurup onlara sitem etti. Veliler arasında vukubulan noksanlıktan dolayı olan sitemleşme de aklen böyledir. Bu husus, düşmanlar arasında karşılıklı deliller getirme ve sa­vaşma şeklinde tezahür eder. Böylece onlarda imanın baki kaldığı zahir olur. Ve onu imandan çıkaran ve tekfir edenin sözü de batıl olur. Böylece Allah-u Teâlâ´yı ve Resulünü tasdik edenlerden hiç bir kimse yoktur ki, o âyetlerin kapsamına girdiğini bilmesin. Binâenaleyh imanın sınırı bili­nenin ismi olduğu onu dili ile soyliyen herkesin anlamış olduğu[415] sabit olur. Bunun üzerine o hitabın farzlardan terkedilmiş olanlar üzerine ol­ması ile beraber, iman taatlerin hepsinin ismidir diyen kimsenin sözü batıl olur. Eğer iman, taatm hepsinin ismi olsaydı, kendilerine şöyle hitap edilmiş olurlardı : «Ey imanın bir kısmı ile iman edenler, yahut imanda istisna ile beraber iman edenler» bu gibi olanlarda muttaki ve salih olan­ların isimleri ile sitemleşmek doğru olmadığı gibi, imanın ibadetlerin, hepsine değil, bazısına mahsus bir isim olduğu sabit olur. Sonra âyet-i celîlenin geldiği vakit onlardan hiç bir kimse yoktur ki, onların imanı li­sanla ifade ettiklerini bilmesin. Binâenaleyh, gerçekten imanla isim ver­mek var idi. Çünkü o, kalp iledir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [416]


Mes´ele (İman Marifet Midir, Yoksa Kalp İle Tasdik Midir )



Bir grup insanlar, imanın kalp ile tasdik olmadığını, kalp ile ancak hususi bir marifet olduğunu sandılar. Asıl olan şudur ki, iman, lügatte tasdiktir. Küfür de yalanlama veyahut örtmedir. İfade edilen söz ile bi­linene delâlet eden müstesna, onu üstün kılacak bir şeyle ona işaret et­meğe kadir olmasa da iman, kalp ile tasdiktir demek doğru olur. Haki­katte marifetin (bilmenin), zıttı bilmemek ve cehalettir.

Marifet bakımından bir şeyi inkâr eden veyahut bilmeyen yalancı değildir. Çünkü o, «Kavm inkâr edicidir», demenin onlar bilmiyorlar de­mek olduğunu ifade eder. Kendisinin yalancılık ile vasfolunmadığı lıer hakkı bilmeyen de böyledir. Gerçekten tahkik edildiğinde kalp ile olan imanın, marifetin gayri olduğu sabit olur. Bununla beraber cehalet çok kerre insanı yalanlamağa gitmesine sebep olduğu gibi marifet de tasdik etmeğe yönelten sebebtir. Gerçekte kendisinden başkası için olmayan her manâ böyledir.

îman, marifettir demek, iman ancak marifet anında tasdiktir diyen kimsenin sözü de buna göredir ki, marifet insanı tasdike götürür. Bunun içindir ki, onunla isim verilmiştir. îmanın; Allah-u Teâlâ´nm hibesidir[417]. Onun nimeti ve rahmetidir; kendisi ile başarıya ulaştığı şeylerden ben­zerleri ile vasfolunan gibi. Yoksa o hakikatte Allah´ın füli değildir. Fakat îmanın hakikati o sıfatlardan hali kalmaz. Bunun içindir ki, Allah´a nis-bet edilmiştir. îlme, marifete isnad ve izafe edilme işi de bunun gibidir. Tıpkı müminin her hatasına cehalet, kâfirin her günahına nisyan den­diği gibi. İşte böylece müminin cehalet üzere olduğu şey, helâl kıldığı o hususa lâzım olma, veyahut nisyan iledir, veyahut her unutulanın ter­kedilmiş olması ile olur. Bunun için onunla kendisine isim verilmiştir. Yoksa kendisi onun hakikatinin ismi değildir. Tevfik Allah´tandır.

Buna göre, «Peygamberlerin (a.s.) hepsine iman ettim.» demek caiz olur. Amma «Peygamberlerin hepsini kalp ile bildim» demek caiz olmaz. Cenab-ı Hakk´ın «Kalbi iman ile kararlaşmiş olduğu halde, (küfür kelimeşini söylemeğe) cebredilenler (ve böylece yalnız dilleri ile söyleyen­ler) müstesna, Kim Allah´a küfrederse, onlara şiddetli bir azap vardır...»[418] buyuruyor. Eğer kalbde marifetten başka bir şey olmamış olsaydı o ma­rifet küfür ifade etmiş olmaz idi. Ve onun hakkındaki şart bir şey ifade etmezdi. Bazen kişi cebri ortadan kaldırmak için, onu kendisinden yok etmek maksadı üe kendi katında hak olmayanı ihtiyar eder. Kalbinin yatışması, onun hakkıdır. Cenab-ı Allah´ın İbrahim Aleyhisselâm´a «... Al­lah : «__Ölüyü dirilttiğine inanmadın mı » buyurdu. İbrahim, «— Evet,

inandım. Fakat kalbim tam yatışsın diye sordum, dedi.»[419] hitap buyur­duğu kavl-i celîli de böyledir. Bu hususta ancak «Benim haberime inan­madın mı Yahut bildiğine inanmadın mı » denir. Buna cevaben «Evet inandım» der. Fakat «bilmedin mi » denmez. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Hakikaten, marifetler çok kez sebebsiz olarak eşyada vaki olurlar ki, onlarla iman vasfolunmaz. Allah-u Teâlâ´nm, «... Artık kim, azgınlı­ğa ve sapıklığa sevkedenleri tanımayıp da Allah´a iman ederse o muhak­kak ki, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur.»[420] kavl-i kerîmi de böyledir. O azgınlığa ve sapıklığa sevkedenleri çağırdıkları hu­susta onları yalanlamak, Allah´a da iman etmektir. Amma bu sözle değil; fakat kalp ile olan inkâr ve yalanlamanın hakikati ve kabul ile Allah´ı tasdik etmek ile olur. Bu hususta asıl olan şudur ki; her bir şeyi bilme­yeni, yalanlamakla bir şeyi bileni de tasdikle vasfolunmaması bilinen emirle sabit olmuştur. Fakat ne var ki, marifet tasdike götürür. Cehalet de yalanlamağa. Bunun içindir ki, hakikat olarak değil, sebep olma yönün­den onunla isim verilmiştir. Allah-u a´lem. [421]

Reply


Messages In This Thread
RE: imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 3. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 12:26 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)