Thread Rating:
  • 211 Vote(s) - 2.85 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 2. Bölüm
#3


Âyet-i kerîmedeki âlimlerden muradın, onların içinde bulunan şeref ve haysiyet sahibi kimselerin olması da cazidir ki, onların yanında hü­küm verilirken kendilerinde bulunan şeref ve haysiyetleri, onları yalan söylemekten meneder Allah-u a´lem.

Verrâk, Resûlullah Sallallahualeyhivessellenı´in, Bedir Savaşı günü meleklerin hazır bulunduğunu haber vermesini ta´n ederek der ki; me­lekler, Uhud Savağı günü nerede idiler Birincisinin cevabı : Bedir sa­vağında başlar, (şahıslar) zuhur etmiştir. Onları savaşmazken gördü­ler. Sayılardan zikrolunanlarm açıklanması ise onlar, bilmedikleri suret ve şekilleri görmüşlerdir.

İkincisinin cevabı ise şöyle ifade edilir : Bedir savaşı nıüslümanla-nn yaptığı ilk savaştır. Bunun için Allah-u Teâlâ, hakkı üstün kılmak, bâtılı mahvedip yok etmek için müslümanlara yardım etmeyi murad bu­yurmuştur.

İbni Râvendî diyor ki : Verrâk çok acaip ve şaşılacak bir adamdır. Çünkü o, kesin deliller bulunmasına rağmen peygamberlerin haberini in­kâr ediyor! Bununla beraber menânılerin fikir ve sözlerini kabul edip in­sanları da onu kabullenmeğe davet ediyor. Onların aptallıklarım bir züm­re benimseyip kabul ederek göklerden şeytanların derilerinin yayıldığı­nı, yeryüzünün içinde bulunan yılan, çıyan, ve akreplerin deprenmesi ile deprendiğini kabul ediyor. Bunların hepsinin de ziya ile karanlığın işi olduğunu ve kendi akıllarında güzel olanları def etmeği de kabul ediyorlar. Tevfîk Allah´tandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Bedir Savaşı işi hakkında bir çok vecihler vardır ki, onlardan en muteber olanı şu biridir : Onların hepsine isabet eden bir avuç toprak işidir. Onda zikrolun ani arın hepsi vardır. Yine o hususta, Ebu Cehil´in «Ey Allah´ım, bize işimizi göster; bizi akrablarımıza ulaştır.» demesindeki ifade, lânetleşmesindeki ifade­ye benzemektedir. Ebu Cehil, böyle dedi ve kâfirlerden, başkalarından liderleri bir araya topladı. Tevfîk edici Allah´tır.

Peygamberi inkâr eden kimse şu iddiada bulunuyor : Hüküm ve hikmet sahibi olan, aklın kötü ve çirkin gördüğünü emretmez. Çünkü eğer onun gibisiyle haberin gelmesi cazı olmuş olsaydı, aynı hususun yalan ve zulmün muhal olması hakkında gelmesi de caiz olurdu. Bu, iddia edip öne sürülen fikre şöyle cevap verilir : Hakikaten aklın güzel ve çirkin gördüğü şey, iki nev´idir : Birincisi; kendisine verilen nimete karşı edilen şükrün güzel olması ile sefih olanın kötü ve çirkin olması gibi olan ki, bunlar hiç değişikliğe uğramazlar. İkincisi de şöyle ifade edilir : Akim geçmişte yahut gelecekte veyahut bulunduğu hal içinde güzel gördüğü şey, aklın intikam alma cihetinden azan ve fesada dalan kimseyi...[237] güzel gördüğü gibi olur. Bunun için ger-i şerifin onun gibi vârid olması cazidir. Kendisinin mubah olması kadarının olsa büe kesme işi de buna göredir. Her diri olan ölür. Kesmek suretiyle olduğu zaman kesilen için daha rahat, kesen için de daha kolaydır. Öyle ise, bunlar mubah olan eşyalar mânâsına gelmiş olur. İkinci olarak ise, adalet, umu­miyetle güzeldir. Zulüm ise genellikle çirkindir. Fakat eşyadan bazıları vardır ki, nehyile çirkin, emir ile de güzel ve iyi olduğu zahir olur.

O da tıpkı kişinin hallerinin değişmesi, kendisinin intikal etmesi gibi. Hayvanı kesmek de buna göre mütalâa edilir. Çünkü peygamber­ler, hayvan kesmenin caiz ve mubah olduğunu bildirmişlerdir. Onlar, adaletten başka bir şeyi getirip tebliğ etmezler.

Seneviyeler, maslahat görüldüğü için, ziyanın, karanlığa zarar ver­mesini caiz görüler. Onun aynısını Verrâk zikretmiştir. Ve demiştir ki : Gerçekten peygamberler, eğer aklî delillere temessük ederek gelmişler­se, onlar bizdendir. Ve eğer aklî delillerin hilâfına olana temessük ederek gelmişlerse, onları delil kılan Allah´tır. Onun başkası olması ancak tağyir ile olur. Bunda kitabın yok olması vardır.

îbni Ravendi; ona, bir başı siyah görüp sonra onu beyaz görmesi ile itiraz etmiş ve demiştir ki : Onun gözü mü değişti; yoksa gözüne gelen şey mi Çünkü gözün gördüğü şey, siyah değildir. Aklın bir iş için adaletli gördüğü şey de onun gibidir. Bu husus, ayakta durmakta, oturmakta ve bütün hallerde böyledir, içmek, yemek ve kan aldırmak da onun gibidir. Bazen bu halZer muhtelif şekilleriyle güzel olur. Bu­nunla aklın değişmesi vacip olmaz. Tâ ki, kendisinde güzel olan şey, başkasında da güzel olsun. Peygamberlerin işi de böyledir. Sonra bazen sonuçların iyi ve güzel olması için ağır yükler yüklenmenin ve güzel olma, selâmet bulma içinde zararlı şeyleri seçmenin caiz olduğu ifade edilir. Tıpkı ticaretlerde, icarlarda, ziraat, ilâçlar ve çeşitli ameliyatlar­da olduğu gibi. Bir menfaati, kendisinden daha üstün olan bir fayda için terketmenin ihtiyar edilmesi de böyledir. Şeriatların isi de buna göre carîdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Verrâk, bizim beyan ettiğimizi teyîd ediyor. Şöyle ki : Gerçekten akıl, eziyet vermeyen kimseye yapılan kötülüğü zemeder. Her ne kadar kendi nefsi için sevdiğini başkası için sevmezse de. Hayvan kesmeler, bunun dışındadır. Bu böyledir. Çünkü bu, onun illetlerden tek olarak bulunduğunu düşünmesidir. O düşündüğü vakitte sonuçlar ve selâmet­te olmalar, menfaatlerin ardınca güzel olur. Rahat olmanın üstünlüğü de böyledir. Bu husus hayvan kesmelerde de mevcuttur.

Biz deriz ki : —Tevfîk Allah´tandır— : Gerçekten eşya iki nevidir. Birincisi; kendisi için güzel olan şey, zıddı olan ve her kendisine muha­lif olan için çirkin olur. İkincisi; sonuçların iyi olması ve kötü olmasına delâlet eden delilerin bulunması ve ihtiyaca binaen şey ve onun muhalifi olanın da güzel olması. Öyle ise bu hususta hallerin iyi ve kötü olduğu­nu bilen kimsenin bulunmasını söylemek lâzım gelir. Böylece iş şuna varır ki, kendi aklına itimat edilen kimsenin bulunması mutlaka lâzım­dır. Tenakuz teşkil eden ihtilâf ise onun sebebidir. Yahut iş aklın tara­fından tahsis edilen şeye rücu´ eder. iste bunda da peygamberlerin gön­derilmesinin gerektiğini söylemek lâzımdır. Sonra hayvan kesme işinin, bizatihi çirkin olmasının ihtimali bulunmaz. Çünkü o, intikam yerinde helâl olur ve kendisinde eziyeti ve çirkin görüleni defetme düşünüldüğü zamanda da aklen güzel olur. Veyahut ta sonuçları böyle vukubulur. Öyle ise, kendi nefsi ile onun yani kesmenin, çirkin olması bâtıl olur. Böylece kendisinde terketmek ve izin vermekle mihnet ve musibetin bulun­masının caiz olduğu lâzım gelir, işte onda mubah olma durumu vardır.

Ve yine gerçekten her şey ki, onu akü güzel görür. O, her hangi bir halde çirkin olmaz. Ve böylece aklın her çrkin gördüğü şey, başka bir halde çirkin olmaz. Tabiatın[238] nefret etmesi ile çirkin olan her şey, düşünlen bir cevhere hulul etmesinin düşünülmesi ile olur ki, böylece onun vermiş olduğu eza ve elemden dolayı o cevherin tabiatı ondan ka­çınır. Sonra bu, bazan alışkanlıklarla o hususun gitmesi caiz olur. Tıpkı kasaplar ve savaşmayı itiyat edinmiş olanlar gibi. Öyle ise o husustan nehyin aklî değü, tabiî olduğu sabit olur. Onun âdetten değişikliğe uğ­raması zail oîur. O da hayvanın cevherleri gibi ki, onun tabiatı vahşi olmaktır. Ağır yük taşıyanlardan bütün insanların tabiatları da ona gö­redir. Sonra çabşmak, ekzersiz yapmak, başkasını alıştırmakla ona göre yaratılmış gibi olur. Hayvanın igi de buna göredir. Ve her diri, muhak­kak kendisi ölür. Sonra ona hiç bir kimse katılmaz ki onu zemmetsin. Bu husus, kendisi için olandan izin geldiği vakitte durum onun gibi olur.

Seneviyelerin görüşünü ve "sözünü kabul eden kimse, bir kaç yön­den daha haklı görülmektedir :

Birincisi; onların ziya ile karanlığın birbirine zıd ve uzak olmala­rını, sonra bağdaşmalarını ve sonra yine birbirine zıd ve uzak olma ha­line girmelerini caiz görmeleri ki, bunda her birine yakın olanların ara­sını ayırma ve her birbirine imtizaç edenin arasım seçme vardır. îşte hayvan kesmenin mânâsı da budur.

ikincisi; gerçekten elem, ya ziyanın cevherine girer; böylece ziya ezâ vermeye muhtemel olur ki, o de serdir. Eğer öyle olmasaydı kes­mekten nehyolunmazdı. Çünkü o, kesmekten ibarettir. Sonra elem, ziya­nın cevherine hulul etmekten veyahut karanlığın cevherine girmekten hâli kalmaz. Ziyanın cevherine hulul ettiğinde şer işlemiş olur. Karan­lığın cevherine girdiği vakitte de onu nehyetmenin ve inkâr etmenin hiç bir mânâsı yoktur, kendisi için. Çünkü o, tabiatinde nehyi ve inkârı kabul etmemeye muhtemel olan kişinin i§ini inkâr etmek olur. Tıpkı bu, kanadı olmayana uçma emrini vermek gibidir. Veyahut da elemin karanlık cevherine girmiş olması olur ki, bu da onların katında hak olandır. Sonra ya elem ona ziya cevheri ile girmiş olur ki, o da kendi­sine zem olunmayı icabettirecek hususu işlemiş olur. Veyahut da karan­lık cevheriyle girmiş olur ki, böylece karanlığa elem verme[239] bakımın­dan gok güzel ve iyi etmiş olur. Çünkü o, adalettir. Tevfîk Allah´tandır. Ve yine gerçekten kesmekte safî olan ruhun, pis olan karanlıktan çıkarılması vardır. Hak olan budur ve her şeyin âkibeti de böyledir. [240]


Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Îsbâtı
(Özellikle Muhammet! Sa!Liillulmiüeyhivesellem´in Peygamberiiğinin İsbata)



Peygamberlerin nübüvvetinin ispatı, özellikle Muhammed Sallallahu-aleyhivesellem´in peygamberliğinin ispatı kendi varlıkları ile vukubul-muştur. Sonra hissi ve aklî delil ve mucizelerle sabit olmuştur. Sonra ahvâlin zuhurunun muvafakati ile ki, o da kendilerine duyulan ihtiyaç­tan ibarettir. Kendi varlıkları ile ispat etme işini peygamberlerin gelme­leri hususundaki ifadelerle açıkladık. Bununla beraber peygamberimiz hakkında su zikrolunan hususlar da peygamberliğini ispat eden deliller­dendir. Peygamber aleyhisselâm, kendi yüzüne baktı, sonra dolunaya baktı, kendisi Ay´dan daha güzel idi. O, koku bakımından misk´ten daha âlâ ve güzel kokulu idi. Onun yaratılışı, güzellik bakımından kendisi gibi ile hiç bir kimsenin vasfolunduğu bilinmiyen hususlarla vasfolundu. Gözlerin çoğunu görürsün ki, yaratılışta âfetler sahibi olanlarla hayret içinde kıpırdarlar. Bu ise onun bütün âfetlerden berî olduğuna delâlet eder. Ve onu her ziynet ile ziynetlendirmiştir. O, yaratılışta en yüksek derecelere ulaşmış, en üstün şereflere nail olmuştur. Buna su hususlar delâlet etmektedir ki, onda hiç bir yalan görülmemiştir. Kendisinden hata bile sâdır olmamıştır. Onun düşmanlarından kaçtığı görülmemiştir. Ahlâkında da hiç bir kötülük yoktur. Bilâkis o, vasfolunduğu üzere idi. Ne mudârâ ederdi ve ne de münakaşa. Kendisinde kötü söz bilinmediği gibi kendi nefsi için de yardım istemezdi. Başkasına şefkat ve merha­mette bulunmakta Öyle bir noktaya varmış idi ki, o noktadaki hali üze­rine Allah-u Teâlâ´nın «...0 halde (Ey Resulüm insanlar inkârlarından dolayı helak olacaklar diye) onlara üzülüp kendini mahvetme!»[241] kavl-i celîli ile kendisine hitap edilmiştir. Ve yine bu hususta Allah-u Teâlâ, kendisine hitaben «(Ey Resulüm, Kureyş halkı) iman etmiyecekler diye, kederden nerde ise, nefsine kıyacaksın.»[242] buyurmuştur.

Mahlûkatm helak olup yok olması bulunan hususa duyduğu hüznü dikkata şayandır. Nitekim, Aîlah-u Teâlâ; «Ey Resulüm, sabret; senin sabrın da ancak Allah´ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüzçevirmesinden mahzun olma. Ve yaptıkları hileden de telâş edip sıkıntıya düşme.»[243] kavl-i celîli ile O´nu vasietmiş ve korumuştur. Ve yine Cenâb-ı Allah, O´nun hakkında «And olsun, size, içinizden bir peygamber geldi ki, zah­met çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür; mü´minlere çok merhametlidir, onlara hayır diler.»[244] buyurmuştur. Cömertlikte o kadar ileri derecede bulunuyordu ki, bu bakımdan kendisine Allah´tan sitem bile gelmiştir. Allah-u Teâlâ, kendisine hitaben, «Elini boynuna bağlı kıl­ma, (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp israf etme ki, sonra kınan­mış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.»[245] buyurmuştur. Rivayet edilir ki, Peygamber aleyhisselâm, yarın için, bugünden bir şey alıkoymazdı. Azı­cık yumuşaması için, dünya metâı ve riyasetten özenilecek pek çok şey kendisine arzolundu fakat hiç birisine de cevap vermedi. Bilâkis Allah iğin beyler, ağalar, melikler, sultanlar ve en kuvvetli[246] şahsiyetlerin kar­şısına dikildi. Tâ ki Allah-u Teâlâ, mahlukatın kalbine korku vermek suretiyle kendisine ikramda bulundu. Allah için karşılarına dikildiği kim­selerle savaşmayı kasdettiği vukubulmasın ki, karşısında bulunanlar kendisinden korkmasın. Onun hakkında şöyle denmiştir : Ve Allah, seni insanlardan korumuştur. Bundan sonra insanlardan korkmamıştır. Pey­gamber aleyhissselâmın bu hususta[247] onlarla dostluk yaptığını hatırla­mam. Bunun içindir ki, kendisine tâbi olanlara çok şiddetli ve meşak­katli hâdiseler isabet etmiştir. Ümmetinin mülkünün ve hükümranlığı­nın doğudan batıya kadar yeryüzünü titretecek ve her taraftan duyula­cak ihtişama ulaşacağını vaadetmiştir. Düşmanlarının kalblerine atılan çe­şitli korkulardan ve heyecanlardan zikrolunan şey, hep rivayet edilenlerdendir. Düşmanları tarafından kendisine atılan her türlü kötülükten korunmuştur. Bu hususta uzak akrabalarına karşı da dostluğunu izhar etmekten çekinmemiştir.[248]Düşmanlarının, onun getirmiş olduğu Nûr´unu söndürmek, izini mahvedip silmek için fikir ve güç birliğinde bulunma­ları ancak getirmiş olduğu dinin zahir olup üstün olmasından başka bir netice vermemiştir.

Sonra hissî olan mucizeler : Ay´ın yarılması, ağacın Peygamberin ardından inlemesi, taşın kendisine teslim olması, açık seçik olan mucize­lerdir ki, onların hepsini bilmiş ve görmüşlerdir. Sonra az olan bir sudan, insanlardan bir çok kimsenin içip kanmaları, sonra beddua etmesiyle düş­manlarının kıtlık ve darlık içine girme belâsına maruz kalmaları, sonra peygamberin hürmetine kurtulmalarını istediklerinde kurtulmaları, az bir yemekle insanlardan bir çoğunun doyması, sonra Beyt-i Mukaddes hak­kındaki emir, sonra mağarada kendisini arayan kimselere geçmelerine dair vukubulan emir ki, Allah-u Teâlâ onların gözlerini kör etti. Ağacın inlemesi, devenin şikâyeti, pişmiş koyunun tekrar diriîip şehadet getirme­si, sonra kendisinin peşine düşen kimsenin atının yere batması, sonra Al­lah-u Teâlâ´mn «onlar elbette ki onu temenni etmezler» kavM celîli ile haber vermesi ki, bu husus Öylece vaki olmuştur. Sonra, siz Allah´a şirk koştuğunuz, şeriklerinizi çağırınız ve sonra bana hüekârhkta bulununuz, siz gözetilmezsiniz, demesi ile onların bu hususa gücü yetmemeleri, sonra düşmanlarının kendisine çok tuzak kurup Allah-u Teâlâ´mn onu bu tu­zaklardan kurtarması, münafıkların kendi nefislerinde gizledikleri husu­sun büyüklüğü ki, Allah-u Teâlâ; peygamberini ona muttali kılmıştır. Tâ ki onlar çok şiddetli inat içinde olmaları üe beraber kendilerinde bulunan hususu haber verecek bir sûrenin inmesinden korkuyorlardı; onlara için­de bulundukları ve tabi oldukları hususu açıklaması, Ebu Bekir ve eshabı hakkındaki sözü, bu hususta Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «... Şimdi o, ölür veya öldürülürse siz ardınıza dönüverecek misiniz (Dininizden dö­necek veya savaştan kaçacak mısınız )»[249] ve yine Cenab-ı Allah şöyle bu­yuruyor : «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak Ölürse, bu gibile­rin yaptığı iyi şeyler, dünyada da Ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar Ce­hennem ehli olup orada ebedi olarak kalırlar.»[250]

Hasreti Ali´ye, kendisini dâvadan İnhiraf etmek[251] suretiyle büyük bir fitne çıkaranlar[252] tarafından gehid edileceğini bildirmesi ki, böyle ol­muştur. Ve Ammar´a «Seni azgın ve hadden çıkan bir cemaat şehid edecek­tir» diye buyurması; ve müminlere dünyayı fethedeceklerini vaadetnıesi; ve daha başka sayılamayacak kadar çok olan hususlardan ki, ümmetinin âlim ve güzide olanları bunu saymaya kalksalardı, kalemleri kifayet et­mezdi. Sonra bunların çoğu kendi düşmanları nezdinde de zahir olan hu­suslardandır. Bununla beraber gönderilen semavi kitaplarda onun peygam­ber olarak gönderileceği´[253] yazılmış idi. Bütün peygamberlerin dilleri ile o, müjdelenmiştir ve onun hakkında bütün peygamberlerden söz alınmıştır[254]. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Aklî delillere gelince; şunlardan ibarettir : Cenab-ı Allah Kur´ân-ı Kerîm hakkında beyan buyurmuştur ki; Kur´ân-ı Kerîm, insanlardan ilim ve edebiyatın zirvesine ulaşan, dil ilminin her türlüsünü, en ince kısmını bilen kimsenin dahi benzerini getirmeye gücünün yetmesi ihtimalinin dı­şında olduğunu bildirmiştir. Sonra Allah´ın birliğini ispatlayan, Peygam­ber Aleyhisselâm´ın Peygamber olarak gönderilmesini açıklayan, hüccet ve deliller, Kur´ân-ı Kerîm´de vârid olmuştur. Bunları iddia eden kimse, o gün yeryüzünde yok idi. Sonra Kur´ân-ı Kerîm´de[255] geçen zamanlarda vukubulan hadiselerin haberleri bulunduğu gibi ebedi olarak vukubulacak hususları da haber vermektedir. Gelecekte vaki´ olacak musibetleri de açık seçik olarak beyan eder ki; bu hususların anlaşılması için akıl çalıştı­rıldığında onlara muttali´ olabilir. Ebu Zeyd, delillerden duyu ile bilinenler­den o hususta eserlerde vârid olan[256] kâfidir[257] diyor.

Resûl-i Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem´in peygamberliğinin hak ol­duğunu ispatlayan aklî deliller ise; bir kaç vecih üzeredir : >

Birincisi : ResûluIIah´m (s.a.v.) peygamberliği taaccüp edilecek bir şey değildir. Bilakis geçen milletlerde aynısının bulunması âdet üzere de­vam edip gelirdi. Bunun içindir ki, onu kabul etmeyip reddetmek, ilk anda dahi batıl olur. Allah-u Teâlâ, bu husus hakkında şöyle buyurmuştur : «(Ey Resûîum; muhakkak ki biz seni Cennetle müjdeleyici, Cehennemle kor­kutucu bir peygamber olarak Kur´ân ile gönderdik. Hiç bir timnıetde yok­tur ki, içlerinde Cehennem ile korkutucu bir peygamber gelmiş olmasın) »[258], «Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik»[259]

İkincisi : Peygamber Aleyhisselâm´m, peygamber olarak gelmesinin kendisine ihtiyaç duyulduğu bir zamana, rastlaması; zira Allah-u Teâlâ´nm sünneti, yani âdeti, hidâyet sebebîerinin, insanların hidâyet yolundan uzaklaşıp hidâyetin kendilerinden zail olması anım müteakiben cari olma­sıyla beraber kendisinin teşrif ettiği saman fetret devri ve ilim Öğrenile­cek bir zamandı. Bu hususu beyan etmek Üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyu­ruyor : «Ey yahudi ve hristiyanlar, şimdi size peygamberimiz geldi; kita­bınızda gizlemekte olduğunuz şeylerin bir çoğunu size açıklıyoruz[260]

Üçüncüsü : İnsanlarda ilim tahsil edilecek sebeblerin bulunmamalın­dan, kendilerine peygamber olarak gönderilen kimselerin, peygambere çok muhtaç bir durumda bulunmaları. Bu husus Allah-u Teâlâ´nm «(Çoğu okuma yazma bilmeyen) araplar içinde, soylarmdan bir peygamber gön­deren odur.»[261]. Kavl-i Celîli ile ve bundan başkası ile ispat edilmiştir.

Dördüncüsü : Peygamber Aleyhisselâmm mahlûkat için en açık ve belirli memleketlerden birinde bulunması. Çünkü dünya ve etrafındaki memlekteler halkının gayeye ulaşabilmeleri için en belirli bir yerdi orası. Allah-u Teâlâ, şöyle buyuruyor : «Şehirlerin esası olan Mekke halkını ve bütün etrafındaki memleketler halkını sakmdırasm ve hakkında şüphe ol­mayan o Kıyamet gününün dehşetini haber veresin diye, sana böyle arap-ça bir Kur´ân vahyettik..,»[262]

Beşincisi: İnsanlar, onun gelmesini §iddetle arzuluyor, rağbetlerini açıkça ifade ediyorlardı. İnsanlardan birinin kendisinde bulunan hastalığı veyahut her hangi bir musibeti gidermesi için Rabbisine duada bulunduğu zaman onun, hastalığının giderilmesi için yaptığı bu dua ve niyaza taaccüp edilmezdi. Cenab-ı Hak bu hususta da şöyle buyuruyor : «Eğer biz onları (kâfirleri) bundan önce (Peygamber ve Kur´ân gelmezden Önce) azap ile helak etmiş olsaydık...[263], «(Mekke kâfirleri Hz. Peygamber gelmeden ön­ce) yeminlerinin en kuvvetlisi ile Allah´a yemin etmişlerdi ki, kendilerine, azap ile korkutan bir peygamber gelirse muhakkak milletlerinin her hangi birinden daha çabuk doğru yolu bulacaklar...»[264] îgte bu beş husus, onların durumları hakkında delil getirilenlerdir. Sonra Nebiyy-i Muhteremin hal ve durumlarıyla onlara delil getirilen hususlar da vardır. Onlar da şunlar^ dan ibarettir :

1- Resûlullah (s.a.v.), Öyle bir kavim içinde doğup yetişmiştir ki, onların ne okumak için kitapları vardı, ne de tedrisat sistemleri... Bunun­la, beraber o, kavminden ayrılmadı. Okunmasına rıza gösterilen geçmiş bir kitapları da yoktu. Onların üzerine her hangi bir şey gelirse, nereden gel­diğinin yeri bilinmesi, o hususların zımnındandır. Bu hususu ifade babın­da AUah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Yoksa peygamberlerini (doğruluk, emanet ve güzel ahlâkla) tanımadılar da, onun için mi inkâr ediyorlar »[265]

«(Ey Resulüm), işte bunlar gayb haberlerindendir. Sana bunları vahy ile bildiriyoruz.»[266]

2 - Peygamberimiz (s.a,v.) ümmî olarak yetişmiştir. Ümmî olan okuyup yazmayı bilmez. Söylenenleri de tam manâsı ile ezberlemeğe muk­tedir olamaz. Onun söylenenleri kavraması, zaptetmesi ancak makul olan ruhanî bir şekilde olur ki, onunla fikir ve düşüncede yükselir. Onun delili ise, yanlış olma ve daha başkasının bulunması korkusundan şiirlerin riva­yetinde onun gibi bulunmaması ve bulunmasının da mümkün olmaması hususudur. Bunun içindir ki Kur´ân-ı Kerim´in ezberlenmesinde onların taaccüp etmeleri daha da ziyadeleşmiştir. Allah~u Teâlâ, bu hususun be­yanı sadedinde şöyle buyurmuştur : «Bundan böyle, sana (Cebrail´in öğre­teceği üzere) Kur´ân okutacağız da unutmıyacaksm.»[267] «Ey Resulüm, vahy daha tamamlanmadan ona acele ederek, (kelimeleri kaçırmayayun diye) dilini onunla depretme»[268]Bunun içindir ki, ezberlemekle vasfolunmuştur, diyen gerçekten o, nimetlerden verilen akıllardan daha kuvvetli kalblere sahip olan erkeklerden en kuvvetli kalbe sahip olanı idi diyor. Cenab-ı Hak «Sen bundan önce «Kur´an´m gelmesinden önce) hiç bir ki­tap okur değildin. Ve elinle de onu yazmazdın»[269] buyurmuştur.

3 - Peygamber Aleyhisselâm´ın[270] ömrünün geçmiş günlerinde yazı ile, şiir yazmakla ve benzeri hususlarda[271]fikir alış verişinde bulunduğu as­la zikrolunmaz. Sonra onun gibilerinin delili ve Önde gelen kimselerin ken­disine rıza göstermekten aciz bırakacak hususların kendisinde bulunması mümkün değildir. O gibi hususlardan bir şeyle ta´n olunmaması da bunun delilidir. Hatta kendisine bu hususta dil uzatıldığından onlara Allah-u Te-âlâ´nm : «...O halde, iddianızda sadık kimselerseniz onun gibi bir sûre ya­pın getirin.»[272] kavl-i celîli ile cevap verince sükût ettiler. Bu hususta ken­disine üstün geldiğini iddia etmediler. Allah-u Teâlâ, yine buyuruyor ki : «De ki : Eğer Allah dîleseydi ben Kur´an´ı size okumazdım...».[273]

4 -. Gerçekten Cenab-ı Hak onlara Peygamber Aleyhisselâm´m, ona kaygılanmayı terkettiklerinde kendilerini mazur kılacak husus bulabili­yorlar mı diye onun envalini düşünmelerini emretti. Onlar da düşündü­ler, ancak bir şey bulamadılar. Allah-u Teâlâ, bu hususu şöyle beyan bu­yuruyor : «(Ey Resulüm, kâfirlere) de ki: — Size sadece bir tek nasihat edeceğim : ...»[274]

5 - Cenab-ı Hak onlara, Peygamber Aleyhisselâm´m işlerine bak­malarını emretti. Kendisinde, edebiyat sanatına vakıf olanların dünya mükâfaatîarma nail olmaları için, krallara, sultanlara medhiyeler sunmak gibi hususlardan bir §ey bulabilirler mi Bilâkis Peygamber Aleyhisse-lâm´a, insanları şeref ve izzete ulaştıran hususlardan kendisinde bulunan şeylerden ibaret olan dininden dönmesi için dünya makamlarından en üs­tününü, mal. ve mülkünden de en fazla ve bitmeyenini teklif ettiler. Yara­tılışı itibariyle devamlı olarak kendisinde bulunan hevâ ve hevese muha­lefet etme, lezzet verecek hususlardan nefsini menetmenin bulunduğunun bilinmesi

kendisinden razı olduğunu, Ahıret nimetlerinin en alâsını kendisine ihsan buyurduğunu bildirdiği için o, dünya metamdan hiç bir şeye meyletmezdi, Allah-u Teâlâ, «(Ey Resulüm) De ki : — Ben tebliğime karşı sizden bir ücret istemiyorum, ve ben düzenbazlardan değilim. »[275] — buyurmuştur.

6- Yine onlara, bütün dinlere bakmaları hususunda çağrıda bulun­mak suretiyle istidlal etmiştir ki, onun gibisinin seçilmesini gerektiren hususlardan aklen en güzel olanına sahip olduğunu ve en güzelini tebliğe memur kılındığını bilsinler. Bu hususta da Allah-u Teâlâ, şöyle buyur­maktadır : «(Her peygamber de ümmetine şöyle) demişti : Atalarınızı, üzerinde bulunduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse de mi (bu­nu kabul etrniyeceksiniz )...»[276]. «(Resulüm,) De ki : Ey kitap ehli; bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelimeye gelin...»[277].

7- Peygamber Aleyhisselâm, beşerin gücünün yetmiyeceğinden, imtinaı halinde ona delil olması için Kur´ân´dan bir âyet getirmelerini iste­mek suretiyle onlara tahaddi ederek aciz kaldıklarını kendilerine belirt­miştir. Bununla beraber onlarda edebiyat sanatının en parlak bir devir yaşadığını görmüştür. O da iki nevi olarak bulunmuştur :

Birincisi : Şiir sanatının en parlak bir şekilde yazılması ve en hoş bir tarzda sunulması.

İkincisi : Olan şeyler hakkında söylenen sözlerden, birine ait olanını arapçanm en kuvvetli raanâlarıyla ifade etmek suretiyle kehanet sanatı­nın şöhret bulması. Sonra Kur´ân-ı Kerim´i nazmı ile şairlerin irad ettikle­ri[278] hususların ve manâsıyla da kâhinlerin ortaya koydukları sanatların çok üstünde olduğunu buldu. Böyle olunca Kur´ân-ı Kerîm´in[279] beşer sözü olmadığı vacip olur. Aynısı ile Allah-u Teâlâ, onların sözlerinin ve sanat­larının kendi kelâmına asla benziyemiyeceğini beyân buyurmak üzere şu âyeti celîleleri göndermiştir : ´

«(Ey Resulüm, de ki yemin olsun, eğer insanlar ve dinler bu Kur´ân´ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.)»[280]. «O, bir şair sözü değüdir. Siz pek az inamp tasvip ediyorsunuz.»[281]. «Kâfirler dediler ki, Rabb´inden bir mucize ge­tirse ya. Onlara evvelki kitaplarda olan apaçık delil gelmedi mi »[282]. «Sana indirdiğimiz bu Kur´ân, hayır ve bereketi çok bir kitaptır...»[283]. «(Ey Resu­lüm onlara) de ki : Eğer doğru söyleyen kimselerseniz bu ikisinden (Mu­sa´ya indirilen Tevrat´tan ve bana indirilen Kur´ân´dan) daha doğru bir kitap getirin Allah tarafından da ben ona uyayım.»[284]

8- Peygamber Aleyhisselâm´a, muhalefet edip karşı gelenlere gös­termesi bakımından bu kuvvetli delilin kendisine verüeni tebliğ etmekle vazifelendirilen dinin[285] üstün gelmesini teyîd eden hususlar... Çünkü Ce-nab-ı Hak, kendisini, kullara dinî eserleri öğretecek, hidayet yolunu gös­terecek üstün şahsiyetlerin bulunmadığı bir zamanda göndermiştir ki, in­sanları uğradıkları fesad ve felâket rezaletinden kurtarsın.

Sonra Cenab-ı Allah Peygamber Aleyhisselâm´ı bu yüce makama, bu emsalsiz fesahat ye belagata ulaştırmasıyla bırakmamıştır; bilâkis ken­disine yardımını bol bol ihsan etmiş ve kendisine ikram ettiği makamda onu başarıya ulaştırmak suretiyle yerleşmesini ihsan buyurarak nimetini tam manâsiyle vererek, onu kuvvetlendirmiştir. Bu hususu açıklayan âyet­lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Muhakkak ki biz, peygamberle­rimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında hem de meleklerin şahid duracağı gün (Kıyamette) muzaffer kılacağız»[286]. «Allah şöyle hüküm ver­miştir : — Yüceliğim hakkı için, muhakkak ki, hem ben galib geleceğim, hem peygamberlerim...»[287]. — Cenab-ı Hakk´ın bu hükmü kullarından ge­çen peygamberler için de vaki´ ve sadır olmuştur. Sonra Peygamberimiz Aleyhisselâm´m bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesiyle özel bir durumu vardı, Allah-u Teâlâ, ona yardım etmeyi ve her muhalif olup düş­manlık izhar edene galip geleceğini va´detmiştir. Bununla bilinir ki, onun[288] kuvveti, beşerin yardımından hasıl olmamıştır. O, beşer yardımı ile dünya devletlerine talip olanlar, hükümdarlığa varis olmak ve yahut faydalana­cağı malı elde etmek için içlerinde sakladıkları istek ve maksadlanna ulaşanlar gibi değildi. O, tıpkı Cenab-ı Hakk´m : «Seni bir yoksul iken, (Hz. Hatice´nin malı ile) zengin etmedi mi »[289] kavl-i ceîîîinde beyan edil­diği gibi idi.

Peygamber Aleyhisselâm´m kuvveti, akrabası tarafından da gelmiş değildi. Bilâkis, onlar Peygamber aleyhisselâm´a diğer insanlardan daha fazla düşmanlık edip güçlük çıkaranlar ve getirmiş olduğu islâm nurunu söndürmek için en çok çalışanlar idi. Hatta onun aralarından tek basma çıkıp gitmesini zorladılar. Sonra bununla beraber, nefsin hoşuna gidecek şeylerden biri istemesin ki, onu kendisine vermesinler. Nefsin hoşuna gi­den her istediğini kendisine verirlerdi, fakat bu hususta onlara meyi bile etmedi. Bilâkis her türlü eza ve cefaya sabretti, her güç ve zor olan işi üzerine aldı. Onlardan ancak hak olanda kendisine icabet etmelerine razı oldu. Bu babta Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «And olsun, size, içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer...»[290] «Eğer siz, peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi, yine eder...»[291] «Şüphe yok ki Allah, size bir çok savaş yerlerinde zafer ver­di; ve «Huneyn» gününde size yardım etti. O vakit, Huneyn´de çokluğunuz size güven vermişti de, bir faydası olmamıştı...»[292]. Allah´ın, Nadiroğulları-nm mallarından peygamberine verdiği ganimete gelince : Siz ona ne at koşturdunuz, ne deve...»[293]. Bunlardan başka daha sadık ve doğru olan deliller[294] vardır ki Peygamber Aleyhisselânı, Cenab-ı Hakk´ın kendisine verdiği güç ve kuvvetle ayakta kalmış ve daima Allah-u Teâlâ´nm yardı­mına mazhar olmuştur.

9- Peygamber Aleyhisselâm´m kendisine inanmayanlara kargı öne sürdüğü delillerdendir ki, Allah´tan başka hiç bir kimsenin bilmediği gayb ilminden olanlardan her söyleyip vaad edilenin yerine getirildiği açık­ça bilinmiştir. İnsanların sanat eseri olan hilelerinden bazısiyle onu elde etmeyi isteyen kimse, kendi batıl düşünce ve işi ile peygamberin getirdiği hak olanı, batıl, doğru olanını da kendi yalanında eritmek isteyerek delâ­lete düşer. İstediğini göz boyamak, insanları kandırmak suretiyle elde eder. Allah Celle Celâluhû bu hususu, «Ey müşrikler, size haber vereyimmi, şeytanlar kimin üzerine inerler »[295] kavl-i cehli ile beyan buyurup, ha­ber veriyor ki; gerçekten kâhinler bunları şeytanların yalanlarından alı­yorlar. Bu şeytanların yalanlarından elde ettikleri hususları, hak pırıltı­larından birine, yalan sözleri, ve batıl olan davaları sokuştururlar.

Bu mevzuda asıl olan şudur : Gerçekten kâhinliğin ekserisi, yalan-dolana, insanları kandırmağa, ve benzetme ve hayal kurma üzerine cari olan sihirbazlığa hamlolunmuştur. Peygamberlerin seçtikleri hususlar ise, onlar kendilerinde bulunan hususları sadık olan meleklerin söylemeleriy-le elde ederler. Elde ettikleri hususların içinde, doğru olan, ve tecrübe ve imtihanla sabit olan hak ve gerçekten başkası bulunmaz. Onların işleri, günler ve zamanların devam ettikleri müddet haktır ve sabittir. Bu husus, devamlı olarak böyle olmuş ve olacaktır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm kelâmı olan Kur´ân-ı Kerîm onun dininin bü­tün dinlere üstün kılındığını açıkça beyan etmektedir. Bununla beraber, Kur´ân-ı Kerîm, olanlar ve hâdiselerden haber vermektedir. Tıpkı Aîlah-u Teâlâ´nın şu âyetlerle beyan buyurduğu gibi : «O Allah´tır ki, Peygambe­rini her dinin üstüne çıkmak için, onu hidayet ve hak din ile gönderdi; is­terse müşrikler hoşlanmasınlar»[296]. «Onlar Allah´ın Nurunu (Şeriatını) ağızları ile (sözleriyle) söndürmek istiyorlar. Fakat kâfirler hoşlanmasa-lar bile, Allah, muhakkak Nurunu tamamlamak diliyor.»[297]. «Yoksa onlar; biz yardımlaşır, bize karşı gelene zafer kazanır bir topluluğuz mu diyor­lar.»[298]. «Muhakkak ki biz, (seninle alay eden) müstehzilere karşı kâfiyiz, (onları helak ederiz.)»[299] «Onlarla muharebe edin ki, Allah, sizin elleriniz­le kendilerini öldürsün ve böylece azap etsin...»[300]. «O kâfirler görmüyor­lar mı, biz, arazilerini (müslümanlara fethettirmekle) etrafından azaltıp duruyoruz...»[301]. «>... O kâfirler ise kendi yaptıkları yüzünden başlarına musibet inecek veyahut o musibet, yurtlanılın yakınma konacak...»[302]. «O vakit Allah, yük kervanı ve silahlı birlikten birini vaadediyordu ki, sizin olsun. Siz de, silahı bulunmayan kervanın size ait olmasını arzu edi­yordunuz. Halbuki Allah âyetleri ile hakkı ve islâmı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi diliyordu.»[303]. «Gerçekten Allah size vaadini doğruladı...»[304].

Kavimlere has olarak gelen âyetler vardır ki, gerçekten onların iman etmiyeceklerini ve Cehennem ehlinden olacaklarını ve sonra küfür üzeri­ne öleceklerini beyan eder. Bunlardan başka fani olan haberlerden varid olan her haber, düşünüldüğünde bilinir ki, onu Allah-u Teâlâ´mn bildir­mesi ile bilmiştir ki, kendisi için mucizeler olsun.

Bizim, Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.)´in hallerini ve durumlarını beyan eden hususlardan sayıp döktüklerimizi düşünen kimse, anlar ki; onun peygamberliğine delâlet eden bütün aklî deliller, inci misali dizilip beyan edilmiştir. Mahlûkatm en hayırlısı olan Muhammed Mustafa´ya Allah Cel-Ie Celâluhû salat u selâm etsin.

Sonra bütün peygamberleri kabul edip tasdik edenle bazılarını tasdik edip bazılarını inkâr edenler arasındaki hususa atfı nazar edip onlara ka­bul edip tasdik ettikleri şeyin manâsını veyahut ta seleflerinin tasdik et­tikleri şeyin manâsını kendilerine sorarız. Eğer verdikleri cevapta pey­gamberliği gerçekleştiren husus bulunuyorsa o manâlar, peygamberliği icabettiren manâlardandır. Böyle olursa aynı manânın Peygamberimiz Sallallahualeyhivesellem´de de bulunduğu için Peygamberimizin nübüvveti hakkında da aynı hususu ifafle etmelerini kendilerine ilzam ederiz. Her ne kadar âyet ve mucize, kendi zatı itibariyle muhtelif ise de. Çünkü pey­gamberlere mucize verecek olan hususun manâsı muhtelif değildir. Eğer mucizelerin zahirine bağlanırlarsa hiç bir peygamberde Peygamberimiz Muhammed Aleyhisseâlm´daki üstünlük ve taaccübü ifade edecek husus­ları bulamazlar. Veyahut da her ikisini bir iş üzere çıkarırlar. Her ne ka­dar bizim onlara muvafakatte bulunduğumuzu iddia etseler de. Çünkü bunun cevabı bir kaç veeihten meydana gelir :

Birincisi : Bizim varlığımızdan ve muvafakatimizin meydana çıkma­sından önce onların tasdik etmelerinin sebeb ve illeti kendilerinden soru­lur.

İkincisi : Bizde sabit olan hususla kabul ederiz ki; bize geçen peygam­berleri haber veren kişi peygamberimizdir. Halbuki siz, onu inkâr ediyor­sunuz. Böylece deliliniz düşer. Başka ne deliliniz vardır

Üçüncüsü : Onlara iddia ettikleri şey ve kabul etmedikleri fark ile mukabele edilir.

Dördüncüsü : Şöyle denir : Gerçekten biz, Peygamberimizin nübüv­vetini ikrar edip kabul eden kimseleri kabul ederiz. O kimse, onların pey­gamberliğini iddia ettiği kimsenin kendisi ise, peygamberimizin nübüv­veti sabit olur. Hayır, eğer iddia ettiklerinin kendisi değilse, kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiğiniz kimselerden[305] peygamberimizin nü­büvvetine delâlet eden şey nedir ki, sizin murad ettiğiniz husus size tes­lim olsun Yardım Allah´tandır. [306]


(Hıristiyanların Îsâ Aleyhisselâm Hakkındaki Görüşleri Ve O Görüşlerin Reddedilmesi) :


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Hıristiyanlar îsâ aleyhissolâm hakkındaki görüşlerinde ihtilâfa düşüp gruplara ayrıldılar. Onlardan ba­zıları Isâ aleyhisseîâm´ı iki ruha sahip kıldılar ve şöyle izah ettiler bu gö­rüşlerini : îsâ aleyhisselâm´da bulunan ruhdan biri nâsûtî (maddi) ruh­tur ki, sonradan var olmuştur; insanların ruhlarına benzer. İkincisi ise, lahutî, (maddi olmayan) ruhtur. Bu ruh kadîm olup Allah´tan bir parça­dır. O bedende öylece var olur. Onlar, Allah´ın, baba, oğul ve mukaddes ruhdan başka bir şey değildir dediler.

Hıristiyanlardan başka bîr grup da, Îsâ Aleyhisselâm´daki ruhu, Al­lah yaptılar ve Allah, İsa´nın ruhunun kendisidir, yoksa Allah bir cüz´ olarak değildir dediler. Fakat hıristiyanlardan bir zümre o´nu bir şeyin bir geyde olması gibi bir bedende olduğunu ileri sürdüler. Diğer bir zümre ise iki bedende1 olduğunu kabul etti; fakat bedenin onunla ihata edilme­siyle değil. Hıristiyanların içinde, Allah´tan kendisine bir cüz´ ulaşır. Son­ra başka bir cüz ulaşır diyenler vardır. îbni gebîb diyor ki : Hıristiyan­lardan İsa, Allah´ın oğludur diyenlerden şöyle işittim : İsa aleyhisselâm, Allah´ın oğludur. Anıma Allah onu doğurmamıştır, o´nu evlât edinmiştir. [307]Tıpkı Muhammed aleyhisselâmm temiz zevceleri mü´minlerin anneleri ol­duğunu işittiğim; ve bir adamın başkasına «Ey oğlum dediği» gibi.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Hıristiyanlara bu görüşlerinin ba­tıl olduğunu ifade etmek için şöyle denir : îsa aleyhisselâmda bulunan ruh, kadîm olduğu zaman o, ruh aynı zamanda cüzdür. Nasıl olur da ken­disi Allah´ın oğlu olur da diğerleri ise Allah´ın oğulları olmaz Eğer, «Çün­kü diğer cüzleri daha küçüktür» denirse, o zaman âlemin cüzlerinin hep­sinin büyük olan cüzlerin çocukları olduğunu söylemesi gerekir. Ve son­ra baki kalan cüzlerden hepsini böyle kılması lâzım gelir ki, onun hepsi ile oğullar meydana gelmiş olur. Sonra şu husus malumdur ki; çocuk, ba­badan daha küçük olur. Öyle ise her ikisi beraberce nasıl kadîm olurlar Eğer hepsinin tohumda[308] olduğunu üeri sürerse, kendisine «ondan han­gisi çocuktur » denir. Eğer hepsi çocuktur, derse, tümünü, hem baba ve hem de çocuk yapmış plur. Bu tarz ifadede ise babayı kendisinin oğlu yapma bulunur.

Eğer o kendisinde bulunan bir cüzdür, bu tıpkı lâmbanın ışığından alman bir cüz gibi; asıl olan külde hiç bir noksanlık olmaksızın olur, de­nirse; bu görüşe lâmbanın ışığından alman cüz´ün hadis olduğu gibi, bu cüz dahi hadis olur, diye itiraz edilir. Böylece Allah´ın oğludur, dedikleri ruhun kadîm olması batıl olur. Eğer iddia edip, o tıpkı lâmbadan alman ışık gibi, Allah´tan nakledilmiştir derse, kendisine geçen hususların tat­bik edilmesi helâl olur[309].

Sonra, lâmbanın ışığından almanın bozulmayacağım, ona bildiren nedir Eğer bizim, onu müşahede etmemiz böyledir denirse, kendisine göyle cevap verilir : Belki de Allah (c.c.) onu var etmiştir. Veyahut, taşta bulunan ve ondan çıkan ateş gibi olur. Her ikisinden hangisi olursa olsun o, sonradan var olma, hadistir. Hadis olan da mahlûktur. O´nun Allah´ın oğlu olması niçin caiz olur Bu soruya cevaben, Allah-u Teâlâ´nın ondan acaip şeyler meydana çıkardığmdandır deyince, Allah (c.c.) aynı acaip olan hususları Musa Aleyhisselâmda da izhar etmiştir. Öyle ise, o da Al­lah´ın diğer oğludur deyin, denir. Eğer siz, Musa aleyhisselâmda zuhur eden acaip hususlar, onun dua ve niyaza ile meydana gelmiş idi diye iddia ederseniz, ondan gayrinde vuku bulan da onun gibidir. Bununla beraber Isa Aleyhisselâm´m Pazar gecesi şöyle dua ettiği rivayet ediliyor : «Ey Allah´ım eğer şu acıyı birinden menetmek dilemiş isen onu, benden de menet.» Eğer Isa aleyhisselâm, ağlamak ve niyazda bulunmakla aynı hususları insanlara öğretmek iğin yapıyordu denirse, cevap olarak Musa aleyhisselâmdan da onun gibisi sadır olmuştur, denir.

Sonra Isâ aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâm, Beyt-i Mukaddes´e doğru yönelerek namaz kılarlar dua ve niyazda bulunurlardı. Ve sonra ağlamak ile tezarru´da bulunmak, tabiatın işidir. Bu her ikisinden nıüm-teni´ olmaz. Öyle ise öğretmenin manâsı nedir Eğer îsâ aleyhisselâm o hususa çalışmakla müstehak oldu ise, aynısının Mûsâ alyehisselâm ve başkasının hakkında da söylemek gerekir. Eğer Isâ aleyhisselâm, o me­ziyete yalnız ölüyü diriltmek ile müstahak oldu, başka bir şeyle değil denirse, buna da Hazkıl´ın insanı dirilttiğini ifade ederek cevap verilir. Eğer bu hususa çoklukla itiraz edilirse, yahudilerin Musa aleyhisselâm´r ondan daha çok olduğunu ifade ettikleri ile cevap verilir.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Mûsâ aleyhisselâm, bir çok ker-re ölü olan asasını ejderha olarak canlandırmıştır. O, ise[310]daha büyüktür. Eğer az bir yemeği bir çok insanlara yedirmek suretiyle onları doyurduğu hususu iie delil getirirse bizim Peygamberimiz aleyhisselâm ile itiraz olu­nur. Çünkü Peygamberimiz, içinde bir şey bulunmayan kabda un meyda­na getirmiştir. Eğer o, suyu, şaraba çevirdi denirse; Elyesa´ın[311] bir kadına, kab bulunmaksızın, un meydana getirip vermiş, sonra onu zeytinyağı yapmış olması ile cevap verilir. Eğer su üzerinde yürümesi ile delil getv rirlerse, onlar aynı şeyi Yûşa´ bin Nun[312], îlya ve Elyesa´ için de ikrar edip kabul ediyorlar. Eğer onlar, aynı hususu îlya için de kabul ederek onun bir cemaatin huzurunda göğe kaldırıldığını söylüyorlar. Eğer Isâ aleyhis­selâm´m anadan doğma kör olanı ve abraş hastalığını ve benzerlerini iyi etmesini Öne sürerek delil getirirlerse, ölüyü diriltmek ondan daha bti-yüktür. Ve aynı zamanda bu hususun Uya ve Elyesa´da da bulunduğunu kabul ederler.

Bununla beraber onların, yahudilerin, îsa aleyhisselâm´ı çarmıha gerdiklerini ve kendisiyle eğlendiklerini kabul etmeleri, aleyhlerinde te­celli eden bir husustur. Çünkü ilk zikredilen husus, îsa aleyhisselâmm yüceltilmesine delâlet ediyorsa, bu husus da onun küçültülmesine delâlet eder. O, llya´nın yaptığı gibi yapmadı mı Çünkü Uya, onlara geldiğinde kendisine karşı gelenlerin üzerine ateş gönderdi, ateş de onları yakıp yok etti. Bu hususu îlya´ya Allah ikram etmiştir. Eğer onlar, özelliği gerçek­leştirmekte acaip olan yani mucize olan hususların meydana çıkarılması­na rücu ederlerse kendilerine zikrettiğim hususlarla itiraz edilir.

Sonra onlara deyiniz ki, Allah-u Teâlâ, gökte ve yerde olanlardan her şeyden acaip olan hususları izhar edince her şeyi kendisine mahsus olan yönden tahsis etmeği icabettirir. Eğer Allah, îsa aleyhisselâmı fi´linde kuvvetli kılmıştır. Yoksa o, onunla işlememiştir derse, cevaben ona şöyle denir : O, cisimleri meydana getiriyor mu idi Eğer evet derse, kendisine o, mahlûk mudur diye sorulur. Eğer evet o, mahlûktur, derse, ona de­nir ki; onun ruhu ve bedeni, bizim ruhumuz ve bedenimiz gibidir. Ona ne oluyor ki, bizim kadir olmadığımız şeye kadir oluyor Onun kadir olduğu şeye Allah´tan bir cüz´ olan kuvvetle mi kadir oluyor; yoksa sonradan var olup hadis olan kuvvelte mi kadir oluyor Eğer o, Allah´tan bir cüz olan­la yapıyor derse, İsa´nın fiili hakkındaki sözünü iptal etmiş olur. Çünkü c. isa´nın İlâhıdır. O fnli yapan îsâ değil, Allah´ın kendisi olur. Eğer cüz´ olan, Allah´tan ayrılırsa cisimlerden bir çoğunu meydana getirdiğinde Allah´ın gayri olur. Eğer cüz´ün Allah´a bitişmiş olduğunu iddia eder­lerse fiil, kuvvetin olur. Ve her ikisi de, yani fiil ve kuvvet, Allah´da bulu­nur. Böylece, gerçekten fail olan Allah olur. Hayır, eğer iddia edip İsa aleyhisselâmda kuvvet bulunuyor, o kuvvetle cisimleri meydana getiri­yor, yoksa o kuvvet kendi fiili değildir[313], diyorlarsa, bu sefer İsa´nın İlâ; hinin bazısının istediği şeyi yaptığım ileri sürmüş olurlar. Eğer hadis olan kuvvetle değil, kendi zatı ile fiilini icra eder derse, izah etmiş olduğumuz hususlarla kendisine itiraz edilir. [314]

(Mes´ele)

Sonra cisimlerin hadis olduğunu ispat eden deliller hakkında konu­şalım[315] : Eğer onu akıl yaptı diye söylerse, aynı hususu îsâ aleyhisselâm hakkında ifade etmesi gerekir. Eğer işitme yaptı derse, kendisine işitile-nin doğru olduğunun delili nedir denir. Eğer onun delili eşyanın hadis olmasıdır derse, eşyanın hadis olmasının ancak işitilmekle anlaşıldığı söylenir. Sadık ve doğru olduğu da ancak eşyanın hadis olması ile bilinir. Öyle ise, onun hakkında bilgi edinmenin yolu kesilmiş olur. Ancak akılla olduğunun kabul edilmesi hariç ki, bu takdirde aynı hususu Îsâ aleyhis­selâm hakkında söylemesi gerekir. Sonra «Ey oğlum» demesinin daha büyük bir ikram olmaz, diyen kimseye, itiraz edilerek denir ki; evet «Ey babam»[316] demek, tazimde daha büyüktür. Eğer bu husus tekaddümü, ya­ni, kendisinden önce geçmesini icabettirir, derse tazimle itibar edilmesini iptal etmiş olur. Çünkü bu husus o yönden murad edilmez. Sonra o husus sabit olmuştur kî; belki, kendisinden başkası, ona o ismi veren kimse olur. Eğer o hususta kendi nefsi ile beraberliği temin etmek vardır derse, ona göyîe cevap verilir : Bazen biri, diğerine «ey kardeşim» der, fakat onu murad etmez.

Sonra, gerçekten onun yaratmasında ikram vardır. Belki de ona bu ismi başkası vermiştir. Bu hususta kendisine havariler ve peygamberler de ortak olurlar. Bu hususa3, işlerden açık olanla[317] itiraz, olundu. ÇünkU o sözü ikramda ifade etmek caiz olur, dedi. Peygamberlik ise ancak cinste ittifak edende caiz olur. Zira merkep ve köpeğe bu isim ile isim vermek caiz olmaz. Bunun içindir ki, ilk husus da caiz olmamıştır. Hepsinde mu­habbet, sevgi ve velayet yönü bulunur. Ve cinsin gayrinde olur. Tıpkı hak­kın, velayet, muhabbet, melekler ve benzeri hususlarda vacip olduğu gibi. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nın mahlûkattan sevdikleri ve dostlarının olması caizdir. Fakat aynısının çocuklar hakkında söylenmesi asla caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu konuda bizce asıl olan ihtilâfın iki vecih olmasıdır. Birincisi : Rab olma. Allah-u Teâlâ, İsa aîeyhisselâmın yeyip içtiğinden, ihtiyaçları yer­lerine reddetmesi ile kendisinin Rab olması mümkün olmadığını beyan buyurmuştur. Cenab-ı Hak onu, küçüklük, yaşlılık, Allah´a ibadet etme, Ona duâ ve niyazda bulunma, insanları Allah´a ibadet etmeğe, onu birle­meğe çağırma, Muhammed aleyhisselâmm geleceğini müjdeleme, O´na iman etme ile vasfetmiştir.

Sonra Cenab-ı Allah bütün âlemde cemetmiş olduğu gibi İsa aleyhis­selâmda da ibadet etme, sonradan, var olma, alâmet ve işaretlerini cemetmistir. Ve yine kendisi (Allah´ın salat ve selâmı üzerine olsun) için Al­lah´a ibadet etme ve onun peygamberi olmaktan başka hiç bir şey iddia et­memiştir. Kendisine İlâh demenin hiç bir manâsı yoktur. Bununla beraber eğer İsâ aleyhisselâma ilâh demek caiz olmuş olsaydı, insanoğlundan her­kese ilâh demek caiz olurdu. Esas şayanı taaccüb olan husus şudur ki : On­lar, Isâ aleyhisselâm hayatta iken bir çok deliller getirdiği halde onun peygamberliğine rıza göstermediler. Sonra göğe yükseltilmesi, refedilme-si, yahut onlardan çoğunluğunun inancına göre vefat etmesinden sonra onun peygamber olmasına, Allah´a ibadet etmesine razı olmadılar. Hatta Isâ aleyhisselâma rububiyet rütbesini verdiler ki, yaratmak, cevher, be­yan ve başlangıçta ve sonunda yalanla kendisinden meydana gelen her şeyle üzerlerine şahid olsun.

İkincisi : îsâ aleyhisselâmm Allah-u Teâlâ´nın oğlu olmasa hususu : Bu husus da bir kaç vecih üzere ifade edilir :

1 - Doğmak, bu ise mümkün değildir, fasiddir. Çünkü Allah-u Te-âlâ, muhtaç olmak veyahut kendisine şehevî isteklerin galebe çalması ve­yahut da kendisine yalnızlıktan usançlık gelmesi gibi beşerî sıfatlardan müstağnidir, beri ve münezzehtir. Onların hepsi çocuk edinme isteğinin sebebleridir. Oysa ki evlâd, babanın cevherinin gayrinden olması müm­kün değildir[318]. Allah-u Teâlâ bizatihi mahlûkata benzemez. Veyahut o hu­susa muhtemel olan manânın haricinde bulunur. Alîah-u Teâlâ´mn beyan buyurduğu üzere eğer o, oyun ve oyuncağı ittihaz etmiş olsaydı, bizim nezdimizde olan hususları ittihaz etmesi imkân ve ihtimal dahilinde ol­mazdı.

2 - Sonra, her çocuk sahibi olanın kendisinin ortağı ve mülkünün çocuğuna kalması muhtemeldir. Kim ki bizatihî Rabb´dır, her şeye malik ve kadirdir. Bu gibi hususların kendisinde bulunması muhtemel değildir. Bir şeyin cüz´ünün, kendi çocuğu olmasının hiç bir manâsı yoktur, diyen kimseye göre onun kâmil olmaması vacip olur. Ta ki sonradan bulunsun. Mucizelerin yönleri bu hususu icabettirmez. Çünkü dünyada peygamber­liğin bilinmesinin yolu, mucizeler değildir. Bununla beraber kendilerine ortak koşuldu.

3 - Ve sonra da Isâ aleyhisselâm, Allah´a ihlâsla, içtenlikle ibadet ettiğine dair ifadesinde sadık olduğunu iddia ediyor. Mucizeler de başka bir şey değil, bunu icabettiriyor. Veyahut da üstün olması yönünden mu­cizelere ienad ediliyor. Dünyada bilinen bir hususdur ki gerçekten onlar ta´zün ifade eden isimlerden değillerdir. Bilâkis kendisine «Mesih» ve «Resul» ismi verilmesi, onlardan daha büyük ve yücedir.

4 - Gerçekten mahlûkattan çoğuna Allah tarafından kerametler verilmiştir ki, o kerametler, ancak onlara ait olur. Bunlardan hiç bir şey peygamberlik ismini icabettirmez. Oysa ki, gerçekten «nübüvvet» dilde, yani lügatta ancak küçük ve zayıf anlamına gelir. Yoksa kuvvet ve yüce­lik ve üstünlük sahibi olma manâsına değildir. Çocukların durumu da böylecedir. Allah-u Teâlâ´nın tsâ aleyhisselâma nübüvveti ikram etmesi ve kendisini küçüklüğünde yüceltmesi bu bakımdan olur. Çünkü bazan bu husus, küçüklerde büyüklük[319] olarak zuhur eder. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

5- Veyahut Allah-u Teâlâ´mn her iş ve musibetin gelişinde sığı­nacak ve yalvarıp yakarılacak yer olması bakımından olur. Bütün mahlû-katın yöneleceği yerin sahibi olan kimse de böyledir. O da tıpkı kızgın bir ateş olan «Hâviye»ye, Cehennem ehlinin annesi ve yeryüzüne de, yeryüzü ehlinin annesi ismi verildiği gibi. Kim ki mahlûkatın kendisine yakarıp yalvarması ve kendisine dayanması bakımından yön sahibi olursa, her ne kadar kendi misli ile ancak izinle konuşursa da Allah´ın emri ile olduğu tahakkuk eder. Kuvvet ancak Allah´tandır. [320]

Mes´ele Allah´ın Fiilleri

Tevhîd ehlinden bir grup şu iddiada bulundu ki; tevhidi benimseyen­lerden çoğu iki yönden onun dışına çıktılar. Ya kendisine vacip olanı bil­memesinden veyahut da seneviye mezhebinin ve diğer mulhidlerin tevhid hakkındaki söz ve görüşlerinden kurtulmaktan aciz olmaları bakımından. Evet, bir grup şu iddiada bulunuyor : Gerçekten menfaatsız olan makul şeylerden her vaki olan ful, hikmete binâen vukubulmamıştır. Kim ki il-letsiz olarak bir fiili işlerse o kimse abes ile iştigal etmiştir. Böylece Allah-u Teâlâ´nnı birisine zarar verecek bir fi´ile başlaması ve yapması caiz olmaz; ve o, Allah´tan hikmeti giderir sandılar. Böylece Allah-u Teâlâ´ya din hakkında başkası için yapmış olduğu her fiilin en salibinin[321], olması ve sonunun da başkası için en güzel olarak yapmasını lâzım kıldılar. Çünkü Allah, kendisine menfaat verecek sözden yücedir1 veyahutta kendisine za­rar verecek şeyden berî ve münezzehtir. Böylece Allah´ın fiilinin ancak gayrine yararlı olanla olmasını veyahut başkasından zararı gideren husus­la olmasını gördüler. îşte o da yine fiilinin illeti olur. Bizden hikmet sa­hibi olan herkesin fiilinin illetli olması düşünüldüğü vakitte, ya hemen, ve­yahut ta gelecekte faydalı olması, veyahut ta zararı yok etmesi lâzım ge­lir. Bununla beraber kendisine çok sevapla beraber güzel Övgüler ceîbe-dilir. Kendi fiilini takdir için başkasının fiili ile Örnek verip kendisinden yalan olmasının[322] veya zulüm veyahut ta kendisinden zeval bulmaksızın hareketin veya kararsız bir sükûnetin bulunmasının caiz olmadığı hususu ile misal verdiler. Böylece dünyada filozoflann fiiline göre[323] onun fiilinin takdir edilmesinin gerektiği sabit olur. Ancak ne var ki onlar, Allah´tan, fiüle yükselmesini veyahut ta her hangi bir fiili terketmesiyle aşağılan­masını reddettiler. Bununla Allah-u Teâlâ´nm kendi fiili ile kendisine bir menfaat celbetmediğini ve bir zararı da defetmediğini ortaya koydular. Böylece onun filmin hikmete binâen[324] başkasına yararlı olan şeyle veyahut başkasından zararı giderenle olmasının vacip olduğunu öne sürdüler. Bunu da kendileri katında Allah´ın fiilinin abes olmadan çıkması için onun fiili­nin illeti yaptılar. İşte bu yönden seneviye mezhebine muhalefet ettiler. Çünkü seneviyeler failin fiüinin, kendisine menfaatsiz olduğunu da hik­mete binaen olmasını kabul etmekten kaçındılar. Böylece sefeh cevheri cinsinden kurtulmasının mümkün olması için mizaç anında hiv.net cev­heri ile fiilin meydana geldiğini ispat ettiler ki, onun fiili dünyaca takdir üzerine olan hikmete binaen olur. Bununla beraber bir şeyin, bir şeyden olmaksızın görünen âlemde vukubulması mümkün değildir. Bunun için âlemin tümünün bir asıl olmasını icabettirdiler ki, ondan âlem yapıldı ve meydana getirildi.[325] Çünkü dünyada varolma gerçeğinden fiilin dışarı çık­ması arasında bir bölüm yoktur. Böylece onun bir hakim[326] tarafından olmasının reddedilmesi lâzım gelir. Tevhîd ehli bu iki hususta onlara mu­halefet etmiştir. Sonra onlardan bir grup, îlletsiz akim bulunmadığı için akılda illetin var olmasını ona ilzam ettiler. Çünkü onlar, dünyada onun gibi fiilin abes olduğunu gördüler. Ve zararlı olan fiilin eğer başkası için menfaatli olsa, failin kendisi ile yararlanmayan fiil hakkında seneviyele-rin zikrettikleri şey üzere sefeh olarak sonuçlanmasını gerektirdiler.

Sonra onlar, aralarında parçalanarak bir kaç gruba ayrıldılar. Bir grup şu iddiada bulundu : Hakikatte kendisine bir şey işlenende zarar görülmez. Her ne kadar ondan sızlanma ve şikâyet bulunsa da. Diğer bir grup da onda,-gerçekte bir zarar olduğunu öne sürüyor. Fakat onun o sararı karşılaması mümkün olur ve fiil bununla da hikmete binâen olmuş olur. Bu tıpkı dünyada büyük yükleri üstlenen, istenmeyen ilaçları bilerek ve kasten içen ve sonuçların vaki olması için dışa çıkmayı kasteden kim­senin7 bulunmuş olması gibidir ki, onun başkasına zararlı bir fiili olmaz. Ancak karşılığı olması müstesna.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Cenab-ı Allah´ı hakkı ile bilen, onun her şeyden müstağni olduğunu, saltanat sahibi olduğunu ve sonra onun kudretini, herşeye malik olduğunu ve bütün mahlûkat, onun hükmü altında bulunduğunu ve emir ancak onun olduğunu bilen kimse, onun fiili­nin hikmetin dışına çıkmasının caiz olmadığını bilir. Çünkü o, b: atihî hü­küm -ve hikmet sahibidir. [327]Herşeyden müstağnidir, herşeyi bilendir. Dün­yada hikmetin dışında bulunan ve sahibini cehalet ve ihtiyaç sahibi olma­ya sevkeden hususun her ikisi Allah´tan nefyedilmiştir. Öyle ise onun fiili­nin hikmetin haricinde olmadığı sabit olmuştur. Bu zikrettiğim şeyle onun fiilinin hareket ve sükûnette olması batıl olur. Çünkü hareket ile sükûnet Öyle iki ihtiyaçtır ki, sahibinde mutlak bulunurlar. Onlardan biri sah´bi-ni kendi nefsindeki istirahat ve lezzetli[328] bir hali düşünmeye ulaştırır, di­ğeri ise rağbet ettiği şeye kavuşturur. Çünkü onun için kasdettiğine ulaş­manın yolu ancak hareket etmesi ve zeval bulması ile olduğu ^ibi yor­gunluğu ve ağır yükün define de ancak karar ve sükûnet bulmakla yol bulur. Amma Aîlah-u Teâlâ ise, onun herşeyden müstağni olduğu, kudret sahibi olduğu sabit olunca kendisine ihtiyaç veyahut herhangi bir şeyi isteme ve kasdetme gibi hususun arız obuası batıl olur. Buna göre Allah-u Teâlâ´nm kudreti, saltanatı ve ilmi sabit olunca onun bir şeyden olmak­sızın bir isi yapmasına başlamasına kadir olmaması ile vasfolunması batıl , ve fasittir. Çünkü o, ihtiyacı ve zafiyet alametini bilendir. Bütün his olu­nanın ve beşer ilminin ulaştığı her ihtiyaç, âlim olanın takdirine delâlet etmektedir. Allah, onu bilir, ona kadirdir ve ganidir. Kendisinin, zengin olması, kudret sahibi, hikmet ve ilim sahibi olması, bilinenin zatından bun­ların giderilmesi caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bunun içindir ki, zarurî olarak aklen âlemin bir şeyden olmaksızın var olduğunu söylemek lâzım gelir ve Allah´ın fiilinin hikmete binaen vukubulduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar hikmetin, onların akil kuvvetlerinin ulaşacağı noktanın dışında olduğu için âlemin filozofları­nın akıllarının, bizim beyan ettiğimiz şey üzere kendisi ile faydalanmayan kimsenin fiilinin caiz olması´ ve bir şeyin bir şeyden olmaksızın var ol­masının hikmetini idrak etmekten aciz olsalar da. Bunun içindir ki, Al­lah´ın emrinin hakikati zahir olur ve yaratmak, emretmek ancak ona mahsus olur. Her mülk sahibinin malik olduğu şeyde dilediği kadarını yap­mağa hakkı vardır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra asıl olan sudur ki, gerçekten umumiyetle zulüm ve sefehin her ikisi çirkin, hikmet ile adalet de güzeldir. Fakat bir şey, bir halinde hik­met, başka bir halinde ise sefeh, bir halinde zulüm, diğer bir halinde de adil olur. Tıpkı ilâçları içme hususunda zikrettiklerim gibi. Sonra cevherlerin nevilerinden olan eşyanın yeyilip içilmesi, itilâf edilmesi ve sağlam olarak ibka edilmesi, [329]ihtiyaçlara veya mükâfatlara veyahut hu­kukların korunması ve benzeri gibi hususlar için olur. Öyle ise, umumi­yetle, hikmetin ve adaletin güzel, sefeh ile zulmün çirkin olması sabit olur. Allah-u Teâlâ´nın yarattığı her fi´li, en azından onun hikmete ve adalete binaen, veyahut lûtf-u ihsanından olduğunu Allah´ın vasfetti-ğinı ifâde etmek lâzımdır. Zira Allah-u Teâlâ´nın çok cömert, çok ke­rîm, ganî ve âlim olduğu sabit olmuştur. Böyle olunca da sebepleri ce­halet ve ihtiyaç olduğu için Cenab-ı Hakk´a sefeh ve zulüm vasfının, is-nad edilip kendisine lâhik olması bâtıl olur. Gerçekten bir şeyin zulüm, adalet ve hikmet, sefeh sıfatlarına bölünmüş, olması caiz olur ki, bun­ların sebepleri de cehalettir. Bakan ve düşünen kimseye onun bir yönü­nün gizli kalması veyahut duyu ile anlaşılan husus ona muttali olmak suretiyle bilmek istemesindeki noktanın gizli kalması caiz olur. Her iki yönün ihtimal dahilinde olması sabit olur ki, ondan birine duyu vaki´ olmaz ve onu düşünen de bilemez. Kendisine hikmet, sefeh, adalet ve zulüm ile işaret edilmek suretiyle şeriatında bunu hükmetmesi bâtıl olur. Böylece her insanın[330] kendisini düşünmek suretiyle bir şeyde iki husu­sun hakikatini bilmesinin mümkün olmadığını ve neticede cahil olduğu gerekir. Böylece duyu organları bilnenlerin ve hissedilenlerin hallerinin değişmesinin sebepleri olan hususların tümünü bilemez. Bu husus sabit olunca, seneviyelerin iki ilâh bulunmasına dair sözlerinin bâtıl olduğu­nu ve zararlı, yararlı hususların yaratılmasındaki hikmetin yönlerini bil­medikleri sabit olur. Çünkü bir halde zararlı olan her şeyin başka bir halde yararlı olması caiz olur. Mu´tezilelerin de «Her fiil ki, başkasının yararına olmaz, o fiil, hikmete binâen meydana gelmemiştir», deme­leri de bâtıl olur. Bununla beraber kesinlikle zararlı olan bulunmaz ki, onunla birisinin faydalanması mümkün olmasın. Bu faydalanma ya de­lâlet yolu ile veyahut öğüt verme yolu ile veyahut kendisinde nimeti ha­tırlatma ve azaptan kaçındırma yolu ile ve mahlûkatın hakkında emir ve yaratma hakkına sahip olanın bildirilmesi ve bunlardan başka ifade edilmesi güç olan bir çok hususlar ile olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra dünyada, fiili sefeh yapan asıl, iki hususdan biri ile olur : Ya mülke tecavüz ile olur ki, bu tecavüzde o fiil için mülk sahibinin izni bulunmaz. Veyahut kendisinde yasağın yerleştiği fiili işlemek ve emir ve nehiy sahibi olanın emrine muhalefet etmekle olur. Bunların hepsi Allah cellecelaluh´dan nefyedilmiştir. Öyle ise Allah-u Teâlâ´nın fiiline bu vasfın lâhik olması ihtimali bulunmaz ve Allah-u Teâlâ´nın bu gibi şeylerden yüce ve berî olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Zîkrolunan husus, yalan gibi değildir. Çünkü yalan, hikmet, sefeh, adalet ve zulüm kısımlarına bölünen fiil gibi bir halde doğru ve sâlih olmaz. Bu, umumiyetle kendisinden değişiklik olmadıığ bakımındandır. Kendisine işaret edilmek Üzere bir şeyde vnkubulması bakımından ise, sebep ve hallerin ihtilâfı ile kendisinde iki hususun bulunması mümkün­dür. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ´nm umumiyetle sefeh ve zulüm vas­fı île vasfedilmesinden berî ve yüce olmasıyla vasfedilmesi lâzım gel­diği gibi, işaretle de bu hususlardan yüce ve berî olmasıyla vasfedilmesi gerekir. Fakat, fiilinin sefeh ve zulüm ile meydana gelen hususta beşerin ilminin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği şeyle vasfolunması caiz değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra zulüm, sefeh ve yalanla vasfın fasid olması, kendisi ile bili­nen şey; iki vecihten ibarettir : Birincisi, bir şeyin akıllarda düşünce ve bedahatle çirkin olur, hatta kendisi düşünüldüğü veya kendisinden bahsedildiği zaman çirkinlikten başka bir şey ziyâdeleşmez. Kendisine bakma uzadıkça onun kötü ve çirkin olduğu tebeyyün eder. Bu, tabiatiy-le, yani yaratılış itibariyle çirkin olan gibi değildir. Çünkü tabiatiyle çir­kin olan, hayvan kesmek ve onun çeşitleri gibi alışkanlıkla ve doğru ve sıhhatli olmasının uzaması ile güzel olur. Böylece hayvanların, ehil ve yırtıcı olanlarından, kuşların yaratılış itibariyle insanlardan kaçındıkla­rını görürüz. Ve kendileri ile çeşitli işler ve kazançlar istenildiğinde o hususları istemediklerini ve nefret ettiklerini kendilerinde müşahade ede­riz. Sonra bu hususlar, onlardan eğitimle, talim ile uzaklaşır; hatta nef­ret edip kaçındığı şeye ünsiyet ve alışkanlık kesbetmiş olur. Bu husus, onda sanki yaratılışında böylece yaratılmış gibi bulunmuş olur. Akılla çirkin olan bu vasfın devamlı olarak çirkin olması gerekmez. Bilâkis, onun durumundaki bakışların uzaması ile durumu ziyâdeleşir. Sonra buna göre fiilinin o hususa muhtemel olan kimsenin vadine itimat edil­mediği gibi vaidinden de korkulmaz. Haberine rağbet edilmez, şerrin­den de emin olunmaz. Hâl ve durumu, ameli böyle olan kimsenin aynı­sının bizatihi âlim ve hakim olan, binefsihî ganî olan Allah´a izafe edil­mesinin ihtimal dahilinde olması mümkün değildir. Bununla beraber Al-lah-u Teâlâ, kendisine hiç bir şeyin gizli olmadığı ve murad ettiği her işin kendisine güç gelmediği hususu ile vasfolunmaktadır. Hatta mu´te-zilenin sözüne göre bu hususun Allah´dan olmasından emin olunmaz. Çünkü eşyanın çoğu Allah´ın irâdesinin dışında kalır. Kendi saltanatın­da ve hükmünde murad etmediği hususun kendisinin hükmü bulunmaz­dan kendisinden çıkarıldığı görülür. Çünkü o, bunu murad etmemiştir. Hükmü ve saltanatının ziyadeleşmesini murad etmiştir. Onun olmasına hâkim olur ve böylece ondan menedilmiş olur. Tıpkı bütün mahlûkati-mn kendisine itaatkâr olmasını murad etmesi gibi. Onun için kendi hük­mü ve mülkü altında itaat olur. İsyan ise olmaz. Fakat bu ikisi de bu­lunmaz. Sonra Allah-u Teâlâ bir kavme ömürlerinin uzun olmasını vaa-detmiş olur. Vaadettiği o müddet içinde onları bakî kılacak olan da ken­disidir. Aynı zamanda kalacakları o müddet içinde kendilerine çeşitli n-zıklar vereceğini, türlü hayırları onlara ihsan edeceğini vaadetmiş olur. Sonra kendi yarattıklarından bir kavim gelir ve kendilerine yaşamaları için vaadedilen müddet geçmeden önce onları öldürür.[331] Böylece onlara

vaadedilen fiilin yerine getirilmesinden menoluninuş olur. O fiil ki Al­lah-u Teâlâ, onlara o müddet içinde hayatlarının baki kalma işini yapa­cağını haber vermiş idi.[332] Bu hususta muhtaç olma ve yalan bulunma vardır ki, bunların her ikisi de zulüm ve sefehi gerçekleştirir. Bununla beraber onlar, Allah´a zulüm, haksızlık, sefeh ve yalan gibi hususlara dahi kudret sahibi olduğunu ifade ederler. Eğer bu hususlardan her fiil Allah´da olsaydı rububiyet ve ilâhlık sıfatlarını yok edip izale ederdi. On­lar ise, Allah´ın rububiyetini ve ilâh olmakhğım idrâk ve kudretin altı­na soktular. Ne zaman kendisi gibi ile olursa, bakî kalma emin olur. Hâli île beraber bulunduğu zamanda da vaadedilen şeyi yerine getirmek su­retiyle kalb sükûneti hâsıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bununla beraber Allah-u Teâlâ, cömertlik, kerem, af ve ihsan sı­fatları ile mevsuftur. Zikrettiğimiz vasıflarla fiilde ise bu hususların zail olduğu görülür. Allah-u Teâlâ, bu gibilerden berî ve yücedir.

ikinci vecih : Gerçekten o fiilleri davet eden husus, cehalet ve ih­tiyacı intaç eder. Allah-u Teâlâ´nın her iki husustan berî ve yüce oldu­ğu sabit olmuştur. Çünkü o her iki husus, rububiyeti düşürür, tedbiri izale eder. Âlemin olduğu hal üzere bulunup kendisini var edenin her şeye hakkım vermek suretiyle ganî olduğuna ve âlim olduğuna delâlet etmesinde onun bu vasıfla mevsuf olmasının müstahil olduğunun deli­lidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâîâ´nın bunlardan biri ile fiilinin her hangi bir şekilde vasfolunması bâtıl olur.[333] Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah cellecelaluhû başkalarında bulunmasının ihtimali müm­kün olmadığı için ilimle, kudret, ceberut ve hayat sıfatlan ile bizatihi mevsuf olunca, her ne kadar hikmet sahibi olanlarda bulunmasa da Al­lah-u Teâlâ´nın fiillerinin dünyadaki hikmet sahibi olanlarının fiilleri [334] takdir edilmesi vacip olmaz. Bu asıl olanın umumî olarak ifa­desi şöyledir ki : Dünyada hikmet sahibi olan biri yoktur ki onun se-fehe uğraması ihtimal dahilinde olmasın. Ganî ve kadir olma da böyledir; O sıfatların zıtları ile mevsuf olması muhtemeldir. Onlarla mev-suf olmuş olur. Tâ ki kendisine zıtları ile ikram oluna. Çünkü kendisi için o zıtlardan kendisine verildiği kadarı bulunur. O, ne zaman bîr şey­de sefeh görürse, o şeydeki hikmetin hakikatini bilme, kendisine veril­miş olup olmadığı meydana çıkar. Veyahut ta ilminin onun hikmetine ulaşıp ulaşamadığı belli olur. Veyahut ta kadîm olan[335] sıfatından ken­disinde bakî kalan hususlardan olup kendisini o sıfatları ihatadan men-ettiğini ifade eden hususlardan olur. Bunun içindir ki, kulun, Allah´ın fiili hakkında bu hikmete binaen olmamıştır ve şöylece olmamıştır diye iddiada bulunması bâtıl olur. Bunu daha açık açığa ifade eden husus; onun, eşyanın çoğunu bilmemesini idrâk etmesi, kendisinin muhtaç ol­duğunu ve bîr çok işlerden âciz kaldığını, kendi akılsızlığı ve aptallığı ile[336] işlerin çoğunu ihata ettiğini bilmesidir. Kendi nefsindeki vasfı bu olan kimsenin Allah hakkında ona işaret etmek suretiyle Allah´ın yap­ması gerekir diye mevzulara dalması[337] abesle iştigal etme ve cehaleti ortaya atmadan başka bir şey değildir.

Bu hususun, akıllıların kendisine iştirak ettiği umumun lâzım olma­sından başka bir şey değildir. Çünkü onlar, umumda akim amelinin ha­kikatidir. Onlardan hepsine kendisinde manâ olmayan abesle iştigal etme verilmiştir. Bizim açıkladığımız hususlar hakkında Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır : «Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise, sorum­lu olur.»[338] Çünkü kullardan her birinin fiilî hikmete de, sefehe de muh­temel olur. Allah-u Teâlâ´mn fiili ise, sefehden beridir, yücedir, insan­lardan her birine emir ve nehiy varid olmuştur. Zira o, hakikatte baş­kası için olur. Alîah-u Teâlâ, bu gibi hususlardan beridir, yücedir. Çün­kü insanların hepsi eşyadan bir .miktarına mâlik olurlar ancak. Allah-u Teâlâ ise eşyânm tamamma, hepsine mâliktir. Bunlar gibisi, Rabb´in sualinin manâsını mümkün kılmayan hususlardandır. Bunlar, müstahil olduğu zaman ise Rabb´dan sorulana cevap vermek külfete katlanmak­tan ibarettir. Fakat, Allah-u Teâlâ, kendi lûtfu ve ihsanı ile bu husus­ta çalışan kimseye yolunu bulmasını, hidayete ulaşmasını vaadetmiştir. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ, kendisine boyun eğmesini ve kereminin, lût-funun, ihsanının tecellî edeceği kadarınca hikmetinde gizli olan şeye muttali olması için kulun kendisine tazarru ve niyazda bulunmasını em­retmiştir. Gerçekten Allah herşeye kadirdir. [339]


Mes´ele
(Kulların Fiilleri Ve Onların İspat Edilmesi)




Hamd-ü sena, kadîm olma, ebedî olma ve ilâh, rab olmada bir ve tek olan Allah´a mahsustur. O Allah ki parlak delil, büyük mülk sahi­bidir. O Allah ki, mahlûkatı kudretiyle yaratmış, geçmişteki ilmi ve di­leğine uygun olarak hikmeti ile onları hareketlendirmiştir. Mahlûkatm hepsinin...´[340] bir yerden bîr yere hareket etmesi onun lûtfu ve ihsanı iledir. O, eşyayı nasıl dilediyse öyle yaratmıştır. Çünkü O, Kur´an-ı Ke-rîm´inde «Allah, yaptığından sorumlu olmaz. Kullar ise sorumlu olur.»[341] buyurmaktadır. Kullardan bazılarında sefeh ve hikmet bulunduğu için suâlden menolundular. Sonra sefehden dolayı da cezalandırıldılar. Onla­rın hikmete rağbet etmeleri istenmiştir. Allah-u Teâlâ´dan bize tevfîkini ikram etmesini ve doğruya olan azmimizi yenilemesini, kalblerimizi tev-hîd nuru le nûrlandırnıasmı niyaz ederiz. Şüphesiz ki O, Hamîd´dir, Me-cîd´dir.

Bundan sonra vaktaki Allah-u Teâlâ, beşerî, kendilerini temyiz ehli kıldığı şey ile mihnet için yarattı ve işlerden mezmum olanı ve övüleni bildi, yapılanlardan mezmum olam insanların akıllarında çirkin ve kötü olarak, övülenleri de güzel olarak meyadana getirdi. İnsanların zihinle­rinde ve fikirlerinde büyüyüp çoğunluğu meyadana getiren hususun çir­kin olanı güzele, zemolunan §eye olan rağbeti de metholunan şeye olan rağbetin üzerine tercih edildi. Onları kapandıkları şey üzerine ve ken­dilerine ikram ettiği hususlar ile bir emri, diğer bir emir üzerine tercih etmelerine çağırdı. Onların akıllarında o gibilerin ihtimal dahilinde ol­masını çirkinlegtirdi. Bunun için Allah-u Teâlâ, insanların içinde bulun­dukları hususları kendisinden korunacak zararla kendisine rağbet edi­lecek menfaatli şeyler arasında değişik olarak meydana getirmiştir ki, onlar insanlar için kendisine rağbet edilecek şeylerden vaadolunanîan ve kaçınılması gereken hususların bilineceği alâmet ve işaretler olsun. Sonra, insanları eşyadan nefret edip uzaklaşan, eşyayı benimseyip ona meyleden tabiatlar üzere yaratmıştır. Onların akıllarına, tabiatların ken­disinden nefret edip uzaklaştığı şeylerden bazılarım sonuçlarının güzel ve övülmeye lâyık-olması ile güzel olarak göstermiştir. Tabiatların ken­disine meylettiği bazı şeyleri de, akıbetlerinin kötü olmasıyla girkin ol­duğunu göstermiştir. Böylece Allah-u Teâlâ, insanları âkibeti güzel ve tatlı olan şey ile tabiatlar üzerine iyi görünmeyen hususları tahammül etme ve nihayetin istekli olmasıyla kendisine çağırdıkları şeyden tabiatı uzaklaştırma kabiliyetinde yarattı. Sonra da onları imtihana tâbi tuttu. Çünkü onların benzerlerinin bulunmasının ihtimali dahilinde olmasından akıllan kaçmıştır. Amellerin çirkin olanından içtinap etmek ve güzel olan­larını benimsemek suretiyle üstün ahlâk ve güzel amellerde[342] bulunma­larını teşvik etmiştir. Sonra insanların mihnet ve musibetini icabettiren hususu iki şeyde meydana getirmiştir : Güçlük, kolaylık... Çünkü insan­lar, her iki hususu birden raihnetsiz olarak birbirlerine alıp verirler. Çün­kü onda üzerine[343] yöneldikleri ve kendisinden kaçındıkları hususlar mev­cuttur.

Bu esaslara göre insanların her türlü fazilete nail olmaları isteni­len dereceye yükselmeyi temin edecek asla ulaştıracak olan sebepler vardır ki, o da iki yönde mütalâa edilen ilimdir. Birincisi, zahir ve ayan -beyân olan ilim, ikincisi de gizli ve kapalı olan ilimdir. Bunun böyle ol­ması, onlarla akıl sahiplerinin çalışmalarda ve nefsin kendisinden nef­ret ettiği tabiatların istemediği hususların ihtimali dahilinde olması ba­kımından birbirlerinden üstün olmaları kadannea yekdiğerine üstünlük sağhyabilmelerf içindir. Bunlara göre de ilmin yolu iki kısım olarak ifa­de ediliyor : Birincisi, ayan - beyân olan ki, o sebeplerin en özüdür. Ve onunla beraber kendisinden gidi olan için asıl olduğundan cehalet bu­lunmaz. İkincisi : Mahlûkatın delâlet etmesiyle işitilerek bilmen nakîî delildir ki, onun doğru ve yalan olduğu bilinir. Sonra nakli deliler iki kısma ayrılıyor : Birincisi, «muhkem-i müteşâbih» olan., İkincisi, «mü-fesser» ve «müphem» olan. Bu hususun böyle olması da marifetlerin ni­hayetinin onları icabettiren hususlardan menetmek ve kendisine lâzım olan hususa yönelmeyi açıklamak içindir. Kim ki, «müphemi», «müfesser» üzerine hanüederse, «muhkemi» kabul etmiş ve mihnet ehlinin ken­disine ihtiyaç duyduğu şeylerden bilmesini lâzım kılan hususun kendi­sinde bulunmasını mümkün kılacak olan «müteşâbihi» onun üzerine ham-letmigtir. Veyahut ta kendisindeki hakikati bilip Öğrenmekten müstağni olmasmm mümkün kıldığı husuta onlara o mevzulara dalmayı terketme-ğe hamletmiştir. Böylece durma mihneti olmuş olur. Çünkü Al!ah-u Teâlâ,[344] iki yönden imtihan eder. ilk olarak teslim olmakla, ikinci ola­rak da talep, yani ilk olarak îman etme, ikinci olarak da îmanın ikti­zâsının yerine getirilmesini talep etme. Kulun üzerine dügen ise ancak emir kadannea itaat etmektir. Vaktaki Allah-u Teâlâ, kitabını iki emir üzerine cem´etti ki insanlar, dini bilirler, o kitabı kabul edip tas­dik ettiler ki O, Allah tarafından hak olarak gelmiştir, bu nokta­dan rücu´ etmek ba§ka bir fikirlere saplanmak, hiç kimsenin gücü ve takati dahilinde değildir. Ve gerçekten o kitabı kim benimser­se onun hükümleri İle, emirleri ile amel etmek gerektiği lüzumunu hissederse kurtulmuştur, felah bulmuştur. Dünya ve âhiret refah ve saadetine kavuşmuştur. Kim ki o kitaptan yüzçevirmiş, onun emir ve yasaklarına riayet etmemişse zarar etmiş, hüsranda kalmış, isyan ehlinden olduğu için dünya ve Âhiret nimetlerinden mahrum olmuştur. Hatta her fırka Kur´an-ı Kerîm´den muhkem olana isabet ettiğini ve onun lâzım olduğunu sanmıştır. Ve hasmının gitmiş olduğu hususta ken­disine o noktada durmayı veyahut da kendi itikat ettiği hususta kendin­ce tekarrür eden üzere icmal etmeği vazife bilmiştir. Onların param -parça olmaları, her birinin muhkemi müteşabihten ayırd etmeğe ve be­lirlemeye muhtaç olduğunu ilzam eder ki, bu da müteşabihle ondan muh­kem olanın tenakuz etmemesinin bilinmesini gerektirir.

Sonra şu husus bilinen bir şeydir ki, Kur´ân-ı Kerîm´in birbirine muha­lif bir şekilde olması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Bu sıfatla Allah-u Teâlâ, Kur´ân-ı Kerîm´i vasfetmek üzere «Onlar, hâlâ Kur´ân´m Allah Ke­lâmı olduğunu ve mânâsım düşünmiyecekler mi Eğer o, Allah´tan başka­sı tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok söz ve ifadeler bulunurdu.»[345] buyurmaktadır. Kendisinin delilleri bulunanda delillerin aklen birbirine zıt düşmesi onun sefih ve cahil olmasının deli­lidir. Bunlarla[346] sabit olmuştur ki, kendisi için ayrılığa düşülen husus Kur´an olması bakımından ve kendisinde açıklamanın bulunmamasın­dan olmadığı sabit olur. Bilâkis o, hususun Kur´ana reddedilmesinin tek­lif edilmesi ve Kur´an´a tâbi olmanın lüzumlu görülmesi delâlet eder ki, gerçekten Kur´an´da o hususun beyânı ve açıklanması vardır. Muhkem olanın kendisine ulaşmayan kimseye gizli kalması ancak birkaç mânâ­dan dolayı gizli kalır. Gizli kalması, ya cevherin tabiatının kendisiyle lezzet duyduğu şeye meyletmesiyle veyahut itiyat ettiği şeyin bazısına fansiyet kesbettiği veyahut kendisine güvendiği kimseyi taklid ettiği veyahut talep etme ve araştırmada kusur ettiği veya işitmesine ilka* edi­len şeye aklının tâbi olmamasıyla rubûbiyet hikmetinin üzerinde müsâvî olmasının daha fazla sevdiğinden kendi aklına güveni olduğu içindir. Böylece bu hususlarla muhkem olan kendi katında müteşabih olur. Ve­yahut bahsetme ve araştırmada noksan kaldığından ileri gelir. Çünkü tevhîd´den rücu´ edenlerin üzerine şüpheli olan yönlerin vecihleri eşya­nın hepsinin bu hususlarla kendisine şehadet etmesiyledir. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Bu hususların aslı şudur ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, beşeri mev­cut olan lezzetli şeylere meyleden tabiatlar üzere yaratmıştır. Bu tabiat­lar sahibini ona çağırır ve o lezzetli şeyleri kendisinde yerleştirilen ta­biatına uygun olan şeylerden şehevî isteklerle, nefsanî arzularla gözüne süsler ve güzel gösterir.[347] Hal bu ise onlar, kendisinde bulunan elem ve yorgunluk gibi hususlardan nefret ederler, kaçarlar, öyle ise insanın yaratılışı ve tabiatı güzelleştirme ve çirkinleştirme hakkında aklının düşmanlarından biri olur.

Akim güzel ve çirkin kıldıığ şey, eğer zavallı olmıyan ve bir halden başka bir hale girip değişiklik kabul etmeyen olur ise, tabiatın güzel ve çirkin gördüğü şeyin değişme kabiliyetinde olması[348] ve bir halden[349] başka bir hale geçmek suretiyle değişikliği kabul etmesi, terbiye ile olur. Onları ayakta tutmak da ünsiyet kesbettiği şeyden menetmekle olur. Kendisinden nefret edip uzaklaştığı şeye yöneltilmesi ise onunla ayakta durmasını güzelleştirir. Oysa ki, tabiatın onu kabul etmesi muhtemel olan bir husustur. Tıpkı hayvanlar ve kuşların işlerinden bilinenler gibi. Çün­kü onlar yaratılışları itibariyle kendileri ile, insanların, yararlı hususIardan istenilenleri kabul etmeyip nefret ederler. Ve bunları yerine ge­tirmekten kaçınırlar. Sonra vahşi hayvanlarda olduğu gibi kendisine meyletmek suretiyle hayvanların yaratılmış oldukları hallerin güzelleş­tirilmesi için görüş sahibi olan kimsenin onlarla bulunmaları ehlileştirü-mesiyle elde edildiği için güzel olur. Kendisinden nefret edip uzaklaşma üzere yaratılmış olan hususlar da böyledir. O da aynı hal üzene yara­tılmış olan gibidir. Beşerde kesme ve öldürmekten tabiatın uzaklaşma, nefret etme işi de buna göre değerlendirüir. Sonra bu hususun hayvan­da gerçekleştirilmesi ve güzelliği, çirkinliği akılla idrâk edilen hususta kolay olur. Hallerin açık - seçik bir durumda olmasıyla kendisinde olan, idrâk edilme hususu devamlı olarak ziyâdeleşir. Bunun içindir ki, Al­lah-u Teâlâ, tabiatların meylini değil, akılları hüccet ve delil yapmıştırr Çünkü Cenab-ı Allah ezelde akıllıların mükellef olduğunu takdir buyur­muştur. Her ne kadar kendilerine, tabiatlarında aklî selim olmayanlar­dan kendilerinden başkaları katılmış olsalar bile. Akü sahibi olanlara akim kendilerine güzel gösterdiğine tâbi olmalarım tabiatları ondan nef­ret etseler de onlara lâzım kıldığı gibi, her ne kadar tabiatın cevheri onu kabul etse de, akim çirkin gördüğünden kaçınmalarını emretmiştir. Çünkü akıl, sahibine §ey´in bulunduğu hususun hakikatini ve gerçeğini gösterir. Cevherin tabiatı ise bu hususu izah etmez. Çünkü tabiatın cev­heri ile göremez ve bulunanın gayrini de örnek veremez. Akıl ise, ken­disi ile hazır ve gaip olan §ey idrâk olunur. Onunla tabiata gaip olan şey hazır olur. Hatta kendisine, kendisi ile lezzetlendiği ve hoşlanma­dığı şeylerden görünen gibi olur. Onun katında mihnet kolaylaşır, ta­biatın ikrah ettiği ağır yük de hafifleşir. Söz ve ibarelerin takdir edil­mesi ona göredir. Gerçekten söz ve ifadelerin güzel ve çirkin olması her ne kadar işitmelere muhtelif olursa da, onlar hukukda değişmezler. Çünkü onlar tegayyür ederler. Bir ibarenin iki dilde ifade edilmesi caiz­dir ki, onlardan biri diğerinden tatlı olur. Güzel, kendi nefsiyle güzel­dir. Hak[350] ise ifade edenlerin başka, başka şahıslar olmasıyla muhte­lif olmaz. Bunun içindir ki, eşyanın güzelliğini ve yaratılıştaki tabiatla ve ne de ibare ve ifadenin güzel olmasıyla takdir olunur.[351] Eşyanın gü­zelliği ancak güzeli çirkin görmeyen akıl ile takdir olunur. O işlerden her işin kendisinde birleşmesi gereken bir asıldır. Tıpkı değişikliğe uğra­ması muhtemel olmayan, kendisini cehlin nakzetmediği mahlûkatı bilmek gibi. Böylece o her gizli ve kapalı olan için asıl olur. Aklın duru­mu ve gösterdiği her[352] yaratılmış olanın hali böyledir.

Tabiatların düşünülenin güzelleştirmesi ve çirkinleştirmesinde bir birlerine uymamaları hususunda açıkladığımıza göre, insanlardan çoğu­na aklın ve tabiatın kendilerine gösterdikleri şeyi idrâk etmeleri güçle­şir. Bunun içindir ki, muhkem olan onların katında müteşâbih olur. Mü-teşâbih olan da muhkem suretinde görülür. îşte böylece hergeyin kendi yolunun gayri ile idrâk edildiğini ifade etmek isterim. Allah-u Teâlâ´-dan bizi bâtılı hak olarak, hakkı, bâtıl suretinde görmemizden koruma­sını niyaz ederiz. O, kuvvet ve kudret sahibidir. Her şeye kadirdir, her-şeyin idarecisi de odur. [353]


(Fırkaların, Kulların Fulleri Hakkındaki İhtilâfı)



Fakih Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Müslümanlar, kulların fiüleri hakkında ihtilâf etmişlerdir. Müslümanlardan bazıları, kulların fiillerini mecazî olarak onlara isnad ettiler. Fiillerin, hakikatte ise Allah´a isnad edildiğini, birkaç yönden öne sürdüler : Birincisi; fiillerin Allah-u Teâlâ´-ya isnad edilmesinin vacip[354] olması. Çünkü bütün olarak her şeyin ya­ratılması, Allah´a isnad edilir. Allah-u Teâlâ´ya fiillerin mecaz Olarak isnad edilmesi caiz değildir. Çünkü o, hak ve gerçek olan faildir; hiç bir şey, kendisini acze düşürmeye kadir değildir. Fiilleri kullara isnad etmek, Allah´ın kudretinin dışına çıkarmak, ve fiilinin hakikatini gider­mek olur. Kendisinde şek ve şüphe edilmeyen hususlardan bir çoğu Al­lah´a izafe edilmiştir ki, gerçekten Cenab-ı Hakk, onu, fiillere boyun eğme, sanatı olan bir san´atla kullarda yaratmıştır. Tıpkı ölüm, hayat, uzunluk, kısalık, hareket, sükûnet bulma, toplanma ve parçalanma gibi. Bunların hepsinin faili Allah´tır. O, bunların hepsine kadirdir. Bizim zikrettiklerimiz de bunun gibidir. Bunların Allah´a izafe edilmesi, Kur´an-ı Kerîm´de de açıkça ifade edilmektedir. Bunlar, azaplandırma ve benzeri gibi hususlarda gerçekten Allah-u Teâlâ´nın yaratması ve hepsinin onun emri ve hükmü altında bulunduğu görüşünü benimsemiş­lerdir. Cenab-ı Hakk, bunlarda dilediği gibi tasaruf eder. Her mâlik olan, kadir olduğu kadannca kendi mülkünde tasarruf ettiği gibi. Her ne ka­dar bunların hepsi mecazî olarak ifade ediliyorsa da.

İkincisi : Hakikaten fiili başkasına gerçekleştirmekte, fiilde bir biri­ne benzeme olur. Halbuki Cenab-ı Hakk, bu hususu «...yoksa Allah´a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendile­rince birbirine benzer mi göründü ...»[355] kavl-i celîli ile nefyetmiştir. Mülk­lerin hakikati cevherlerde bulunmadığı zaman bunları ilzam etmede, nıülkde birbirine benzeme vâki olur. Fiillerdeki benzeme de bunun gibi­dir. Ve yine eğer kul için inkâr etme ve yoktan varlığa çıkarma olmuş olsaydı, bu «yaratma», anlamına olmuş olurdu. Bunun üzerine «yaratı­cı» ismi lâzım gelirdi. îşte bu husustur ki, «Allah´tan başka yaratıcı yok­tur», demekle umûmun çekinip ifade etmekten kaçındığı hususlardan­dır.

Allama Ebu Mansur (r.a.) diyor ki: Bizce ise kulların kendi fiil­lerinin bulunduğunu ifade etmek gerekir. Bu husus naklî, aklî delillerle ve zaruriyatla sabittir ki, bunları reddeden kimsenin kibirli ve kendini büyük gören kimse olduğu anlaşılır.

Naklî delil ise, iki yönden mütalâa edilmektedir : Birincisi; fiilin işlenmesi ile emredilme, işlenmesinden nehyedilme. İkincisi ise : Fiil hak­kında bildirilen vaid ve fiil için verilecek olan mükâfatın vaadi. Bunla­rın hepsine fiil ismi veriliyor. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın §u âyet-i celîlele-rinde bu hususları açık-seçik olarak ifade buyurduğu gibi: «...Artık dindiğinizi yapın,..»[356], «...ve hayır yapın ki, kurtulasımz...»,[357] Cenab-ı Hakk ceza hakkında da şöyle buyurmuştur : «...îşte böylece Allah, onla­ra bütün yapbklarım hasret ve pişmanlıklar halinde gösterecektir; ve on­lar ateşten de çıkacak değillerdir.»,[358] «(Bütün bunlar, Cennet´liklerin) iş­ledikleri amellere mükâfat içindir.»,[359]«Zira, kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.»[360] Daha bunlardan [361]başka kullara amellerin isinılerini ispat eden âyetler varid olmuştur. Kulların fiillerine de emir, ne-hiy, vaad ve vaîd ile fiil isimleri isnad edilmiştir. Allah-u Teâlâ´ya isnad edilmekle bunlar nehyedilmez. Bilâkis onlar, yok iken sonradan var et­mesi ve bulundukları hal üzere yaratması ile gerçekte Allah´a isnad edi­lir. Kullar için o fiilleri kesbedip işlemeleri görülür. Hakikaten Allah, emretmiş ve nehyetmiştir. Kendisinde fiil bulunmayan bir şeyle birisi­ne onu yapmasını emretmek, veyahut kendisinde yasaklanmış olan bir şey bulunmıyanla kişinin yasaklanması mümkün değildir. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsam ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zi­nadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor...»8 buyurmuştur. Eğer hakikatte fiilin mânâsı olmadan bunlarla emretme´ caiz olmuş olsaydı; dün yapılmış olan veyahut geçen yıl yapılan veya­hut da mahlukatm yaratılması için bugün emir vermek caiz olurdu. Her ne kadar mahlûkatın emri hakkında hiç bir mânâsı yok ise de.

Sonra tat, masiyet, fuhşiyat ve diğer yasaklanmış irtikâp edilme­sinin Cenab-ı Hakk´a isnad edilmesi ve Allah´ın emrolunmuş, nehyolun-muş, sevaplandırılmış, mükâfatlandırılmış, azaplandırılmış olması, aklen doğru değildir ve çirkindir, öyle ise fiilin bu yönlerden Allah´a isnad edil­mesi bâtıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır,

Yine gerçekten Cenab-ı Hakk, dünyada kendisine itaat edene sevap vadetmiştir. Kendisine isyan edeni de cezalandırıp azap çektireceğini be­yan buyurmuştur. Eğer her iki emir de kendi fiili olsaydı o takdirde zik-rolunan hususlarla cezalanan da kendisi olurdu. Sevap ile asap hakikat oldukları zaman emredilmek ve nehyedilmek de böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine böylece bir kimsenin kendisine emretmesi, yahut kendisine itaat etmesini veyahut da isyan etmesini,[362]emretmesi mümkün değildir. Al­lah-u Teâlâ´ya da boyun eğip zelil olan kul, itat eden, asî olan, sefîh ve günahkâr olan diye isim verilmesi müstahildiî*. Allah-u Teâlâ, bunla­rın[363] hepsi ile kendilerine emrettiği ve onları nehyettiği kimselere isim olarak vermiştir. Gerçekten bu isimler, kendinin olduğu zaman böylece Rab o olur. Kul da, yaratan da, yaratılan da o olur. Orada bunlardan başka bir şey yoktur. Bu ise, akli ve naklî delillerle reddedilmiştir. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Ve yine herkes kendisinin yaptığı,[364] işte serbest olduğunu ve ken­disinin fail ve yapan, kazanan olduğunu bilir. Kendisinin bilinmesinin yolu duyu olan hususlardan onun gibisinin men´edilmesi caiz olsaydı, onun gibi olan bütün âlemin bilinmesi iptal olurdu. Bu ise memnudur, mümkün değildir. Cebriye mezhebinin sözü ve görüşü de onun gibidir. Bu Öyle bir görüş ve sözdür ki, kendsi hakkında uzun uzadıya kelâm et­menin hiç gereği yoktur. Çünkü o mezhebin taraftan ve tabi olanları gayet azdır. Mezhep sahibinin, hakkında konuşup fikir yürüttüğü husu­sun hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü o, kendisinden her fiil ve sözü nefyet-miştir. Fiil ve söz yok olunca da söylenilen söz, ileri atılan fikir bâtıl olur. Bununla kendisi ile münazara edilir ve delil getirilir. Böylece öne sürmüş olduğu deliller yok olup gider.

Bir kısım insanlar, ilim, vücud, olmak ve bunlardan başkaları ile birbirine benzeme vukubulur sanmaları ile onlara itiraz etmişlerdir. Bun­lar, eğer orada idrak etmeğe muhtemel olan akıl bulunursa lâzımdır. Fakat onlar öyle bir zümredir ki, mahlukatm sınırı dahilinde bulunan şeyle, zaruriyattan olan ilmi inkâr ettiler. Öyle ise onlarla münazara et­menin bir anlamı yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İnsanlardan bazıları ise kullara fiiller isnad ettiler. Fakat onlardan[365] fiillerde bulunan tedbiri nefyetmiştir. Ve kullardan[366] fiillerin yaratılma­sı için kudreti gidermiştir. Onların fiillerdeki dileklerini[367] tıpkı nefisle­rin kendisi ile eşyanın hakikatlerinin kendilerinden hariç elmasım te­menni eden bazı kimseler gibi yapmışlardır. Bu husus hakkında da emir, nehiy, sonra vaad ve vâid ile delil getirmişlerdir. Halbuki bizim zikret­tiğimize nazaran onun gibisi emreden, nehyedenin hakikatine veyahut da aleyhine olan vaîd veyahut leyhine tecellî eden vaadine rücu´ etmesi mümkün değildir. Bu hususta delil olarak emir ve nehiy ifade eden âyet­leri okudular, aklî deliller zikrettiler, sonra ceza âyetlerini okudular. Bun­ların hepsi, Allah´a hamd olsun Kur´an okuyan kimseler için ayan be­yândır. Sonra bu hususlar da kendilerine Cebriyye mezhebinin söz ve fikirlerinin fasid olduğu hakkında açıkladığımız hususlarla yardım gör­müşlerdir. Fiillerin Allah´a izafe ve isnad edilmesinde; fiilin hakikatinin gayrinde, fiiller iki vecih üzere meydana çıkarlar.

Birincisi; sebeple ki, o, serlerin bulunmaması ve hayırlar ile emret­mekle beraber, fiiller onlardan olmuş olur. Her ne kadar fiillerin haki­kati onun için olmazsa da kendisinde sebepler bulunana, fiiller ienad ve izafe edilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi; gerçekten mihnet ve meşakkat anında kendisine izafe ve isnad edilmek, fiiller ile kendisinde tasdik ve yalanlama hali[368] bulunan ile olur. Tıpkı îman ve İmansızlık bakımından fazlalaşmaları hususunda Kur´an-ı Kerîm´e izafe edildiği ve duaya izafe edildiği ki, [369] kendilerine nefreti ziyâdelegtirmigtir. Veyahut bir kavme ki, onlar Allah´ın zikrini unutmuşlardır, veyahut kendilerine ibadet etmesiyle insanlardan çoğunu helak eden[370] putlara isnad edilmesi gibi. Bunların hepsi beşerin fiille-rindendir. Allah´a isnad ve izafe edilme de onun gibidir. Haller, gerçek­ten bu hususlara muhtemeldir. Tıpkı dünyaya gurur ve benzeri ile gu­rur meydana gelen hususu meydana çıkaracak dünya ziynetlerine izafe edildiği gibi. Her ne kadar onlarda fiil hakkı olmasa da. Ve evlerden hâli olan[371] köylere, konuşmaktan bağlı[372] olana ve konuşabilmiş olsalar­dı şikâyet etmeleri bakımından hayvanlara izafe edildiği gibi. Allah´a izafe etmek de bunun gibidir. Çünkü ihmal etme, hemen hemen fiilleri­ne rıza gösterdiği hakkında kendileri için delil olması bakımından ni­metleri izhar etme ondandır. Bunun içindir ki, onlar, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendilerine fiillerden kendilerinde ihmal ve tehir bulunan husus­larla emretiğini sandılar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Müslümanlardan bazıları kulların fiilleri olduğunu ve o fiilleri ile asî ve mütteki olduklarını ileri sürdüler. Kulların fiillerini Allah-u Bâlâ´­ya izafe etme bakımından sebkat eden hususu itibare alarak ilk önce Allah-u Teâlâ´nın halk ettiğini ve ikinci olarak da kulların meydana ge­tirdiklerini öne sürdüler. Kullara izafe edilen husustan zikredilen, Al­lah´a izafe edilenden başka bir şey değildir. Bu, akıldaki cihetin ihtilâf etmesine götüren anlamınadır. Tıpkı sapıttırmak, gekke düşürmek, hida­yete ulaştırmak ve korumak gibi. Sonra in´âm ve ihsanda bulunmak, rezil - rüsvay etmek, yükseltmek, sonra her iki yönden ziyâdelegtirmek, sonra zorlaştırmak ve kolaylaştırmak, genişletmek ve aarlatmak gibi hususlar da böyledir. Bu hallerin kendisi ile vasfolunan şeylerde ki zıd­diyetin bulunması ile var olması mümkün değildir. Hidâyete ulaştırma, sapıttırma, rüşd ve azgınlık, istikamet[373] ve şek, şüphenin[374] mahlûkata izafe edilmesi. îki vecihten birisinin bulunması, diğerini gerçekleştirir. Çünkü Allah´a izafe edilen şey, manâlarının üzerine vâki olduğu zıtları-na izafe edilmekle beraber mutlaka izafe edilmez. Böyle olunca gerçek­ten o fiilin hakikati kulun kesbî olması bakımından kula isnad edildiği, yaratma bakımından da Allah´a isnad edildiği sabit olur. Bunun delili şudur M; hakikaten Allah-u Teâlâ´nın fiili gerçekte onun yaratması de­mektir. Bunların hepsi eğer Allah´a yaratma ismi ile izafe edilmiş olsa, ondan bu hususta yaratmaktan başka bir şey anlaşılmaz. Onlardan ba­zıları kulun fiilini ve kesbini anlamıştır. Tıpkı «Genişlik ve darlık yarattı ve sapıklık, hidayet yarattı ve benzerleri» dediğimiz gibi. îlk ifade edi­len husus da bunun gibidir. Bununla beraber eğer iki yönden biricini haller yahut sebepler veyahut anlaşılanın hakikatinden menedilmesi caiz olsaydı diğeri de onun gibi olurdu. Onların hepsi hakikat değil, mecaz­dır. Bunun içindir ki, her iki söz cebriye ve kaderiye mezheplerinde kar­şı kargıya gelmiştir. İşte bu huşu, mürcie ve kaderiyye mezheplerine lanet edildiğinin manâsıdır. Mürcie mezhebinden olanlar, bütün fiillerin Allah´a ait olduğunu, kulun fiillerde hiç bîr rolü bulunmadığını[375] söy­lediler. Kaderiyye mezhebi ise, fiilleri yaratmanın Allah-u Teâlâ´ya is­nad edilmesi kadannca Allah´a izafe ettiler.[376] Fiillerde Allah-u TeâJâ1-nııı hiç bir tedbiri ve idaresi yoktur[377] dediler. Doğru olan her iki sözün yani Allah´ın yaratmasının, kulun da kesbetmesinin ifade edilmesidir ki, Allah-u Teâlâ, kendi zatını vasfetmig olduğu şeyle mevsuf ve onunla hamdolunmuş olsun. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın gu âyeti celîlelerde beyan buyurduğu gibi : «îşte bu sıfatlara sahip olan Rabb´imiz, Allah´tır. On­dan başka hiç bir ilâh yoktur. Herşeyi yaratan O´dur...»[378], «...Yine O, onu devam ettirmeğe ve hergeye kadirdir.»[379] ve mufassal olarak adalet olması iğin yukarıda zikredilen iki hususun ifade edilmesi gerekir : Tıp­kı Allah-u Teâlâ´mn şu âyet-i celilerinde ifade buyurduğu gibi : «...Yok­sa Rabb´in, asla kullara zulmeci değildir»,[380] «...Eğer Allah´ın nimet ve rahmeti üzerinize olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytan´a uymuş gitmiştiniz.»[381]Sonra bizim açıkladığımız hususta kâfi derecede delil bulunması ile beraber bu hususu ifade etmeği gerektirenin delili, kulun fiillerinde onların düşüncelerinin ulaşamadığı ve akıllarının tak­dir edemediği hallerin bulunmasıdır. Ve yine kulun fiillerinde gaye ve maksatlarının son bulduğu ve akıllarının ulaştığı başka bir hallerin dahi bulunmasıdır. Öyle ise şu husus sabit olmuştur ki, gerçekten kulun fiil­leri birinci yönden onlara mahsus değildir. İkinci yönden ise, kendileri­ne aittir. Birincisi; tıpkı bir şeyin yok iken varlığa çıkmasının tasvir edilmesi gibi ve tıpkı fiili hava ve mekân kadarınca ve eğer kendisine avdet etmeği istese, kendisi bulunmaksızın ona avdet etmesinin, kendi­sine mümkün olmayan fiilin elde edilmesi gibi. İkincisi, yapılması em-rolunan ve yapılması yasaklanan hususlarla hareket edilmesi ve sükû­net bulması gibi. Böylece sabit olur ki, kulların fiilleri, birinci veçhe göre kendilerine ait değildir. İkincisine göre ise kendilerine aittir. Eğer onların fiillerinin kendi kasıtlarının dışında zahir olması ile —ki, onla­rın hepsi zikrolunduğu gibi muhteliftir.— Birinci veçhe göre gerçek­leşmesi caiz olsaydı —halbuki onlar onun gibisine avdet etmeğe âcizdi­ler— âlemin bulunduğu hal üzere kadir olmayan, bilmeyen ve her şeyin miktarlarını anlamıyan kimse ile var olması caiz olurdu. Yine âyetle­rin beşerle bulunduğu hal üzere bulunması caiz olurdu. Her ne kadar onun ayniyle ve benzerine ilim olmasa ve onlara hâkim olan bir kud­ret bulunmasa da. Zikrettiğimiz şeylerin mahlûkatın gücünün dışına çık­ması ile bir yaratıcının bulunduğunu ve peygamberlerin gönderildiğini söylemek, onlara gerekirse onun gibisini kullann fiillerinde ifade etmek onlara lâzımdır. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[382] buyurmuştur. Böyle olmamış olsaydı, birbirine benzeme hususunda ifa­de ettiğim yönden mahlûkata benzemesi gerekirdi. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

Yine biz kullann fiillerinin güzel ve çirkin olmak üzere meydana çık­tığını görürüz. Fiillerin sahipleri, fiillerin güzelliğe ve çirkin olmağa ulaş­tıklarını bilmezler. Belki onların katında fiilleri kendi nefisleri güzelleş-tiriyorîar, süslüyorlar. Hal bu ise fiiller, olduklan hâl üzere meydana geldiği vakitte kendilerine olmaksızın düşündükleri halin dışında mey­dana geliyorlar. Her ne kadar fullerin o hâl üzere onlar için olması caiz olsa da. Onlar, güzelliğin ve çirkinliğin ne dereceye ulaştığını bilmezler. Öyle ise fiili çirkin yapan cehalet olmadığı gibi, fiili güzelleştiren ilim de değildir. Böylece gerçekten onların fiilinin bu yönden kendilerinin ol­madığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ancak şöyle demeleri müstesna : Fiiller, kendi nefisleri ile böylece idirler. Fiilin güzel olması ve çirkin olması doğrulandığı vakitte ona fiilin kendisi emreder.[383] Allah-u Teâlâ ise fiili emretmekte o şey´in ken­disinden daha lâyıktır. Çünkü şey, kendi nefsi bakımından[384] bulunduğu hâli bilemez.

Bununla beraber eğer güzelliğin ve çirkinliğin kendilerini yaratan ohnaksi2in meydana gelmeleri caiz olsaydı, her şeyin yaratıcı olmaksı­zın var olması caiz olurdu. Bu hususu ifade etmek, düşünmek, islâm-dan çıkmak demektir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine biz, fiillerin sahiplerine eziyet verici, yorucu ve elem verici ol­duğunu görüyoruz. Tabiatın eziyet verici olmaksızın ezâ görmesi, yoru­cu bulunmaksızın yorulması, elem verici olmadan elem duyması müm­kün değildir.

Böylece sabit olur ki, gerçekten fiiller kendileri ile faydalanma ve lezzetlenmek için Rab´leri kasdoîunursa onlar, elem vericidir, yorgunluk ve eziyet. vericidir. Yine sabit olur ki, fiiller, kendileri böyledir. Yoksa kullarla beraber değil. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine mahlûkat arasında bilinen şu söz vardır ki, Allah´tan başka Allah yoktur. O´ndan başka da Rabb yoktur. Eğer biz, fiillerin meyda­na gelmesini ve yokluktan varlığa çıkmalanm, sonra var olduktan son­ra yok olmalarım, sonra Rabb´lerinden takdir edilmek üzere meydana Sıkmalarını ifade edersek, onları mahlûkatı mahlûkat yapan hususla mutlaka vasfetmemiz gerekir. Böyle söylemekte, Allah´tan başka bir yaratıcının bulunduğunu söylemek gerektirir. Buna cevaz vermek, zikret­tiğim kimsenin sözünü nakzeder. Bununla beraber eğer o husus caiz olmuş olsaydı, kendi fiilnin Rabb´i olduğunu söylemek cazi olurdu ki bu da reddedilmiştir. Tevfik Allah´tandır.

Yine gerçekten kulların fiillerinin hakikati zahiri olan hareket ve sükûnetten ibarettir. Allah-u Teâlâ onlara kadirdir. Eğer Allah kadir olmasaydı32 kullan fiilleri meydana getirmeğe kadir kılmazdı. Böylece bizzat fiiller Allah´ın kudreti altında bulunmuş olurlar. Allah, fiillere kulu kadir kılınca kendisinden kudreti gider. Kudreti kendisinden[385] zail olduğu zaman da, kendisinden zail olan kudretle kadir olmuş olur.34 Sı­fatı böyle olan Rabb değil, kul olur. Tevfîk Allah´tandır.

Bununla beraber, hareket ile sükûnet ikisi de bulundukları hal ile kendilerine bakıldığında birbirlerine muhalif değiller. Bakan kimse iki­sinin arasını ayırd etmeğe bir yol bulamaz. Eğer şüpheye düşüp birbi­rine benzetmenin hakikati olmasaydı, iki şeyin arasının ayırd edilmesi ihtimali bulunmazdı. Fi´lin birbirine benzeme, iki fiilden birine isim vermesi vacip olan şeyle kendilerine isim verildiğini söylemek gerekti­rir, îşte bunda birbirine benzeme bulunur. Çünkü görünürde fiillerin bir­birleriyle bulunması, faillerin birbirlerine benzemesini gerektirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine tevhîd ehlinin mahlûkatın hadis olduğunu bildiği husus, mah-lûkatm, birbirinden ayrılma, bir araya toplanma, hareket etme ve sükû­net bulmanın dışına çıkmalarının mümkün olmamasıdır. Bu haller, ha­kikatte onları yerine getiren kimsede, Allah´ın yarattığı olmasaydı her hangi bir cismin ve varlığın bulunduğu hal üzere Allah´ın fiili olduğu­nun anlaşılmasını tesbit etmemize gücümüz yetmezdi. Çünkü, isimler­den bizim zikrettiğimiz fiillerin, Allah´ın gayriyle vukûbulması tahkik edilmesi caiz olur. Her ne kadar o fiülerin kendisiyle bulunan kimseyi görüyorsak da. Böylece âlemin hadis olmasının delili onu Allah´ın gay­rinin ayakta tutması üe olur. Çünkü, onun kendisinden olmayan şey­lerden zikretiğimiz hallerden kendisinden izhar etmesine bir yol bula­maz. Halbuki; o haller olmasaydı âlemin hadis olduğu bünmezdi. Öyle [386] Kitabın aslında «lev> kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber dip notta varid olmuştur.

ise, ona bilmenin yolu bâtıl olur. Çünkü âlemi olduğu gibi bulunduran Allah´tır. Sonra vaktaki halleri hepsinin Allah´ın gayriyle var olması ihtimali bulundu; O hallerle Allah´ın kendilerini yarattığı sabit olmaz. Cisimler ise ancak o hallerle belli olup bilinir. Böylece Allah-u Teâlâ´nın vahdaniyetinin bilinmesi için bu sözü delil yapması, rububiyetinin anla­şılması için de şahid kılması bâtıl olur. Korunma ve kurtuluş Allah´tan­dır.
Reply


Messages In This Thread
RE: imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 2. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 12:51 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)