Thread Rating:
  • 215 Vote(s) - 3.2 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm
#1
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm


Rahmân ve Rahim olan Allah adıyla

îmam Mâturîdî ve Mâturîdîyye mezhebi ile ilgilenip ihtimam göster­mem bende, 1961-1964 yılları arasında Kembric Universitesi´nde doktora tezimi hazırlarken başladı. Bu sebebledir ki, bana Profesör A.J. Arbiri, Maveraü´n-Nehir ülkelerinde Fahreddin Er-Râzî ile Mâturidiler arasında geçen münazarayı okuyup incelememi Önerdi.

îyi bahtımdan olacak ki, îmam Mâturîdî´nin dünyada bir tane olan, elyazı, «Kitab-üt-Tevhid» ismindeki eserini Kembriç Üniversitesi kütüp­hanesinde buldum. Doktora tezimi henüz bitirmemiştim ki, Kitabü´t-Tev-hîd nam eseri incelemek için düşünmeğe başladım, ve 1964 yılının ilk ya­rısında Kembriç üniversitesi kütüphanesinin endersun salonunda bilfiil incelemeye başladım.

Doktoramı yaptıktan sonra İngiltere´de ikametim fazla uzamadi, kı­sa bir zaman sonra elyazısı olan kitabın fotokopisini alıp Mısır´a dön­düm.

İngiltere´den döndükten kısa bir zaman sonra İskenderiye Üniver­sitesi, beni Beyrut´taki Arap Üniversitesine Öğretim üyesi olarak gön­derdi. Bu sebeple Beyrut Arap üniversitesindeki felsefe öğrencilerine konferanslarımı hazırlıyabihnem için Kitab´üt-Tevhidi inceleme işini bir müddet bıraktım. Bilâhare kitabı incelemeye başladım. Fakat Fahreddin Er-Râzî hakkındaki incelemem, henüz İngilizce olarak neşredilmeden Beyrut ve İskenderiye´deki öğrencilerim, benden Fahreddin Razi´yi Arap­ça olarak okumamı istediler.

Bu sefer de onların isteklerini yerine getirmek için Kitab-üt-Tevhid´i inceleme işini yine durdurdum. Kısaca kitabı incelemeye Kembriç´de baş­ladım, Beyrut´ta üzerine kapandım ve sonra da İskenderiye´de tamamla­dım.

Burada El-KıddıV, Yusuf Üniversitesinin —Beyrut— Şark Edebiya­tı Enstitüsu´nde neşredilen «Araştırma ve İnceleme» dergisini hazırlayan ilmî heyete, bana sundukları kıymetli £Örüş ve düşüncelerinden dolayı en derin kalbi teşekkürlerimi sunarım. Bu meyanda Kitab-üt-Tevhîd´in bu üstün vasfı ile çıkmasında büyük hizmetleri geçen ve bu hususta em­salsiz bir şekilde önem veren katelik matbaasının sahip ve elemanlarına teşekkür etmeyi bir vazife bilirim. [2]

ÖNSÖZ

1 — İmam Mâturidi´nin Hayati Ve Yaptıkları:

İsmi ve Soyu :

İsmi : İmam Ebu Mansur Muhammed bin Muhammed Mâturîdî´dir. Doğduğu köye nisbet edilerek kendisine «Mâturîdî» denilmiştir.[3]

Mâturîd, Maverâü´n-Nehir ülkelerinden biri olan Semerkand köyle­rinden bîridir. Nehirden maksad Ceyhan Nehri´dir.[4] Bazen Semerkand´a nisbet edilerek kendisine: «El-îmam Âlem´ül-Hedyi Ebu Mansur Muham­med bin Muhammed bin Kahmud El-Mâturîdî, Es-Semerkandî» denir. Ni­tekim incelemekte bulunduğumuz tttı kitabın sahifelerini okurken bu is­me sık sık rasthyacaksınız. «Âîem´ül-Hedy» ismine gelince bazan «îmam-ı Hedy» ve «îmam-ül-Mütekeîlimm» isimlerini verdikleri gibi, bu da talebe ve dostları tarafından kendisine verilen bir lâkaptır. Bunların hepsi, İlim­de, Şeriatı ihya, İslâm âkidesini müdafa ve Sünnet-i seniyyeye hizmet etmedeki çalışmalarından dolayı talebe ve dostian katında yüksek ma­kam ve dereceleri ihraz ettiğine delâlet etmektedir.[5]

Her ne kadar tarihçiler soyunun, Peygamber Aleyhisselâm´m Medi-ne-i Münevvere´ye hicret buyurdukları vakit kendilerine misafir indikleri Kba Eyyub Halid bin Zeyd bin Külcyb El-Ensari´ye ulaştığını yazıyorlarda, ana - baba ve ailesinden biri hakkında bir şey bilmiyoruz.[6] Bunun ndir ki, îmam EI-Beyâzî, İmara-ı Mâturîdi´yi yâdettiğinde: «El-îmam ıu Mansur Muhammed bin Muhammcd bin Mahmud El-Mâturîdî El-En-rî» diye zikretmektedir[7]

Her ne kadar Dr. Eyyub Ali, Mâturîdî´nin 23$ H. 852 M. yıllarında ğduğu fikrini tercih ediyorsa da, hiç bir tarihçi o´nun doğum tarihi kkında bir şey söylememiştir. Çünkü îmam-ı Mâturîdî´nin hocaların­dı biri de, 248 H./G62 M.[8] senesinde vefat eden Muhammed bin Mukatil -Râzî´dir. Eğer bu doğum tarihi doğru ise îmam-ı Mâturidî yüz seneye ün bir zaman yaşamış olur. Zira tarihçiler o´nun 233 H./944 M.[9] Yılında Ahiret´e irtihal ettiği hakkında ittifak halindedirler.

Bu fikir birliğine, O´nun 333 senesinde vefat ettiğini söyleyen ve Lra üâve ederek 336 yılında vefat edip Semerkand´da defnedildiği de ayet edilir diyen Taşköprü Zade´den başkası mualefette bulunmamıştır. [10]


Kültürü :


Elimizde bulunan kaynaklardan öğreniyoruz ki, Imam-i Mâturîdî, asrının ünlü alimlerinden ilim tahsil etmiştir. Hocaları da, son halkası îmam-ı A´zam´da düğümlenen bilginler zincirini teşkil eden değerli alim­lerden okumuşlardır. El-Kefevi, îmam-ı Mâturîdî´nin Ebu Nasr El-îyazî´-den icazet aldığını, Ebu Bekir Ahmed El-Cûzcânî´den fıkıh okuduğunu, O´nun da Ebu Süleyman El-Cûzcâm´den, bunun da Muhammed´den, Mu-hammed´inse Ebu Hanife´den okuduğunu ifade ederken[11], Zübeydi de îmam Ebu Nasr El-îyazî´den icazet aldığını söylüyor. Hocalarından biri de, El-Firak Vet-temyiz... isimli eserin sahibi imam Ebu Bekr Airmed bin îshak bin Salih El-CûzcânTdir. Hocalarından biri de Er-Rey kadısı Mu­hammed bin Mukâtil Er-Razi´dir.

Ebu Bekir El-Cûzcânî, Ebu Nasr Eî-îyazî ve Nuseyr bin Yahya ise îmam-ı Ebu Süleyman bin Musa bin Süleyman El-Cûzcânî´den fıkıh tah­sil etmişlerdir. Ebu Süleyman bin Musa iki ünlü imam olan Ebu Yusuf ve Muhamme bin El-Hasan´dan okumuştur. Muhammed bin Mukâtil ile Nuseyr bin Yahya ayrıca devirlerinin iki imamı olan Ebu Muti´ El-Hakem, bin Abdullah El-Belhi ve Ebu Mukâtil Hafs bin Müslim Es-Semerkandî´-den ders almışlardır. Yine Muhammed bin Mukâtil Muhammed bin El -Hasan´dan ilim tahsil etnıiştir. Bunların dördü de îmam-ı Hanife´den okumuşlardır."[12]

Ebu Nasr El-îyazî, Mâturîdî´nin hocalarının ilkidir. Soyu Yahya bin Kays bin Sa´d bin Ubâde El-Ensarî El-Hazreci´ye ulaşır.[13] Kendisi ilim ve cihad erbabındandı. Hepsi Mâturîdî´nin akranı olan kırk kişinin ardın­dan Türk ülkelerinde Kâfirlerle savaşırken şehit düşmüştür.[14]

Tarihçiler, O´na ilimde, amelî hassasiyet ve takvada topyekün ülke­lerin hiçbirinde, hiç kimsenin emsal olamayacağını zikrederler.[15]

Büyük imamlar diye isim alan oğullan Ebu Ahmed El-îyasd ve Ebu Bekir El-îyazî babalarının ilim ve takvasına varis oldular. Hatta oğlu Ahmed hakkında göyle deniyordu: «Ebu Hanife´nin mezhebinin dofruluğuna Ebu Bekir Ahmed El-îyazî´nin O´nun mezhebinden olması en bü­yük delildir. Eğer Ebu Hanife´nin mezhebi seçkin bir mezhep olmasaydı, Ebu Ahmed El-îyazî ona inanmazdı. Allah rahmet eylesin.»[16]

Ebu Nasr El-îyazî Mâturîdî´nin hocası olmasına rağmen O´nunla beraber Ebu Bekir Ahmed El-Cüzcâm´nin meclisinde otururdu. Onun halka-i tedrisinde bulunup beraberce İcazet almışlardır.[17]

El-Kefevi diyor ki: «Ebu Bekir Ahmed El-Cûzcânî usul ve furu´a ait tüm ilimleri elde etmiş, büyük bir alim ve yine her türlü ilmin en yüksek zirvesiydi.[18] Yine îmam Ebu Bekir Ahmed El-Cüzcânî, talebesi olan îmam Ebu Nasr Eî-lyazî ile beraber, Ebu Hanife´nin talebesi Muhammed bin El-Hasan´ın talebesi bulunan hocaları imam Ebu Süleyman El-CûzcânT-nin dersinde bulunurdu.´[19]

İbni Nedim şöyle diyor: «Ebu Süleyman El-Cûzcânî dini yönden bü­yük bir vara´ ve takvaya sahip olduğu gibi, kendisi hem fakın ve hem de muhaddis idi.»[20]

îşte Öyle bir vara´ ve takva sahibi olan doğru kişilerin meydana ge­tirdiği müessesedir ki, îmam-ı Mâturîdî orada yetişmiş, o müesseseden çıkmıştır. Bu müesseseyi meydana getiren şahıslar, îmam-ı A´zam´a ait olan akaidin usûlünü ve esaslarının incelenmesini ihtiva eden kitaplan, risaleleri ve onun vasiyetlerini nakl ve rivayet etmek için çok büyük ça­ba harcamışlardır.[21]

îmam-ı A´zam Ebu Hanife´nin, El-Fikhu´1-Ekber, Er-Risâle, El-Fik-hÜ´1-Ebsat, El-Âlim ve´1-Muteallim, El-vasıyye adlı kitablan, Hanefi mezhebi alimlerinin Akaid usulünde temel kaynakları olup, bu kitapları incelemek için azamî çaba harcamışlardır.[22] îmam-ı Mâturîdî bunların hepsini okuyup, hocalarından rivayet etmiştir. [23] Fakat Aküd Mâtu­rîdî´nin elinde bambaşka bir §ekü almıştır. îmam-ı A´zam´m işbu eserleri, Ehl-i Sünnet akidesi ve delilsiz olarak kendisine inanılması sahih olan hususların «beyanı» mesabesinde idiler.[24] Fakat bu âkîde ve bu akidenin kapsamına aldığı esaslar akideden ilme dönüştü. Daha sonra da Îmam-ı Mâturîdî´nin elinde Kelâm ümi olarak ortaya çıktı. Çünkü Mâturîdî, o esasları kitaplarında kesin delillerle işledi. Bu esasların, feri´lerini yakını ve parlak delillere dayandırarak kuvvetlendirip tesbit etti.[25] O´ Maverâü´n - nehir ülkelerinde ehli sünnet Vel-Cemaat´ın reisi ve Ebu Hanife´nin mez­hebinin yegâne kelâmcısı idi.[26] Bunun içindir ki, bu mezhebe Mâturîdî´nin kendi ismi verildi. Böylece Maverâü´n-nehir ülkelerindeki Hanefî mezhe­binde bulunan kelâmcüara Mâturîdîyye denmeye başlandı. Ebu Hanîfe´-nin ismi ancak Hanefî mezhebindeki fıkıh alimlerine söylenmekle iktifa edildi.

îmam-ı Mâturîdî dört büyük alim yetiştirmiştir ki, hepsi de îmam ismini almağa hak kapanmışlardır. Onlar şu bilginlerdir:

1– 340 H./951 M. yılında vefat eden, Semerkand´h filozof, ismi ile ün salan Ebu Ishak bin Muhammed bin îsmail.

2- îmam Ebu´l-Hasan Ali bin Said Er-Resteğfenî.

3- 390 H./999 M. yılında vefat eden îmam Ebu Muhammed Ab-dülkerim bin Musa El´Pezdevî. [27]


4 — İmam Eb´ul-Ley«-El-Buhârt[28]
Eserleri:




Tarihçilerin beyan ettikleri kitapların isimleri, imamı Mâturîdî´nin hayatını, sünnet dışına çıkan kimselerin fikir ve görüşlerini iptal etmek ve islâm akidesini müdafaa etmekle geçirdiğine delâlet etmektedir. Aynı eserler o´nun ilim ve kültürde bilhassa din ilimlerinden Fıkıh, Usul, Ke­lâmda kugatıcı olduğuna da delâlet eder.

Şu bir gerçektir ki, tmam-ı Mâturîdî Mu´teale´nin bütün görüşlerini cevaplandırarak iptal ettiği gibi onların beş usûlünü de nakzetti. Mu´te-zileler katında yeryüzü imamı diye benimsenen ve Mâturîdî´nin muasırı bulunan Kâ´bi´yi bizzat adım adım takip etti, bütün eserlerini nakzetti; görüşlerini çürüttü: Mu´tezile Mezhebi´nin ileri sürdüğü fikir ve görüşle­rini cevaplandırmak ve çürütmek gayesi üe şu eserleri yazdı: «Beyan-ı Vehm´il-Mu´tezile, Reddi´l-Usul´il-Hamse U. Ebî Muhammed El-Bahîîî.» Kâ´bi´nin görüş ve eserini nakzetmek için de : «Reddu Evâiî´il-Edille Li´l-Kâ*bi», «Redd´u Tehzîb´il - Cedel Ldl´kâbi» ve «Reddu Vaîd-Ü Füssâk Li-1 Ka´bi», eserlerini telif etmiştir.

Yine Rafızi ve Karamiti´erin[29] görüşlerini çürüttü, fikirlerini red ve nakzetti. Hatta bu hususda, «Er-Reddu Âla-Usul´il-Karamite», ve «Red-du-kitab´U-îmame Li Ba´z-ır-Revafiz» ismindeki eserleri yazdı. Usul´ül Fıkıh hakkındaki eserleri ise; «Me´haz-Üş-ŞerâiV ve «Kitab´ül-Cedel» is­mindeki kitaplardır. İmam´ı Mâturîdî Fıkıhda eserler yazdığı gibi tefsir ve Kelâm sahasında da Ehli Sünnet metodu üzerinde eserler yazmıştır. Tefsir hakkındaki yazdığı kitaba: «Te´vîlât-u Ehli Sünnet» yahut «Et-Te´vîlât´ül Mâturîdîye Fi Beyanı UsuTi-Ehl´is-Sünnet´i ve Uşul´it-Tevhid» ismini vermiştir. Hacı Halife bu kitabı anlatırken şöyle diyor: «O, eşi benzer buluninıyan bir kitaptır. Hatta îlmi Kelâm´da kendisinden önce yazılan kitaplardan hiç biri onun emsali olamaz.»[30] Bununla beraber mü-fessîrler hakkında yazan tarihçiler bu büyük imamı ihmal ederek ondan bahsetmezler. Yine Hacı Halife şöyle anlatıyor: «Bu kitap, diğer kitap­larından daha kolay anlaşılıyor. Bunun içindir ki, Mâturîdî âlimleri bu kitapdan istifade etmişlerdir. Bu kitaba çok büyük itimat etmişlerdir.» Gerçek şudur ki, «Et-Te´vîlât» ismindeki kitap, «Et-Tevhid» kita­bından daha açık-seçik ve anlaşılması kolaydır. Bu kitapda âyetin tefsi­rini çok açık ve kolay anlaşılır şekilde yazmıştır. Bu âyetin tefsirinden meselâ Fahreddin-Er-Râsî tefsirinde yaptığı gibi bizi teferruatın derin­liğine daldırmaksızm her istifade edilen husus çıkartabilmektedir.[31] Bu tefsir, İmam´ı Mâturîdî´nin lügat, dil ilimlerinde ve diğer bilimlerde ge­niş bir kültüre sahip olduğuna şehadet eder. Ne güzel bir tesadüftür ki, bize kitab´ül-Mekâlât ve Kitâb´üt-Tevhîd korunup ulaştığı gibi bu tefsir de korunmuştur.[32] Diğer kitapları ise hepsi zayi7 olmuştur. Yanlışlıkla kendisine Fıkh´ül - Ekber ve El-lbâne, Akîdet´ül - Mâturîdiyye şerhleri is-nad edilir.[33]


2 — Mâturîdî-Eş´arf.
Eş´arî´nin Mâturîdî´den Fazla Tutulması :




Taşköprüzade şöyle diyor: «Şu husus iyi bilinsin ki Ehlîi-Sünnet vel-cemaatm kelâm ilminde reisi iki kişidir. Bunlardan biri Hanefi mezhe­binden, diğeri ise Şafiî´dir. Hanefî mezhebinden olan Îmamül-Hedy Ebu Mansur Muhammed bin Mahmud El-Mâturîdî´dir. Şafiî olan diğer ise müslüm ani arın akaidini öğrenmekte üstün çaba harcayan, îslâm dini po­tasında eriyen, Peygamberlerin efendisi olan Muhammed Aleyhısselam´m sünnetini yaymakta elinden geleni geri koymayan, kelâmcılarm imamı Ehli Sünnet vel Cemaat´ın Reisi ve Şeyh´i olan Ebül-Hasan El-Esari El-Basrî´dir.[34]

Musîihuddin Mustafa El-Kestelî´nin, Taftazani´nin «Akâid-i Nesefiy-yc» şerhine yaptığı haşiyede şunları okuyoruz: «Horasan, Irak, Şam ve bir çok ülkelerde bulunan ve Ehli-sünnetden olmaları ile şöhret bulanlar, Eb´ül-Hasan, Ali bin İsmail bin Salim bin Salim, ismail bin Ab­dullah bin Bilâl. Ebu burde bin Ebiimısa, El-E§´arî´nin mezhebinden da­lardır. Ebu Musa El-Eş´arî Resulüllah Aleyhisselam´ın sahabelerincai-dir... Mavera´ün-Nahir ülkelerinde ise Ebû Mansur El-Mâturîdî´nin nes-hebinden bulunan Maturîdîler görülmektedir. Ebû Mansur Mâturîdi Sû Nasr El-îyazî´nin talebesidir. Ebû Nasr ise imamı Ebû Hanife´nin -ce­besi Muhammed bin El-Hasan Eşşeybânî´nin talebesi Ebû Süleyman £-Cûzcânî´nin talebesi bulunan Ebû Bekr El-Cûzcani´nin talebesidir.[35]

Zübeydi ise şöyle diyor: «Ehli Sünnet ve Cemaat diye söylendiği jî-kitde bunlarla Eş´arîler ile Maturîdîler kastolunmaktadır.»[36]

Bu zikrettiğimiz metinlerin bize Eş´arî ile Mâturîdî´nin her ika is ehli sünnet vel-Cemaate isim olduklarını açıklamasına rağmen devamlı olarak Mâturîdî´nin namının düşürülmesi Eş´arî´nin ise Selefin gidşat ve sünnetten inhiraf eden mubtedilerin zıddına kıyam ederek İslâm aka­idini müdafaa ettiğinden kendisine islâmm bayrağı adı verilerek ön pi-na alındığı görülmektedir.[37]Oysaki Mâturîdî, Ehli Sünnet vel-Cemaac mezhebini koruma hususundaki çalışmaları ve yardımları ile Eş´srTâa daha önce kendini göstermiştir.[38] Nitekim îmamı Mâturîdî, Ehli Sömet vel-Cemaat mezhebi üzerine yetişmiş ve aynı halde irtihal etmiştir. Bl-buki, Eş´arî Mu´tezile mezhebinden olarak yetişmiş ve kırk yağma E&ar bu hali devam etmiştir.[39]

îmam-ı Mâturîdî´nin az tanınması, şöhretinin fazla yayılmama w dolayısıyle taraftarının az olması tarihçilerden bir çoğunun ve bkEt fisini yazanların kendisini ihmal etmelerinden ileri gelmektedir.

Meselâ; Mâturîdî´den enaz elli sene sonra vefat eden (379 H-´K» M.) îbni Nedim, ehli sünnetin Mısır´da îmamı ve Hanefîlerin reiâs^i-lan[40]aynı zamanda Mâturîdî´nin muasırı bulunan 321 H./933 M. yM& vefat eden îmam´ı Tahavi´yi[41] ve îmam´ı Es´arî´yi[42]eserlerinde zftrtfap halde îmam´ı Mâturîd´den bahsetmez. Îbni Hıllikân[43], îbn´ül-îmad, Essa-fedi ve «fevat´ül Vefiyyât» eseri´nin sahibi, Mâturîdî´nin biyografisi hak­kında bir şey yazmazlar. Hatta İbni Haldun, Mukaddime´sinin Kelâm il­minden bahseden bölümünde Mâturîdî´den hiç bahsetmez. îmam-ı Mâtu­rîdî tefsir yazanların bayraktarları içinde bulunmasına, rağmen Celâled-din Suyûti «Tabakatül Müfessirin» nâm kitabında Mâturîdî´yi hiç an­mamıştır. Bu hususa, onun «Te´vilat´ül-Kur´an» veyahut «Tevilat´ü ehlis -Sünne»[44] ismi verilen Tefsir-i Kebîr-i şahit olmaktadır.

Ne gariptir ki, bizzat îmam-ı Mâturîdî´nin talebeleri hiç bir maksada binaen olmasa da, bu meyilleri yaygın bir hale getirmeğe katılmışlar­dır. Çünkü, Hanefîler yazdıkları tarihî ve biyografi eserlerinde imamla­rını istenilen şekilde yazmamışlardır. Hatta araştırıcılar, bü kaynaklar­da imam-ı Mâturîdî´nin hayatından basit ve kısaca malûmat bulabilirler.[45] Biz eğer bu basit ve kısa malûmatlar ile Şafiî´lerin kitaplarındaki Eş´arî hakkında[46] yazdıklarını mukayese edersek Şafiîlerin kendi imamlarına vermiş oldukları önemle, Hanefîlerin imamları hakkındaki basit davra­nışlarını hemen anlarız.

Hatta bu iş, Tarih ve Tercüme-i hal yazanların hareketlerinde kal­mayıp îmam-ı Mâturîdî ve Akidesine yardım etme çabasında bulunanla­ra büe sirayet etmiştir. Meselâ îmânı Ömer En-Nesefî, El-Akaid´ün-Ne-esfiyye adındaki kitabında Mâturîdî´den hiç bahsetmemiştir.44 Şimdi bi­zim Mâturîdîye´nin taraftarlarının azaltılmasına, «Eş´arî´nin ondan ön plânda tutulmasının sebebleri nedir» diye sormamız kalmıştır. Bu husus­lar için eğer sebep aranılacak olursa Mâturîdî´nin, o vakitte İslâm âlemi´-nin merkezi olan Irak´tan çok uzakta bulunan Mavera ´ün-Nehir ülkele­rinde yaşaması, Es´arî´nin de Irak´da yaşaması ve mezhebinin duyulup yayılmasından başka bir sebeb yoktur; Bu durum, açıkça bilinen bir ger­çektir. [47]


Mâturîdî Ve Es´arî´nin Metod Ve Mezhep Usûlünde İttifakı.



îmam-ı Mâturîdî tıpkı îmam-ı Eş´arî gibi´ harfçılarla akılcılar ara­sında orta bir metod benimsemiştir. Evet her ikisi de Haşeviler, Muşeb-biheler, Mukeyyife, Muhaddide ve Mucessimelerden harfçilerle Mu´tezile´-den akılcılar arasında orta bir yol benimsemişlerdir. Nitekim Mâturîdî ve Eş´arî Cebriye ve Râfizîlerin ileri gelenleri karşısında orta ve mu´tedil. bir yol izlemişlerdir. Evet bu iki ehli sünnet imamı bu fırkalar arasında orta bir metod benimserler. Mezhepte buluştukları gibi metodda da bu­luşurlar. Esasen mezhep, benimsenen yol ve metod´un tatbikinden başka bir şey değildir. Her iki imam şu noktalarda fikir birliği yapıp buluşurlar: Allah´u Teâlâ´nm sıfatlarını ispatta, O´nun ezelî kelâmında, onun görün­mesinin caiz olmasında, Allah´ın arşının beyanı ve arş´ı ihata ve istilâ etmesinde, Allah´ın kullarının fiilleri hakkında, kullardan büyük günah işleyenlerin durumu hakkında ve nihayet Allah´ın Resûlü´nün şefaati hakkında. Müslüman fırkaları arasında ihtilâf vuku bulan bu önemli mes´elelerde hatta kelâm ilminin önemli konuları olan bu hususlarda her ikisi de fikir birliğinde bulunmuşlardır.

îmam-ı Eş´arî AUahu Teâlâ´nm sıfatları hakkında orta bir yol be­nimsemiştir. Bu hususta Ibni Asakir diyor ki: «Eş´arî, Mu´tezile, Cehmi-ler ve Rafiziler´in kitaplarını gözden geçirip onların «Allah´ın ilmi, Kud­reti, işitme ve görme sıfatları ve Hayat, Beka, İrade sıfatları yoktur dediklerini ve Haşeviler, Mücessimeler, Mukeyyife, Muhaddidelerin de: Ger­çekten Allah´ın ilimler gibi ilmi, kudretler gibi kudreti, işitmeler gibi işit­mesi, görmeleri gibi görmesi vardır.» dediklerini gördü. Bunun üzerine, her iki görüşün ortasında bir metod öne sürerek şöyle dedi: «Şüphesiz ki, Allah-u Teâlâ´nm ilim sıfatı vardır. Fakat diğer ilimler gibi değildir. Kudret sıfatı da başkalarının kudret sıfatlarına benzemez. Allah´ın işit­me ve görme sıfatları vardır. Fakat başkasının görme ve işitme sıfatla­rına asla benzemez.»[48]

îmam-ı Mâturîdî de aym yolu benimsiyor. Biz onun Kitab´ut-Tev-hîd ismindeki eserinde şu görüşleri okuyoruz: «Sonra Allah-u Teâlâ Ka­dirdir, âlimdir, diridir, Kerîmdir, çok cömerttir, diye onu vasıflandırırız. Bu sıfatlarla Allah´a isim vermek aklî ve naklî delillerin tümü ile tesbit edilmiştir... Ancak, ne varki bir gurup bu isimleri başkalarına da yö­nelttiler. Bu hususta onlar ismi ispatta, isim ile müsemnıa arasmda bir benzerlik vardır zannma kapıldılar... Fakat isme muvafakatta sıfatın is­me benzemekteki uzaklığını açıklamıştık. Allah, kendi nefsine verdiği is­mi almıştır. Ve kendisine verdiği sıfatla da mevsuftur..."[49] Sonra Mâturîdî adı geçen kitabının başka bir yerinde şöyle diyor: «Allah bîrdir, onun benzeri yoktur...» Bu husus sabit olduğunda, mahlûkatdan, kendisine iza­fe edilenin hepsinin takdiri bâtıl olur ve yine Allah´m mahlûkata izafe edi­lip mahlûkatın almış olduğu sıfatlardan anlaşılan her bir sıfatla vasfolun-ması da bâtıl olur.. îşte bu noktada Muşebbihelerin inatlaştıkları ortaya çı­kar, bu da Mulhid olanların ilhadına sebeb olur. Günkü o, bununla gö­rülenin ihtjmal verdiği hususunu yanlış olarak anlamıştır... İsimleri is­patta ve sıfatları tahkik ve tetkikde hiç bir benzerlik yoktur. Fakat biz burada Allah âlimdir fakat âlimler gibi değil, sözümüzden husule gelecek, şüpheyi gidermek için bu hususa temas ettik. Bu nevi her isim verdiği­miz ve sıfatlandırdığımız isim ve sıfatların hepsinde aynıdır.[50]

İmam-ı Eş´arî Allah-u Teâlâ´nm Kadîm ve kendi Zatı ile kaim olan Kelâmı Nefsi´si (öz kelâmı) ve Mushaflarda yazılan şekli ile hadis olan şekiller ve harfler arasını ayırt ederek Allah´u Teâlâ´nm kelâmı hakkın­da orta bir yoî tutmuştur. İbni Asakir diyor ki: «Mu´tezile de şöyle diyor:

. «Allah´ın Kelâmı mahlûktur, sonradan icat edilmiştir» Haşeviye ve Mu-cessimeler de şöyle diyorlar: «Hurufu Mukattaa (âyetlerdeki harfler) ve bunlarla Mushaflarda yazılan şekiller, kendisi ile yazılan tüm renkler, iki kap arasında bulunan tüm âyetler kadîmdir, ezelîdir.» Bunun üzeri­ne Eş´arî´nin her iki görüş arasında orta bir yol tuttuğunu ve şöyle de­diğini görüyoruz: «Kur´anı Kerîm değişmiyen, mahlûk ve hadîs olmıyan Allah´u Teâlâ´nm Kelâm´ı Kadîmidir. Harflere, şekillere, renklere, oku­nurken meydana gelen seslere ve bütün hudutlagmış hususlar ve âlemde bulunan sıfatlanmış mahlûkatm hepsi mahlûktur, sonradan yaratılmış­tır, hadistir.»[51]

Eş´arî´nin bu görüşlerinin hepsi Mâturîdî ve mezhebine tâbi olan­ların benimsedikleri bir görüştür. Biz Mâturîdî mezhebinin en büyük yar­dımcılarından biri olan imam Eb´ul-Muin En-Nesefi´nin «Tebsıret´ül Edil-le» adındaki kitabında şu satırları okuyoruz: «İnsanlar Allah´u Teâlâ´nm kelâmı hakkında Kadîm midir, yoksa Hadis midir, diye ihtilâf etmişler­dir. Ehl´ül-Hak diyor ki: Gerçekten Allah´u Teâlâ´nm kelâmı kendisinin ezelî bir sıfatıdır; harf ve sesler cinsinden değildir, o sıfat öyle Allah´ın Zatı ile kaim bir sıfatdır ki; sükûn, dilsizlik, çocukluk hali ve daha baş­ka sıfatlara münafidir. Allah o sıfatı ile emredici, nehyedici, haber verici olduğu için Mutekellîmdir. Şu Mushaftaki ibareler ise onun sıfatına delâ­let eder..»[52] Kitabının başka bir yerinde Nesefi şöyle diyor: «Sonra biz, bizimle muhaliflerimiz arasındaki Kur´an hakkında vukubulan mes´elele-ri tasvir etmeğe çalışıyoruz. Ta ki bununla onların yaldızlı sözlerle süs­ledikleri zayıf meselelerin çoğu bertaraf edilsin. Bunun için diyoruz ki, Allah´u Teâlâ´mn kelâm sıfatı kendi zatı ile kaim olan ve harf ve sesler cinsiden olmıyan bir sıfattır. O, öyle tek sıfattır ki Allah, emrettiğini onunla emreder, neden nehyetti ise onunla nehyeder. Haber verdiğini de onunla verir. O, ezelî bir sıfattır. Sonra bu Arapça, İbranice ve yahut Süryanice[53] olan bu ibareler, o kelâmdan olan ibarelerdir. O kelâm bu ibareleri meydana getirir. Bu ibareler ise harf ve seslerden meydana gelmiştir ki kendi mahallerinde hadis, mahlûk ve Aîlah´u Teâlâ´nm ezelî sıfatı olan kelâm-ı ilâhiyesine delâlet ederler. O´nun âyetleri, cüzleri, aşirleri, sınıfları ve başka türlü şekilleri vardır. Bunların hepsi bir birlerine benzemez. Allah´u Teâlâ´nm kelâmı ise birdir, böyle parçalara bölünmez ve dolayısı ile birbirlerine benzemez gibi husus kendisinde düşünüle­mez...[54]

İmam El-Bcyazî —ki diğer Mâturîdî ismiyle meşhurdur— bir yön­den ehli sünnet mezhebinden olan Mâturîdîlerle Eş´arîler arasındaki ihti­lâfı tasvir ederken diğer taraftan ehli sünnete muhalif olanlarla ehli sün­net arasındaki ihtilâfı açıklamıştır. Kelâmcılar arasındaki ihtilâfı kuv­vetli bir şekilde şu meselelerde tesbit etmiştir ki, bunu Îşarat´ül-Meram kitabında okuyoruz: «Allah´u Teâlâ mütekellimdir, fakat onun kelâmı, bizim kelâmımız gibi değildir.» Bu ibarede aşağıdaki meselelere işaret edilmektedir:

Cenab´ı Allah´ın kelâmı nefsisi´ni nefyeden Mu´tezile mezhebine red...

«Allah´u Telâ´nın kelâmı lafzîdir. O, harflerin tertibi ve kelimelerin birbiri ardınca gelmesi itibariyle Kadîmdir, Allah´u Telâl´nın Zatı ile ka­imdir» diyen Haşeviyeleri red...

Kerrâmilerin, «Allah´ın kelâmı lâfzından ibarettir. O, hadîstir, Al­lah´u Teâlâ´nm zatı üe kâimdir» sözlerine red...

Burada ifade-i meram ederken neticeleri birbirine uymayan iki kı­yasla karşılaşıyoruz. Şöyle ki:

Alİah´u Teâlâ´nm kelâmı kendisinin sıfatıdır. Allah´ın sıfatı olan her sıfat kadîmdir. Öyle ise Alah´m kelâmı de kadîmdir.

Allah´u Teâlâ´mn kelâmı, tertiplenmiş harflerden meydana gelmiş­tir. Bu ise vücutta birbirini takip etmektedir. Böyle olan her şey hadis­tir, öyle ise Allah´ın kelâmı da hadistir. İşte birinci kıyas ne kadar doğru ise ikinci kıyas da o kadar bâtıldır, doğru değildir.

Evet, ehli sünnetden Mâturîdîler olsun, Eş´arîler olsun, Allah´u Te­âlâ´nm kelâmı nıürettep harflerden meydana gelmiş ve birbiri ardınca vücut bulmuştur... diye ifade edilen ikinci kıyasın suğrasmı (küçük öner­me) kabul etmiyerek red etmişlerdir. Hanbeîüer, ikinci kıyasın kübrasını (büyük Önerme) teşvik eden «her harfler ve seslerden meydana gelen ve bu şekilde mürettep olan hadistir.» kısmını kabul etmiyerek Allah´u Teâlâ´nm kelâmı seslerden ve tertiplenmiş harflerden müelleftir. O, ka­dîmdir, Allah´u Teâlâ´nm zatı ile kaimdir dediler.

Mu´tezileler de, «Allah´u Teâlâ´nm kelâmı kendi sıfatıdır» ibaresiyle birinci kıyasın suğrasmı teşkil eden ifadeyi kabul etmiyerek şu görüşü ortaya attılar: «Allah´u Teâlâ´nm kelâmı, meydana gelen sesler ve ter­tiplenmiş harflerden ibarettir. O, Allah´ın gayri ile kaimdir. Allah´u Teâ­lâ´nm mütekcllim olmasının mânâsı, o harfleri ve sesleri Levhi Mahfus veya Cibril veyahut Peygamber Aleyhİsselâm veyahut da Musa Aleyhis-selâm´ın baktığı ağaç gibi başka bir cisimde icat etmesi demektir. «Ke-iâm-ı Nefsî» diye bir şey varlıkta sabit değildir. Çünkü böyle bir tesbit mâkul sayılmaz,»

Kerramiyeler ise, «Allah´ın sıfatı olan her sıfat kadîmdir» diye ifa­desini bulan birinci kıyasın kübrasmı men´ edip kabul etmediler ve şu görüşe sahip oldııklarını ifade ettiler: «Allah´u Teâlâ´nm kelâmı, kendi­nin, hadis harfler ve seslerden meydana gelmiş bir sıfatıdır, ve Zatı ile kaimdir..»[55]

îmam-ı Eş´arî Allah´u Teâlâ´nm görmesi konusunda orta bir yol be­nimsemiştir. Nitekim îbni Asakir bu hususu şöyle ifade ediyor: «Evet, Muşebbihe olan Haşeviyeler de böyle diyorlar: «Allah´u Teâlâ, diğer gö­rünenler gibi sınırlanmış ve bir şekil almış olarak görünür.» Mu´teziler, Cehmiîer, Neccariler de bu mevzuda şöyle diyorlar: «Allah Subhanehu ve Teâlâ, hâl ve durumlardan hiç bir şekilde görünmez.» Eş´arî ise (Allah ondan razı olsun) bu iki görüşün ortasında bir yol benimseyerek, şöyle diyor: «Allah´u Teâlâ, şekil ve keyfiyetsiz, hudutsuz ve her hangi bir sey´e hulul etmeksizin görünür. Tıpkı onun, bizi, hudut ve keyfiyet mef­humları nazarı itibare alınmaksızın gördüğü gibi biz de onu (Ahiret´de) böylece hudut ve keyfiyetsiz olarak göreceğiz.[56]

Imam´ı Mâturîdî de aynı görüşü benimsemektedir. Biz onun Kitab´-üt Tevhîd ismindeki kitabında şunları okuyoruz : «Allah Azze ve Cel-le´nin bizce görünür denmesi lâzımdır. Bu da idrâk ve tefsirsiz olarak bak ve gerçektir... Biz, Allah idrâk edilir demiyoruz. Çünkü Allah Kur´-anı Kerîminde «hiç bir göz onu dünyada ihata ve idrâk edemez» buyuru­yor[57] Allah´u Teâlâ kendi Zatı´nı ru´yeti nefyi ile değil, idrâki nefy ile övüyor... Ve yine idrâk mahdut olan bir şeyi ihata etmekten ibarettir. Allah´u Teâlâ ise had ve hudut ile vasfedilmekten beridir, Yücedir... Eğer Allah, nasıl görünür, diye sorulursa; şöyle cevap verilir: Allah, Keyfiyet­siz olarak görünür; zira keyfiyet, suret ve şekilli olan için düşünülür.»

Hatta Allah, vasıfsız, ayakta durma ve oturma, bir şeye dayanma, bir şeye tutunma, yapışma ve ayrılma olmaksızın, bir şeyin önünde ve arkasında bulunma gibi yönler tâyin olmazdan uzunluk, kısalık, ziya, nûr, karanlık ve aydınlık, bir yerde durmak, müteharrik olmak, bir şeyden uzak olma, yakın olma, beraber olma, bir şeye girme ve çıkma gibi hu­suslar düşünülmezden görünür. Allah´u Teâlâ´nm bu gibi sıfatlardan yü­ce ve beri olduğu için akıl, bu mânâları takdir edemez. Esasen böyle bir vehme de kapılmanın mânâsı yoktur.»[58]

Tine Imam´ı Eş´arî, Arş ve îstiva´yı beyan etme sadedinde orta bir yol tutmuştur. İbni Asakir bu mevzuda diyor ki: Yine Neccariye şu gö­rüşü benimsemiştir: «Allah´u Teâlâ cihet ve hululsüz olarak her yerde vardır.» Haşevilerden Mucessimeler ise şöyle diyorlar: «Allah´u Teâlâ Arşda yerleşmiştir. Arş O´nun yeridir, O, Arşın üzerinde oturuyor.»

Imam´ı Eş´arî ise; her iki görüşün arasında orta bir yol tutarak bu mevzuda şöyle diyor: «Allah, Ezelde vardı. Fakat onun asla mekânı yok­tu. Arş´ı ve Kürsü´yü yarattı, bir mekâna muhtaç olmadı. O, yani Allah, mekânı yarattıkdan sonra, mekânı yaratmazdan önceki hali gibi idi.»[59]

Yine Imam´ı, Mâturidî, Eş´arî´nin bu görüşünü benimsiyor ve Ki-tab´üt-Tevhîd ismindeki eserinde şu satırları okuyoruz: «Sonra müslü-manlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Müslümanlardan bazıları Allah´u Teâlâ Arş´m üzerinde yerleşmiştir, diye vasfetmişlerdir. Onların katın­da Arş, meleklere yüklenmiş ve etrafı Meleklerle kuşatılmış bir tahtdan ibarettir. Bu iddialarım şu âyetlerin zahirleri ile ispat etme dâvasında-dırlar: «...O gün Rabbi´nin Arş´ını, üstlerinde sekiz melek taşır...»[60] «Bir de Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş´ın etra­fını kuşatmışlardır.»[61], «Arş´ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tesbîh ederler...»[62]

Allah´u Teâlâ´nm Arş üzerinde karar kıldı diye iddiada bulunanlar «O Rahman, (Kudret ve hâkimiyeti ile) Arş´ı istilâ etti.» âyet-i celîleyi delil olarak ileri sürüyorlar.[63] Ve Allah daha önce Arş/ta bulunmazken, sonradan orada karar kıldı diyorlar. Bu sözlerine de «... Sonra Arş´ı istilâ etti.»[64]âyeti celîleyi delil gösteriyorlar. Müslümanlardan bir kısmı da «Allah´u Teâlâ her yerde bulunur, her yer onun mekânıdır» diyorlar ve delil olarak da Allah´u Teâlâ´nın: «... Herhangi bir uç sırdasın, bir fısıl­tısı oluyor mu, mutlak O (Allah) dördüncüleridir»[65] âyeti kerîmesini öne sürüyorlar.

Müslümanlardan bazıları ise, Allah´u Teâlâ´nın bir mekânla vasıf­lanmasını men´ederler. Hatta Allah´u Teâlâ bütün mekânlarla vasfolun-maz diyorlar. Ancak bu hususta varid olan naslarm mecazi mânâlarını alıp, Allah bütün mekânları ihata eder, onların koruyucusu da odur, der­ler.

Şeyh Ebû Mansur Mâturîdî (A.H.) şöyle diyor: «Bütün bunların hepsi, eşyanın Allah´a ve Allah´ın eşyaya izafe edilmesi O´nu, ancak yü­celik vasfı ile. vasıflandırmayı ve O´na ta´zimi intaç eder. Bu konuda asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ var idi, varlığı mekansızdı. Mekânların, kal­dırılıp yok edilmesi caizdir. Allah (C.C.) olduğu gibi bakîdir. O daha Ön­ce olduğu gibi, şimdi de varlığı aynıdır. Allah´u Teâlâ değişmek, zeval bulmak, bulunduğu halden başka bir hale geçmek, aynı halinden yoklu­ğa dönüşmekten beridir. O, bu gibi hallerden yücedir. Çünkü bu tür hal­ler, hadis olmanın alâmet ve işaretidir.»

Bu konu hakkında bizce (Mâturîdîlerce) esas alman husus şöyle ifa­de edilmektedir: Gerçekten Allah´u Teâlâ «...O´nun misli gibi (O´nun benzeri) hiç bir §ey yoktur.»[66] buyuruyor. Allah bu beyanı ile kendi zatı­na mahlûkatınm benzediğini nefyediyor. Biz açık ve seçik olarak ifade etmiştik ki Allah´u Teâlâ fiilinde ve sıfatında herhangi bir şeye benze­mekten berî ve münezzehtir.

Bunun içindir ki «Rahman arşı istilâ etti» âyeti celilesine Kur´ân´da vârid olduğu gibi mânâ vermek vaciptir ve aklen de böyle olduğu sabit­tir. Sonra onu (istivayı) bir şeyle te´vil ederken kesinlik ifade etmeyiz. Çünkü istivanın bizim zikrettiğimiz mânânın gayrına da ihtimali olabi­lir... Biz, Allahu Teâlâ onunla neyi nıurad ettiyse ona inanırız ve yine böylece, Kur´anı Kerîmde varîd olan, ru´yet ve ru´yetten başka her husustan benzerliği nefyetmek, ve herhangi bir §eyle ince!emeksizin Allahu Teâlâ´nın o hususla murad ettiğine inanmak vaciptir.[67]

îmam-ı Eş´arî kulların fiillerinde de orta bir yolu benimsemiştir. Bu hususta îbni Asâkir diyor ki: «Ve yine Cuhrn bin Safvan «kul herhangi bir şeyi kesbe ve meydana getirmeye kadir değildir.» Mu´tezile ise «ku­lun fiili hem kesbe ve hem de meydana getirmeye kadir olduğunu» söy­lüyor. Eş´arî ise, her ikisinin arasında orta bir yol benimsiyerek konuyu şöyle açıklıyor: «Kul yaptığım icadetmeğe kadir değildir, ancak onu kes­be kadirdir.» Böylece Eş´arî, kulun icad için kudretini nefyediyor. Kesb için de kulda kudret olduğunu ifade ediyor.»[68]

îniam-ı Mâturîdî de bu mevzuda înıam-ı Eş´ârî´nin görüşlerini payla­şıyor. Biz Maturîdî´nin Kitab´üt-Tevhîd adındaki eserinde bu konuyla il­gili şu satırları okuyoruz : «îslâmdaki mezhep sahipleri kulların fiilleri, hakkında ihtilâf ettiler. Onlardan bazıları kullara fiilleri mecaz olarak isnad eder ve fiillerin gerçek yaratıcısının Allah olduğunu söyliyerek fiillerin hakikatini Allah´a isnad ederler... Bizce (Mâturîdîlerce) kulla­ra, fiilleri isnad ve izafe etmek lâzımdır... Fiilleri Allah´a izafe ve is­nad etmek te bu hususu nefy etmeyi icap ettirmez. Bilâkis fullerin Allah´a isnad ve izafe edilmesi gerekir. Çünkü fi´îlleri yoktan vareden ve bulun­dukları hal ve sekil üzere onlan yaratan Allah´tır. Kulların ancak fiilleri kesbetrne ve onları yapmadaki meyilleri vardır...»[69]

îmam-ı Eş´arî, büyük günahları irtikâp edenler hakkında da orta bir metod kullanmıştır. «Tebyin-i Kizb´il-müfteri» adındaki eserde şun­ları okuyoruz: «Ve yine Murcie: «Allahu Teâlâ´ya ihlâsla, içtenlikle bir kere îman eden ne irtidad ile ne de herhangi bir inkâr ile küfreder, ve üzerine hiç bir büyük günah yazılmaz.» Bu konuda Mutezilenin görüşü şöyledir : «Onlar büyük günah işleyen kimse yüzlerce sene îman ve taa-tıyla ölseler dahi cehennemde ebedî olarak azap çeker ve cehennemden çıkmaz.» îmam-ı Eş´arî (Allah ondan razı olsun) bu iki görüş arasında orta bir görüş benimseyerek şöyle der: «Mü´min ve muvahhid olan kimse günah işleyip fâsık olursa onun durumu Allah´ın dileğine kalmıştır. Al­lahu Teâlâ dilerse onun günahlarını bağışlar ve cennete sokar, dilerse günahından Ötürü onu cehennemde azaplandırır sonra cennetine koyar.

Cehennemde devamlı ve ebedi olarak azaplandırılmak ise, en büyük ve daimî günah olan küfür sebebiyledir.[70]

îmam-ı Mâturîdî´nin büyük günahları irtikab eden kişi hakkındaki görüşü Eş´arî´nin görüşünün aynıdır. Biz Mâturîdî´nin Kitab´ut Tevhîd adındaki eserinde şunları okuyoruz: «Biz, büyük günahlar hakkında ileri sürülen fikirleri şöyle beyan ederiz. Büyük günahlar, affedilme ihtima­line girmiştir. Bu böyle olunca büyük günahların altında bulunan küçük günahların af edilmesi ihtimali daha kuvvetlidir. Büyük günahların af kapsamına girmesi hususunda ortaya atılan birbirine uymayan fikirle­rin islâm milletinde gösterdiği iz açık ve seçik olduğundandır ki, sözü afva yöneltmek daha gerçek olur.»[71]

İmam-ı Mâturîdî büyük günah işleyenlerin durumu hakkında rnüs-lümanlar arasındaki ihtilâfa değinerek haricîler ve mu´tezilelere şiddetli hücum ederek şöyle diyor : «mu´tezileler, haricîler ve haşevîler kendile-rinin işlemiş oldukları günahlara rağmen —ki bu günahların büyük gü­nahlar olduğu kendilerince bilinsin veya bilinmesin— bu günahları işle­yenlerden hiç birinin, kendisinin islâm dışına çıktığını kabullendiği gö­rülmemiştir. Büyük günah işlediği halde islâmm içinde bulunması; ken­disinden îmanın gitmediği ve mümin isminin kendisinde bulunduğunu is­patlar. Bu cümlelerle t—ki bunları kabul etmiyenlerin inatçı ve kibirli olduğu bilinir— haricîlerin ve mu´tezilelerin ortaya attıkları fikirler çü­rütülmüş olur.»[72]

Eserinin başka bir yerinde ise şöyle diyor : «Sonra hak olan, haricî­lerin ve mu´tezilelerin hepsinin büyük günah işledikleri zaman kendi söz­lerine göre kâfir olduklarını ve cehennemde ebedî kalmağa müstahak ol­duklarını ifade etmektir... Mü´minler ise onlar, Allah´ın âyetlerine inan­mışlardır. Onlar, Allah-u Teâlâ´nm merhamet edici, bağışlayıcı olduğunu ifade etmekle Allah´ın bu sıfatlarla muttasıf olduğunu tetkik ve tahkik edip ifade etmişlerdir. îşte o mü´minlerdir ki, daima Allah´ın rahmetin­den, afv-u mağfiretinden ümitvardırlar... »[73]

Şefaat hakkında da orta bir yol takip eden İmam-ı Eş´arî´nin bu ko­nudaki görüşlerine değinen îbni Asakir şöyle diyor: «Rafiziler, Allah´ın izni ve emri olmaksızın Resulûllah Sallellahu aleyhi ve sellem´in ve Hz. Ali´nin (r.a.) şefaat etme haklarına sahiptirler hatta Peygamber Aleyhis-selâm ve Hz. Ali kâfirlere şefaat etseler şefaatleri kabul olunur diyor­lar.

Mu´tezile ise Peygamber Aleyhisselam´ın hiç bir şekil ve durumda gefaata sahip olmadığını iddia ediyor.

Imam-ı Eş´arî ise bu iki görüşün ortasını ele alarak şöyle diyor: Re-sûl-i Ekrem´in, müminlerden azaba müstehak olan kimseler için Allah katında makbul olan şefaati vardır; Müminlerden azaba müstehak olan­lara Allah´ın emri ve izniyle şefaat eder. Peygamber Sallellahu aleyhi ve sellern kimden razı ve hoşnut ise ona şefaat eder,»[74]

îmam-ı Mâturîdî de Eş´arî´nin bu görüşüne katılıyor. Yine biz Mâ­turîdî´nin Kitab´ut Tevhîd adındaki eserinde şu satırları okuyoruz : «Şe­faat, kendisine ihtiyaç hissedilen şeylerin en büyüğüdür. Şefaat hakkın­da Kur´anı Kerîmde âyetler bulunduğu gibi Resûlullah´dan Sallellahu-aleyhivessellem rivayet edilen hadisler de vardır. Kendilerinden cezayı icap ettirecek, günahları işleyenlere yapılacak, bilinen bu şefaat ahirette tatbik edilir. Günahları işleyenlerden azaba müstehak olanların cezalan Peygamberler gibi seçkin kimseler ve Allah´ın rızasına nail olan iyi ki­şilerin şefaatiyle bağışlanır... Kâfirlerin ise suçları şefaatle bağışlan­maz.»[75]

Biz bütün bu metinleri şu noktaları izah etmek için zikrettik. Evet başkasının düşmesi için kuyu kazanın aynı kuyuya kendisinin düşece­ğini açıklamak; îmam-ı Mâturîdî´nin benimsediği orta yolun, îmam-ı Eş´arî´nin tuttuğu orta yolun aynısı olduğunu ve Ehli Sünnetin iki reisi olan bu imamların, kelâmcılar arasında beliren guruplarda ortaya çıkan ve kelâm ilminin en Önemli meselelerinde bir mezhep ve bir metodda bu­luştuklarını izah etmek.

Bu izahattan anlaşıldığı gibi Mâturîdiyye mezhebi, büyük âlim Mu--hammed Zahid El-Kevserî[76] nin söylediği gibi ve onun bu görüşüne tâb´ olan zatın kabullendiği gibi Eş´arî mezhebi ile Mu´tezile mezhebinin ara smda orta bir yol benimseyen bir mezhep değildir [77]

Nitekim Dr. Mahmud Kasım´ın i´tikad ettiği gibi, Mâturîdiyye mez­hebi, Mu´tezile mezhebine, Eş´arîye mezhebine nazaran daha yakın de­ğildir. O zat ki sözü evirip - çevirip Mâturîdiyye mezhebi, Eş´arîyye mez-hebiyle ancak Önemi olmayan az mes´elelerde görüş birliğinde bulunmuş­tur demeğe getiriyor.[78]

Allahu Teâlâ´nm sıfatları konu edinilen meseleler için, Önemli me­seleler değildir, dememiz nasıl mümkün olur ki, İlmi kelâm âlimleri bu ilme «tevhîd ve sıfatlar ilmi» diye bizzat isim vermişlerdir ve en önemli mevzuları ile ilmi kelâmı tarif etmişlerdir.[79] Yine Allah´ın kelâm sıfatına Önemli konulardan değildir denmesi .nasıl mümkün olur! O sıfat ki, ke-iâmcılar arasında, hakkında ihtilâf edilen en bariz bir meseledir. Ve bu konu, îmam-ı Ahmed bin Hanbel (r.a.) Allah kelâmı hakkında karşılaştı­ğı imtihan zamanında siyasî bir renge büründürülmüştür.[80]Hatta bu me­seleye ilmi kelâm da denir. Bu hususta Şehristani şöyle eliyor: cBundan sonra Mu´tezile âlimleri Me´munun iktidarda bulunduğu günlerde tercü­me edildiği zaman filozofların kitaplarını okudular. Bu bilginler okuduk­ları kitaplardaki metod ve usulleri kelâm ilminin metod ve usulleriyle karşılaştırdılar ve onu ilim dalarından bir dal olarak bağınısızlaştırıp ona, kelâm ismini verdiler. Ya da bu isim, üzerinde konuşulan ve herkes tarafından bilinen ve uğrunda çeşitli kavgalar ve savaşlar verilen bir kelâm meselesi olduğundan mevznuyla isimlenmiştir.[81]

Ehli sünnet vel Cemaat´m iki büyük âlimi ve imamı olan îmam-ı Mâturîdî ile îmam-ı Eş´arî´nin üzerlerinde ittifak ettikleri; ahirette Al­lah´ı görmek Arş, kulların kesbi ve bunlardan başka zikredilen diğer me­seleler hususunda Önemli meseleler değildir demek hiç mümkün olurmu

Biz Eş´arî ve Mâturîdî mezhebinden olan ehli sünnetin sıfatı hakkın­da şunları okuyoruz: «Ehli sünnetten olan Eş´arî ve Mâturîdîîer, kesb, keyfiyetsiz olarak ru´yet, Çin´li bir âmânın İspanya ülkesini görebilmesi­nin caiz olması, hem mevcut olanı görmesinin caiz olması, bütün var­lıkların Allahu Teâlâ´ya isnat edilmesi ve Allahu Teâlâ´nm, zatının aynî ve gayrî olmıyan sıfatlarla mevsuf olması meselesi gibi temel esasları teşkil eden hususlarda sair mezhep ve fırkalara şiddetle muhalefette bulunmuşlardır... Ehli sünnet arasında vuku bulan ihtilâfın tümü fer´i meselelerde görülmektedir.»[82]

Evet, ehli sünnet usulde ittifak etmişlerdir. Bu ittifaktan sonra feri meselelerde ihtilâf etmişlerdir. Meselâ, onlar Allahu Teâlâ´nm zatî sı­fatlarını ispat etmekte ve o sıfatların sıfat-i maânî olup kadim ve Al­lahu Teâlâ´nm zatiyla kâim olduğunu ve o sıfatların ne Allah´ın gayrı ve ne de zatı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ehl-i Sünnet katında Allah-u Teâlâ, bir ilimle âlimdir veyahut Allanın ilmi vardır, onun için âlimdir.[83]

Allah´ın ilmi kadîm bir mânâdır, Allah´ın zatı ile kaim ve zatına aittir, yani o ne Allah´ın zatıdır ve ne de zatınuı gayrıdır. Allahu Teâlâ´­nm, kudret, irade, hayat, sem´, basar ve kelâm sıfatlarında da durum böyledir. Mâturîdî ve Eş´arî mezheplerinden olan bütün ehli sünnet bu yedi sıfat hakkında görüş birliğindedirler. Ancak bundan sonra tekvin ve beka sıfatları gibi başka sıfatların adedinin ispatı etrafında ihtilâf et­mişlerdir.[84] Meselâ Eş´arî ve Mâturîdîîer Allahu Teâlâ´nm bakî olduğu hususunda müttefiktirler. Fakat onlar, Allahu Teâlâ´nm bekasının mâ­nâsı hakkında ihtilâf etmişlerdir; şöyle ki: Allah beka sıfatıyla mı bakî­dir ve onun bekası, kendi zatiyle kaim olan ve zatına zait olan bir sıfatla mıdır, yoksa Alîahu Teâlâ beka sıfatıyla değil de zatı ile mi bakîdir Di­ğer bir deyimle: Beka veya zatın varlıkta devam etmesi zatın varlığının üzerine zati bir mânâ mıdır, yoksa o, yani beka veya zatın vücutta devam etmesi ikinci zamanda zatın varlığının aynı mıdır

Eş´arî ve mezhebinden olanların çoğunluğu şu fikri savunuyorlar; Allah´ın beka sıfatı zatında zait bir sıfattır. Allahu Teâlâ´nm ilim, hayat ve sıfat-ı maânînin diğerleri hakkında da beka sıfatında benimsenen gö-rüşîerin aynı kabul edilir. Eş´arî´nin bu görüşünü Mâturîdî mezhebinden benimseyip destekliyenler vardır. Destekliyenlerden biri de Nûreddîn Es-sâbûnîdir. Halbuki beka sıfatının bakî olan Allah´ın zatına zait bir sıfat olduğunu kabuîlenmiyen Mâturîdîlerden, taraftarlarının çoğunluğu ken­disine muhalefet etmişlerdir. Nitekim tmam Haremeyn ve Fahreddin Kr-Râzî gibi Eş´arîlerden bazıları bu görüşü red ediyorlar.[85]

«Tekvin» sıfatına gelince; İmam-ı Mâturîdî ve taraftarları bu sıfatı Allahu Teâlâ´nm zatında zait, zatı ile kaim ve kadim bir sıfat olduğunu kabul ediyorlar. Oysa ki tekvin sıfatı Eş´arîler katında izafî bir sıfat olup hadistir. Fiillerin yenilenmesiyle yenilenir. Bu hususta tekvin sıfatının durumu her fiil sıfatının durumu gibidir ki, fiil sıfatı Eş´arîler katında fiillerin yenilenmesiyle yemlenir ve dolayisı ile hadistir.

Mâturîdüer, takvîn sıfatını ispat ederek, diyorlar ki, «tekvin sıfatı mümkün olanların icadına taalluk eden ve mümkinatm yokluktan var­lığa çıkartılmasına tesir eden bir sıfattır..» Böyle diyerek, kudret sıfa­tının ancak mahlûkun varlığının gerçekleştirilmesine taalluk eden bir bir sıfattır diyorlar. Çünkü kudret sıfatı mümkün olmaları bakımından mümkinata taalluk eder; fakat kudret sıfatının mümkinatm icadında bir rolü yoktur, bu sıfat mümkinatm icadına taalluk etmediği gibi münı-kinatın yokluktan varlığa çıkartılmasında da bir tesiri bulunmaz çünkü bu tekvin veya tahlik sıfatının görevidir.

Nesefi, «Et-Tabsire» adındaki kitabında şöyle diyor: «Allah, yok­tan var etmeyi kendisine has kıldı diye bunun Allah (C.C)ın kudretinin kendi zatından gayrisi olduğu anlamına geldiği söylenemez. Çünkü kud­ret sıfatı, kendi şümulü içine girenlerin mevcut değil, makdur (takdir edilmiş) olmasını iktiza eder. Eğer mevcud olmasını iktiza etmiş olsay­dı bu icad olurdu. Zira icad vücûdu icap eder, makdur ise, hiç şüphe yok­tur ki, mevcud değildir. Bunun içindir ki, yok olana makdurdur yani tak­dir olunmuştur denebilir. Yine eğer vücud kudretle hasıl olsa idi bizim halk ve icad gibi sıfatlar vardır demeye ihtiyacımız olmazdı. Ve Allah-u Teâlâ âlem üzerine kadir idi, âlemi yaratıcı ve icad edici değildir, deme­miz gerekirdi (Haşa).»[86]

Nesefi aynı kitabının başka bir yerinde şöyle diyor : «Vuku´, ne za­man kudret ile olur Vuku´ ikâ ile, vücud, da icad ile olur. Kudrette, fa­ilin, fiilinde mecbur olmadığını bilâkis muhtar olduğunu ifade eder.[87]

Şu husus açık seçik olarak bellidir ki, ihtiyarın illeti veya Aîlahu Teâlâ´nm kadir olmasının illeti, mahiyeti itibariyle mümkün olana ait olan imkânın ta kendisidir. Çünkü mümkün olan demek varlığı da, yok­luğu da kabul eden demektir. Bunun içindir ki, mümkün olana kudret taallûk eder. Zira eşyanın varlığı ya da yokluğu vacip olsa idi onun üze­rinde kudret´in rolü bulunmazdı.

Kş´arner ise kudret sıfatı hakkında şu görüşü benimsiyorlar: Kud­ret sıfatı eşyanın var olmasına taalluk eden ve eşyanın yokluktan var­lığa çıkmasında rol oynıyan bir sıfattır. Ne var ki, bu taalluk irâdenin katılmasına bağlıdır ve ilme tâbidir. Yani Allahu Teâlâ´nm var olduğu­nu bildiği şeyi kudretiyle meydana getirmesi demektir. îrâde, vuku´ za­manını tahsis eder. Tekvin sıfatı, kudretin makdura, Allah´ın onu mey­dana getirmesini murad etmesi halinde taalluk etmesinden başka bir şey değildir. Bu noktadandır ki tekvin sıfatı nisbî ve hadistir.

Eş´arîler indinde kudret sıfatının; «Salûhî Kadîm» ve «Tencîzî ha­dis» olmak üzere iki taalluku vardır. Salûhî Kadîm, kudret sıfatının eş­yanın varlığının sıhhatine taalluk etmesidir. Hadis olan taâlluk-u ten­cîzî ise, Tekvin sıfatının, eşyanın yokluktan varlığa çıkarılmasının ken­disi oîan taalluktan başka bir şey değildir. Bunun içindir ki, Eş´arîler, Tekvin sıfatının isbat edilmesi için, kendisinde bir faide mülâhaza edil­meyen said bir sıfatın bulunmasının hiç bir mânâsı yoktur, görüşünü savunmuşlardır. Kudret sıfatının, eşyanın yaratılmasında rol oynayan bir sıfattan ibaret olduğunu söylüyorlar.[88]

Böylece, Tekvin sıfatı hakkında vuku bulan ihtilâfın ardında, fiil sıfatı ve kudret sıfatı ile kudret sıfatının görevi hakkında ihtilâf var­dır. Fakat bu ihtilâfların hepsi fer´î mes´elelerde vuku bulan ihtilâf­lardır. Bu ihtilâftan dolayı, bulunduğu Ehl-i Sünnet dairesinin dışına çıkmaz. Çünkü mezhep içindeki fer´i mes´elelerde, kendi mezhebinden olan dostları ile de ihtilâfa düşmüştür. Mes´elenin aslı gerçekten sabit olduğu gibi hakkında hiçbir ihtilâf vuku bulmamıştır. Bu da Ehl-i Sün-net´in Allah Teâlâ´nm zatında zaid olan sıfatlarının isbatmdaki icmaıdır. Tıpkı Kadîm olan sıfat-ı maânî gibi. Onlar ne Allah´ın Zatının ay­nıdır ve ne de gayri.

Ehl-i Sünnet Allahu Teâlâ´nın kelâmının kadîm bir sıfat olduğunu ve kendi zatı ile kaim olduğunu ihtilafsız olarak kabul ederler. Bu hu­susta görüşleri birdir; Allah´ın kadîm sıfatı olan öz kelâmı ile katında «kelâm-ı nefsî»sine delâlet eden ses ve harflerden ibaret olanın arasın­da fark bulunduğunu sünnet ehl-i fikir birliği içinde kabul ederler. Bun­dan sonra Allah´ın kelâmı nefsisinin işitilmesinin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf ediyorlar.[89]

îmam-ı Eş´arî ve taraftarlarının "büyük bir kısmı, Allah-u Teâlâ´nın kelâm-ı nefsîsinin işitilebilmesinin caiz olduğunu söylüyorlar. Bu sözle­rini isbat etmek için aklî ve nakti deliller öne sürmüşlerdir. Aklî delil olarak İmam-ı Eş´arî, Allah-u Teâlâ´nın görülmesinin caiz olması hu­susunda da öne sürdüğü delilin aynısını Allah´ın kelâm-ı nefsisi­nin işitilmesinin caiz olması hususunda öne sürmüş ve şöyle elemiştir : Allah-u Teâlâ´nın varlığı, onun görülmesinin caiz olduğuna illet olduğu gibi kelâm-ı nefsisinin varlığı işitilmesinin de caiz olmasına illettir.[90]

îmam-ı Eş´arî bu husustaki görüşüne şu âyet-i celîleleri delil olarak gösteriyor : «Eğer (taarruza uğrayan) müşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver, tâ ki Allah´ın kelâmını işitsin...»"[91], «... ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitap etti.»8´, «Musa, kendisiyle konuşacağımızı vâdettiğimiz vakıtta gelince, Rabbi ona kelâmını (vasıtasız olarak) söyledi.»´[92]

İmam-ı Mâturîdî ve taraftarlarından olan bilginler bu âyetlerde Musa aleyhisselâm´m, Allah-u Teâlâ´nın kelâm-ı ezelîsini işittiğine delâ­let eden bir şeyin bulunmadığını öne sürdüler ve Musa aleyhisselâm Allah´ın ezelî olan kelâmına delâlet edeni işitti dediler."[93] Bu tıpkı, «Ben filânın ilmini işittim, yani onun ilmine delâlet eden hususu işittim» de­mesi gibidir. Yine, «Allah-u Teâlâ´nın kudretine delâlet edeni murad ederek : «Allah-u Teâlâ´nın kudretine bak» diyen kimsenin sözüne ben­zer.[94] Burada şu hususa işaret etmek gerekmektedir. İmam-ı Mâturîdî

ve kendisine bağlı bulunanlar, her ne kadar Musa aleyhisselâm´m, Al­lah´ın Kelâm-ı Nefsisini işitmesini mümkün görmeyip, O´na delâlet eden şeyi işittiğini öne sürüyorlarsa da, Allah-u Teâlâ´nın. kelâmı mutlak ola­rak işitilmesinin caiz olup olmadığı hususunda ve Allah´ın kelâmının işitilmesi için ses ve harflerden mürekkep olmasının gerekip gerekme­diği hakkında kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. îmam-ı Mâturîdî´nin kendisinin Allah-u Teâlâ´nın kelâmı nefsisinin işitilmesinin mümkün ol­madığına delâlet eden bir ifadede bulunduğunu görmedim; hatta Mâ­turîdî hazretleri, işitilmenin meydana gelmesi için harf ve sesin şart kandığını açıkça ifade etmemiştir. Şeyhzade Hazretleri, bize naklen bildiriyor ki, Mâturîdî´ye tâbi´ olanların bazıları Allah-u Teâlâ´nın kelâ­mı nefsisinin işitilmesinin muhal kılınmış olmayıp caiz olduğunu sera-haten beyan etmişlerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ kelâmı nefsisini idrâk et­mesi için duyu organına kuvvet yaratmasına kadirdir, diyorlar.[95]

Mâturîdüerden, ses. ve harfin şart olmasından dolayı kelâmı nefsi­sinin işitilmesini mümkün görmeyenler adî olan şart ile illetin arasın­da fark vardır diyorlar. Bunun için işitmeyi, görmeye kıyas etmeyi red ediyorlar. Çünkü mû´tezilelerin görmek için ileri sürdükleri şartlar, adî şartlardan başka bir şey olmadığından ru´yet için hakiki illetler olamaz­lar. Ses ile harf bunun aksinedir, çünkü ses ile harf işitmek için gerçek illetlerdir.[96]

Mâturîdî ve Eş´arîlerden ibaret olan ehl-i sünnet arasında keyfiyet-siz olarak Allah´ın görülmesinin caiz olduğu hususunda icmaen görüş birliği vardır. Fakat bundan sonra aralarında bu husus, «aklî delille mi bilinir yoksa bunun bilinmesi yalnız naklî delil ile midir» diye ihtilâf vuku bulmuştur. Naklî delile gelince, aralarında hilaf yoktur ki, ru´yet sem´an, yani nakli delille vaciptir.[97] Şu husus çok ilgi çekicidir ki, ehl-i sünnetten olanlar ru´yetin isbatı için delil olarak, Mû´tezilelerin ru´yeti nefyetme babında delil olarak öne sürdükleri âyetleri delil ittihaz edini­yorlar. Meselâ Mu´tezîleler ru´yeti nefyetmek için şu âyetleri delil ola­rak ele alıyorlar : «Hiç bir göz onu dünyada idrâk ve ihata edemez.»[98], Allah-u Teâlâ´nın Musa aleyhisselâm´a olan «... Beni hiçbir zaman gö­remezsin...»[99] buyruğu ve «Hiçbir insan yoktur ki Allah´ın onun ile (doğrudan doğruya) konuşması olsun; ancak vahy ile yahut perde ar­kasından...»[100]

Ehl-i Sünnet, Allah-u Teâlâ´nın «hiçbir göz onu ihata ve idrâk ede­mez» kelâmında ru´yetin isbatına delil olduğunu görüp diyorlar ki, âyet-i celîle ru´yeti değil, ancak idrâki nefy ediyor; çünkü idrâkta ihata mâ­nâsı vardır. Allah-u Teâlâ hudud, yön ve taraflardan münezzehtir.[101] Allah-u Teâlâ´nın Musa aleyhisselâm´a «Beni hiçbir zaman göremez­sin» buyruğu Musa aleyhisselâman «Rabbim cemâlini bana göster, sana bakayım» diye münacaatta bulunduğu zaman vuku bulmuştur.[102] Bunun anlamı Musa aleyhisselâm dünyada Allah´ı hiçbir zaman göremez de­mektir. Sonra Musa (a.s.) eğer, rûyetullahın, Allah´ın çocuk edinmesi veya bir ortak edinmesinin müstahil olduğu gibi Allah´ın görülmesinin müstahil olduğunu bilseydi Allah´tan bunu istemezdi. Zira peygamber­lik makamına nasıl yaraşır ki Allah´ın azamet ve celâline lâyık olma­yanı Allah´tan istesin. Musa (a.s,)´m bu sorusu küfür derecesine ula­şacak bir cehalet olurdu ve Allah-u Teâlâ bundan başka yerde Adem (a.s.)´a sitem, Nuh (a.s.)´ı nehy ettiği gibi Musa aieyhisselâmı da nehy eder ve ona sitem ederdi. Fakat Allah-u Teâlâ Musa (a.s.)´ı nehy et­medi ve bunun için ona sitem de etmedi. Ancak ru´yetin vukuu için da­ğın yerinde durmasını şart koşarak «Eğer o yerinde durursa sen de beni görürsün» buyurdu.[103]

Dağın yerinde durması hattı zatında mümkün olan bir şeydir. Müm­kün olana şart koşulan şey de mümkün olur. Gerçekten dağ sarsıldı, yer ile bir oldu. «Nihayet Rabbi, o dağa tecellî edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü..»[104] Bu husus Allah-u Teâlâ´nın Musa (a.s.)´a dünyada hiçbir vakit kendisini göremiyeeeğini bildirmesi için vuku bulmuştur. Sonra, nasıl oluyor ki mu´teziîeler Allah´ın görül­mesinin mümkün olmadığını biliyor da, Allah´ın peygamberi bunu bil­miyor. Hiç peygamberlik sıfatına yakışır mı ki, mu´tezilelerin bildiği, Al­lah´ın emrinden olan bir işi Musa (a.s.) bilmesin.[105]

Evet bu parlak ve kuvvetli delillerdir ki, onları ehl-i sünnetten olan bilginler Allah´ın görülmesinin caiz olduğunu ispat etmek için Kur´an-ı Kerîm´den hülâsa ederek bahsetmişlerdir. Kur´an-ı Kerîm´deki âyetlerin bu açık seçik tefsirleri muvacehesinde ehl-i sünnetin düşünce ve anlayı­şı kuvvet kazanmıştır. Mâturîdîler ve Eş´arilerden bütün ehl-i sünnet, Allah-u Teâlâ´nın görülmesinin naklî delil ile vacip olduğuna, bu âyet­lerle delil getirilmesinde aralarında hiçbir ihtilâf yoktur. Ancak onların ihtilâf etmiş olduğu husus, Allah-u Teâlâ´nın görülmesinin aklen caiz olup olmamasıdır. İmam-ı Mâturîdî hiçbir tefsir yapmaksızın Allah-u Teâlâ´nm görülmesinin naklî delille vacip olduğunu savunmuştur.[106] Yani İmam-ı Mâturîdî diyor ki «biz, Allah-u Teâlâ´nm görülmesi ki­tap ve sünnetle vaciptir; fakat Allah-u Teâlâ´nm görülmesinin mümkün olduğuna delil ikame etmekten akıl âcizdir, diye îman ederiz.»

îmam-ı Eş´arî ise Aîlah-u Teâlâ´nın görülmesinin eaiz olduğuna dair aklî delil ikame edilmesinin mümkün olduğu görüşünü benimser. İmam-ı Eş´a.rî´nin keîâmcılann «vücud delili» diye isim verdikleri meşhur delili vardır ki şöyle hülâsa etmemiz mümkün olur : «Dünyada görmenin mümkün olması varlıktan doğar, başka bir şeyden değil. Allah-u Teâlâ vardır öyle ise görülmesi de caizdir. Dünyada görülenlerin görülmesi­nin başka birşeyden değil, var olmalarından ötürü caiz olduğu hususu­na gelince bunun delili şöyle ifade edilir : Biz cevher ve arazlardan ha-kikatları bir birine muhtelif olan eşyayı görürüz. Bu görmeyi doğrula­yan husus eşyadaki birbirlerine uygun olmayan şeyin olması caiz değil­dir. Çünkü bu, bir hüküm için iki muhtelif illetin bulunması neticesini doğurur. Bu ise ilk düşünüşte akıl tarafından red edilir. Öyle ise bu birbirlerine muhtelif olan hakikatlar arasında müşterek bir sıfat icat etmemiz gerekir ki, onu görelim ve ona istinaden bu görüşün caiz oldu­ğunu söyliyeyim. Ta ki; illet, muttarid ve mün´akis olsun. Bu seyir ve taksimat gösteriyor ki, cevher ve arazlardan şu muhtelif hakikatlerin arasında «var olma» ve hadis olmadan başka müşterek vasıfları yok­tur. Çünkü hudus yokluktan sonra «var olma»dan ibarettir. Yokluğun ise hükme hiç tesiri yoktur. Hudus sahih olmayınca geriye ancak vü­cud kalır. Vücud ise şahid ile gaib arasında müşterektir. Allah-u Teâlâ´-nm vücud sıfatı kendisinin görülmesinin sahih olması için bir illeti sa-lihadır. İllet hasıl olduğu vakitte hükmün hasıl olması kaçınılmazdır.

Öyle ise, Allah-u Teâlâ´nın görülmesinin caiz ve sahih olduğunu söyle­mek vaciptir.»[107]

Eş´arî mezhebinden olanların —Eş´arî´ye muhalefet eden Fahruddin-i Razi müstesna— tümü bu delili benimseyip, bu hususta Fahruddîn Râzî´-nin Ebu Mensur Mâturîdî´nin tarafına geçtiğini ve onunla birlikte tef-sirsiz olarak Allah-u Teâlâ´nın görülmesinin naklî delille vacip olduğu­na inandığını ilân ettiler.[108]

Fahreddin Râzî´nin îmam-ı Eş´arî´den ve bütün Eş´arîlerden ayrı­lıp bu görüşte îmam-ı Mâturîdî´ye katıldığı gibi, Mâturîdî mezhebinden olanların hepsinin bu konuda, yani Allah-u Teâlâ´nın aklen görülmesi­nin caiz olduğu babında Eş´arî´nin öne sürdüğü delili benimseyerek Mâ-turîdî´den ayrılıp Eş´arî´ye katıldıkları görülmektedir.[109]

İşte bu, ehl-i sünnetteki iki mezhep arasında fer´i mes´elelerde vuku bulan ihtilâfları ihtiva eden bazı Örneklerdir.[110] Bu ihtilâflar, bize açık seçik olarak iki mezhep arasındaki fikir ve düşünce birliğini ortadan kaldırmadığını gösteriyor. Gerçekten görüyoruz ki, Mâturîdî mezhebin­den olanlar bazen kendi imamlarına muhalefet edip Eş´arî´nin görüşünü teyid ederek ona yardım ediyorlar. Tıpkı Eş´arîlerden imamlarına mu­halefet edip Mâturîdî´nin reyini benimsiyen bilginleri gördüğümüz gibi. Bu gibi feri mes´elelerde vuku bulan ihtilâfları verecek olduğumuz bir. hükme senet ve delil olarak göstermek suretiyle Mâturîdîyye mezhebinin Mu´tezileye, Eş´arî mezhebine nazaran daha yakındır demek doğru ol­maz. Biz eğer bu gidişi benimsemiş olsaydık, îmam Fahreddin Râzî gibi Eş´arî mezhebinden olan âlimleri ehl-i sünnet dairesinden çıkarıp Mu´-tezile bilginleri arasına koymamız gerekirdi. Çünkü Razi bazen Mu´tezîle´nin öne sürdüğü fikirleri benimsiyerek o kadar ileri gidiyor ki bir

çok mes´elelerde Mu´tezilelerin itiraz ettikleri hususları İmam-ı Eş´arî ve ona tâbi olanların aleyhinde kullanıyor.

Razi´nin Mu´teziîe ile bulunduğu düşünce birliğinde uzun bir mesa­fe kat´etmesine rağmen ehl-i sünnet camiası içinde kalmıştır. Çünkü o ehl-i sünnet ve´l cemaatın benimsemiş olduğu itikadı esaslardaki nıeba-dînin dışına çıkmamıştır. Esasen ehl-i sünnet bilginleri arasında nazarı itibare alman hususlar furuatta değil bilâkis usul ve rnebadidedir. îbn-i Subhi «Şerh-u Akideti îbni´l - Hacib» ismindeki eserinde şöyle diyor : «Şu hususun bilinmesi gerekir ki, ehl-i sünnet ve´l cemaatin hepsi va­cip, caiz ve müstahil olan hususlarda, bir inanç üzerine ittifak etmiş­lerdir. Her nekadar bu hususa ulaştıracak olan sistem ve mebadide ih­tilâf etmişlerse de, sonuç olarak uzun bir inceleme neticesinde diyebi­liriz ki, ehl-i sünnet üç grup olarak ortaya çıkmıştır :

1- Hadis ehli : Bunların benimsedikleri mebde´ler, nakli deliller­dir ki onlar da kitap, sünnet ve icma-ı ümmettir.

2- Re´y ve aklî delilleri benimseyenlerdir ki, onlar da, Eş´arîler ve Mâturîdî´lerdir. Eş´arîlerm imamı Ebu´l Hasan el-Eş´arî´dir. Mâturîdî-lerin imamı ise Ebû Mensur el-Mâturîdî´dir. Bunlar aklî olan mebde´ler-de, naklî delile dayanan her meselede ittifak halindedirler. Naklî delil-lerdeki mebde´lerinde akim caiz olduğunu idrâk ettiği hususta; aklın caiz olduğunu idrâk edemediği mes´elelerde aklî ve nakli delillerde iktifa et­mişlerdir. Bazı mes´eleler hariç bütün itikada ait mes´elelerde görüş bir­liğine varmışlardır.[111]
Reply


Messages In This Thread
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 01:11 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)