Thread Rating:
  • 211 Vote(s) - 2.85 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 2. Bölüm
#2
Mes´ele (Îlim Ve Nazarı Reddetme)


Bir grup insan der ki : Bakmayı terketraek daha doğru ve kur­tuluş yoludur. Çünkü bakan kimse hakkı elde etmekten emin olmaz. Sonra bakmakta kendi nefsine delil kapısını açmış olur ki, eğer ondan kaçınmış olursa helak olmaktan emin olur. Eğer o olmasaydı sandığı şeye varmak için kendisine yol açılmazdı. Veyahut Allah´a delil getir­mek için kendisini ilzam eden bir bâtıl ile karşı kargıya bulunmazdı. İşte bu bakımdandır ki, helâktan emin olmak için bakmaktan imtina eder. Çünkü düşünmek, bahsetmekle gerçek olanın kendisine açılan ve görülen hususun olduğunu bilmeye mecbur kıldığı şeyi murad etmeyi intaç eder. Bununla beraber Rahman olan Allah´ı hatırlama işinde şek ve şüpheye düştüğü gibi şeytanı hatırlamaktan da kaçınır. Bakmak ve bahsi terketmekte bu hususlardan emin olmak vardır. Çünkü kendisi­ne ayırt etmesi lâzım gelen bir şey inkişaf etmemiştir. Ve kendisini talep etmeğe sevkedecek bir şeyi de zihninde düşünmemiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bakmak ve bahsetmeyi lüzumlu gören kimse şöyle der : Bu husu­su terketmekte muhakkak ve imkânsız olarak helak olma vardır. Çün­kü bakmanın lüzumlu olması onun bakmasının tekaddüm etmesinin aka­binde değil, bilâkis bakma ve bahsetmenin vaki olduğu şeyin ardmca-dır ki, o da kendisi ile güzel olanlarla kötülüklerin bilinmesi mümkün olan akıldır. O akıl iledir ki, kendisinin diğer hayvanlardan üstün oldu­ğunu bilir. Ve yine onunla mahlûkatm tedbirini ve idare işini icraya[30] malik olan Allah´ı bilir. Bununla beraber dünya hayatının lezzetinden nail olduğu şey ile, kendisinde terkip edilen baki kalma isteği ve yok olma sebeplerinin büyük elemlerini duyması ile fani olması ve dağınık bulunması gibi şeyleri zihninin ve zekâsının kendisine getirdiği husus­ları da bilir. Öyle ki, eğer ondan itiraz ederse muhakkak ki, kendisine mülâim olanı1 idrak etmekten bahsetmek ve kendi nezdinde daha istekli oîan en lezzetli şeylerin baki kalmasını bahsetmesi lâzımdır. Bu, öyle bir şeydir ki, onun aklı, ruhunun eşyalarla imtihan olma tehlikeleriyle karşı karşıya kalmasını aklı kabul etmez. Çünkü bu husus kendisine zararlı olanları bildirecek şeye yöneltmezdi ki, onlardan korunsun ve menfaath olanları da bildirmezdi ki onu celbetsin. Bu husus ya habe­rine güvendiği kimseyi öğrenmek için araştırmakla veya ona delâlet eden §eyde ihanetini bilmekle olur. Bunun için bu hususların hepsinde kendi reyi olmuş olur. Veyahut, az olduğu için kendisi gibisinden helak olmaktan emin kılacak şeyden, sonucunu kendisine gösteren az bir ijeyle kendisini imtihan etmeye çaba harcamasıyle bilir. Böylece her ikisini birden bahsetme lüzumu hâsıl olur.

Bununla beraber, şehevî isteklerden kendisinin yaratılmış olduğu şe­yi, istemediği hususlardan kendisine isabetini istemediğinden, nefsinin lezzetli şeylere kendisini sevk edecek ve kendisine elem, keder getirecek hususu bilmemesi, kendisini böyle kılan şeyle kendi haline bakmağa mec­bur kılar. Veyahut, ebediyyen kendisi böyle mi idi Yahut hangi yönden ve ne şekilde kendisi böyle olmuştur diye bakmak zorunda kalır. Kendi ge­lişme ve oluşmasını bilmesi için, kendi hallerine bakmayı terketmesini menedecek bazı düşünce ve anılardan hâli kalmaz. Kendisinde bulunan hususun, kendisinde bulunmasının sebebini yahut kendisindeki bu halle­rin kiminle idare olunduğunu bilmesi için bakar. Bununla beraber, kendi salâhını veya fesada uğramasını meydana getiren hususu kendisinde bu­lunan nimetleri, kendisinden zararlı olan şeylerin reddedilmesini, muhak­kak bilmesi gerekir. Bunların hepsinde bakma mecburiyeti ve delilin lâ­zım olması ciheti bulunmaktadır. Tevfik Allah´tandır.

Bununla beraber yakınen bilir ki, kendisini kaplayan bu bakmayı terk etme işi şeytanın vesvesesinin ta kendisidir. Zira bu şeytanın işidir ki, şeytan bununla onu, aklının semeresinden faydalanmaktan engeller; ve kendi nezdinde bulunan iyi fırsatlara kavuşturacak, istediğini elde edecek olan güvencesini sarsar. Bunun bir vakıa olduğunun delili, eşyayı düşünmek için akim kullanılması sonuçlardan ve başlangıçlardan gizli olan hususları bilmesi için olmasıdır. Sonra kendisine, onların hadis ol­duğuna ve o hadislerin de bir muhdisi bulunduğuna delâlet eden[31] şey, ken­disini nefsin şehevî, isteklerini yerine getirmekten meneder ve onun ger­çekten Şeytanın vesvesesi ve işi olduğunu bildirir. Oysa ki azalardan biri ni kendilerinde bulunan faydalardan alakoymak ve faydalanmayı ihmal etmek caiz olmadığı gibi, onları amellerinden jmenetmek de asla doğru değildir. Bilakis azaları, zararlı yönlerden menetmek, onları faydalı yer­lerde kullanmak vacibtir. Öyle ise, zarar ve menfaatlerin kendileriyle bi­linen akıl ve bakmanın ihmal edilmemeleri, muhakkak ki daha doğru ve daha evlâdır. Bununla beraber, kendisine anlama ve hatırlama geldiği zaman bakan üç hasletten hâli kalmaz :

1- Ya bakması, kendisinin, hadis olduğunu, kendisinin bir muh­disi, bir var edeni bulunduğunu, Onun iyi amel karşılığı sevap ve mükâ­fat verdiğini, kötü amel işleyeni cezalandırdığını, azap verdiğini bilmesi­ne götürür; böylece onu öfkelendirecek şeyden içtinap[32] eder, onun razı olduğu hususa yöneltir de kendisini mesud[33] ve bahtiyar ederek âhiret şereflerine nail kılar.

2- Ve yahut, zikrettiğimiz şeyleri kabullerûneyip nefyeder ve çe­şit çeşit zevk ve lezzet veren hususlardan faydalanarak yaşamasına bakar. Azap ise onu ahirete tehir ederek orada olacağına intizar eder. Veyahut bunların icap ettirdiği azabın hakikatini bilmek ve öğrenmek için tüm ilim kapılarını kapamağı dilemeğe sevkeder. Böylece kalbi müs­terih olur. Hiç bir endişeye kapılmaz. Düşünüp anîıyacağı, anlayıp kor­kacağı zaman kendisine gelecek olan korku yok olup gider, insaflı dav­randığı zaman bakmakla, her yönden kârlı olduğunu bilir. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Eğer «Allah-u Teâlâ´nıri kulun akliyle anlamdaığı geyi ona emret­mesi caiz olunca; anlamadığı şeyle ona hitap etmesi niçin caiz olmaz » denirse cevap olarak denir ki : Her ikisinin arasında hiç bir fark yoktur. Senin zikrettiğin şeyin ona söylenmesi caiz olmaz. Alîah-u Teâlâ´nın, ya aklı onun anlaşılmasına vazifeli kılar veyahut işitmeye hitap edip, em­rettiği hiç bir şey yoktur ki, onun anlaşılması için bir yol göstermesin. Kim ki, kendi imkân ve ihtimali dahilinde bulunması sebebiyle onu anlamaktan mahrum olursa o kimse emrin dışında bulunur. Fakat anlama usullerinin cihetleri muhteliftir. Onların gerçekten hangi neviden olduk­ları bakmak ve düşünmekle bilinir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Eğer dese ki : Dünyada kulun efendisine : «Benim işimin seni öfke­lendireceğini bilmiyordum. Eğer ben bunu bilseydim yaptığım işten mut­laka kendimi menederim,» demesi en kabul olan ve en geçerli özür olun­ca, b.u husus Allah´ın hikmetinde niçin kabul olunmuyor. Bu soruya ce­vap olarak denir ki :

Bu ancak bizim aramızda güzel görülen husustur. Çünkü kendi aley­hinde delil olarak bilinen şey bu sözü ile ortadan kalkar. Amma Allah-u Teâlâ ise kulun kendisine, emrettiği şeyi bilmesi için delil yaratmıştır. Onun zekâsını hatırlama ile hareket ettirdi. Onu çeşitli ibretlerle uyardı. Kul bunu ancak bakmayı terketm´esinden yapmıştır, işte bu onun fi´lidir. özür olarak ileri sürülecek olan husus ise kendi aleyhinde delil teşkil eder. Çünkü o, bundan kendi fi´Ii ile kaçınmıştır. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki : Hakikaten Allah´ı ve Onun emrini bilme arazdır. O, ancak delil ile id­rak edilir. Allah-u Teâlâ kendisiyle, nefsinde bulunan hallerden delil olanı izhar buyurmuştur ki, onun rücu edeceği yerlerdir.

Bununla beraber, biz açıklamıştık ki, gerçekten zaruret onu, kendi hallerinden, azalarından, yararlı ve zararlı gördüğü şeye bakmasına ve onları düşünmesine zorlar. Çünkü zararlı bilmemekte felâket vardır. On­ları bilmesinde ise kurtuluşu bulunmaktadır. Yararlı olanlarla salâh bul­ması olduğunu bilmesi, kendisinin bilmeğe mecbur olduğu hallerden zik-rolunam kendisi icad edip idare etmediğini; bunu ikame eden birinin var olduğunu öğrenmeye götürür. Kuvvet ancak Allah´tandır. [34]


(İbni Şebib´in Cisimlerin Hadis Olması Hakkındaki Münakaşası)


Muhammed bin Şebib cisimlerin hadis olduğu hakkında şu delili öne sürüyor : Diyor ki, cisimler bir yerde durmaktan ibaret olan sükûnetten ve göçüp intikal etmekten[35] ibaret olan hareketten hâli kalmaz. Bunların her ikisi de[36] mekân itibariyle birinin diğerine tekaddüm etmesiyle muhtelif olmaları bakımından sonradan var olan hadislerdir. Gerçekten bun­ların birinde hadis olma sabit olmuştur. Eğer bu hususun iki cisimden birine madde ismi verilirse o zaman onun hakkında o madde nerede mey­dana geldi denir. Bizim ifade ettiğimiz şeklin gayrinde hadis olmasında cismin zeval bulması ile ilk görünen yerin haricinde var olduğu bilinir. Cisimdeki bu zaruri meydana gelen intikal ile his olunmayan bir hareke­tin varlığını bilmiş oluyoruz. Çünkü his olunan şeyin durumunda bir de­ğişiklik bulunduğunu görüyoruz. Bunnla ilk mekânda, şeyin bir yerde bulunduğunu ve ikinci mekâna intikal ettiğini anlıyoruz. Birinci halin­deki mekâna olan isnadından ayrılma hali hareket oluyor. Cisme olan münasebeti ve mübayenetsizliği ile hareketin vasfolunmadiğı şey • bakı­mından ikinci halinde intikal oluyor. Zira, bu cismin hakkıdır. Sonra Amr´m, birinci mekânın gayrinde bulunması bakımından ve Zeyd´in ya­nında olmadığı için birinci mekândan Zeyd´in hareket etmesi Amr´m ha­reket etmesinden daha evlâdır. Çünkü O, mekânda Amr´ın bulunması düşünülemez.

Buna itiraz eden kimse «o hareket nasıldır » diye cevap vererek göyle diyor : Çünkü o hareket sizin fi´linizdir. Ondan önce kendi fi´linin keyfiyeti bilinmiyor. Siz, mukayese etmek suretiyle onunla harekete na­sıl ve niçin delil getirdiniz

Bu hususa söyle cevap veriliyor : Tekaddüm ve teahhürün keyfiye­tinden bilinen ancak bizim fi´limiz olandır. Yoksa onun bize nisbetle baş­ka varlık olmasının bilinmesi değildir. Biz, delili onun başka varlık ol­duğuna dair ikâme etmiştik. Görmez misin ki, gerçekten bir grup insan cisme tekaddüm ve teahhürü ispat etmelerine rağmen, cismen başka bir varhk olmasını inkâr etmişlerdir. Sonra zikrolunan hususun hadis oldu­ğu sabit olunca, ki, cisim onu sebkat etmez. Cismin de hadis olduğu sa­bit olur.

Şeyh Ebu Mahsur (r.h.) diyor ki : Bu ibare öyle bir ifadedir ki, tev-hid ehli devamlı olarak bununîa şeref duyduğunu zikretmiştir. Fakat o, bu husustaki suâl ve cevabını uzatmıştır. Ben ise, bunu zikrolunan şeye işaret etmek suretiyle tafsîlatsiz olarak ifade ettim.

Sonra onun, hareketin cisim olduğunu söylemesine itiraz edildi ve denildi ki; ona, cismin kadîm olduğunu kim söylüyor, diye kim sormuş­tur Çünkü hareket his ile hadis olan şeydir. İntikal hususunda şöyle dîyor : Birinci mekânda cisim olur. Ancak[37] birbirine girme durumu müs­tesna. Birbirine girme de intikal için başka bir hareketin bulunması ge­rekmektedir ki, o da cismin gayri olur. Bununla beraber eğer ikincisi girmiş olsaydı cisimlerin sonsuz olarak birbirlerine girmeleri gerekirdi. Eğer bu da caiz olmuş olsaydı, dünyanın, onun yumurtasına girmiş ol­ması caiz olurdu. Bunun aynısı ile birbirleriyle karşılama hakkında ce­vap vermiştir ki, bunların hepsi hiç bir yararı olmaksızın meseleyi uzat­maktır. Eğer insaf edip düşünmüş olsaydı onu delilinden menedecek şeyi bulurdu ki, o da şöyle demesidir : Cisim, ilk halinde ne hareket edicidir ve ne de durucudur. Böyle demesi ile zikrolunan şeyden cismi hâli kılmış olurdu. Bu sözde ise vasfettiği şey sebkat etmektir. Fakat cismin kadîm olduğunu söyîiyen kimse için cismin ilk hali sabit olmaz. Çünkü bu söz­de cismin hadis olması ifade edilir ve böylece vasfolunan husus kendisine lâzım gelir. Tevfik Allah´tandır.

Cismin hareketsiz olmasının, cismin gayrinde bir manâ olduğuna şû söz ile istidlal etmiştir. «O, şu evdedir» denildiğinde, eğer cisim ve evden başka bir şey olmazsa evin gayrinde[38] mevcut olmadığı sabit olur idi. Halbuki ev bulunmaktadır.[39] O, evde var olmakla mevsuf değildir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu açıkça bilinen bir şeydir. O´nu kim­se sormaz. Zira onun hareketsiz olması, kendisinden cisim olma husu­siyeti zail olmaksızın hareketi anında yok olur. Böylece onun başka ol­duğu sabit olur[40]. Sonra şu görüşü öne süren kimseye cevap verdi : Bel­ki onunla beraber bulunan hareketsizliği bulunduğu mekânda idi. Bu­nunla beraber onun mekânda hareketsiz kalma müddeti fazlalık ve nok­sanlıkla ifade edilebilir. Öyle ise orada ilk hareketsizlikten başka bir şe­yin bulunduğu sabit olur. Buna verdiği cevap şundan ibarettir : Bu da, birincisi gibidir, ondan kimse sormaz. Evet, bunun cevabını tekrarlıya-hm ki, yukarıda açıkladığımız husustur. Yardım ancak Allah´tandır.

Sonra bu nevi de olağanüstü uzun uzadıya kelâmda bulunmuştur ki ben, kendisinde yarar görmediğim hususu terkettim[41]. Onun, sükûn ve hareketin, başka varlık olduklarına delil olarak öne sürdüğü şeyde onlardan her birerlerinin, diğerinin yerine kâim olmasının caiz olduğu husu­su göze çarpmaktadır. Sükûn ve hareketin başka başka varlık olmaları mu´tezile mezhebinin çoğunluğunun ifade ettiği beka olmaksızın baki kıl­ma sözünü çürütmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine itiraz eden kimseye benim, cisimlerin ebediyyen hâli kalmıyacağı hususlardan zikrettiğim şeyle cevap verdi. Ve onun ca­iz olmadığını iddia etti. Çünkü hepsi için yok olmanın şart olması sabit olmaz ki, bunda kendisinden gayri olan bulunmasın. Bunda ise var ol­manın batıl olması görülmektedir. Eve girme gibi zikri geçen hususla istidlal etmiştir.

Bununla beraber uçan kimsenin uçuşunda aralarında bir yönden bir metre bulunduğu halde her ikisinin uçuşta müsâvî olduğunu iddia etmiştir. Onların evveliyetleri için bir nihayet bulunmaksızın böyle ol­maları imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Çünkü nihayetin kalkması, yükselme ile içtima etmelerini icabeder. Halbuki birbirlerinden üstünlük­leri bulunmaktadır. Ve eşyanın ağır olma, hafif olma, sıcak olma, soğuk olma, ve benzerleri gibi birbirlerine zıt olmanın sabit olması ile delil ge­tirmiştir. .Gerçekten bir şeyin bir şeyden evveli olmaksızın meydana gel­diğinin fasid olduğu sabit olmuştur. Sonra birbirlerine zıt olmanın ta­biatında birbirinden kaçışma vardır. Bunda birbirinden uzaklaşma var­dır. Özellikle bunların öne sürdükleri fikirlerde. Çünkü, bu fikirleri be­nimseyen kimselerin sözünde birbirine zıt olan iki uyumsuz varlık son­radan imtizaç ettiler. Ve ikisi de birbirine zıt düştüler[42]. Böyle olanların zikrolunan şeyle içtima etmeleri caiz değildir. Bununla beraber onlar, tabiatîeri ile birbirlerine benzemezler. Eğer zikrolunan tabiatlerinden çıkmaları caiz olsaydı, soğutucunun ısıtıcı, ısıtıcının da soğutucu olması caiz olurdu. Ve eğer bu caiz olsaydı, kendi bakî kalma tabiatlarından çık­maları için fanî olmaları caiz olurdu. Bunların batıl ve fasid olduğu an­laşılınca, tevhid ehlinin bunların arasını birleştiren, birbiriyle uyumlu ol­malarını sağlıyan bir âlim olan müdebbirin var olduğu hakkındaki sözü gerçeklik kazanmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz deriz ki -tevfik Allah´tandır- ger­çekten birden fazla ilâh olduğunu söylemek, onlardan her birinin diğe­rini[43] yok etmesi veyahut da yok etmemesinden veyahut da özellikle birinin malik olmasından hâlî kalmaz. Eğer birinci veyahut ikinci husus ol­saydı, her ikisine acizlik lâhik olurdu. Bununla beraber kendisinde di­ğerini kuvvetle olmasa hile ile yok etmesini meydana getirmekte cahil olurdu. Eğer biri özellikle kadir olsaydı, diğeri batıl olurdu. Çünkü o, kendisine mülkünde tecavüz etmekten ve Rab olmada kendisi ile savaş­maktan geri kalmazdı. Ve onun mülkü kendisine has kılmaya kadir ol­ması görülürdü. Sonra aciz ve cahil olan kimsenin malik ve Rab olma­sından, kul ve Rabb´i olması daha gerçektir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husus ziya ve karanlık iki asıldır, diyen kimsenin görüşünü iptal eder. Çünkü ziya, diğerinin hükmü altında vaki olması bakımından ca­hildir. Karanlık da âmelinden menolunması bakımından da cahil olur-ki, onun ameli, diğerindeki serden ibarettir. Bununla beraber cüzlerinin birbirinden ayrılmaları ve hallerinin param parça olmaları, hatta onlar­dan her birinin saltanatına ve malına el koymasını izhar etmekten aciz olduklarından işlerinde cahil oldukları anlaşılır. Ve bunun için karanlık ve ziya ile hüküm yürüten kimsenin sözü iptal olmuş olur. Rabb´imiz, bu sıfat ile muttasıf olmaktan berî ve münezzehtir.

Ve yine iki ilâh görüşünü öne süren kimselerin sözü, onlardan her birinin bir taraftan son bulmaları ve diğer taraflardan da kaldırılmaları­nı ifade eder. Eğer kaldırılmak kadîm olmanın delili olursa, sınır yönün­den hadis olması lâzım olur. Eğer kaldırılması kadîm olduğuna delil ol­mazsa hepsinin hadis olması gerekir. Bununla beraber eğer ziya, kendi son bulan cüzünü düşmanının elinden sonsuz olan cüzleri ile kurtaramaz-sa bu hale düşer. Yani o cüzleri düşmanının hükmüne girmezden önce onun elinden kurtarmaya ve o cüz´ü korumaya kadir değildir. Bu böyle olunca, karanlığın hükmü altına vaki olduktan sonra onun emri altından kurtarılması murad olunduğunda bu hususa nasıl kadir olur Duyu or­ganlarının hepsini karanlığa değil, ziyaya ve ilmin küllisini de ziyaya veren kimsenin sözü de böyledir. Zulmet hakkında fikir yürütüp zulmeti kendisi ile vasfettiği şeyin hepsi böyledir ki o, karanlık hakkında şöyle der : O, kördür, görmez. Acizdir, bir şeye kadir olmaz. Zayıftır, kuvveti yoktur. Bilkuvve değil, yaratılış itibariyle serdir. Allah-u Teâlâ´ya bizi, kendi yolunun dışına çıkmaktan ve senviyelerin düşmüş oldukları tuza­ğa düşmekten, onların müptela oldukları kötü fikirlere saplanmaktan bizi korumasını niyaz ederiz. Zira kuvvet ancak Allah´tandır.

Hakikaten iki olan her ilâhın biri eğer cisim olursa, veyahut ta araz olursa bir mekânda bulunması mutlak lâzımdır. Eğer araz olursa, cisimden ayrılması onun yok olmasını icabettirir. Eğer cisim olursa ya onlar­dan her birinin mekânının kendi cevherinden olur. Böylece kendi haline zıt olan şeyde bulunmaz. Tıpkı karada su; gecede de gündüz görünme­diği gibi. Eğer kendi cevherinin gayrinden ise o zaman hayrı şer ile şer­ri de hayır ile bir arada bulundurmuştur ki, bu da sayı ile ifade ettikleri fikirlerindeki dayandıklan noktanın aksini ve zattım ortaya koyar. Kuv­vet ancak Allah´tandır. [44]


(Dehrîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Beyan Edilmesi)



Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra biz, dehrîlerin mezheplerinin zahir olması için ibni Şebib ve diğerlerinin zikrettikleri fikir ve görüş­lerini zikrederiz. Çünkü onların mezheplerinin açıklanması, mezhepleri­nin fasit olduğunu ifade eden delillerden biridir. Ve sonra, bununla, on­ların âlemin toprağının kadîm olması hakkmda ittifak ettikleri ve fakat âlemin meydana gelmesindeki sanat eserinin kadim ve hadis olması hak-kuıdaki ihtilâf etmeleri de bilinir. îşte bu, onların mezhebinin tümünü ifade eder. Tabiat felsefesini benimseyenler, tabiatın dört şeyden ibaret olduğunu iddia ettiler : Onlar da, hararet, soğukluk, rutubet ve kuruluk­tan ibarettir. Bunların imtizaç etmelerinin muhtelif olmaları ile âlem muhtelif olur. Onlardan karışımlarının birleşmesiyle mutedil olan da normal durumunu muhafaza eder. Güneş´in, Ay´ın ve yıldızların seyret­meleri buna göredir. Gördüğün gibi, eşyanın evveli olmaksızın seyrettiği gibisiyle seyretmeğe[45] devam etmektedir. Eşyanın hareketlerine arazlar dediler. Bu batıl görüşlerine yeşillik, karalık, kırmızı ve beyazlık gibi ör­nekler zikrettiler. Ve onların imtizaç ettikleri zaman kendilerindeki çokluk, azlık, incelik ve yoğunluk kadarınca renkleri birbirinden muh­telif olur. Yoksa, her ne kadar bazen bu renklerin ehli, bunun neden mey­dana geldiğini bilmezlerse de, orada sonradan var olan bir renk olmaz dediler. Tabiattan zikrettikleri şey de aynı bunun gibidir.

AUame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onların Örnek olarak zikret­tikleri şey hakkında ifade ettikleri bu hususu düşünen kimse, onu[46], tev-hid ehlinin ifade ettiği §eyi ispat ettiğini görür. Çünkü boyama, kendi nefsi ile imtizaç etmez. Sonra onlar yani renkler, eğer kendi kendileri ile imtizaç etmiş olsalardı renkler, birbirlerine karışmış bir halde ortaya çıkardı ki, bu da aklen boyamanın fesada uğraması sayılan hususlardan­dır. Öyle ise, bu imtizaç, öyle bir hâkim, âlim olandan meydana gelmiş­tir ki, O, bu karışımın sonuçlarını bilir de renk, tam manâsiyle ve muh­kem olarak yapılmış ve birbirine karışmadan çok güzel bir halde ortaya çıkmış olur. Sonra âlemin böyle muhkem bir şekilde olması onun âlim ve hakim olan tarafından meydana getirilmiş bir âlem olduğunu isbat eder ki, o, eşyânm sonuçlarım bilir de ona göre eşyayı meydana çıkarır. İşte bununla o tabiatların veyahut toprağın veyahut isimlerden bulunduğu hal üzere meydana gelmesi bakımından kendi nefsi ile olma gibi verdik­leri isimlerin fasid olması açıkça ifade edilir. Ve böylece onların icad edi­cisinin hâkim ve müdebbir olan Allah´ın olduğu ispat edilir. Ve onların da bir şeyden olmaksızın meydana getirilmesi gerekir. Bununla beraber renklerden her biri onların zikretmiş olduğu hararet ve soğukluktan her hangi bir şeyle vasfohınmaz. Zira eşyada bir şey olur ki, onda bir renk galebe çalar ve o, sıcak olur. Ve diğer bir şey olur ki, ona da bu renk ga­lebe çalar ve fakat o3, bununla beraber soğuktur[47]. Böylece onların zik­rettiği hususla bu renklerden bir şey yoktur. Aynı zamanda zikrolunan hususlardan bir şey de renklerde bulunmaz. Bunda ise onların söyledik­lerinin gayrinin bulunması gerekmektedir. Tevfik Allah´tandır.

Yine böylece yemeklerden muhtelif olanları görür ki, bir renk ve bir tabiat üzere olur ve tuzlu, yahut ekşi veyahut acı veyahut tadsız olmak gibi yemekten bir nevi üzere meydana çıkmış olur ki, bunlarla hiç biri ile yukarıdaki hususlardan birine örnek verilmez. Böyle olunca onun her şeyi sebebsiz olarak dilediği hususta yaratmasına malik olan kimsenin icadı ile olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Oysaki gerçekten bu tabiatlar cevher veya araz olmaktan hâli kal­mazlar. Eğer cevherler idilerse onlar, kendilerine gelen arazlar ile ihti­lâftan zikrolunan şey üzere bulunmuş olurlar ki, o ihtilâfları da içtima ve birbirinden ayrılmadan ibarettir. Eğer o içtima ile ayrılma olmamış olsaydı, her cevher, arazlardan ayrı bulunmuş olurdu. Kendilerinde karı­şımın toplanması ile beraber cevherlerin ihtilâf etmeleri, kendilerine arazların galebe çaldığına delâlet eder ve o, arazlardır ki, cevherleri bir halden başka bir hale götürür. Sonra arazlar, ne kendi nefisleri ile kaim olurlar ve ne de eşyada menolunurlar. öyle ise arazlar, eşyadaki bu iş­lerini böyle yapacaklarını bilen kimsenin emri ile ve yaratması ile yap­mışlardır. Bunun da birisinin ilmi ile olması ancak o cevherlerin[48] o araz­lara ihtimali olmalarının salih kılmaya mâlik olan kimse ile olması caiz olur. Bunun gibisini bilmek de ancak böylece kılan kimseyle olması müm­kün olur. îşte bu hususlarla hiç bir şeyin kendisine gizli olmıyan ve dile­diğini yapması kendisine güç gelmiyen, kadir olan ve âlim olan bir vahi­din bulunduğunu söylemek lâzım gelir.

Eğer tabiatler araz olmuş olsalardı, onların kendi nefisleri ile var olmaları ve kendiliklerinden kâim olmaları mümkün olmazdı. Bunun içindir ki, kadîm olan bir mucidin bulunduğunu söylemek gerekir.. Bunun­la beraber kendisinde bulunan şeyi icadetmesiyle beraber ki onunla var olmanın hududuna girer. Oysaki arazların hadis olmasının kendisinde menettiğimiz şeylerden değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra şu bilinen bir gerçektir ki, o tabiatlar birbirlerine zıt olan şeylerdir. Birbirlerine zıt olanlar da birbirlerini reddetme hakkına sahip­tirler, işte bu noktada tefrika, yani birbirinden ayrılma hasıl olur. Tef­rikada ise param parça olup yok olmak vardır. Binaenaleyh, eşyanın asıllarının kendi nefisleri ile var olmaları ve kendi kendilerine zikrolu-nan tenakuzla kendisinde parçalanma bulunan birbirini reddetmeyi me-neden şey ile var olmuş olur. îgte bu husustur ki onların arasım tefrika­dan sonra cemeden ve buna mecbur kılan odur. Bu cem ile de âlem var oldu[49]. Ve böylece âlemin de hadis olduğu sabit olur. Bu ifade edilen hu­susların hepsi tabiat felsefesini benimsiyenlerin sözü fasid ve batıl olur. Çünkü bir şeyin bir şeyden olmaksızın var olması, aklen bir şeyin ken­disini nakleden zıttı ile beraber bulunmasından daha uzak görünen bir şey değildir. İşte bunun akıllarından çok uzak olmasındandır ki, söyle­dikleri söze doğru vardılar. Kendisi ile örnek verilenin aynısını söyle­meleri gerektiğinde onlar, bunu söylemekten imtina ettiler. Böylece söz­leri batıl olur ve özürleri de ortadan yok olup gider. Allah muhafaza bu­yursun.

Bir grup insanlar, bu görüşün aynısını ifade ettiler. Ancak onlar, tabiatın cinslerinde bilecekleri adetlerin olmadığını iddia ederek onların hepsi, eşyanın sağdan esen, soldan esen batı yeli[50] ve doğu rüzgârı, yukarıdan esen olsun, aşağıdan esen olsun, bunların hepsinin kadim ol­duğunu söylediler.

Müneccimlerden bir grup şu iddiada bulunuyor : Gerçekten yıldız­lar, devamlı olarak âlemin işini idare ederler. Yıldızlar, âlemle ilişki ha­lindedirler. Âlem, yıldızlarla saadet bulur. Âlemin ihtilâf etmesi, yıldız­lardan âlemle ilişkisi olanın ihtilâf etmesiyle olur. Bu tıpkı, kumaş do­kuyanın tezgâhında bulunan iğnelerin üst kısmındaki deliklerinden geçiri­len ipliklerin tarağın kaldırılıp yerleştirilmesiyle (veya dokuma makina-smın kolunun sağa ve sola hareket ettirilmesi sonucu) kendisinde bir şeyin zahir olup olmaması gibidir. Yıldızların âlem ile olan ilişkisinin ör­neği de böyledir ki, âlemin şekli ve sureti yıldızların hareketinin ihtilâf etmesiyle muhtelif olur. Yıldızların birbiriyle ihtilâf etmeleri ve birbi­riyle ittifak etmeleri[51] ile saadet ve uğursuzluk hasıl olur. Yıldızlar ise, devamlı olarak hareket ederler, her hareketten meydana gelen şey, diğer hareketinden doğan ve meydana gelen şeyden başkadır. Bunun gibi ay­nı yumurta ve tavuk hakkında da fikirlerini öne sürerek konuşurlar ki o, zikrettiğim kumaş meselesi gibi yıldızların hareketlerinin çarpması ile hasıl olur.

Onlar şu iddiada da bulundular : Gerçekten cisimler, kadîmdirler. Onlar, araz değillerdir. Hareketler ise, kendileri için nihayet olmıyan vr hadis olan arazlardır. Böylece âlemin tümünün işini mecburî olarak mey­dana geldiğini söylediler. Ve yıldızlar, gökler, içtima etme ve birbirinden ayrılma bakımından böylece olduğunu ileri sürdüler. Yıldızlar hakkın­da da aynısını ifade ederiz, dediler. Tevfik ancak Allah´tandır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Hareketlerin nihayetsiz olma­sının ifade edilmesi hususunda biz, geçen konularda onun fasid ve ba­tıl olduğunu açıkladık. Bununla beraber hareketin bitmesinin hareket­lerden geçen hususun sonucu olmasından başka bir şey olmadığında şüphe yoktur. Hatta bundan sonra geçen hareketlerden bir şey bulun­maz. Hareketin bitmesinin ve onun sonucunun yok olması sabit olduğu zaman kendisinde başlangıcın nihayet bulması tasavvur olunmayan şeyden dolayı bitmenin nihayet bulması caiz değildir. Bunun içindir ki, ha­reketin başlangıcının bulunması sabit olmuştur.

Ve sonra biz, cevherlerin hepsinin sınırlarının birbirlerine benze­mez bir durumda gözümüzle görmüş bulunuyoruz ki, onların zikrolun-duğu şekilde[52] muhtemel değildir. Şu kadar var ki, onların böyîe olması ancak onların çoğunluğunda meydana gelen azıcık bir benzersizlikten hasıl olmaktadır. Böylece şu husus sabit olmuştur ki, onun en küçük bir halden olması ve yok olduktan sonra yoğunlaşması büyük olur. Büyük olmasının letafeti ve kendisine bir şey tekaddüm etmezden yok iken sonradan var olmasındaki yoğunluğu sabit olmuştur. Çünkü takdim, etmek, beraber olmayı icabettirir. Birbirine uymamazlık sabit olmuştur. Öyle ise, gerçekten tekaddüm eden geyin yok iken sonradan var´ olan­dan ibaret olduğu sabit olmuştur. Çünkü o, böylece olan şey manâsına olanın kendisidir. Bununla beraber eğer yuvarlak ve kırık görünen ha­reketler, kimisinin diğeri ardınca olması için bir yönden doğru olarak kılmırsa ki bunda da bir kısmının bulunması ile diğer kısmı yok olur ve hareketlerin kadîm olması vacip olursa yok olmalarının da kadîm olması vacip olur. Böylece ezelde hem yok ve hem var olurdu ki, bu da tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü[53], varlığın ve yokluğun bir halde içtima etmesi caiz değildir. Bütün hallerinde de böylece içtima etmeleri caiz olmaz. Bun­da da başlangıcın lüzumu hasıl olur. Bununla beraber, eğer gözle görül­düğünde ikisinden birinin süratinin kesilmesinden[54], diğerinin onu geç­mesi ile aralarında bir fark haslı olursa da, her ikisi de doğru olarak seyretmektedirler. Böyle olmalarına rağmen bunların birisinin Hareket etmesi diğerinin hareketinden Önce olması veyahut birinin, diğerinden daha süratli gitmesi düşünülemez. Bunlardan nihayeti kaldırmak arala­rında ki, nihayetin batıl olmasını ifade eder.

Onun batıl olmasında da görünenin ve´ hissolunanm aksi vukubuldu-ğu ifade edilir. Bunun için her ikisinin bir .başlangıcı olduğu sabit olur. Bu mana hareketlerden yuvarlak ve kırık olanlarda da böylecedir. Tevflk Allah´tandır.

Bunların hepsi ile mevcudatın kadîm olduğunu ve arazların dışında olmadığını söyHyenlerin tümünün sözlerini nakleder, çürütürüz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ve bunun misli ile, de tabiat felsefesini benimsiyenlerin görüşlerini çürütmek için ifade-i kelâm edilir.

Sonra her iki fırkanın tümüne şöyle denir : Siz, âlemin böyle oldu­ğunu ne ile bildiniz Eğer bu hususta nakli delîl olduğunu ve işiterek bil­diklerini iddia ederlerse, onlara sadık olan delillerle gelen kimselerden varid olan nakli delillerle itiraz edilir. Onlar, gerçekten tasdik olunmaya lâyık kimselerdir ki, onlar da peygamberlerdir. Eğer sözlerini ispat et mek için getirdikleri delillerin his ve mevcudat olduğunu iddia ederlerse, onların kendilerini kendi ilimleri yalanlamıştır. Çünkü onlar, kendileri­nin kadîm olduklarını söylemezler ve yıldızların ve tabiatın âlemi icad ve idare ettiklerine de şahit olmamışlardır. Eğer onlar müşahede ettik­leri ile istidlal etmeğe dönerlerse, onların müşahede ettikleri husuflar­dan yıldızların icadedip idare ettiklerine delil teşkil edecek ve tabiat^ kadîm olduğunu ve âlemdeki tabiatların birbiriyle imtizacından âlemin meydana geldiğini ifade edecek bir şey yoktur. Bilakis iki fırkanın tü­münün sözleri ters yüz edilirse varlığa daha yakın ve istidlalde daha ger­çek olurdu. Tabiatların işine gelince, gerçekte varlıkta mütalâa ediidiği vakitte eğer deprenmek ve hareket etme çoğalırsa, deprenen ve hareket edenin kendisinde hararet meydana gelir. Hareketsizlik ve karar kılma­nın çoğalması da rutubeti intaç eder. Öyle ise tabiatların kendileri âle­min hallerinden meydana gelenlerin kendileridir. Yoksa âlemin onlardan meydana gelmesi değil, bu ise duyu organlarına hak olan hususa daha yalandır.

Onların hasımlarının kendilerini yalanladıkları hususlardaki sözle­ri de böylecedir. Öyle ise bu karşılıklı yalanlama ve tenakuz bu müdeb­birden olmuş olur. Tedbiri bu olan kimse de, nıufsidin tâ kendisidir. Ka­dir olup söylediği sözün kendinden söylemiş olmadığı da bundan anla, --lir. Bu hususta da iki vecih vardır : Birincisi; sözünün düşüp yok olması, böylece muvahhidlerin sözü ve öne sürdükleri fikir baki kalmış olur. İkincisi; mevcudatı inkâr etmesi, her akıllı olanın ve herkesin bildiği şeyi ihtiyar etmesidir. Kendi hissinin ihata etmiş olduğu mevcudatı in­kâr eden kimse, sonra hissinin ulaşamadığı, gaip hakkında iddia etmesi hissinin idrak etmiş olduğu şeyi inkâr eden gibidir. O ise -Allah´a hamd olsun-, yeteri kadarmca nasibini almış ve terkedümeye hak kazanmıştır. Yardım ancak Allah´tandır.

Eğer hallerin hepsi, yıldızlara terkedilmiş olsaydı, hiç bir kimse kork­tuğu için yemeği, içmeyi terketmez idi. Ve onlara da istek ile yönelmez-di. Aynı zamanda bu maddelerin hiç birinden lezzet almazdı. Bunların hepsi ise yaratılış itibariyle kendisinde bulunan hususlar vardı. Hatta bundan büyük olan, küçük olandan daha az değildir. Eğer bunlar, tabiat sebebiyle veyahut ta yıldızlarda olan ilişki ile olmuş olsaydı, onun her de­ğişimi üzere vacip olurdu.

Sonra soğutmak[55], ısıtmak, şer ve hayır gibi tabiat sahibi olanlar­dan muhtelif fiiller ve hallerin çıkması ile var olmaları mümkün değil­dir. Öyle ise, ondan tabiat sahibi olan bir şeyin asimin olmadığı sabit olur. Fakat bunlardan her şeyin o hal üzere kılınması, âlim ve hâkim olan Allah´ın yaratması ve var etmesiyle olur. Eğer fiiller çarpmakla olsaydı, onun kafasına çarpmış olduğu gibi failin imtina´ etmesiyle olmazdı. Ve aynı zamanda evin üstünden düşen ve iplerle bağlanan gibi de olmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Varlıkta ise, gu bir hakikattir ki, gerçekten felç olmuş olan kendi­sine gelen husustan kaçınılması mümkün olmadığını bilir. Âma ve her felce uğrayan âlete muhtaç kişi de böyledir. Sonra o, o afetlerin gitme­sini ve o hallerin yerine aksi olan halin yerleşmesinin mümkün olduğu­nu bilir. Öyle ise bununla âlemin hepsinde mecburi olmayı ifade etmek yalandan ibaret olduğu sabit olur.

Ve bir sınıf insanlar şu iddiada bulunuyor : Gerçekten âlemin top­rağı kadîm idi ve ona «heyûlâ» ismi verildi. O «heyûlâ» ile beraber kuv­vet vardı ki o, kuvvet sifatiyle daim olur. Onun ne uzunluğu vardır[56] ve ne de genişliği. Ne derinliği var, ne de ölçüsü ve ne de mesahası. Onun rengi yoktur, tadı da yoktur, kokusu da bulunmaz. O, yumuşak olmadığı gibi katı da değildi. Ne sıcaktır, ne soğuk ve ne de yaş. Kendisinde hare­ket ve sükûnet bulunmaz. Onunla beraber arazlardan evveliyatında hiç bir şey bulunmaz. Çünkü orada ona heyûlâ, diye isim verildi. Heyûlâ, kendisinde bulunan ihtiyariyle değil, kendi tabiatı ile kuvvete dönüş­müştür. Ve bu arazlar da meydana gelmiştir.

Sonra şöyle denilir : Feleğin, yani, semânın deprenmesi, yıldızların hareket etmesi, içtima ve ayrılma halleri ile değişik hallere girmesi ger­çekten yerlerin ve yerde bulunan sular ve denizler ve ağaçların çeşitle­rinden olan hususların hallerinin değişikliğe uğraması ile olur. Buharı yukarı çıkan ayrılığın cevheri veyahut o, cevheri ile beraber ateş ve ha­kiki cevherler gibidir ki, bununla yıldızların halleri değişikliğe uğrar. Öyle ise bu zikrolunan hususun böyle olması daha doğru ve gerçektir. Çünkü o, görmeye daha yakın ve bizden gaip olan için yani göremediği­miz hususlar için delil olmaya daha lâyık ve evlâdır. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Sonra onlar tabiatçılarm ifade ettikleri hususlar ile konuşup fikir­lerini öne sürmeğe çalıştılar. Şöyle ki: Gerçekten o yaratıcının[57] fi´Ii hakikaten kendi nezdindeki ilmi ve kudreti ile muhkem ve mükemmel olarak meydana çıkmıştır. Eğer o olmamış olsaydı zikrettiğim hususun hasıl olmasının ihtimali bulunmazdı. Çünkü o, tedbirden geçen şey ile bunu doğrultmuştur ve muhkem olarak meydana getirmiştir. îşte yıldız­ların durumu da bunun gibidir. Eğer onun dediği gibi olsaydı o, meydana gelmiş olması onu var eden âlim ve hakim olanın tedbiri ile olurdu.[58] Eğer tedbir ve var etme onlarda[59] yani yıldızlarda olmuş olsaydı onların seyret­mekle kendilerini yormaları[60] ve devamlı olarak hareket etmeleri ile de kendilerine eza vermeleri muhtemel olmazdı. Zira görünen âlemde dirile­rin hali boylecedir. Gerçekten o haller kendilerini yorar ve elem verir. Veyahut ta onun Ölülerden olması gerekir ki, kumaş hikâyesinde zikret­tiğimiz şeyde olduğu gibi, kendisinden gayrinin icad ve idaresi ile olurdu. Oysa ki şu husus bilinmektedir ki, eğer bunun üzerine kendisini yorma­dan kadir olmuş olsaydı, onların hepsinin âlim, hâkim ve ganî olanın icad ve idaresi iledir. Onların hepsini zikrolunan hususlarda kullandığını bil­mesi için onu kendisine seçmiş olurdu. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra eğer bîzim âlemimizde, âlemin zikrolunan hususların icad ve idaresi ile söylemek caiz olmuş olsaydı, onun aynısının zikrettiği kimseler de kendisinden yüksek olanın idaresi ile olduğu ifade edilmesi de caiz olurdu. Kendisi için sonuç olmayan şey de böylecedir. Bunda ise yıldız­ların icad ve idaresi hakkında söyledikleri sözlerin batıl olduğu görül­mektedir. Yahut bir sonuca rücu´ eder ki, onda da eşyadan nihayetin kaldırılması hakkındaki sözlerinin fasid olduğu belirlenir. Bu hususların bir olana isnad edilmesini söylemenin icabetmesi zikrolunanlann hepsi­nin icad ve idaresine rücu eder ki, o da her, kendisinde nihayet bulan şey­den mukadder olan işlerin akıbetlerini bilenin kendisidir. Şu kadar var ki gerçekten onlar, ifade ettikleri bu sözleri ile onların bu konuda biz söz­lerini bulunmadığını ikrar etmişlerdir. Çünkü onlar kendilerinin ihtiyar sahibi olmadıklarını ve fakat onlar söyledikleri sözü ifadeye mecbur ol­duklarını öne sürmüşlerdir.

Sonra ona cevher ismi verildi ki o, bir cevherdir ve o cevher de âle­min cevheridir. Ayrılma ve ittifak etme halleri ise ancak arazlar yö­nünden gelmiştir. Arazlar ise, ihtilâf ve ittifak etmekle vasfolmazlar. Çünkü onlar ancak kendilerinden başkaları ile bulunurlar. Araz, arazla değil, ancak cevherle kâim olur. O, cevherle ihtilâf eder ve cevherle de ittifak eder.

Mantık ismini verdiği kitabında bu sözün sahibi olan Aristotales bu hususu ifade etmek için on bab zikretmiştir :

1- (Cevheri kasdederek) Bâb´ul - ayn.[61] Tıpkı «insan» dediğin gibi; ona kendi cevheriyle isim verilmiştir.

2- Bâb´ul - mekân. «Nerede » sözünde ifade ettiğin gibi.

3 - Sıfat (babı). «Nasıl » demekle ifade ettiğin gibi.

4 - Bâb´ul-vakt. «N ezaman » ifadesi gibi.

5 - Babu´1-aded. «Kaç » denildiği gibi.

6 -Birinin zikredilmesinde diğerinin de zikredilmesini icap etti­ren husustan olması bakımından, Bâb´ul - muzâf. Baba, köle, ortak ve benzeri kelimelerde vuku bulduğu gibi.

7 - Bab´ül - Mülkiyy : Ki, bu sahip olmayı ifade eder. Tıpkı şeref sahibidir, evlâd-u iyâl sahibidir. Ve bunlara benzeyen hususlardaki sö­zün gibi. Buna, Bâb´ul - cedde de[62] demişlerdir.

8 - Bab´ün - Nasbe : Ayakta durmak ve oturmak gibi.

9 - Bab´ül - Fail : «Yedi» fi´li gibi benzeri fiillerde bir şeyin ya­pıldığını söylemen gibi.

10- Bab´ül - Mef´ul : «O, yenmiştir,» dediğin gibi.

Bir şeyin, bunların dışına çıktığını söylemeğe hiç bir kimsenin gücü yetmez. Kuvvetin tabiati ile bir şey yapmasını bilmediğini ve heyûlâ´nm arazlara muhtaç olmadığını da iddia ettiler.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor :

Onların vardıkları noktayı düşünen kimse, bilir ki gerçekten on­lar Allah´ın kendilerini verdiği nimetleri bilmedikleri için bu hususları benimsediler de, gözleri kör olup doğru yolu göremediler ve dolayisıyle sapıtmış oldular. Sonra sapıklık içindeki şaşkın halleri onları, ne aklın kabul ettiği ve ne de heva ve hevesin celbetmek istediği bu hayal gibi­sine ünsiyet kesbetmelerine sevketmiştir. Yardım ancak Allah´tandır.

Eğer, Allah´ın kendilerine verdiği bu nimetler olmasaydı, âlemin başlangıcının zikrolunan şey olduğunu onlara ne gibi bir şey bildirirdi Sonra vasfetmiş olduğu ismi, kendisinde zikrolunan husus[63] da bulun­maktadır. O´nun sıfatı olan amelinin[64] âlemin cevherinden olması hak­kında hiç bir delili yoktur. İşitme ihtimali de bulunmaz. Fakat onlar, tevhîd ehlinin Allah-u Teâlâ´yı vasfettikîeri zaman onların sözlerini işit­tiler şe bununla kendi katlarında kabul ettikleri heyulayı vasfettiler. Bu sözlerin kendilerine neyi lâzım kıldığına bakmadılar. Döndüler, dolaştı­lar, isbat ettikleri hususu kendileri nakzedip çürüttüler. Çünkü onlar, kendi zatının arazlardan olma ihtimalinin dışında bulunduğunu, cevher­ler mânâsında bulunmasını yani, bir cevher olup, sonra bir cevher ve sonradan cevherler olmasının mümkün olmadığı hususu oluşturdular. Sonra ilk halinden hiç bir eser kalmamış bir halde oldu. Âlemin kadîm ve hadis olma işinde nihayet bulan hususlardan arazlar ve cevherlerden başka bir şey kalmamıştır. Bu vasıfta olmayan yok olup gitmiştir. Böy­lece âlemin kendi nefsiyle yok olması ve kendi nefsiyle kâim olmasının mümkün olmadığı meydana çıkmış olur. Çünkü kendi zatiyle kadîm ol­masının mümkün olmaması, kendi nefsiyle kâim olmayanı yok eden arazlar sebebiyle hasıl olmuştur. Bu ifade ile de âlemin hepsinin hadis olduğu hakkındaki söz ortaya çıkmış olur ki, onları bu hayale sevkeden bu sözün büyüklüğüdür. Zira, bu alınmış olan şey, araz ve cevherdir. Evvel olan yoktur. Sonra, kendisine hekim ismini verdiği zaman, baş­kasına görüşünden dönmesini ve aşağıda ifade edilen sözünden sonra kendi isteğine tabi[65] olmasını ilzam etmek istediğinde sözü bâtıl olur. Çünkü o, şöyle diyor : Gerçekten âlemin kendisinden meydana gelen asıl, cahil ve abtal idi. Arazlar da öyle bir ağyardır ki, onları, kendi­sinde ilim ve hikmet bulunmayan cılız bir kuvvet meydana getirdi.

Oysa ki kendisi, bir şeye, ancak kendileriyle nail olduğu ağyarın çocuklarından biridir. Nereden kendisini onların üzerine takdim etmiş­tir Kendisinin bir asıl olmaksızın böylece olması caiz olduğu zaman, öylece olmuştur. Öyle ise kendi nefsi için söylediğinin aynısını âlemin hepsi hakkında da söylesin.

Sonra, heyulayı değişikliğe uğratan kuvvet, heyûlâ üzerinde tesirli olmak, ona hâkim olmaktan hali kalmaz. îşte heyulanın üzerinde mü­essir ve hâkim olan bu kuvvet kendi mahiyetindeki kuvvetle, heyu­lanın mahiyetini ve kuvvetini değişikliğe uğratmıştır.[66] Öyle ise Allah hakkında da heyulayı yaratan O´dur; veyahut Allah, heyulayı dilediği şekilde yaratmıştır, desin. Böylece heyûlâ, kendi nefsinde vukubulacak değişimi kabul eder ve kendisinde terkip bulunmuş olur. Sonra o, deği­şime uğrattığı[67] şeyin yok olmasına dilediği ismi verebilir.

Kendisiyle âlemin var olması öne sürülen asıl, bâtıl olup yok olun­ca, kendisinin yok olması ile başkasının değişmesi ve kâim olmasının ortadan kaldırılmasının hâsıl olması için bizatihi kâim olmasının orta­dan kaldırılmağı icap eder. Bununla beraber heyulanın da yok olması meydana gelmiş olur. Böylece heyulanın bizzat kendisi değişikliğe meydana getirmeye gücü. yetmez bir halde olur. Bu hususta da âlemin bâtıl olmağı, devamlı olarak bir halden diğer bir hale geçip değişikliğe uğ­raması da bâtıl olur. Onun varlığı bu asim fesada uğradığına delâlet eder. Bununla beraber görünen âlemde bir şey bulunmaz ki onun bir şey için yararlı ve uygun olması ancak hâkim olan Allah´ın kendisini öylece yaratmasından olmamış olsun. Öyle ise, sabit olur ki, âlemin başlangıcının eğer bu cevherler ve arazların olmasına uygun ve yararlı olduysa o, ancak Allah-u Teâlâ´mn onları böyle kılmasından olmuştur. Allah-u Teâlâ, lıerşeyi böylece yaratmıştır.

Sonra, gerçekten âlemi tabiatına çevirip yerleştiren kuvvetin kendi­sidir. Kuvvet ise, ondan ayrılmaz. Öyle ise, kuvvete ne oluyor ki, kadîm olmadaki amelinden hâli kalıyor. Halbuki tabiat sahibi olan, görünen âlemde amelinden hâli kalmaz. Gerçekten arazlar yani kuvvetin mey­dana getirdiği arazlar, ya heyulada olur ki, böyle olduğu vakitte onun «heyûlâ, kudretten hâli idi tâ ki, sonradan var oluncaya dek,» sözü bâtıl olur. Veyahut da kuvvet, heyulada yoktu, sonradan bir şeyden olmaksızın var oldu. Çünkü o, kuvveti heyulayı vasfettiği şeyle vasfet-miştir. Halbuki kendisinde arazlar yoktu. Ve yine kuvvetin bir şeyden olmaksızın var olduğu sabit olmuştur. îşte bu[68] mânâdır ki, onları ifade ettikleri sözü söylemeğe mecbur kılmıştır. Allah´a hamd olsun ki, bu söz de çürütülmüştür.

Bununla beraber, onların kuvvet hakkında söylediklerinin hepsinin onu kuvvette, heyûlâ için kılmak suretiyle üzerlerine ters çevirip vur­mak mümkün olur. Çünkü kuvvet, heyulanın gayrisi olmakla başkasın­dan hâli kalmış olmaz. Böylece heyûlâ ve kuvvet, iki ayrı varlıklar olur. Ve oy «kaç » kelimesinin aded babından olduğunu iddia etti. Orada son­radan var olan bir şey yoktur. Halbuki O, orada bir şeyin var olmasını icabettirdi. Veyahut kuvvet, heyulanın kendisidir. Böyle olunca da onun, «kuvvet heyûlâ ile beraberdir», sözü bâtıl olur. Veyahut heyulayı deği­şime uğratan kuvvettir. Sanki o, heyulayı değil, kendisini değişime uğ­ratmıştır. Bununla beraber şu iddiada da bulunuyor : Gerçekten o araz­lar, heyulaya anz olmuştur da, onu hareket geçirdi, durdurdu, reddetti ve alçalttı; bunlar, orada kendisine doğru hareket edecek veyahut ken­disinde karar kılacak veyahut kendisine yükselip alçalacağı gayrin bu­lunmaksızın bu hususlar meydana geldiğini iddia etmiştir. Kendisinden meydana gelecek şeyde. benzerlerinin bulunmasının fasid olduğunu da iddia etmiştir. Hal bu ise bu söyledikleri aslında daha çok fasid olan hususlardır.

Muhammed bin Şebîb, bâtıl bir iddiada bulunup, kuvvete hareket ismini verdiğini ifade etmiştir. Bir rivayetinde ise kuvvet, heyulanın vasfolunmadığı şeyle vasfolunmaz. Onlardan heyûlâ hakkında bir çok görüşler nakletmiştir. Ben bunun sahih olup olmadığım bilmiyorum. Ancak ne var ki onun kuvvete hareket ismini verdiği ve hareketin de heyulada bulunduğu bir gerçektir. Öyle ise, onun «Gerçekten heyûlâ, hareketle vasfolunmaz» sözü bâtıl olur. Çünkü o, heyulayı hareket ile vasfetmiştir.

Sonra, hareket, heyulaya bitişik olması veyahut ondan ayrı bulun­masından hâli kalmaz. O, bunlardan hangisini kabul ediyor. Bu du­rumda ise cisim ve araz olma isbat edilir. Çünkü bitişme ve ayrı olma, bitişen ve ayrı olanın gayridir.

Ve sonra onlar; cevherler asıl olanın hareketlerinden var olmuş­lardır diyorlar. Müneccimlerin sözü ve görüşü de böyledir. Şu bilinen bir husustur ki, o hareketlerin muhtelif olmalarıyla beraber, cevherler yüksek ve alçaktan ve her taraftan var olurlar. Öyle ise onun sözü ve görüşü bâtıldır.

Bu kısımda .Nezzam[69] onlarla münakaşa edip sözlerini nakzetti; şöy­le ki : Kuvvetin, heyulayı değişikliğe uğratması arazların var olmasına sebeb olup, sonra renk, tad, sıcaklık, yumuşaklık ve benzerleri gibi araz­lar muhtelif olarak vücud buldukları vakit, bunların bir hareket ve bir anda var olmaları gerekir. Onlar da ancak bir cihetten var olurlar.

Bu hususa cevap olarak şöyle denildi : Arazlar bir çok cihetlerden olur. Onların ekserisinin altı araz olduğunu ve şerrin o arazların oniki-sinden meydana geldiğini iddia etti. Öyle ise bunun, kuvvetin değişimi ile olduğu sabit olur. Oysa ki değiştirme bir cihetten olur. Arazlar ise çoğalır, böylece hakikatin bunun zikrettiği şeyle olmadığı sabit olur.

Muhammed bin Şebib, onların; heyûlâ, arazların var olmasından önce uzun[70] değildi, sözlerine itiraz edip şöyle der : Arazlar da uzun değillerdi; nasıl oldu da[71] var olduğunda uzun oldular [72]Araz da böy­ledir. Eğer bunun vukubulması caiz olmuş olsaydı, iki hâli kalmaya­nın arasını cemetmek caiz olurdu da, böylece hâli kalma hâsıl olurdu. Bütün arazlar hakkında da onun gibi olduğu söylenirdi. Hepsinde, hem siyahlık bulunurdu ve hem de bulunmazdı.

Bu itiraza, zırnıh ve sürmetaşı ile cevap verdi. Şöyle ki : Bunlardan her biri münferid olarak yakmazlar. Bir araya geldiklerinde ise yakarlar. Yapılan bu itiraza cevap olarak şöyle denir : Onlardan birinin yakması uzak bir hadise değildir. Fakat, kendisinde yakmağı meneden bir şey var­dır; diğerinde de bu maniin, menetmesini meneden bir husus vardı. Bunun için o, yakar. Yoksa kendisinde yakma vasfı olmadığı için değil, yahut her ikisi böyle idiler. Arazların durumu sana göre bizim zikrettiğimiz gibidir. Uzun veyahut siyah olursa kendisine herhangi bir manin hulul etmesi mümkün değildir. Heyuladaki durum da böyledir. Bunun içindir ki her ikisi ihtilâf etmişlerdir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizce bu konuda ve yıldızlar ve tabiattan zikrolunan hususta asıl olan şudur ki; hakikatin .bu hususta, işitmeye, nakli delile rücu etmekten hâli kalınmaz. Kendilerinde, tevhid ehlinden işitilen hususlar isbat etmiştir. Çünkü onlarda doğru ve gerçek olan deliller vardır.- Yahut hazır olanla faile delil götürülür. Eğer onun tuttuğu yol bu ise, gerçeği kabul etmek vacip olur. Çünkü bir hal üzere var olan -onun itibare alınması var olmakladır- bu sıfat üzere bulunduğu gibi olmasıdır. Bu itibarla, onların âlemin imtizacı, yıldızların seyretmesi, kuvvetin heyulayı halden hale değişime uğratması ve hem heyûlâ ve hem de kuvvet ikisi birden değişiklik yapar, diye sarfettikleri sözleri batıl olur. Eğer kendi üzerine delâlet eden var olanda bulunan anlamları iti­bariyle olursa; gerçekten asıl olan şudur ki, her tabiat sahibi olan bulun-´duğu halden, hilafı olan bir hale değişmesi, ancak hikmet sahibi olan ve­yahut sefih, yani hikmet sahibi olmayan değiştirici ile olur; fakat her ikisinin de durumu sonuçları ile zahir olur. Onların işaret ettikleri asıl da böyledir. Gerçekten o[73], sonuçlarına yararlı olan şeyden o hallerin gayri üzerine olması ancak hikmet sahibi olan ile olur. Çünkü o haller Öylece bulunmaktadırlar.

Bununla da onların aslı batıl olur; ve gayrinin onu böyle kılmasını muhtemel kılan şeye aslın ihtimal dahilinde bulunması sabit olur. İşte böylece onun bir hâkim olan muhdisle var olduğu anlaşılır. Tevfik Allah´­tandır.

Yine, tabiatinde yakma bulunan şeyde bilinen husus şudur ki; o, an­cak yakılmayı kabul eder bir halde olanı yakar. Çünkü yakma ihtimali ancak onda bulunur. Karalamak ve hâl ve cevherin durumu da böyledir. Sonra tabiatında yakma sıfatı ihtimali olanın kendisinde yaratılış itiba­riyle yanması kabul edenden o durumu kaldırma değildir. Yananın yara­tılışında da bu hususa muhtemel olması tasavvur edilemez. Görünen âlemde bu duruma muttali olan kimse ancak varlığı bilmek ve ikisinin arasını cemetmekle elde edebilir. Görünmeyen âlemin hâl ve durumu da böyledir. Böylece onların ispat etmeği kasdettikieri şey batıl olur ve o da onların kendisinde bulundukları mâna üzerine oulr. Tevfik Allah´tandır.

Bununla beraber onların ölü olarak ifade ettikleri o, asılların tü­münün tedbirleri bulunmadığı zaman ve tabiatları ile amel edip ihtiyar sahibi olmadıkları vakit kendisinden varlık meydana gelen ve yaratanın Âlim (bilici), Semî´ (işitici), Basîr (görücü), Diri, Kadir, o cihetlere muh­temel olan ölü ve onlara ihtimal ve imkândan hariç olması caiz olmaz. Binaenaleyh, bunların hepsinin âlim olan var edici olanla olmuş olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır, [74]


Mes´ele (Dehrîlerden Sümenilerin1 Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olduğunun Açıklanması)



Dehrîlerden olan sümeniler (budistler), ezelde eşyanın hadis oldu­ğuna muvafakat etmeleriyle beraber şöyle diyorlar : Gerçekten yeryüzü devamlı olarak üzerinde olanı [75]kendisine çekip indirir.

Onlara bu hususu Nezzâm sorunca, yerin üstünde bulunanların ağır olduğunu Öne sürerek delil gösterdi. Ağırlık ise havaya mukavemet ede­mediği için semada duramaz. Onlara, ağır olan bir taşla, bir bez parçası yukarıdan beraberce salındığı vakitte taşın daha süratli yere inmesi ile itiraz etti. Sonra devamla yerin onlardan daha ağır olmasına rağmen onların yere ulaştıklarım ileri sürdü. Sonra gördükleri şu hususla da onlara itirazda bulundu : Rüzgâr, bir şeyi alır onu etrafa değil, yükseğe doğru çekmek suretiyle onunla beraber yukarıya doğru yükselir. Onun, yerin altında olup kendi kuvveti ile yüklenmiş olsa idi size bu hususu ne bildirirdi Siz, yerin üzerindekini yukarı yükselip çıkmaksızın aşağı çek­mesiyle nasıl hükmettiniz Bunun benzerini de gördünüz, dedi ve sözü­nü böylece kesti. Bu, onların münazarasının hülâsası olduğu vakitte kar­şılıklı oynamağa ne kadar benzer- Belki asıl olan şudur ki; biz, onun gö­ğü bir hal üzere gördüğünden beri görmekteyiz. Yeri de ağırlığı üzerine müşahede ediyoruz. Yerin parçalarından olan her parça, aklın ulaştığı en üst bir yerden salmırsa muhakkak o, yere düşerdi. Bu husus delâlet ediyor ki, gerçekten yer, bulunduğu hâl üzere, semâ da, olduğu gibi karar kılmışlardır. Onların havada karar kılmaları diye bir husus yoktur, öyle ise onların kendi yerlerinde karar kılmaları hâkim olan Allah´ın kuvvotiy-ledir. Ve onları düşüncenin idrâk edemediği, akim ulaşamadığı şey üze­re yaratmıştır. îşte bu hususta dehrîlerin ve onlara meyleden taraftar­larının sözleri batıl olur.

Bununla beraber onların münazaraları çirkindir. Veyahut münaza­ranın yolu gizli olan hususların meydana çıkması için bahsetmek ve hik­metin sınırları üzerinde durmaktan ibarettir. Onlar, âlemi ihtilâf ve itti­faktan bulunduğu hal üzere kılmışlardır. Cevherlerin ve arazların muh­telif olması yaratılışları itibariyle kendilerinde bulunmaktadır. Onlar da eşyanın hareketlerinden meydana gelmiştir. Veyahut ta bir hikmete kud­reti olmayan ilmi ve idaresi bulunmayan şey ile karışmışlardır. Beşer de bunlardan biridir.[76] Onların katında ilmin veyahut ta hikmetin olması an­cak âlemin dışında sabit olur ki, onların idarecisi olur. Âlemin cevherle­rinden en üst olanın âlemin kendisi ile bulunanın tabiatının dışına çık­ması yine onun Allah´ın dilemesi ve dilediğini yaratmasının var olduğu­na delildir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [77]
Reply


Messages In This Thread
RE: imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 2. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 12:46 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)