Thread Rating:
  • 215 Vote(s) - 3.2 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm
#4



5 — Metin´în İncelenmesi




Metin´in incelenmesinde, kendisinin bir benzeri bulunmayan ve Kambridge Üniversitesi´nin Kütüphanesinde Add. 3651 numara ile bulu­nan elyazı eserme dayandım. Metin, orta hacimli olmak üzere 206 va­rakadan ibarettir. Her sahifesinde 21 satır vardır. Bazı sahifelerinin ke­narında kitabı istinsah eden tarafmdan yapılan notlar vardır ki, bu not­ların bazıları konuyu tasvip ediyor, bazıları ise şerh ve talik ediyor.

Bu nüsha, eski bir nüsha değildir. Kitabın birinci sahifesinin sağ tarafında, bu kitabın başlangıcında da kaydettiğimiz şu satırları okuyo­ruz : «Bütün Hamd´u-Sena Allah´a mahsustur; Hanefi mezhebinden olan Şam´lı, âciz ve kendisine muhtaç olan Kulu Emin´e çalışması se­bebiyle Mevlâsı´nm ihsan buyurduğu bütün ni´metlerine de ve bu1 (yazı..-) 1150 senesi´nin Şaban ayının ortasında [230]

Bununla beraber biz bu metnin Mâturîdî´ye ait olmasının sıhhati ve doğruluğu hakkında bir atı bile şüpheye düşmedik. Biz, bu metni el yazı fotokopisinden dar´ul - Kütub´ü Mısriyye´de 873 tefsir numara ile bulunan Mâturîdî´nin «Tevilât-u Ehli´s - Sünne» adındaki kitabının bir nüshası ile karşılaştırdık. Ve her iki metnin ibarelerinden bir çoğunun arasında mutabakat bulduk. Bunlar, çok tekrarlanan ve birbirinin aynı olan ibarelerdir. Meselâ; «Allah muvaffak kılsın» ibaresi takriben her iki metnin fıkralarının sonunda zikrediliyor. Nitekim «Celle Şânuhu» ibaresi her iki metinde Allah-u Teâlâ´ya Sena etmek için kullanılıyor. Bunlar şöyle dursun, her iki metinde öyle ibareler var ki, bunlar, Tev-hîd´de çok geçen üslûplar da birbirlerine benzerlik bulunduğuna delâlet ediyor. Nitekim «Et-Te´vilât» adındaki eserde «bu mânâya göre» ve «onun gibisine korkmak ve feryad etmek lâyıktır» ve daha bunlar gibi bir çok ibareler geçmektedir. Bunların hepsi «Et-Tevhîd ve Et-Te´vilât» ismindeki eserlerin gerçekten bir müellife ait olduğuna delâlet etmek­tedir.

Burada bir nüshaya dayanılarak inceleme yapmanın güçlüğüne işa­ret etmeğe lüzum görmüyorum. Zira inceleme işine girişen herkes bu hususu gerçekten çok iyi bilir. Metinin açık bir nesih hattı ile yazılmış olmasına rağmen yazılışta çok hatalar vardır. Harekeli olmadığından okunması çok güçtür. O kadar ki, kitabı neshedenin hataları metinde zikredilen Kur´an âyetlerine bile sirayet etmiş. Ben, gerçekten gücü­mün yettiği kadar metindeki hataları düzeltmeye ve anlıyabîldiğim ka­dar boş yerleri doldurmaya ve harekelemeye çalıştım. Bazan da metin­deki kelimeleri, okunmadığı için, Musannifin murad ettiği gibi bulun­sun diye olduğu gibi bıraktım.

Bazan da mânâ ve ibarelerin doğru ve iyi anlaşılmasını arzuladı­ğım için iki parantez arasında ibareler ilâve etmekle iktifa ettim. Tıpkı kitabın bölümlerine isim olmak için seçtiğim kelimeleri de iki paran­tez arasında zikrettiğim gibi.

Bazı kelimeleri okuyamadığım veyahut tasvip etmekten âciz kaldı­ğım zaman yerini boş bıraktım, incelemelerde bulunan zevatın bu nok­sanımı kapatmalarındaki yardımları beni çok memnun eder. Zira ger­çekten ben, kendimi Aristo ile beraber görüyorum ki «Kâmil bir haki­kate ulaşmak güçtür ve hakikate ancak çalışma, çaba harcamadaki yar­dımlaşma ile ulaşılır...» Feylesoflardan her birinin meydana getirdiği şey zikrolunmaz. Fakat feylesofların çalışmalarının tümü güzel ne­ticeler meydana getirir.

Biz, îslâm Felsefesi ile uğraşan ve özellikle «Kelâm» ilmi ile meş­gul olan feylesofların tümünün kıymetli fikirlerini şimdiden memnuni­yetle karşılıyoruz. Ta ki ikinci defa tab edilmesine muvaffak olunursa Kitab´üt - Tevhîd en güzel ve en mükemmel bir şekilde tab´ edilsin. [231]

KÎTÂB´UT - TEVHİD.

Rahnıân ve Rahim olan Allah adıyla

Hamd-ü sena, kendisinden başkasına yapılan her türlü hamd-ü se­nanın gerçekten kendisine râci´ olduğu, kullarına bol bol ina´m ve ihsanda bulunan Allah´a mahsustur. Kendisi ile peygamberlik son bulan Mu-hammed Aleyhisselâm´a ve Peygamberlerden kardeşlerine ve bütün Al­lah velîlerine Selâtü Selâm etmesini Cenab-ı Hak´dan niyaz ederiz. Bü­tün hatalardan Allah´a sığınırız; bizi korumasını dileriz. Söz ve âmel bakımından, bize ikram buyuracağı hususlar hakkında kendisine yalva­rırız. [232]


Taklid´in İptali Ve Din´in Delil İle Bilinmesinin Vacip Olması:


Allâme Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, insanları dinî konular­daki inançlarında muhtelif mezheplere bölünmüş ve bu bölünmelerine rağmen bir kelime üzerinde ittifak etmiş olduklarını görüyoruz. Birinin benimsediği görüş, hak ve gerçek ise, diğerininki gerçek dışı ve bâtıl olur. Bununla beraber hepsinin taklid edilen selefleri bulunduğu husu­sunda ittifak halinde oldukları görülmektedir. Öyle ise taklidin, sahi­bini kotüleyeceği şeylerden olmadığı sabit olmuştur. Çünkü; kendisi gibi mukallid olan, kendi görüşünün zıddındaki iddiasında isabetli olabi­lir. Ki, bunlara bakıldığında sayılarının çoğalmasından başka bir şey ol­madığı görülür. Ancak ne var ki, son sözü söyleme hakkına sahip olan birisinin öne sürdüğü hükmün hak olduğunu bildirecek ve hakka isa­bet ettiğini vicdanlı kimseye kabullendirecek aklî bir delil bulunan müs­tesna. Kim ki incelenmesi gereken hususu dinî esaslara dayanarak in­celerse hakka isabet etmiş olur. Bunlardan her birinin Peygamber Aley-hisselâm´m inandığı hususun hak ve gerçek olduğunu bilmesi gerek­mektedir.

Hakka isabet eden kişi inancını ispat etmek için kendisini tasdik eden delilleri ve kendisine şehadet eden hakkın beraberinde olması, mu­haliflerini köşeye sıkıştırıp âciz bırakmıştır.[233] Zira bunlardan her biri­nin delillerinin bir noktada sonuçlanması mümkün değildir..[234] Öyle ise delillerle zafere ulaştığında kendisine teslim olmak gerekir. Bahis ko­nusu ettiğim kişi için gerçekten deliller açık - seçik ortaya konmuştur.[235] Benzeri delillerin ortaya konması, dinî inançlar ve esaslara zıd bulun­duğu için caiz değildir. Çünkü deliller birbirine uymamaktadır...[236]

Delileri galebe çalan kimse, başkasındaki şüphelerin sebeplerinin süslenip yaldızlamış olduğunu meydana çıkarır. «Vela Kuvvete Îİla Bil-lahil Azim.» [237]


İşitme Ve Akıl Dinî Bilmenin İki Temel Esasıdır :


Evet, dinin bilinmesi için, biri işitme, diğeri akıl olmak üzere iki temel esas vardır. Zira bu insan için kendilerini korkutup[238] istikamete sokmasını ve bir araya toplanmasını öğretip benimsetecek bir dinin bu­lunması muhakkak lâzımdır. İşitme, beşerin bir mezhep benimsemesi ve ona dayanıp başkasını çağırması için kendisini kullanmasından hâli kal­madığı bir husustur. Hatta eşyanın varlığını ve, hakikatinin incelenme­sini kabul edenler şöyle dursun, şek ve şüpheye kapılan ve kendilerini cahiller derecesine indiren kimseler de bu hususda onlara iştirak et­mektedir. Bu esas üzere yeryüzü hükümdarlarının her birinin işlerini yürütmeye matuf gidişatı ve milletinin sevgi ve muhabbetle kaynaşma­ları için çaba harcamalarındaki siyasî tutumları bu esasa göre tesbit edilmiştir.

Allah-u Teâlâ´dan kendilerine peygamberlik verildiğini ve bir din ge­tirdiklerini iddia. eden zatların ve çeşitli sanatları idare etmeye kalkan kimselerin durumları da böyledir. Yardım ve kurtuluş Allah´dandır.

Akıl ise bu âlemin, özellikle fâni olması için var olması, hikmet ile olmadığını ifade eder. Her akıl sahibinin, fiilinin hikmet yolundan dı­şarı çıkması çirkindir. Öyle ise akim da kendisinin bir parçası olan âle­min hikmetsiz olarak yaratılması veyahut da abes olarak yaratılması­na ihtimal verilmez.[239] Bu hususun sabit olması, âlemin fâni olması için değil, baki olması için yaratıldığına delâlet eder.

Sonra âlem, aslî maddesi bakımından birbirine zıd olan şekiller ve muhtelif tabiatlar üzere yaratılmıştır. Özellikle dünyadaki âlemi âhiret-teki âlem ile bir araya toplayan[240] ve dünyadaki kötü ve çirkin âlemin âhirette bir olması gerekmediğinden tefrik edilmesi lâzım olan iki şeyin arasını ayıran[241] akıl bakımından maksud olanın kendisidir.

îgte bu feylesofların küçük âlem ismini verdikleri şeydir. Bu ise çe­şitli tabiat ve muhtelif heva ve istekler üzerinde bulunur.[242] Kendilerine ekseriyetle şehevî istekler yerleştirilmiştir. Eğer yaratıldıkları gibi bıra­kılmış olsalar, sultanlık, hükümdarlık, şeref ve izzet gibi çeşitli men­faatleri elde etmek için çarpışırlardı. Bunu da karşılıklı kin ve sonra da mukatele takip ederdi. Bu hallerde ise fesada uğrama ve fanileşme gibi haller vardır."[243] Bu fanileşme Öyle bir şeydir ki eğer....[244]âlemin var olması işi kendisine bırakılmış olsaydı var olmasındaki hikmet yok olurdu. Beşer ve bütün hayvanlar, yaratıldıkları şekilleri ile[245] devamlı yaşıyabilmeleri, ancak aldıkları besin maddeleri ve bedenlerindeki ken-lerini uzun bir zaman yaşatabilecek kuvvetleri ile mümkün olabilir. Eğer cnlarm yaratılması ile fâni olmalarından başka bir şey murad olunmamış olsaydı, idame-i hayat etmeleri için bir şey´in yaratılması ihtimal dahilinde olmazdı. Bu böyle sabit olunca, bunların arasını uzlaştıracak, kalplerini ısındırıp birbirine bağlıyacak ve kavga ve gürültüden kendi­lerinin fesada uğrayıp helak olmalarını engelleyen ve birbirine uyum sağlamıyan hususlardan meneden bir temel esasın bulunması mutlak lâzımdır. Öyle ise onları kendi takatlannın yettiği kadar anlıyabilmeleri ve kendilerini bir noktada toplayacak bir temel esası talep etmeleri ge­rekir. Bunda da en doğru olan,[246] yani onları bir noktaya toplıyacak olan temel esas dindir. Bu dinle, âlim ve hâkim olan Allah´ı biliriz. Zira gö­rülen ve müşahade edilen herkesin muhtaç olması ile biliniyor ki, on-larm hallerini ve baki kalmalarını meydana getirecek şeyi bilen ve mey­dana getiren bir kuvvet vardır. Ve o, kendilerini muhtaç olma. halleri üzere yaratmıştır. Onların, kendilerinin yaşamaları ve bekaları için bil­meye muhtaç oldukları hususlarla beraber cehl, heva ve isteklerinin galebe çalmaları gibi bulundukları hâl üzere terketmez. Onları yaşa­maları ve hayatlarının idame edilmesi için kendilerine yol gösterecek ve bu hususları öğretecek birisini gönderir. Bu gönderilen kişiye, delil vermesi mutlak lâzımdır ki, ona verilen özellikle kendilerine önder ola­rak gönderildiği ve bulundukları hallerde yani helak olma, yok olma gibi hususları bilmekte kendisine muhtaç olduklarını bilsinler.[247] Öyle ise[248] bizim açıkladığımız husus yani son olarak söz sahibi olanın doğ­ru olduğu ve âlemin[249] birbirine zıd ve muhalif olarak yaratılmasındaki kendi sözünün doğru olduğuna delâlet eden husus, Peygamberliği ispat etmek için yeterince bir delil teşkil etmektedir. O peygamber ki, ger­çekten Allah-u Teâlâ onu insanlar için başvuracak itimatlı yer kılmış­tır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra, maslahatların, hak olanın, gü­zel olanların, zıddı olanlardan ayırd edip bildiren sebepler hakkında in­sanlar ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı şöyle diyor : însanlardan her birinin kalbine bir şeyin güzel olduğu yerleşirse ona yapışması ve onu benimsemesi gerekir. Bazı insanlar da derler ki : Beşer, sebebi tam manâsıyla anlayıp Öğrenmekten âcizdir. Fakat beşer, kendisine il­ham olunan şeye yapışır, onu benimser. Çünkü o ilham, âlemin tedviri, kendisine ait olan Allah´dan olur.

Allâme Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu ikisi marifete sebep ol­maktan çok uzaktırlar. Çünkü dinlerde birbirlerine uyumsuzluk ve te­nakuzun şekilleri açık - seçik olarak zikredilmiştir. Sonra insanlardan her biri kendi görüşlerinde ve inançlarında hakka isabet ettiklerini iddia ederler. Şu husus gerçekten mümkün değildir ki, hakkın sebebi olan bu işi yapsın. Çünkü böyle hareket etmek, bâtıl olanı, hak ve doğru imiş gibi tasavvur etmek olur. Yalanı açığa çıkan kimsenin doğru bir kim­se olması da mümkün değildir. Bu açığa vurulanların hepsi bir mezhebe inanan kimse doğruluğuna inandığı şeyin, zıddı olana kasıd olarak ka­bullendiğine ve iptal ettiğini kendisine ilham olunduğu düşüncesine[250] sahip olduğu hususlarını beyan etmektedir. Bunlardan birinin diğerine söylemiş olduğu sözden başka bir delili yoktur. Bu da kendilerinde fani olma durumu bulunan uyuşmazlık ve ihtilâfı ortadan kaldırmayan bir nevi´dir. Buna göre akıl sahiplerini âciz bırakacak hususun bilinmesi­nin ilân edilmesi caiz olmaz. Hükümde, rızaya cebredilme esası bulun­maz. Çünkü o, ihtilaflı[251] olarak çıkmıştır. Eserleri [252]bilenin durum da böyledir. Bunların hakkı bilmenin sebebi olmaları caiz değildir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır. [253]

Însanı İlme Ulaştıran Yollar, Görmek, Haberler Ve «El-Îyan» Yani Duyu Organları Vasıtasiyle Bilinen Mevcudattır :


Allâme Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : İnsanı, eşyanın hakikatle­rini bilmeye ulaştıran yollar, görmek, haberler ve «lyan»[254] yani görme­nin dışındaki duyu organlarından ibarettir. lyan, duyu organlarının ken­disinde vuku bulan şeydir. îyan, kendisinde ilim bulunan bir temel esastır ki cehilden ibaret olan zıddı yoktur. Kim ki cehlden, ilmin zıddı var-du- derse o kimse ilmi inkâr edenin[255] tâ kendisidir. Bunu işiten herkes, ona kibirli, kendini beğenen kimse der. Bu öyle bir sıfattır ki, hayvan­ların tabiatı bile bu tür sıfatın kendi rütbeleri olmasından çekinirler. Çünkü hayvanlardan her biri acı duyacağı, lezzet alacağı ve hayatının devamına veyahud fesa´d bulmasına sebep olan herşeyi bilir. Halbuki bu kimse hayvanların bildikleri bu hususu dahi inkâr ediyor. Bu gö­rüşü ortaya koyan, atan kimse ile münazara yapılmaması için akl-ı se­lim sahibi insanlar tarafından görüş birliğine varılmıştır.[256] Zira bu kim­se ne inkâr ettiğini ve ne de inkâr etmediğini bizzat kendisi ispat ede­miyor. Münazara ve münakaşa ise bir şeyin mahiyeti"[257] veyahut mahi­yetinin dışındaki varlığı[258] hakkında olur. îlim de inkâr etmek ve et­memek için bulunur. Her ikisinin birlikte kabul edilmesi mümkün de­ğildir. Çünkü bunun bir manii vardır. O da her ikisinin yani inkâr ile inkâr etmemenin bir arada bulunması için mâni vardır. Fakat kendisi ile oturup konuşulabilir ve ona şöyle denir : «Sen gerçekten inkâr et­tiğini biliyorsun.» Eğer «inkâr ettiğimi bilmiyorum,» derse inkârını red etmiş olur. Eğer, «Evet inkâr ettiğimi biliyorum» derse o zaman inkâr ettiğini ispat etmiş olur. Böylece inkâr ettiği şeyle, kendi inkârım ispat etmiş olur. Böylesi kimsenin muhalefeti ve gerçek clışı olan görüşünü terketmesi için, âzalarının kesilmesi ile kendisine şiddetli bir acı çek­tirilir. Zira biz, onun gerçekten mevcudatı bildiğini biliyoruz. Zira, mev­cudat, bizzârure bilinir, Lâkin o, bu sözü ile, hasmının görüşünü çürüt­mek için yanlış olduğunu bildiği halde kasden muhalefet ediyor. BÖyle-sinin hakkı az Önce söylediğim gibi kendisine acı ve ızdırap verici me-todları tatbik ederek kendi hareketine benzer bir hareketle mukabelede bulunmaktır. Böylece kendisinde bulunan cahilMk perdesi yırtılıp atılmış olur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Büyük bilgin Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : «Haberler iki nevidir : Haberlerin tümünü inkâr eden kimse birinci guruba yani zaruri olarak bilinenleri inkâr edenler gurubuna katılır. Çünkü o, inkârını dahi inkâr etmiştir. Zira onun inkârı bile haberdir. Böylece bir şeyi inkâr ettiği vakit inkârım inkâr etmiş oluyor. Kendisinde bulunan bu hali ile bera­ber soyunu, ismini, mahiyetini kendi cevherinin ismini ve her şeyin is­mini bilmemiş oluyor. Bu suretle kendisinin hissedileni bilmemesi, gere­ken haber verildiği vakitte de müşahade ettiği şeyin mahiyeti hakkın­daki haberi anlamaktan âciz kalıyor. Müşahade ettiğini bümekten âciz olan kimse nasıl olur da müşahede etmediği[259] şeyi bilebilir. Veyahut ne zaman yaşamının ve gıdasının bulunduğu şeyi bilir. Bunların hepsi kendisine haber ile ulaşır. Bununla beraber kendisinde Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ihsan ettiği büyük nimetlerine, kendisinin nıet-hedildiği temel esas yani âyetlere ve nutuk[260] ve .[261] işitmekle tem­yiz etmek gibi sıfatlarla hayvanlardan üstün kılınmasını sağhyan esas­lara karsı nankörlük etmektedir. Bu ise hak ve gerçek olanlara muha­lefet etmek suretiyle kibirlenmenin son noktasıdır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu iki nevi haberle akim ihata ede­meyeceği, kötülüklerin ve iyiliklerin idrâk edilmesine ulanılmaz. Bunla­ra ancak, konuşmak ve kulak kesilmekle ulaşılır. Bunlarla münazara etmek aptallık ise de bu konuda münazara etmek gerekirse kendisine haberi inkâr ettiği vakitte deriz ki : «Sen ne diyorsun » Eğer inkâ­rına avdet ederse bil ki o, senin haberini kabul etmiştir. Çünkü o, sö­züne döndü. Bunu da senin haberi, tekrarlaman temin etmiştir. Eğer inkârına dönmezse, kendisinden gelecek kötülüklerden korunmuş oldu­ğun için Allah´a hamd edersin ve onun da içine düştüğü durumdan do­layı haline gülersin. Bunun aynısı duyu organlarını inkâr eden için de tatbik edilir. Ona dersin ki : «Bu hususta ne dersin » Eğer inkârına dönerse senin verdiğin haberi bildiği ve fakat muhalefetine devam et­tiği sence zahir olur. Eğer inkârına avdet etmezse kendisinden gelecek kötülükten korunmuş olursun ve Allah-u Teâlâ´nm sana ihsan ettiği il­hamından dolayı kendiisne şükredersin. Veyahut bu inkarcıyı döver kendisine acı çektirirsin. Zira o, ıstırap çekmeğe tahammül edemez. Veya sana Öfkesi ile mukabelede bulunur. Çünkü bu hususu, ancak senin fiilinin aynını kullanması ile elde etmiş olur. Bu ise haberle bilinir.[262] O da bunu İnkâr etmiştir. «Velâ kuvvete illâ billah»

Akıl yoluyla zarurî olarak haberlerin kabul edilmesi gerekince Pey­gamberlerin getirdikleri haberlerin de, kabul edilmesi gerekir. Çünkü peygamberlerin haberlerinde, kendilerini tasdik eden apaçık deliller bu­lunduğu için onların haberlerinden daha doğru haberin bulunması müm­kün değildir. Zira kalbin mutmain olması için haber ve delillerden, duyu organlarından,[263] beyan ettiklerimizi inkâr eden münkir olur ve zaruri olarak aklen, hakikate muhalefet etmiş olur. Peygamberlerin (a.s.) ha­berlerinden daha açık ve seçik olarak doğru olan haber yoktur. Doğru­luğu kabul edilen Peygamberlerin haberlerinden daha doğru olan´ haber bulunmaz. Bunu kim inkâr ederse o, kendisine, kibirli ve muhalefeti se­ven kişi demeğe lâyıktır. Sonra peygamberlerden bize kadar gelen ha­berler, kendilerinden yalan ve yanlışlık sadır olma ihtimali bulunan kim­selerde nihayet bulmuştur. Zira peygamberlerin dışında kalan kimsele­rin yalan söylemekten korunduklarına ve doğru söylediklerine dair yan­larında delilleri yoktur. Böylesi kişinin söylediğine bakmak ve onu çok iyi incelemek gerekir. Eğer onun kendisinde asla yalan bulunmayan kim­seden olursa ve o da kendisinde haberin son bulmuş olan kimse ise, bunun günahlardan korunmuş olduğuna dair açıkça delil bulunanlar­dan olduğuna dair şehadet edilmesine lâyık olduğuna kanaat getirmek lâzımdır. Yani kendilerinden yalan, günah, yanlışlık sadır olması ihti­mali bulunmayan -kimselerden gelip bizde son bulan habere, nıütevatır haber vasfı verilir. Gerçekten bu topluluktan her birinin yalan söy­lemediğine, yanlış harekette bulunmadığına dair bir delil bulunmasa da bu topluluğun hepsinin naklettiği habere mütevatir haber denilir. Çün­kü bunlardan gelen haber bu hadde ulaştığı vakit doğru olduğu açıkça anlaşılır. Bu topluluğa bakıldığında ilk bakışta hepsinin hata yapması ve yanlış ifadede bulunması ihtimali bulunsa da, bu gibi topluluğun ya­landan korunduğu sabit olmuş olur. Her nekadar hepsinin, münferid olarak hata etmesi ve kendisinden yanlışlık sadır olması muhtemel ise de, ictihad işine koyulanın sözü de böyledir. Zira onlar hükmünü izhar etmek için, kendilerini hakka isabet etmeğe muvaffak kılana olan gö­rüş ve düşüncelerinde ittifak etmiş bir halde değillerdir. Çünkü heva ve heveslerin muhtelif olması, maksatların ayrı ayrı bulunmasından sonra görüşlerin tümü, hak olana isabet etmiş olmaz. Görüş sahibinin hakka ulaşabilmesi ancak mahlûkattan dilediğini koruyan ve hükmünü izhar etmeye mâlik olan Cenab-ı Allah´ın lûtfu ve keremi ile mümkün olur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Mütevatirden başka bir haber vardır ki,[264] ilmi icap etmekte ve haberin âlemlere rahmet olan Peygamberden hak olarak sadır olan ha­ber olduğuna şehadet etmekte raütevatir olan haber derecesine ulaş­maz. Bununla amel etmek, içtihadı33 terketmek ve ravilerin hallerine bakmak vacip oiur. Böyle olan haber incelenir. Çünkü O´nun hak ve gerçek olması açıkça bilindiği gibi, onu zaptedenin işitme sisteminde bir yanlışlığın bulunması da caizdir. Bundan sonra hangi cihet galip gelir­se,[265] yani her nekadar yanlış olma ihtimali bulunursa da eğer haberle amel etme ciheti galip gelirse onunla amel edilir. Terketmek ciheti ga­lip gelirse de terketme hususu ile amel olunur. Zira çok kerre his ilmin­de, (müsbet ilimde) —ki ilim yollarının en yükseğidir— duyu organ­larının zayıf olması, hissedilenin uzak olması veya yakın olmasına rağ­men amel edilir. Bununla beraber bu haberle amel etmek de etmemek de caizdir. Bu haberde ihataya rucu´ edilmez. Amel etmek veya etme­mekten hangisine meyledilirse bunda haberin doğru olmasından kaçınıl­mış olur. Bunun içindir ki, haberde her iki yönü[266] ile yani ravilerin hal­lerine bakma ve âyete uygun olup olmaması bakımından haberi ince­lemek gerekir denmesi lâzımdır. Güç ve kuvvet ancak Allah´dandır.

Sonra bakmakla ilim elde etmeyi söylemenin gerekmesi için temel esas olarak ele alınan metodlar vardır. Onları ilk olarak şu noktalarda belirtebiliriz. Haberle elde edilen ilim için mutlaka bakmaya baş­vurmak mecburiyeti vardır. Bu da, duyu organlarından uzak olan veya duyulması pek mümkün olmayan şeyde bulunur. Haberden de yanlış olma veya olmama ihtimali bulunan haber çeşidine de bakmak, haberi incelemek gerekir. Sonra peygamberlerin ileri sürdükleri delilleri ve sihirbazlarm süsleyip öne attıkları maharetlerini ve bunlardan başka ara­larının temyiz edilmesi gereken şeylere bakmak ve incelemek lâzımdır. Delillerin bilinmesi için onları düşünmek beşer gücünün yapacağı bir şeydir. Bunlara da bakmak gerekir, ki düşünülebilsin. Beşer gücünün ışığı ile hakkın zahir olması ve beşerin karanlıkta bulunması sebebiyle saplandığı bâtılın ortaya çıkarılması için delillerin âtideki hallerini bi­lebilmek, anlıyabilmek için beşer, bakma vasıtasını kullanmak zorunda­dır. Bunu Allah-u Teâlâ, kendi tarafından gönderildiğini ispat etmek için, —mucizelerle dâvâlarmı ispat edenle— göstermiştir. îns ve cinnin aynını getirmekten âciz olduğu Kur´an-ı Kerîm´de bu cümledendir. Bu­nunla beraber Allah-u Teâlâ, bakmağı kullarına emrediyor, şöyle buyu­ruyor : «İleride biz o, Mekke halkına hem yeryüzü etrafında, hem biz­zat nefislerinde âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) öyle gösterece­ğiz ki, nihayet peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine za­hir olacaktır. Rabb´inin her şeye şahit olması yetmez mi Dikkat et! O kâfirler, Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindedirler. Dikkat et! Allah hergeyi (îlmi ve kuvveti ile) kuşatandır.»[267] «O kâfirler (ibret gözü ile) hâlâ bakmazlar mı deveye nasıl yaratılmış »[268] «Muhakkak gökle­rin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün arka - arkaya gelmesin­de, insanlara yarar şeyleri denizde götürüp giden, gemide, yeryüzü ku­ruduktan sonra, Allah gökten yağmur indirerek arz-ı diriltmesinde...»[269] «Nefislerinizde de (hücrelerden vücud yapınıza kadar) bir çok alâmet­ler var (ki hep Allah´ın kudretine, ilmine, azamet ve irâdesine delâlet ederler) hâlâ görmiyecek misiniz »[270] Allah-u Teâlâ, bu âyetlerden baş­ka âyetlerle de delillere bakılıp düşünülmesi ve ibret alınmasını öner­miştir. Bununla kendilerini muhakkak hakka, gerçeğe muvaffak kılaca­ğını ve onlara doğru yolu açıkça beyan buyuracağını bildirmiştir. Güç ve kuvvet ancak Allah´ın ihsanı iledir.

Bakmayı inkâr eden kimsenin inkârını ispat edebilmesi için yine bak­maktan başka delili yoktur. Bu da bakmanın inkâr ettiği şey için lâzım olduğuna delâlet eder. Bununla beraber mahlûkattaki yaratılış hikme­tini bilmek elbette lâzımdır. Çünkü hikmetsiz yaratılmanın caiz olması abes ve çirkindir. Ve yine yaratılan da kendisini yaratana delil olduğunu veyahut kendisini yaratanın zatı ile var olduğunu, yahut Allah´ın kıdem sıfatı ile muttasıf olduğunu, kendisinin de hadis olduğunu bil­mesi muhakkak gerekmektedir. Bunların hepsini bilmek ancak bakmak^ ile olur. Beşere, mahlûkati idare etme selâhiyeti özellikle verilmiştir. Bunun için de imtihan olunacak belâ ve musibetlerle karşılaşmak, akıl­ların kendilerine en yararlı gördüğünü talep etmek, bu hususta en gü­zellerini seçmek ve zararlı olanlardan da korunmak gibi hususlar, özel­likle insanoğluna verilmiştir. Bunları bilmenin yolu da ancak eşyaya bakmakla akılları kullanmaktan geçer. Gerçekten şüphelerden kaçınmak ve musibetlerle karşılaşmada[271] bunları düşünüp anlamak için hepsinin başvuracağı yer bakmaktır. Öyle ise bu husus delâlet ediyor ki, eşya­nın hakikatleri ancak bakmak ile anlaşılır, onların bilinmesine de bak­ma ile varılır.[272] Bununla beraber özellikle, görmenin renkleri seçeme-diği, kulağın sesleri alamadığı zaman başvurulacak yer, bakmadır. Ve yine duyu organları île idrak edilen şey böyledir. Bakmak da bunun gibi­dir. Güç ve kuvvet ancak Allah´ın.ihsanı iledir.

Gerçekten eşyanın güzel olması veya kötü olması, fiillerden çirkin olan ve güzel olanı hakkında ancak duyu organlarının üzerine vukubul-ması ve bunlar hakkında haberlerin varid olmasından sonra ilim elde edilir.

Bunların her yönü aklen incelenmek istendiğinde ve anlaşılması için bir yol arandığında bunlara bakıp düşünmekten başka bir yol yok­tur. Buna göre zararlı ve menfaatli şeyleri kesbetme isi düşünülür. Ger­çekten insan, tabiatı[273] ve aklı ile yaratılmıştır. Aklın güzel gördüğü şey, tabiatın istediğinin gayri olur. Aklın çirkin gördüğü şey de tabiatın is­temediğinden gayri olur. Yahut bazan her ikisi arasında muhalefet olur, bazan da muvafakat bulunur. Öyle ise her işe, bizim zikrettiğimiz şeyin hangi fert ve neviden olduğunun gerçek olarak bilinmesi için dü­şünmek ve bakmak elbetteki gerekmektedir. Kuvvet ve kudret ancak ve ancak Allah´ın lûtfu ve ihsanı iledir. [274]

Mevcudatın Hadis Olduğuna Delil :

Allame Ebu Mansıır (r.h.) şöyle diyor: Mevcudatın hadis.oldu­ğuna delil, eşyaları bilmeye götüren yollar diye zikrettiğimiz, bakmak, haber ve bakmanın dışındaki duyu organlarının şehadet etmesidir. Ha­bere gelince : Allah´tan sabit olanıdır. Bu öyle bir delildir ki, beşer aynı delili, birisi için[275] getirmekten âciz olur. Hakikaten Allah-u Teâlâ, ken­disinin her şeyin yaratıcısı,[276] göklerin ve yerin Hâlık´ı,[277] göklerde ve yer-de-[278] bulunanların hepsinin mâliki ve sahibi olduğunu haber vermiştir. Biz, haber ile amel etmenin lâzım olduğunu açıklamıştık. Dirilerden hiç bir kimse yoktur ki kendisinin kıdem sıfatına sahip olduğunu iddia et­sin veyahut kendisinin kadim olduğuna delâlet eden bir mânâya işaret etmiş bulunsun. Bilâkis bu gibi hususlara tevessül ederse muhakkak ve zaruri olarak yalan söylediğini bilir. Küçük gördükleri şey ile kendisin­de hazır bulunan herkes böyledir. Kendisine yine başlangıcı hatırlatı­lır. Bunun içindir ki dirilerin hadis olduklarını söylemek lâzım gelir. Sonra da ölülerin, dirilerin idaresi altında bulunmalarını itiraf etmek gerekir. Onlar ise hadis olmaya daha lâyıktır. Tevfîk Allah´tandır.

His ile olan ilim ise; o şöyle izah edilir : Mevcudattan her bir var­lık .zarurî olarak ihata içinde olduğu için hissedilir. Her varlık, muh­taç olarak yaratılmıştır.[279] Kıdem ise müstağni olmanın şartıdır. Çünkü o, kadîm olması ile[280] başkasından müstağnidir. Zaruret, ihtiyaç ise kı­demi başkasına muhtaç kılar. Bununla da kendisinin hadis olduğu lâzım olur. Ve yine bilinmeyen her şeyin hâl ve durumu, o şey diri olduğu za­man ve ilim ve kuvvet gibi kemâl sıfatlarla mevsuf olmasına rağmen bulunduğu fesad halini ıslâh etmekten âciz olduğunu izhar eder. Ölü ise diri olanın, onun üzerindeki hükmü caridir. Böylece her ikisinden birinin diğeri ile bulunması sabit olur. Başkası için var olmayı meneder.

Yine gerçekten, her hissedilen kendilerinde hakları olarak bulunan uzaklaşma ve tenafür gibi zıd ve muhtelif tabiatlarla içtima etmekten hâli kalmaz. Böylece bunların başkaları ile içtima ettiği sabit olur. Bu da onun hadis olmasını gerektirir. Tevfîk Allah´tandır.

Ve yine âlem cüzlerden meydana gelmiştir. Ve cüzlerinin çoğunun yok iken var olduğu bilinir. Aynı zamanda çoğalması, gelişip büyümesi de bilinir, Cüzlerdeki bu hallerin kendilerinden meydana gelen külde de bulunması lâzımdır. Zira, sonsuz olan cüz´lerin, sonsuz olmayan cüz´lerle birlikte birarada bulunması mümkün değildir.

Ve yine gerçekten hissedilen varlıklardan her biri ya temizdir, ya pistir, küçüktür, büyüktür, güzeldir, çirkindir, ziyadır veya karanlıktır. Bunların hepsi değişme ve zeval bulmanın alâmet ve işaretleridir. De­ğişme ve zevalde ise fâni olma, yok olup helak olma vardır. Zira bili­niyor ki, gerçekten bir arada toplanma, o şeyi taklid eder ve kuvvet­lendirip büyütür. Bunun delili de yayılmadır. Bu parçalandığı vakitte kuvvetlenme, büyüme bulunmaz. Öyle ise bu hususun gerçekten fâni ol­manın alâmet ve işareti olduğu sabit olur. Fâni olma ihtimali bulunan şeyin kendi zatı ile var olması caiz değildir. Ve yine ihtida ihtimalinin olması lâzım gelir. «O gözlerden kaybolur, manen fâni olmaz. Çünkü âlem delillerle değil, görmekle bilinir. Bununla da kadîm olduğu iddia edilir» diyen kimsenin sözü doğru değildir. Bu husus izale edilmiştir. Çünkü biz bunun zayıf olduğunu beyan etmiştik. Onun hayatının fâni olması île zâtının fâni olması arasında hiç bir fark yoktur. Kuvvet ve kudret ancak Allah´ın lütfü, keremi iledir.

Mevcudatın hadis olmasının isbatı için bir yol da İstidlal ilmidir. Şöyle ki : Cisim, hareket veya sakin olmaktan halî kalmaz. Her ikisi­nin bir arada bulunması mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı bütün vakitlerinden hareketin yarısı ve sükûn´un yarısı zail olurdu. Her ya­rım sonuç bulur. Sükûn ile hareket kadîm olmakta içtima etmedikleri­ne göre her ikisinden birisinin hadis olması lâzım olurdu. Ezelde biri­sinin ihdas edici olmasının bâtıl olması, diğerinin de bâtıl olmasının lüzumunu icabettirir. Bu hususta da hadis olmak vardır ki cisim ondan hâli kalmaz.

Yine her cisim, devamlı sakin olmak veya hareketli olmak veyahut hem hareketli, hem sakin olmaktan hâli kalmaz. Her iki hâl üzere bu­lunmak mecburiyetindedir. Ve böylece o hâli ile başkasının menfaati için musahhar kılınmıştır. Hayat ile vasfolunmayan âlemin cevherlerinin vasfı böyle olunca onun, yani âlemin cevherlerinin hadis olması sabit olur. Zira o bizzat bulunduğu hâl üzere bulunmayıp fakat başkasının ih­tiyaçlarım gidermede kullanılan ve bunun için musahhar kılman bir var­lıktır.

Bu husus, cevherlerin aslında ve onların bulundukları hâl üzere ya­ratılmasında sabit olduğu vakit bu durumlardan faydalanıp söyliyebili-

riz ki, mahlûkat, menfaat ve ihtiyaçlardan dolayı yaratılmıştır. Bunun içindir ki onlar, hadis olmaya lâyıktır. Tevfîk Allah´tandır.

Başka bir delil : Âlem, noksan olma, fazla olma, çirkin ve güzel olma, temiz ve pis olma, hareketli ve sakin olma, ayrılma ve içtima etme gibi bulunduğu haller üzerine kadîm olmaktan hali kalmaz. Bu sıfatla­rın hadis olmaları akıl ve hisle ispat edilmiştir. Çünkü iki zıd olanın bir arada içtima etmesi caiz değildir. Öyle ise birbiri ardınca gelmeleri sabit olmuştur ki bunda da hadis olma vardır. Hadis olanların hepsi yok iken sonradan var olma hükmünün altında bulunurlar. Bu sıfat­lardan hâli kalmıyan, bu sıfatlara sebkat etmeyen, yahut yaratılmaları bu sıfatlarla değil de başka bir asıldan olan veyahut kendisine sonra­dan arız olduğu için intikal eden varlıklar da böyledir. Bu söylenenler tahakkuk ettiğinde âlemin hadis olduğu sabit olur. Ve mevcudatın ha­dis olduğunu inkâr eden kimsenin sözü doğru olmaz.

Eğer varliklardaki sıfatlar bu zikredilen hükümlerin gayri olarak tezahür ederse o zaman bakılır. Eğer, evvelki tahakkuk etmiş ise ken­disini meydana getiren odur ki bu kuvvete biz barî yani yaratıcı olan Allah´tır diyoruz. Bizden başkaları da buna «heyûlâ» diyorlar. Eğer ken­disine intikal suretiyle meydana gelmişse ilki gider, bu ise ilkinin gayri olur. Bu gayri olan da evvel olmayan ile hadis olmuş yani meydana gel­miş olur. Evvelki de ikinciye intikal ettiğinde yok olan ile hadis olmuş olur. Oysaki bir şeyin bir şeyden olmaksızın meydana gelmesi mümkün olmaz. İçinde gizli olarak bulunup sonradan zahir olması gibi, yahut içinde yaratılır da sonra doğar ve çıkar. Veyahut evvelki telef olup yok olur, ikincisi bulunur. Birincisi çocuk gibi, ikincisine örnek de kaba ko­nulan herhangi bir şey gibidir. Kaba konulan şeyin kabın içinde bulu­nanın çok fazlası olması mümkün değildir. Bunun içindir ki insanın meniden, ağacın tohum tanesinden olduğunu söylemek caiz değildir. Zâtının hadis olduğunu icabettiren hususun bulunması ile beraber bilkuvve meydana çıkar, zahir olur, diyen kimsenin sözü de böyledir. Yani bâ­tıldır, caiz değildir. Çünkü kuvvet, kendisinden başkası için illettir. Zira o, bilkuvve değil, bilfiil bulunmuştur. Yahut meni, insan ve bunların benzerleri gibi evvelki telef olup yok olmuştur. Böylece evvelki helak olmuştur, hatta onun eseri bile kalmamıştır. İkinci de evvelkinden ken­disinde bir eser baki kalmaksızın meydana gelmiştir. Bu durumda ev­velki de, ikincisi de hadis olmuş olur.

Eğer biri çıkar da «Sizce mevcudatın, âhirette baki olmiyan bir şey­le baki olması caiz olduğu zaman, kendisine bir şey tekaddüm etmek­sizin kadîm olması niçin caiz olmaz » derse, ona birkaç vecihle cevap verilir.

Birincisi : Aralarında tenakuz bulunduğu için ki bu da şöyle ifade edilir; Hadis olmanın, mânâsı, yok iken sonradan var olmak demektir. —Kim ki kendisine yokluk sebkat etmezse onda- kıdem sıfatı hakîkî[281] olarak bulunur. Yani, kendisinin kıdem sıfatı ile muttasıf olması va­ciptir—. Sonradan var olana kıdem sıfatı isnad etmek caiz olmaz. Çün­kü bu kıdem sıfatı, hadis olan ile zıd düşmektedir.[282] Bekanın mânâsı ise, kendisi ile başkası bulunsun veyahut bulunmasın zaman akımında devamlı olarak var olmaktan ibarettir. Bunun içindir ki kıdem ile beka birbirlerine benzemez.

İkinci olarak denir ki : Beka hususunda zikrettiğimiz söz, naklî delilden ibarettir. Bunu kabul etmekte ya bana teslim olursun, beyan et­tiğimiz ve bildiğimiz delillerden dolayı mevcudatın hadis olduğu vacip olur; veyahut da delilleri kabullenmede bana teslim olmazsın. Bu su­rette de kendisini red eden naklî delillerle ortaya atmış olduğu delil, iptal edilmiş olur. Yardım ancak Allah´tandır.

Yine mevcudatın hadis olduğuna dair şu delil öne sürülebilir : Ha­kikaten şey, ancak kendisine tekaddüm eden başkası ile var olur. Bu da bütün başkaların bulunması şartıdır. Böyle olunca bütün mevcuda­tın hadis olmayıp kadîm olması bâtıl olur. Beka´nm durumu böyle de­ğildir. —Görülmüyor mu ki—[283] birisi başkasına : «Sen başkasını yeyinceye kadar bir şey yeme dediği vakitte kendisinde bu şart bulunan her başka böyledir.»´[284] O kimse devamlı olarak yeyici olmaz[285] (Yani sen bagka bir şey yeyinceye kadar bir şey yeme, dendiğinde, her yiye­cek olduğu şeyin başkasını yemesi gerekir ki, elindekini yiyebilsin).

Eğer başkasına «Her ne zaman bir lokma yersen başka lokma da ye» derse o, devamlı olarak yemekte kalır. Evvelki de bunun aynıdır. Buna göre hesaptaki katlama işi düşünülür. Hesapta kendisine başla­nılacak bir başlangıç bulunmadığında hesaptan bir şeyin bulunması el-betteki mümkün değildir. Başlangıç hâsıl olduğu vakitte kendisine ilâ­ve edilmek ve fazlalaşmak ve devamlı olarak ilâve ediKnce hesabın da devamlı olarak ziyadeleşmesi görülür. Güç ve kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Her sayıda, hesabın başlangıçları zikredilir. Çünkü onunla bu duru­ma ulaşmıştır. Nihayeti zikredilmez. Bunun için başlangıçla sonuç ihti­lâf etmişlerdir.

Yine eğer biz cismin olmadığım vehmedersek ve bir arazdan önce araz´m bulunduğunu, caizdir dersek; ondan bir şeyin var olması caiz değildir. Çünkü ona ne bir başlangıç ve ne de bir evveliyat verilmiştir. Onun nihayetsiz olarak ebedî var olması caiz olur. Bunun gibisinin aynı da arazlardan hâli kalmayandır. Tevfîk Allah´tandır.

Ve yine kendisine işaret ettiğimiz her hareket veya içtima aynı neviden geçmiş olan şeyin bir sonucudur. Oysa ki başlangıcı bulunma­yan mazinin sonucunun bulunması mümkün değildir. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Cisim, bir beka ile beraber, beka sıfatiyle muttasıf olur. Her neka-dar o beka, baki kalmasa da. Fakat, cisim, yokluktan hâli kalmayan bir hadesie vasfolunmaz. Bir tek cisim böyle olunca, cisimden çoğalan­lar da böyledir. Gerçekten cisimde bekanın var olması, cismin baki kal­masına sebep olur ve çişimin bekası kendisinde beka devamlı olarak birbiri ardınca bulundukça devam eder. Bunun cisimde varlığın gelme­si ile cismin kadîm olmasına sebep olması caiz değildir. Öyle ise beka, cismin bir dengi, bir benzeridir. Bunun içindir ki ona tekaddüm etme­miştir. Tevfîk Allah´tandır.

Bu görüşü öne süren kimseye şöyle bir itiraz vuku bulur : Hiç bir şey renksiz olarak bulunmaz. Sonra, renk olması da vacip olmaz. Böyle, demenin hiç hir anlamı yoktur. Gerçekten hades, yok olan bir şeyin sonradan var olmasının bir vasfıdır. Kendisinden ayrılmayan başkası bulunduğu vakitte —ki kendisinde bu vasıf vardır— ona bu hükmü ver­mek lâzımdır. Renk, kendisi ile renklenen de bulunan bir mânâ için kullanılan şey değildir. Bunun içindir ki, her ikisi de birbirinden ayrı ve birbirine muhalif olmuşlardır. Fakat bütün cisimler böyle değü; çün­kü bütün cisimler kendilerine sebkat etmeyen, fakat bir bir, tek tek sebkat eden renklerden hâli kalmaz. Var etmedeki iş de böyledir.

Kim dese ki : «Bir şey olmaksızın, bir şeyin yapılması, yaratıl­ması bilinmez. O şey, mutlaka hissen mevcut olduğu takdir olunmuş­tur. Marifetlerin bizzat kendileri hissin dışında kalırlar. Caizdir, caiz değildir, demek de böyledir. Helak değil, ayrılıktan iddia olunan şeyi biz hisle bilemeyiz. Evet böyle diyor. Bunun aynısını bizim mevzubahs ettiğimiz hususta görürüz. Bununla beraber konuda akıl vardır; işit­me, görme, ruh ve daha başkaları vardır ki neden yaratıldıkları bilin­mez, îşte bunların hepsi onun Öne sürdüğü sözü men´ edip ortadan kal­dırır. Ve yine biri çıkıp bize kendisinin kadîm olduğunu veyahut da âlemin cevherinden ezelî bir varlık olduğunu, onu bilip anlamak için delil talep etmekten başka bir vecih yoktur.

Sonra biz kâtipsiz yazının bulunduğunu ve ayıran bulunmadan ay­rılığın bulunduğunu bimeyiz. İçtima, sükûn ve hareket de böyledir, öyle ise bu sözün âlemin tümünde söylenmesi elbetteki lâzımdır. Zira âlem birbiri ile kaynaşmıştır ve aynı zamanda birbirinden ayrıdır da.[286] Bilâ­kis âlemin birbiri ile uyum sağlaması daha büyük hayret verici bir şeydir. Âlemin ancak başkası ile içtima etmesi, ayrılması ve uyum sağ­laması daha doğru, daha gerçektir. Sonra birbirine kaynaşmadan, ya­zıdan her görünen şey kendisini meydana getirenden daha hadis olması gerekir. Bütün âlem de bunun gibidir. Çünkü âlem zikrettiğimiz anlam­da mütalâa edilmektedir. Tevfîk Allah´tandır.

Eğer bu gibi mevzuları araştırıp incelenmek teklif olunmuş olsay­dı, bu iş beşer takatinin dışına çıkardı. Çünkü âlemin parçalarından işi­tilen veya hissedilen hiç bir şey yoktur ki onun hadis olduğuna dair de­liller açık - seçik obuasın : Kendisinin başlangıcını bilmemesi, kendisin­de fesada uğnyanı ıslâh etmesini bilmemesi, aynısını icad etmeye kadir olmaması, kendi zatındaki korunması gereken hususun korunmasında veyahut cevherini başka bir kalıba çevirmesinden âciz kalması gibi de­liller. Bununla beraber kendisinde bulunan habislik, çirkinlik, zillet ve meskenet gibi haller ki, eğer kendisinde bu halleri başkası icad ve ted­vir etmemiş olsaydı bu gibisi hallerin kendisinde bulunması ihtimal da­hilinde olmazdı. Tevfîk Allah´tandır.

Sonra hareket, sükûn, içtima ve birbirinden ayrılma gibi hallerin ci­simden başka bir şey olmadığı bilinen bir şeydir. Zira şey müteferrik bir cisim iken bir arada toplanabilir, hareketli iken hareketsiz olabilir. Eğer böyle olması cismin bizzat kendisinden olmuş olsaydı cismin kendi hali ile baki kalmasında, hallerin birbirine zıd bir durum alması ihti­mali bulunmazdı. Buna göre fâni olma, baki olma hükümleri çıkarıla­bilir. Zira bir şey vakitlerde fâni olmama ve baki kalmama gibi haller üzerine bulunabilir, öyle ise onun gayri olması gerekir. Yine böylece, kim ki bir şeyin bekâsını veyahut fâni olmasını ımırad ederse başka­sının kasdettiği beka ve fenanın gayrisini kasdetmiş olur ve böylece her ikisinin birbirine giren ayrı ayrı varlıklar olduğu tesbit edilmiş olur.

Mu´tezilelerin çoğu bunu, yani, cismin hareket ve sükûn gibi sıfat­larının kendinin gayri olduğunu kabul ediyorlar. Ancak bu görüşlerini, sözlerini iptal eden hususun bulunması ile beraber fena ve beka hak­kında benimsemekten kaçınıyorlar. Çünkü bunun imkân ve ihtimali hakkında bizatihi çelişki halinde idi. Bunun bulunması ve cisimlerin kendi nefisleri ile bizzat baki kalmaları caiz olsaydı cisimlerin başkası tarafından değil, kendi kendine var olması caiz olurdu. Oysaki bu gö­rüşü benimsemek Mu´tezilelere daha lâyık idi. Çünkü Mu´tezileler âle­min tümüne Allah´ın sıfatlarının bazısının katıldığını öne sürüp âlem onunla var idi diyorlar. Çünkü Mu´tezileler Allah´ın irade ve fiil sıfat­larının âlemden olduğunu söylüyorlar. Mu´tezileler indinde Allah-u Teâlâ´nm zatı, âlem yok iken mevcut idi. Sonra âlemin olmasından baş­ka bir şey meydana gelmemiştir. Öyle ise âlem, kendi zatı ile var idi ve kendi zatı ile de baki kalır. Mu´tezilenin bu görüşlerinde tevhîd iti­kadının fesada uğradığı görülmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra âlemdeki değişme, ispat edilmiş bir hâdisedir. Kelâm ehli te-gayyürün isminin mahiyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir : Kelâmcıiar-dan bazıları buna araz ismini vermiştir. Bir kısım kelâmcılar da tegay-yür haline sıfat ismini vermişlerdir. Bu gibi mes´elede hak olan isim hak­kında carî olan ıstılahı kabullenmektir. Çünkü isim vermekle, tarif et­mek ve murad edileni bildirmek kasdolunur. Bunda hangi şey kullanılır. [287]

Mes’ele [288](Alemin Muhdisi Birdir)


Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Âlemin muhdisinin bir olduğuna, bir­den fazla olmadığına delil : İşitme, akıl ve âlemin yaradılışının şeha-det etmesidir.

îşitme, sözdeki ittifakı sağlar. Oysaki insanlar «bir» sayısı hakkın­da ihtilâf etmişlerdir. Çünkü «bir» sayısının birden fazlaya delâlet et­tiğini Öne süren kimse, bir sayısını kabul etmesine rağmen gerçekten bir sayısı, sayıların başlangıcına isim olduğu gibi büyüklük, saltanat, yükseklik ve üstünlük gibi deyimlere de isim olarak kullanılır. Tıpkı : «Filân, zamanının tekidir; fazilet ve üstünlükte emsali bulunmayan bi­ridir.» dendiği gibi. Bu anlamın ötesine geçen, sayının gayrinde söylen­mesi imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Sayıların adet bakımından sonu yoktur.

Sayılan şeyin incelenmesinde, sonunda adet çıkar. Bunun için âle­min sonsuz olması vacip[289] olur. Çünkü onlardan her biri bir şey olsaydı muhdis olanların son bulmalarından dolayı âlemin tümü de sonsuzluk halinden çıkardı. Bu da uzak bir ihtimaldir.

Sonra kendisine işaret edilen hiç bir şey yoktur ki üzerine ziyâde kılınması veya kendisinde noksanlık görülmesi öne- sürülüp iddia edil­mesi mümkün olmasın. Sayı bakımından bu gibisinin hakikati olmadığı için kendisine, başkasının katılmadığı hususunda bir şey söylemek va­cip olmaz. Bunun içindir ki «bir» adedi, hakkında ortaya konan bu söz gerçeğe uygun değildir. Tevfîk Allah´tandır.

Sonra tevhîd ehlinin bilip inandığı llâhdan gayrı ilâhlık dâvası ve kendisinden, rububiyyetine delâlet eden fiilin eserine işaret olarak bir şey zikredilrnemiştir. Hiç bir şeyde bunu yüklenmesi için kendisine im­kân Bağlıyacak bir mânâ bulunmamıştır. Ve akılları tesiri altına alma­ya icbar edecek âyetlerle, mucizelerle teyid edilmiş olan peygamberleri de göndermedi. Öyle ise âlemin muhdisinin birden fazla olduğunu söy­lemek hayâl ve vesveseden ibarettir.

Yine peygamberlerin âyet ve mucizelerle teyid edilerek gelmeleri de, âlemin muhdisinin bir olduğuna delâlet eder. Çünkü bunları gören­ler eğer bu fiil, kendisinin ortağı olan kimseden meydana gelmiş olsay­dı, o peygamberi, mucizelerini izhar etmekten men´ ederdi demek zo­runda kalırdı. Çünkü peygamberlerin mucize beyan etmeleri, onların ulûhiyetlerini ve rububiyetlerini iptal eder. Böylesi bir şey bulunmamış­tır. İnsanlardan kendilerini büyük görenler ve dâva sahibi olanlardan, insanların sözlerini izhar edecekleri mucizelere çevirmeyi isteyenlerin ve bu hususta peygamberlere karşı çıkıp böbürlenen kimselerin çok olma­sına rağmen peygamberler, mucizelerini izhar etmekten menolunmadi-lar. Böylece mucizeleri izhar etmek suretiyle gönderilme hususunun an­cak peygamberlere verildiği sabit olmuştur. Çünkü hak olan ilâh ve mahlûkati yaratan Allah, bir olan, Kahhâr olan Allah´tan başkası de­ğildir.

O Allah ki her kibirli ve inatiı olan kişinin incelediği hususlar şöy­le dursun, süsleyip ortaya attıklarını mahv-u perişan edip kendilerini kahretmiştir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra akıl, şu hususa delâlet ediyor : Eğer âlemin muhdisi ve mu­cidi birden fazla olsaydı, âlemin ancak ıstılah üs vücud bulmasının im­kân ve ihtimali kabul edilirdi ki, bunda da rubûbiyyenin fesada uğra­ması ve ayrıca başka bir mânâ da vardır. Şöyle ki : Herhangi bir şey ki, biri, onun isbatını murad ederse diğeri de onun nefyini isterdi; biri­nin var etmek istediğini, diğeri yok etmek isterdi. İbkâ etmek ve ifna etmek hakkında da aynı söz söylenir. Bunda ise birbirine tenakuz yani, birbirine karşı uyumsuzluk vardır. Bu husus, âlemin muhdisinin bir ol­duğuna...[290] ve âlemin tedvirinin kendisine ait olduğuna delâlet eder.

Şu husus iyi bilinmektedir ki, padişahlar ve sultanlar arasında bili­nen ve mutad olan bir husus vardır. O da onlardan her birinin kendi­lerine benzeyip rekabet edenler ile mücadele etmek ve onları yenip, mülk ve saltanat, galip gelenin olması için ellerinden gelen bütün güç ve kuv­vetlerini sarfederler. Ve bunlardan her biri diğerini, hükmünü infaz et­mekten men´ ederler ve gücü yettiği kadar saltanatım izhar etmekten onu engellerler. Yeryüzünde bu husus tahakkuk etmemiştir. Bilâkis Azîz ve Hakini olan Allah-u Teâlâ´nm hükmü ve sultası carî ve nafiz olmuş­tur. Öyle ise, âlemin muhdisi bir´dir. Bir olan Allah´dır (Celle Celâluhu). Bu Allah-u Teâlâ´nm : «Ey Resulüm, (müşrikler hakkında) de ki : Al­lah´la beraber, dedikleri gibi ilâhlar olaydı o takdirde bu ilâhlar Arş´m sahibine (Allah´a üstün gelmek için) muhakkak ki bir yol ararlardı. (Onunla çarpışırlardı).[291] Kavl-i celîli´nin te´vilidir. Birincisine, yani, rubûbiyetin fesadının meydana gelmesine ise Allah-u Teâlâ´nm, : Eğer yer ile gökte Allah´tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhak­kak fesada uğrardı, yok olurdu...»[292] ilâhi ifadesi işaret ye delâlet etmek­tedir.

Yine, eğer Allah´la beraber bir ilâh olmuş olsaydı, muhakkak ki diğeri hikmetini izhar ederdi. Kudret ve saltanatı, fiili ile bilinmesi için hak ve gerçek olan Allah´ın fiilinden kendi fiilini ayırırdı. Böyle yapan olmayınca gerçekten- Allah-u Teâlâ´nm ulûhiyette bir, rubûbiyette tek olduğu açıkça bilinmiştir. Bu husus da Allah-u Teâlâ´nm su âyet-: celi-linin mânâsını ifade etmektedir : «Allah, hiç evlâd edinmemiştir, bera­berinde bir ilâh da yoktur. Eğer müşriklerin dediği gibi Allah´la beraber bir takım ilâhlar olaydı o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ayrılıklar başgösterir.. ve bir kısmı di­ğerlerine üstün gelirdi.»[293] Ve Allah-u Teâlâ´nm : «... Yoksa Allah´a O´nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendi­lerince birbirine benzer mi göründü.»[294] âyet-i celâli de aynı hususu be­yan buyurmaktadır.

Eğer âlemin muhdisi, birden fazla olsaydı, âlemin varlığı ancak ıs­tılah bakımından vücud bulması muhtemel olurdu; diye aklın delâlet et­mesi, ayrıca acizlik ve cehalete de delâlet eder. Bununla beraber, eğer böyle olsaydı mahlûkatm yaratılması, onun gerçeğe çıkarılması işi «bir olan»a ait olmazdı. Bu husus ancak bir olanın mahlûkatı, kendi kudret ve icad etme sıfatlarının altına sokması ile olurdu.

Ve yine eğer Allah ile birlikte bir ilâh daha olsaydı, onun fiili di­ğerini memnun etme veya etmemeye kadir olmaktan hâli kalmazdı. Al­lah´ın da onun karşısında durumu aynı olurdu. Her ikisi de beraberce bu hususa kadir olmuş olsalar idi, her ikisinden biri dikerini techil et­meye mâlik olurdu ki bunda da rubûbiyetin izale edilmesi vardır.

Yok her ikisi de bu hususa kadir olmamış olsalardı, her ikisinden biri âciz kalırdı. Acz ise ulûhiyeti giderir. Veyahut her ikisinden biri ka­dir olup, diğeri kadir olmasa idi, kadir olan Rab olurdu, diğeri de rabbi olan olurdu. Oysaki gaybı bilmek rubûbiyete ait bir ilimdir. Kim ki ru-bûbiyete ait olan ilme sahip olmasa o kimse Rabbi olanm tâ kendisidir.

Sonra iki ilâhtan her biri diğeri hakkında kudretini şu şekilde icra etmekten hâli kalmazdı. Şöyle ki : Kendisinden başkasının yapmak is­tediğini ya red ederdi veyahut rıza gösterip reddetmezdi. Her ikisinde de bu şekilde kadir olmak sıfatından sıyrılmaları mümkün olur ve âciz olduğu da gerçekleşirdi. Bu şekilde Rab olma vasfım giderirdi. Yahut biri kadir olma özelliğine sahip olurdu. İşte kadir olma özelliğine sahip olan Cenab-i Allah´dir.

Mahlûkat ile istidlal etmeğe gelince; bu husus şöyle ifade edilmek­tedir : Eğer âlemin muhdis ve mucidi birden fazla olsaydı, âlemin ted-virindeki işler değişirdi. Tıpkı kış ve yaz zamanlarının değişmesi, bit­kilerin yerden çıktıktan sonra olgunlaşması, kemâle ermeğe dönüşmesi, gök ve yerin sistem olarak takdir edilmesi veyahut güneş, ay ve yıldız­ların seyri, mahlûkatın gıda maddelerinin değişmesi veyahut da hayvan­ların yaşamalarının tedvirinin değişmesi gibi hususlar meydana gelmesi gerektiği gibi.

Bunların hepsi bir yol ve nizam üzere, bir nevi tedbir ve bir şekil ve kanun üzere hareket ettiklerine göre bu husus bir çok idarecilerin idaresi* ile gerçekleşemeyeceği bir hakikattir. Bunun içindir ki, âlemin muhdisi ve mucidinin bir olduğunu söylemek lâzımdır.

îkinci olarak şu husus öne sürülür : Gerçekten yer - gök, yeryüzü çevresi ve yeryüzü ehlinin rızıklarmm menfaatlara bağlı kılınması [295]gibi birbirlerine çok uzak ve birbirlerine benzemeyen cinsler; hatta yerden çıkan her çeşit bitkinin gökten akseden veya inen sebeplerden meydana gelmesi; ülkelerde yaşayan her milletin ihtiyaçlarının yeryüzüne yayıl­mış bir halde olması; beşerin yaşantısının çeşitli kazançlara bağlı bulırsa kâfidir. İsim, akıl ve kıyas ile bilinmez. Bizim, Kâbi´nin[296] «o şeyin cisim olmadığı anlaşılıp sabit olduğunda onun araz olduğu meydana çık­mış olur.» sözünü hatalı görmemiz ve bu husustaki sözlerimiz de böy­lece ifade edilir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun, yani, cisim olmayanın araz olduğu sözü, yaratıklardan, mahlûkattan cisimden başkasının gerçekten araz olduğu hususu kabul edildiği zaman öne sürülürse bu görüşün be­nimsenmesi gerekir. Allah-u Teâlâ´nm Kitab-ı Celîl´i olan Kur´an-ı Azâ-müşşân´da araz kelimesinin eşyadan bir parçasının murad edilmesinde, isim olarak zikredilmektedir. Nitekim Allah-u Teâlâ : «... Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz...»[297] ve «Eğer davet olundukları sefer, bir dünya menfaati ve orta yollu bir sefer olsaydı, mutlaka senin arkana düşerlerdi...»[298] mealindeki âyetlerde bu husus zikredilmiştir. Buna göre araza, sıfat ismi vermek islâmî isimlere daha yakındır. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır. [299]

Âlemin Muhakkak Bir Mumis´i Bulunduğuna Delil :

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Âlem´in bir muhdisi olduğuna delil, âlemin hadis olduğunu isbat etmek için beyan, ettiğimiz delillerdir. Ger­çekten görünürde yani dünyada kendi kendine toplanması ve ayrılması vukubulan bir şey bulunmamaktadır. Bunun böyle olması yani, bizzat´ kendisinin bir araya toplanma veya ayrı ayrı bulunmaya gücü, kuv­veti yetmemesi, bu hâlinin kendisinden başkası tarafından tedvir edil­diği sabit olur ki o tedvir eden de Cenab-ı Allah´dır. Tevfîk Allah´tan­dır.

ikinci delil olarak denir ki : Gerçekten âlem bizatihi var olmuş olsaydı kendisine vakitlerden daha lâyık´6 bir vakit bulunmazdı. Hal­lerden daha iyi bir halle, sıfatlardan daha lâyık bir sıfatla olmazdı. Âlem çeşitli vakitler ve türlü türlü hal ve sıfatlar üzere bulunduğu içindir ki kendi zatı ile bizzat var olmamıştır. Eğer kendi zatı ile var olmuş ol­saydı hallerden en iyisini, sıfatlardan en hayırlısını kendisi için mey--dana getirmesi gerekirdi ki bu da herşeyi kendisinin yaratmasının caiz olduğu hususunu intaç ederdi. Ve böylece kendisi ile bütün serler ve çirkin, kötü olanlar yok olurdu. Bu hususlar delâlet ediyor ki âlemin var olması kendisi ile değil, kendisinin başkası tarafından var olması­na delâlet eder ki o başkası da Allah´dır. Tevfîk Allah´tandır.

Ve yine gerçekten âlem iki nevidir : Diri olan âlem, ölü olan. âlem. Her diri, kendisinin başlangıcından habersizdir. Kendisi gibisini yarat­maktan, kuvvet ve kemâle erdiği vakitte kendisinden bozulan ve fesada uğrayan hususu onarmak ve ıslâh etmekten âcizdir. Öyleyse, kendisin­den başkası tarafından var edildiği sabit olmuş. olur. Ölü âlem ise, bu hususları kendisine isnad etmeğe daha lâyıktır. Yani diri olan âlemin yapamadığını ölüsü hiç yapamaz. Ve yine âlemin her biri mecburî ola­rak arazlardan biri ile vasıflanmaktan hâli kalmaz. Kendisine arazlar­dan bir sıfat bulunduğu vakitte görülür ki o sıfat ne kendi başına, biza­tihi durabilir ve ne de bulunmuş olduğu âlemden bir parçasız var ola­bilir. Böylece araz ile cevherden her birinin, diğerinin ihtiyacı altına girmiş olduğu sabit olur. öyle ise hem bizatihi var olması ve hem de kendisiyle var olup kaim olması için başkasına muhtaç olması bâtıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.[300]

Yine tabiatında birbirinden uzaklaşma hâli bulunan iki zıd tabiatın kendisinde toplanmış olan her bir varlığın bizatihi bir araya toplanma­sı caiz olmaz. Bu sebeple kendisini bir araya toplıyan bir varlığın mu­hakkak bulunması sabit olur. Tevfîk Allah´tandır.

Gerçekten her varlık, kendisini besliyecek, kuvvetlendirecek ve ken­disine devamlı hayat verecek gıda maddelerine ve daha başkasına muh­taçtır. Kendi hayatını idame ettirecek şeyi bilmeye ulaşması veyahut onları nasıl elde edeceğini, nasıl meydana çıkaracağını bilebilmesi müm­kün ve muhtemel değildir. Bunun içindir ki âlemi teşkil eden varlıkla­rın beslenmesi, idame-i hayat etmesi kendileri ile değil, âlim ve hakîm olan Allah´ın takdiri iledir. Kurtuluş Allah´tandır. Bütün kötülüklerden koruyan da O´dur.

Yine eğer âlem kendi zatı ile olmuş olsaydı kendi zatı ile baki kal­mış ve bir had üzere bulunmuş olurdu. Âlem bu duruma sahip ve mâ­lik olmayınca onun bu hâli kendisinin başkası tarafından yaratıldığına delâlet eder.

Yine yaradılışında birbiriyle uyumsuzluk hali bulunan, yekdiğerine tabiatlarında zıddiyet bulunan varlıkların, kendiliğinden bir araya top­lanmaları mümkün değildir. Bunun için varlıkları bir araya toplayanın var olduğu sabit olur. Tevfîk Allah´tandır.

Ve yine; gıda maddeleri ve gıda maddelerinden başkaları ile bes­lenmek ve idame-i hayat etmek için her varlık, başkasına muhtaçtır. Aynı zamanda hayatını idame ettirecek hususları bilmekten veya onları meydana çıkarıp elde • etmekten âcizdir. Öyle ise kendisini durduran ve hayatını idame ettiren kendisi değil, âlim ve hakîm olan Allah okluğu isbat edilir. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma Allah´tandır.

Eğer âlem kendi nefsiyle var olmuş olsaydı kendisi bizatihi baki kalmış olur ve bir sistem üzere bulunmuş olurdu. Bu hale mâlik ve ga­lip olmaması kendisinin başkası ile var olduğuna delâlet eder. ,

Âlemin kendi nefsiyle bulunması, var olduktan sonra hâsıl olma­sından hâli kalmaz. Bu sebepledir ki, başkası tarafından Var olduğu için bizatihi kendi nefsi ile var olması mümkün değildir. Veyahut âlemin kendi nefsi ile var olması gayrından önce var olmasından hâli kalmaz. Kendisinden önce gayrı bulunan şey[301] nasıl olur da kendisini var eder Oysa ki vücud bulmazdan önce var olmuş olsaydı, var olmaklığı zeha­bına varılırdı ve böylece yok olan bir fail olurdu ki bu da mümkün de­ğildir. Bu arzettiklerimize bina, yazı ve gemi işleri" şehadet eder. Çün­kü bunların ancak bir failin mevcudiyeti ile var olacağı düşünülebilir. Var olan bir fail olmadıkça bunların meydana gelmesi caiz ve mümkün değildir. İşte bizim mevzubahs ettiğinizi husus da tıpkı bunun gibidir. Tevfîk Allah´tan.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususun temel esası şudur : Âlem­den bir şey müşahade edilsin de kendisinde, bulunduğu hâle nasıl gel­diğini ve mahiyetini idrâk etmekten[302] filozofları âciz bırakacak hususlardan olan parlak bir alâmet ve İşaret, hayranlık verecek bir hâl ve hikmet bulunmasın. Filozoflar her biri kendilerinde bulunan ilim ve ir­fanla âlemin künhünü idrâk etmekten âciz olduğunu bilir. îşte bu za­ruri hâl ve daha başkası kendisini icad eden ve yaratanın hikmetine delâlet etmektedir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Ve yine delil olarak denir ki : Eğer âlemin kendi tarafından bir defada var olması caiz olsaydı hepsinin bir defada yok olması caiz olur­du. Böyle olmadığı ve daima çeşitli hâl üzere bulunduğu bir gerçektir. Hatta kendi durumları, diri olup ölmek, ayrı olup bir araya toplanmak, küçük olup büyümek ve pis olup temiz olmak ve devamlı olarak başka­sı tarafından meydana gelen değişikliklere ancak başkası ile ulaşmak­tadır. Âlemin tümünün bu hâl üzere olması, kendisinden başkası ile ol­duğuma delâlet ettiği için, kendisinden başkası olmadan var olması ih­timal dahilinde bulunmazdı. Eğer bu zikrettiğimiz hallerin âlemde bu­lunması caiz olmuş oisaydi, elbisenin renklerinin boyasız olarak kendi­liğinden değişmesi veya geminin bulunmuş olduğu gibi kendiliğinden olması caiz olurdu. Bunların mümkün olmaması elbetteki bîr gerçektir. Çünkü bunu yapmaya kadir olan, inşa etmesini bilen kişinin bulunması lâzımdır. Evet bizim bahsettiğimiz konu da aynı böyledir.[303] Tevfîk Al­lah´tandır.

Ve yine âlemin kendiliğinden var olması mümkün değildir.[304]Çünkü bulunduğu hâl ve üzerinde câri olan kudret, bu durumuna delâlet eden bir ilimdir ve kendisi gibisinin âciz ve cahil olan ile vücud bulması müm­kün değildir. Nasıl olur da fâni olan bir yokluk ile olabilir Tevfîk Al­lah´tandır.

Kendisinin hadis olmasından[305] başka bir şeye de delâlet etmekte­dir ki biz bunu açıklamış bulunuyoruz.

Allah´ı vasf ettiğim iz ve O´na isim verdiğimiz her şeyin bir nev´idir. Tevfik Allah´tandır.

Bununla beraber bizim düşüncemizin takdir etmiş olduğu benzer­lik, dilimizin söylediği ve böylece takdir ettiğimiz benzerlik değildir. Bila­kis bizim ifade ettiğimiz hususla iki zâtın ve iki fiilin, arasındaki benzer­liği biliriz, işte bu hususa rücu olunur. Burada isim verilirken dikkat edilmesi gerekir. Bu d-a şunu açıkça beyan eder ki, eğer kendilerinde, ken­disi ile bilindikleri isim ve kendisi ile vasfolundukları sıfat olmamış olsay­dı bilinmezlerdi. Allah-u Teâla, bizim .vahdaniyeti hakkındaki itikadımız üzere vasfolunduğu zaman, fertlerin isimlendirilmesinde bilinenlere ben­zemediği itikadında bulunuruz. Bunun içindir ki bildiğimiz şeyle isim ver­memizde, eğer isim olmasaydı, ona isimle benzetmek gerekmezdi demek zorunda kalmazdık. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İsimleri ve sıfatları felsefeden nefyeden kişi, durgunluk ve düzen­sizliği kabul etmez. Her «ispat olunan»m mânası incelendiğinde durgun­luğu, düzensizliği nefyeder. Sonra bununla birbirine benzemek gerekmez. Bunun benzeri de isimler hakkında öne sürülebilir.

Tahkik ve tedkik etmedikleri vakitte kendilerine (neye ibadet edi­yorsunuz, ne için dua ediyorsunuz, hangi dine göre inanç sahibisiniz Em-rolunduğunuz[306] şeyi size emreden, nehyolunduğunuzdan sizi nehyeden kimdir Ulvî ve Süfli âlem kendisi ile başhyan[307] eşyanın başlangıcı kim­le idi ) denildiğinde, ne derler ve ne cevap verirler Muhakkakki onlar, cevaplarında, anlamaya yakın bir mânayı ifade etmeğe dönerler veyahut âlemin hadis olduğunu inkâr edenlere katılırlar.

Böylece ilki hakkındaki : «O, akıldır veyahut geçen asıldır veyahut ilk ruhanî olandır veyahut bunlara benziyenlerdir» demeleri ile, sözlerini iptal ederler. Bunda şaşkınlığı seçmek ve cehle sarılmak ve kendisi ile âlemin başkasının bilindiği şeyi reddetmek vardır. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra burada benzemekten öyle bir kısmı zikrederiz ki, o, Şeytan´m kendisine musallat olup bu tasallutu ile[308] kendisini zahir ve açık olan husus­tan alakoymuş olan kimseye arız olur. Bu açıklık, kendisine bildirilir ki, kendisini aldatma seçeneğini vermeğe sevkeden, düşmanı olan Şeytan´m yaptığı şeyi güzel göstermesinden ibarettir. Yoksa bu Allah-u Teâla´nm kendisine delil ve burhan vermemesinden değildir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Biz deriz ki; Şeytan, mevcudatı inkâr edene[309] vesvese verip kötüle­ri güzel göstermek suretiyle Allah´a ibadetten, onu uzaklaştırmak için düşündüğü ve zannettiğinin dışına çıkarır. Bu kişi tabiatıyla görmeyen, gözü kör olan[310] veyahut uykusunda kendisi ile kavgalaşan veyahut ken­disini Allah´tan uzaklaştıran veyahut mes´eleleri kuşatma inceliğinden uzaklaştıran kimsedir. Sonra onu lezzetli şeylerden alıkoymak, nefsî, şe­hevî isteklerden engellemekte Şeytan´m hilesinin üzerinde bir etkisi ol­maz. Bu kör olan kimseyi eza verecek şeylerden korur, nefsi, ateşlere ve denizlere atmaktan muhafaza eder. Eğer bu bilinen cehlin hakikatinden ölmüş olsaydı o, hayatını idame ettiremezdi. Çünkü böyle olan kimse. Ölüm saçan tehlikeli yerlere kendini atar ve bir takını besin maddelerini almaktan çekinirdi. Öyle ise mahlukattaki durumların birbirine uymaması ve aralarında aeık-seçik ihtilâfın bulunmasından zikrettiğimiz hususlarla beraber şehevî isteklere meyletme ve zevkli, lezzetli hususları sevme ba­bında iddia etmiş olduğu sözler onun mahlukatı bildiğine dair kâfi de­recede bir delil teşkil etmektedir. Çünkü o, zan olunandan anlattığı şe­yin hilafı olarak haber vermektedir. Bize göre, gerçekten bu du­rum mahlukat manasınadır. Yani gözüne âfet isabet eden[311] uyku halin­deki durum, uzaklaşma, eşyanın hakikatine vasıl olmayan incelik, bun­ların kalkması anındaki ulaşma durumu"[312] bunların hepsi ihtilâfın icabet-tirdikleri şeylerdir ki mevcudatın gerçeği de budur. İnsanın bunu inkâr etmesi asla caiz ve doğru değildir. Mevcudatı ispat eden, haberi inkâr edenin sözü de bunun gibidir. Çünkü bu sözü yayıldıktan sonra kendisinin yalanı açığa çıkar. Sonra bazen deniliyor ki : Haberler, lezzetli ve zevkli mevcudatlarda ve faydalanmak arzulanan maddelerde olur. Çünkü ken­disinde lezzet bulunan şeyden haber verilmemiş, olsaydı akıllı olan kimse muhtemel değildir ki kendi nefsini imtihan denilen tehlikeli şeyle karşı karşıya bıraksın.

Zararlı hususlardan korunmak da böylece insanların başından bir belâ ve musibet geçmeden elde edilmez. Bu hususlara ancak aldıkları ha­berlerle ulaşabilirler. İnsanların bedenlerine ve dünya hayatlarına ait faydalı ve zararlı hususlar bu sistem üzeredir. Yani kazançlar gibi zarar­lı hususlardan korunma ve kaçınma gibi menfaatler ancak elde edilen bilgilerle husul bulduğu gibi zararlı maddelerden korunmak da alman haberler ve bilinen ilimlerle elde edilir. Şehevî isteklerden nefsin men-edilmesi ve haramların ispat edilmesi için söylenilen sözün yalanlamasına götüren bu hususun sebebinin Şeytanın vesvesesi ve iğvası olduğu sabit olmuştur. Artık bu sınıfta görülen Şeytanın vesvesesini teşkil eden se-beb, birinci sınıftaki şeytanın aldatmasına vesile teşkil eden süslemeden ibaret olan sebebin kendisidir. Bununla beraber bu bizim açıkladığımız gibi mevcudat hakkında da bulunur. Bunlar, bu sözü söylemeyi menet-mezîer. Bunun gibisinin aynı, birinci konu hakkında da caridir. Çünkü o, haber verene arız olacak âfetler sebebiyle habercilerin verdikleri haber­leri yalanladığını izhar eder. Bu açıklamadan sonra haberlerin çoğunun gerçek ve doğru olduğu zahir olur. Haberlerden birinin diğerinden da­ha evlâ olması ancak açıkça ortaya konan delille ifade edilir. Tevfik Al­lah´tandır.

Bu gerçekleri inkâr eden kişiye kötü muamelede bulunulur. Kendisi, eza verecek[313] şey ile dövülür, azap çektirilir. Ta ki bilinmesi ancak ha­berle mümkün, olan söze dönmeye, onu kabul etmeye mecbur kalsın. Kuv­vet Allah´tandır.

Aynı şekilde mevcudat ilmi ile haberi kabul edip ikrar eden ve istid­lal ilmini inkâr edenin üzerine de aynı şey tatbik edilir. Oysa dünyadaki çe­şitli faydaları için ve ümit ettikleri şeylerin akibetleri için akliyle bilgi edi­nebilir. Bunun mevcudat ve haber yönünden hiç bir ilmi yoktur. Onun il­mi ancak istidlal ile hasıl olur. Bunda isabet etmek için hiç bir şek ye şüphe bulunmaz. Verilen haberin doğru veya yalan olmasının bilinmesi de böy­ledir. Bununla beraber kendisinde his ilmi olmayan şeyden her hangi şe­yin bilinmesinde[314] kendisine şöyle denir : «Bunu neyile bildin » Eğer «Bunu haber ile bildim» derse kendisine haberin doğru olup olmadığını biliyor musun, diye sorulur. Bu, bütün kendisinden korunması icabeden zararlı ve elde edilmesi, yapılması gereken lezzetli ve faydalı şeylerin hepsine dahil olur. Bununla beraber müşahede ettiğine ve işittiğine bak­ması zaruri olarak kendisine lâzım gelir ki âlemin, menşei veyahut hadis olması veyahut kadîm olması bilinsin. Bundan sonra bir şey hakkında haberle delil getirmek menolunmaz. Veyahut mevcudatla delil getirmesi de menolunmaz. Bu istidlal ile hükmetmeyi menetmek gibi olur. Kuv­vet ancak Allah´tandır. Çünkü insanın veya ateşin veyahut bir kere mü­şahede edilen şeyin bilinmesi, kişiyi ancak bilinen şeyle istidlal etmeye götürür. Eğer bununla delil getirmezse onun hiç bir kimse ile muamelede bulunmaması lâzım gelir. Sonra böylesi kimse hiç bir kimsenin talimini kabul etmez. Çünkü o kimsenin[315] kim olduğu hakkında yanında delil bu­lunmaz. Ve onun haberi ile bulunması caiz olduğu gibi haberi olmaksızın bulunmak da caiz olur; öyle ise bunların hepsinin istidlal olduğu sabit olur ki o da lâzımdır. Kuvvet ancak Allah´tandır. [316]

Mes´ele (Şahidin, Yani Görüienin Gaibe, Yani Görülmiyene Delâlet Etmesi)

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra insanlar şahidin gaibe delâlet etmesi hususunda ihtilâf ettiler. Bazıları şöyle diyor : Görünen varlık, görünmiyen varlığa delâlet eder. Çünkü görünen, görünmeyen için bir asıl teşkil etmektedir. Asıl ise fer´ine muhalefet etmez. Gaibin bilinmesi­nin yolu, görünenden geçer. Başkasına kıyas edilen şey, kendisinin ben-´ zeridir. İşte bununla âlemin kadîm olduğunu ispat etmeye koyuldular. Zira görünen âlem, kendisi gibi olana delâlet eder. Öyle ise, görünmeyen, görünen ile âlem olur. Sonra o, her vakit, hakkında kendisinden önce geçen ve kendisi gibi olana delâlet eder. İşte bu da hepsinin kadîm ol­masını icabettirir.

Bazı kimseler de şöyle diyor : Hiç bir vakit yoktur ki kendisinde âlemin başlangıcı düşünülsün de kendisinden öncesi düşünülmüş olmasın. Böylece âlemin meçhul kalması batıl olur.

Bazı kimseler de der ki : Görünen âlem,- kendisi gibisine delâlet et­tiği gibi kendisinin hilafı olana da delâlet eder. Kendisinin hilâfına delâlunması; bütün mahlûkatm durumunun böyle[317] olması âlemin muhdisi-nin bir olduğuna delâlet eder. Çünkü bunların idaresi birden fazla muh-dis tarafından olmuş olsaydı, bunun menfaatlerinin verilmesi âlemin muh­telif ve birbirlerine ihtilaflı olmasına rağmen mahlûkatı ve dolayısı ile âlemi yaratandan olmazdı. İşte bu hususlardan sabit oluyor ki adı ge-çen hususların hepsinin müdebbiri birdir. Gece ve gündüz ve saatlerden meydana gelen zamanlar ve ihtiyaçlar kadarmca kimisinin kimisi içine girmesi bu zikrettiğimiz hususlara binaen carî olmaktadır. Bu, (Allahu a´lem), Cenab-ı Allah´ın «Yedi göğü, kat kat yaratan O´dur. O Rah-man´ın yarattığında hiç bir düzensizlik -, göremezsin.»[318] Kavl-i Celîli´nin mânâsıdır. İşte mahlûkattan ibaret olan cisimler böylece altı cihetli ola­rak yaratılmıştır. Birbirine benzemiyen cinslerin bu şekilde bulunmaları, onların hepsinin halikı ve müdebbirinin bir olduğuna delâlet etmektedir. Hattâ bunların tümü bu mânânın altında bulunmaktadır ki o da kudret´ ilâhînin altında bulunması demek olur (Allah-u -a´lem). Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Üçüncü olarak, âlemin muhdisinin bir olduğuna şöyle bir delil öne sürülmektedir : . Hiç bir cevher bulunmaz ki kendi zatiyle zarar veya menfaat, yahut pislik veya temizlik, nimet veya belâ gibi bir mânâya yÖ-nelsin. Yani bu zikredilen sıfatlardan hiç biri bir cevherde devamlı ola­rak bulunmaz. Bilâkis her şey ki pislikle vasfolunur, pislikle vasfoluna-nın gayrinde temiz olur. Diğer sıfatlar da böyledir. Eşyanın hal ve du­rumları da bu sıfatların aynıdır. Gerçekten eşya hâli ile faydalı veyahut her hali ile zararlı olarak yaratılmamıştır. Öyle ise hepsinin müdebbi­rinin bir olduğu sabit olmuştur. Hatta hepsinde zarar ve menfaat yön­leri cem´ edilmiştir. Hiç bir şey, aslında cevherine veyahut her yönde iş gören adedin tedbirine döndüğünün bilinmesi için nevi´ sahibi olarak yaratılmamıştır. Böyle olsaydı aslında kendisinden olan yönle her şey kendi basma tek kalmak suretiyle eşya, birbirleriyle tenakuz haline dü­şerdi. Güç ve kuvvet Allah´tandır.

Yine mevcudatı cisimlerin hepsinin tarifi altında görürsün. Cisimler ise aralarında bulunan zıddiyet ve uzaklık itibariyle birbirlerine zıd ve muhalif bir tabiatte oldukları halde toplanmış bulunmaktadırlar. Eğer bunların tabiatlerini bu aralarındaki zıddiyet ve uyumsuzluğun terki düşünülmüş olsa, bu hususta muhakkak hepsinin fesada uğraması gere­kirdi. Böylece hepsinin arasını cem´ edenin bir olduğu sabit olur ki on­ların hepsini lütfü ile bir. araya cem´ eder ve her birinin zararını da hik­meti ile diğerinden defeder. Bu öyle bir hayranlık verecek, taaccüp edi­lecek bir hikmettir ki insanın dimağı bunu kavramaktan çok uzaktır. Eğer bu saydıklarımız bir muhdis tarafından değil de bir çok muhdisler tarafından olmuş olsaydı bunlarda ihtilâf ve zıddiyet hakkı carî olurdu. Tıpkı faillerin yapacak oldukları şeyi başkalarından, gizledikleri ve ira­delerini, isteklerini başkalarına duyur m amaları idi. Tabiatı ile bu husus başkalarına açıklanmasın diye yapılır. Kurtuluş Allah´tandır.

îşare.tten delâlete kadar itibarın son bulmuş olduğu şeyin hepsinde iki tarifin arasını cem´ etmek mümkündür. Bu da haller ve fiillere bak­makta kendini gösterir., Hâller rubûbiyet mânâlarının hepsinde bir ol­maktan ibarettir. Böyle olmakta ise temânu´, yani, yekdiğerini engelleme ki bunda adet diye isim verdikleri tek bir sıfat vardır. Veyahut bunlar­da birbirlerine benzememektik bulunur. Böyle olunCa sıfatın kendisinde daha tamam, daha mükemmel olanı rubûbiyete daha lâyık olur.

Fiiller ise kendilerinde bulunan zıddiyet ve tabiatlarmdaki uyumsuz­lukla beraber zikrettiğim gibi bütün âlemin beraber bir arada bulunma­ları onlar birbirlerine olan desteği ve yardımı ile sanki şekiller gibidir. Bazısı, bazısına idame-i hayatta yardımcı olmaktadır. Âlem her ne ka­dar zikrettiğimiz gibi birbirine olan bu tezad ve tenakuz ile bulunsa da gerçekten aralarındaki uyumluluğun ancak tedvirinde hiç bir kuvvetin karşı gelemiyeceği,´ takdirine hiç bir şeyin muhalefet edemiyeceği âlim ve hakîm olan, lutfu, ihsanı çok bol olan Allah´ın tedvir ve tedbiri ile olur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

AJlah-u Teâlâ´nm vahdaniyeti ve ilâhlığı, ancak kendisine ait oldu­ğu hususundaki iddia, görüş, söz, sabit olduğunda —ki bu, sayılardaki vahdaniyet yolu ile değildir. Zira sayılardaki bir´in yarımı ve cüz´leri vardır— Allah´ın, zıdlardan ve kendisine benziyen hususlardan beri ol­duğunu söylemek lâzımdır. Bu görüşe, inanmak gerekmektedir. Çünkü zıddı ispat Allah-u Teâlâ´nm ilâhlık sıfatını nefyetmektir. Benzemekte ise Allah-u Teâlâ´nm birliğini nefyetmek vardır. Zira mahlûkatin hepsi şekillerin ve zıdlarm ismi altında bulunmaktadır. Şekil ve zıdlar ise yok olma ihtimalinin ve mahlûkattan bir olmayı yok etmenin alâmet ve işa­retidir.

Allah-u Teâlâ birdir. O´nun benzeri yoktur. Kendi zâtı ile daimdir, kaimdir. Kendisinin zıddı, eşi, benzeri yoktur. Bu, Allah-u Teâlâ´nm«.... O´nun misli gibi (O´na benzer) hiç bir şey yoktur.»[319] Kavl-i Cehlinin mânâsı ve te´vilidir. Bunun aslı söyle ifade edilir : Hakikaten benzeri olan her şey sayının altına girmiş olur ki, bunun en azı iki olur. Ve zıddı olan her şeyin altında yok olma sıfatı bulunur. Çünkü O, zıddını yok eder. Allah´tan başka kendisini yok eden her zıddı bulunan şey böyle­dir. Şekil ise sayıya katılır ve bu katılması ile çift olur. «Vahidun : bir­dir» sözünün mânâsı ve te´vilinin hâsılı şöyledir : Yani, Allah, azamet ve büyüklükte, kudret ve hükümranlıkta birdir. Benzemek ve zıddı bu­lunmaktan berî olmakta birdir. Bunun içindir ki, Allah´a cisimdir, araz­dır, diyen kimsenin sözü bâtıldır, gerçek dışıdır. Çünkü araz ile cisim, eşyanın taşıdığı mânâlardır. Bunun butlanı sabit olduğunda, mahlûkat­tan kendisine izafe edilen şeyin hepsinin takdir edilmesi bâtıl olur. Ce-nab-ı Allah, kendisinin bilinmesi mümkün olan sıfatlardan her hangi bir sıfatla vasfolunur. Bu sıfatlardan biri mahlûkata izafe edilip onunla vasfolunsa bile. Tevfîk Allah´tandır. îşte bu hususu nazarı itibare aldı­ğımızda müşebbihe´nin inadla ısrar etmesinin bâtıl olsa bile sebebi açığa çıkar ve dinden çıkan kimsenin de ilhadmm sebebi ortaya konmuş olur.

O, Allah´ı, görülen âlem´in, ihtimal ettiği bir şey olduğunu sanmış­tır. Müşebbihelerden bazıları, Allah-u Teâlâ´yı mevcudattan biri olarak telâkki etmiş ve âlemin bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr etmiştir. Böy­lece âlem ezelde nasıl ise öyledir, diye iddiada bulunmuştur. Onlardan bir kısmı da O´nun yani Allah´ın hadis olanlar için var olmasının muh­temel olduğunu öne sürerek O´nun hadis olduğunu inkâr ederek onun gayrisinin gerçekten hadisler olduğunu ve onun kuvveti ile meydana geldiğini Öne sürmüştür. Bunlar, heyula, yani âlemin ilk madde ile .ken­di kendine var olduğu görüşünü savunanlarla müslümanlardır. Bu söz, Allah´ın, âlemin haricinde bir varlık olduğunu zarurî olarak kabullen­melerini kendilerine ilzam etmiştir. Bunun içindir ki, onlar bu görüş­leri ifade edip öne sürerek Allah´ın gayrisine zâtlarında birbirlerinden üstünlük, sıfatlarında birbirlerine benzememeklik ihtimali vardır. Veya­hut Allah´tan gayrisinin kendisine gelecek ziyâde ve noksanlıktan dolayı hâl değişme ve bozulma ihtimali vardır. Bunlardan bazıları her .ne ka­dar sabit olan hususlar ise de bu zât ve sıfatlarda muhtemel olan bir nevidir. Bununla beraber âlem, hareket veya sükûnun kendisinde^ de­vamlı olarak olduğu hâl üzere bulunmaya müsehhar kılınması ile sübut bulmuştur. Veyahut kendisinde kemâl Ve tam olma sıfatını iptal eden benzemenin bulunması ve yok olma ihtimalinden ibaret olan kendisin­deki bulunan âfetin ve kendisi için nihayetin mümkün olrna hususunu gidermek gibi birbirlerine zıd olan sıfatların ihtimali ile sübût bulmuş­tur. Kendisi ile beraber tevehhüm edilen daha tamam, daha noksan, daha çok, daha az gibi sıfatlar ve bunun gibileri âlemin hadis olduğuna alâmet ve işaretler olduğu gibi bir muhdisinin bulunduğuna da deliller teşkil etmektedir. Eğer âlemin muhdisi olan âlemin hadis olduğumu bil­diren hususlar bulunmuş olsaydı ve o muhdisin de bir muhdisi olmuş ol­saydı ona mutlaka, gayrine varid olan şeyin aynısı varid olurdu ki bun­da da âlemin fesada uğraması bulunurdu. Âlem, zadlardan ve kendisine benzeyenlerden berî ve yüce olan, âlim ve hakim olan bir muhdisin var­lığına şehadet eder. Bununla beraber Allah´ın gayrisi, bütün yönleri ile hadistir. Eğer Allah´ın gayrisinden herhangi bir şeyde Allah´a benzer­lik oîmuş olsaydı bu benzerlik Allah´tan kıdem[320] sıfatını veyahut da Al­lah´ın gayrinden hadis olma sıfatını yok ederdi. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Mahîûkatm birbirine her yönden benzemesi mümkün değildir. Çün­kü eğer birbirine her yönden benzemesi mümkün olsaydı mahlûkat tek olurdu, yani, birbirlerinin aynı olurdu. Mahlûkat birbirine ancak bir yön­den benzer : Eğer, Allah gayrı ile bir cihetten benzemekle vasfolunmuş olsaydı o cihetten halktan[321] biri olurdu. Güç ve kuvvet ancak Allah´­tandır.

Allâme Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İsimlerin ispatında ve sıfatla­rın tahkikinde nıahlukatta bulunan, mahiyetin harici olma veyahut subut bulma gibi şeyin hakikatini nefyetmek için bir benzerlik yoktur. Lâkin Allah-u Teala´yı bilmek, rububiyetin hakkı ile Zâtını incelemek ancak isimlerle olur. Zira «gaip olan»ın bilinmesi ancak «şahid ol an »m delâleti ile olur. Sonra vasıfla yücelik murad edildiği zaman bu şahitteki mari­fetin yolu olur ve bunun söylenmesinin caiz olmasına* imkân sağlar. Çün­kü bizim gördüklerimizin gayri ile isim vererek bilgi elde etmeğe gücü-rnüz müsait değildir. Hatta mevcudatın varlığını hissetmeden ona _ işa­ret etmeğe bile gücümüz müsait-değildir. Eğer bu hususta da gücümüz müsait olsaydı bunu biz ifade ederdik. Fakat biz bununla «Allah âlimdir fakat âlimler gibi değil» sözümüzdeki benzerliği yok etmek istedik. Bu,let etmesi daha açık ve seçiktir. Zira kim ki âlemden, âlemin hadis oldu­ğuna veya kadim olduğuna delâlet eden bir şeyi görürse, âlemin kadim olması ve hadis olması onun görmüş olduğunun ne aynı ve ne de benzeri­dir. Sonra görünen âlem, kendisini meydana getiren muhdisine delâlet ettiği gibi kendi kendine var olmasına da delâlet eder. Hal bu ise bunla­rın her ikisi âlemin benzeri değildir. Sonra görünen âlem, failinin hikme­tine ve hikmetsiz olmasına, ihtiyarına ve tabiatına da delâlet ed´.ı\ Bunla­rın hepsi görmüş olduğu şeyin hilafı olan şeylerdir. Görünen âlem, ken­disinin misli ve benzerinin bulunmasına delâlet etmez. Çünkü eğer delâ­let etmiş olsaydı her kendisini gören kimsenin, her âlemin kendisi gibi olduğunu tevehhüm etmesi vacip olurdu. Bu ise çok uzak ve mümkün olmıyan bir şeydir. Öyle ise hakikaten cevherin kendisi gibi olup gaip olanı görmesinin tahakkuk etmediği, ve zikrettiğimiz vecihlerden birinin tahakkuk ettiği subut bulmuş olur. Lâkin müşahede edilenin keyfiyeti bilindiği ve o keyfiyetin gaip olanda da bulunduğu haber verildiğinde görünenin, görünmiyenin benzeri olduğu bilinir. Yoksa gerçekten bu hu­sus benzerliği tahakkuk ettirmez. Bazen kendi benzerine, bu vecihle de­lâlet etmek caizdir. Bazen de, bilindiği şeyle, yani cismin ve ateşin mahi­yetini bildiren şeyle benzerine delâlet etmesi de caizdir. İşte böylece her cisim ve ateşi, müşahede etmezden bilebilir.

Yukarıda asıl ve feri´den iddia edilen husus, mahluktur. Yani ters terkiptir. Çünkü kadim ve kıdem olur, fakat bunun ispatı için delil bu­lunmaz. Onun içindir ki görünmeyeni asıl, görüneni de buna fer´ kılmak zarureti yoktur. Belki fer´in kendisinde bulunması ile asıl, asıl olur.

Sonra her başkası ile var olan -akıl yolu ile- görünürde kendi cev­herinden hariçte bulunur. Tıpkı bina ve yazı gibi. îşliyen ve söyleyenlerin gayri olan söz ve fiillerin çeşitlerinden her birinin cevher ve sıfata ka­tılmaları caiz değildir. Âlem hakkında düşünülüp söylenecek husus da tıpkı bunun gibidir.

Görünen âlemde ruh, akıl, işitme, görme, heva - heves ve bunlara benziyenlerden idrak olunmayan ve ihata edilnıiyen şeyin ispat edilme­si caizdir. îdrak olunmayan kesif cisimler de böyledir. Eğer bu adı ge­çenlerin aslı kadîm olsa idi kendi cevherinden meydana gelen ve doğan her nevin kadîm olması vacip olurdu. Meselâ akıldan meydana gelen akıl ve görmekten meydana gelen görmek ve işitmekten meydana gelen gör­me ve işitme gibi. Şu, bilinen bir gerçektir ki her cevherle kendisinden meydana gelen arasında benzersizlik ve ihtilâf bulunmaktadır. Böyle muhtelif oldukları için de hadis olması gerekir. İhtilafın tesbit edilme­sinde kıdemin âlem olarak vasfedilmesi veyahut da bulunduğu hâl üze­re sıfatiandırılmasmm batıl olduğu gerçeği ortaya konmaktadır. Bu hu­sus da âlemin kendisi gibi olmayan ile var olup hadis olduğunu ispat eder.

Bundan sonra, şu hususu ifade etmek gerekir : Gerçekten yazı, ken­disini yazana delâlet eder. Keyfiyetine veyahut benzerine delâlet etmiyen kişinin melek olması veyahut beşer veyahut da cin olması caiz değildir[322]. Yazı, ne yazanın mahiyetine ve keyfiyetine ve ne de kendi benzerine de­lâlet etmektedir. Yazı, ancak herhangi bir yazı yazana delâlet etmiş olu­yor. Âlem, kendisinde bulunan şey ile aynı bunun gibidir. Yani keyfiye­tine ve mahiyetine delâlet etmiyen her hangi bir muhdise delâlet eder, Bina yapmak, herhangi bir şeyi neshetmek, Dülgerlik ve diğer sınai iş­ler böyledir. Bunun içindir ki âlemin yaratıcısını ispat etmekte âlemin kendisinde bulunan acaip görünen hususlar ve meydana gelmesinin an­cak hâkim olan Allah´ın emri ile olması mümkün olan eşyadan ken­disinde bulunan şey ile âleme kıyas etmek lâzım gelir. Bununla Allah´ın keyfiyeti ve mahiyetinin bilinmesi vacip olmaz[323]. Kuvvet ve kudret an­cak Allah´tandır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Asıl olan gerçekten âlemin cihetlerinin muhtelif olması ile delâleti de muhteliftir. Âlemin halden hale dönüşmesi, zeval bulması, zıtlarınm aynı halde bir varlıkta toplan­masının ihtimal ve imkân dahilinde olması âlemin hadis olduğuna delâ­let eder. Sonra âlemin başlangıcını bilmemesi ve kendisinde fesada uğ­rayan şeyin İslahında aciz olması da, kendisinin binefsihi var olmadığı­na[324] delâlet eder. Sonra âlemde birbirlerine zıt olan hallerin içtima etme­si, mahlukatm cevherlerinin bir istikamet üzere bulunmakta uyum sağ­laması, hepsinin muhdis ve mucidinin bir olduğuna delâlet eder. Ve yine âlemin uyumlu olması ve düzenli ve istikametli olması ve birbirine zıt olanları bir varlıkta muhafaza etmesi onu idare edenin ve bilenin yerli yerinde yaratanın kudretine delâlet etmektedir.

Evet, mevcudatın üzerine delâlet etmiş olduğu şeyde delâlet yönleri muhtelif olarak tezahür etmiştir. Böylece muhdisin ispatının delili muh-desin aciz olması, muhdisin ilim sahibi olmasının delili de muhdesin kendişini bilmemesi ve bunun kendisinde yerleşmesi, olmuştur. Öyle ise âlemin delâlet için var olması uyumluluk halinde değil, hilaf halinde tezahür etmiş olduğu açıkça görülmektedir. Yine başka bir temel esas Öne sürülür. Şöyle ki; hakikaten zaruret ve ihtiyaçların kendileri, baş­kası üzerine delâlet etmektedir. Kendisinin imkân sağlamış olduğu hu­sus, başkasının muhtaç olduğu hususunun aynısının olması caiz değildir. Sonra bunun da sonu olmayan bir başkasına muhtaç olmasının caiz olması söz konusu olur ki, bu da fasit olan bir görüştür. [325]

(Âlemin Kadim Olduğunu İddia Edenlerin Sözleri)[326]

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra âlemin kadim olduğunu iddia edenlerin sözlerini zikrederiz. Âlem, müşahede edildiği gibi kendisini yaratanı olmaksızın bulunduğu gibi bir şeyin bir şeyden olma sistemine göre son olarak var olandır. Görünen âlem, görünmeyene delil teşkil eder. Bu husus, görünmeyen hakkında da lâzımdır. Çünkü mevcudatın hilafı olan mevcudat ile icad edilmesi caiz olsaydı makul olanın hilâfına olarak cismin ve insanın icad etmesi caiz olurdu. Oysaki bu husus akılda tahmin etmek ve düşüncede tasavvur etmekten dışarı çıkmayı gerektirici bir haldir. Bu da nefyetmenin alâmetidir. Vakit ve zamanlar gi­bi bir şeyden olmaksızın her hangi bir şeyin varlığına itikat etmek de bunun gibidir. Vakitler, başkalarına tabi olarak vaki olurlar. Vakıtları olması düşünülmeyen, vakti bulunmayan şeye var olduğu benimsemiştir. Bu hususun düşünülmesi ancak kendisinden önce nihayetsiz olarak müm­kündür. Ve yine baki olmayan bir şeyle bekanın caiz olduğu kabul edil­miştir.

Onlardan bazıları âlemin hâkim olan Allah´ın yaratması ile var ol­duğunu ve kendisinin nihayeti olmıyan şey ile var olan bir şey olduğunu söylüyorlar. Bunlar, yaratıcı olan Allah´ı âemin illeti olduğunu öne sür­düler. Halbuki mâlûlsüz illetin olması mümkün değildir. Bununla bera­ber kıdem, vücud ve kudret sıfatıyla mevsûf olmayandan hâli kalmaz. Bu ise aciz ve muhtaç olmanın alâmet ve işaretidir. Veyahut adı geçen sı­fatlarla mevsuf olup bu sefer kudretin üzerine cari olması ve herşeye varlığın izafe edilmesi ve onlar için zikredilen düşünmenin bulunması va­cip olurdu.

Onlardan bazıları asıl olan toprağın kadîm olduğunu, sanat eseriiıin hadis olduğunu öne sürüyorlar.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onun, toprağın kadîm olduğunu söy­lemesi zikrettiğimiz gibi bir şey bulunmadan, bir şeyin var olmasını red­deder.

Sonra her şeyin var olması, ilkinde hasıl olan değişme ve yok olma anındaki meydana gelen şeyden hasıl olmuştur. Tıpkı yumurtadan ve meniden meydana gelen şey gibi.

Bazıları onun hadis olmasını, toprağa hulul eden ve ihtilâf ve itidal­den bulunmuş olduğu tabiate dönüşen arızalar iledir demiştir.

Onlardan[327] bazıları âlemin hadis olmasını Bari Teâla Hazretleri ile olduğunu öne sürerler. Hazaları da âlemin hadis olmasını «asi» iledir de­yip o asla «heyÛlâ» ismini verdiler.

Ebu Mansur (r.h.) dedi ki : Bunların öne sürdükleri görüşlerin ve benimseyip söylediklerinin hepsi fikirde düşünülmiyen ve nefiste tas­vir edilmesi, benzetilmesi mümkün olnııyan şeyi reddeder. Çünkü âlem onlarca böylece bulunmuştur. Ve onların anlayışları bunun hilafını ka­bullenmeye mütehammil değüdir.

Onlara şöyle denir : Sizin fikirlerinizde nefisde şekli, sureti görün­meyen ve bulunmayan bir şeyin reddedilmesi düşünülebilir mi Eğer «evet» derse kendisine şekiller sahibi olanlar hakkında iştirak etmiş ol­duğumuz hususa muhalefet etmiş olur. Fikirlerimizde bu hususu reddet­mek düşünülemez. Eğer «hayır, fikirlerimizde tasavvur edemeyiz. Bilâ­kis onu takdir ederiz» derse, bu takdirde kendisine şöyle denir : Birbi­rinden ayrı olduktan sonra bir şeyin kadîm olması veyahut baki olması, gözün, o şeyi görmemesi ile var olması, zihin ve fikirde ne zaman düşü­nülebilir Nefislerde işitmek, görmek, yemekten bir maddenin kuvveti­nin cari olması[328] ve o madde ile işitmek, görmek, anlamak, el, ayak ve bunlardan başkası[329] benzerinin bu cümleden olduğu delillerle inkâr edil­mesi mümkün olnııyan şey[330] gibi, muhtelif cevherlerin meydana gelmesi­nin şekillenmesi mümkün olmıyan şeyin, nefislerde düşünülmesi ile be­raber bunların hepsini ifade etmek ister.

Sonra kendisine denir ki bir şeyin bir şeyden olması o şeyin diğeri­nin içinde bulunup sonra zahir olmasından hâli kalmaz. însanm kendisînin tümü ile var olması ve ağacın da kendisinde bulunan meyve ile bera­ber bir tüm olarak[331] bu asılda var olması mümkün değildir. Veyahut da bütün beşerin cevherleri ile insanın sulbünde bulunan ve asıl madde olan, sudan olup bir şeyin sayıîrnıyacak kadar çoğalıp genişlemesi mümkün olan bir şey değildir. îşte bu sahih olan bir nefisde şekillenmesi muhte­mel olmıyan ve akli selimin üzerinde sabırla durup kabul etmiyeceği bir şeydir. Ve bu onun, «şeyin bir şeyden olduğunu» ifade eden sözünü iptal eder. Çünkü insanın küllisi, meniden olmamıştır.

Onun, insanın gıda maddelerinden var olduğunu iddia etmesi müm­kün değildir. Çünkü insan, büyümede öyle bir zamana ulaşır ki yemiş ol­duğu gıda maddelerinden kendisinde kesinlikle bir fazlalık belirmez. Halbuki gıda maddelerinin hepsi kendisinde mevcuttur. Veyahutta. gıda maddelerinde cevher itibariyle ziyadeiik vardır. Nice cevherler vardır ki insanı semizletir, ve nice başka gıda maddeleri vardır ki insanın ömrünü yer, bitirir de açıkta bir şey belli olmaz. Mesela dut ağacını ve yaprağını görürsün; yaprağını çeşitli hayvanlar[332] yer. Sonra her birinden, diğerin­den çıkmış olduğu şeyin başkası hasıl olur. Hurma ağacı ve yemişi ve ondan başka meyveler de böyledir. Bu husus açık açığa izah ediyor ki bu meydana gelme gıda maddelerinin işi değildir. Çünkü gıda maddelerinin kendileri cansız, ölülerdir. Bunların meydana gelmesi mümkün değildir. Bunların meydana gelmesi ancak âlim olan, müdebbir olan Allah-u Te-âla´nm kudreti ve iradesi ile olur. Bu mâna, tedbirsiz olarak başkasın­dan istifade edilmek suretiyle hasıl olmuş değildir. Bu hususta bizim söylediklerimizin aynısını söylemek lâzım gelir.

Veyahut âlemden bir şeyi veyahut bazısı -o şeyin adı geçen husus­lardan olmamak suretiyle- hadis ve var olmuştur. Böylece âlemin bazı­sının hadis olması ile âlemin tümünün hadis olduğunu söylemek vacip olur.

Sonra onlara denir ki: Her görünen sonludur. Siz bunu âle­min kadîm olduğuna delil kıldınız. Niçin her görünen böyle değildir Yoksa âlemden bir şeyin sonsuz olması caiz olursa niçin hepsinin sonsuz olmaması caiz olmasın Niçin âlemden olan bir şeyin bir şeyden var ol­ması caiz olmadığı görüşü kabul edilsin de, âlemin hepsinin bir şeyden olduğu caiz olmasın Yine böylece biz âlemin bazısının bazısına mekân olduğunu görürüz. Âlemin tümünün taşınması mümkün olmadığı için mekânı bulunması imkân ve ihtimal dahilinde görünmez. Bu hususta da âlemin hadis olmasının lâzım olduğu tezahür eder. Güç ve kuvvet Allah´­tandır.

Beka hakkında zikrettiğimiz hususları geçen konuda açıklamış bu­lunuyoruz.

Düşünme hakkında zikrolunan şeye gelince; o da böyledir. Yani düşünülen vakitten hiç bir vakit yoktur ki kendisinden sonra olan bir vaktin düşünülmesi mümkün olmasın. Bununla da onun hadis olduğu vacip olur. Bununla beraber onun evveliyatı için bir vakit hasıl olmazsa vaktin hepsi batıl olur.

Bundan sonra eğer âlemin veyahut da onun aslının hadis olanlara ihtimali olan şeyden hâli bırakılması caiz olsaydı ölü çe dirinin bir anda bulunmasının caiz olması gibi, her makulün değişmesi caiz olurdu. Bu­nunla âlemden hali kalmıyan şey ile her bütün olanın hadis olması ispat edilmiş olur. Güç kuvvet ancak Allah´tandır.

Allâme Ebu Mansur diyor ki : Fikirde tasavvur olunmayan şey ile makul olanın dışına çıkanlardan zikrettiğimiz hususları biz açıkladık.

Bundan sonra, gerçekten bu öyle bir akıldır ki, akılsız olan kimseye has kılınmıştır. Çünkü o kimse his ile anlaşılmayan şeyi bilmek istemiş­tir. O kimse, tıpkı, seslerin arasını görmekle, renklerin arasını da işit­mekle ayırt etmek isteyen kimse gibidir. Yine, his ile bilinen her şeyin hisden başkasıyle anlaşılmasını isteyenin aklı kısaltılır, yani kendisinde akim noksan, az bulunduğu söylenir.

Bilinmesinin yolu, duyu organlarının dışında olan şeyin, bilinme­sine duyu organları ile ulaşmak isteyen kimse de aynı bunun gibidir; onun aklı dardır. Geniş bir akla sahip değildir. Bu cevap aynı zamanda onun : «Şeysiz, bir şeyin olması makul değildir» sözüne cevaptır.

Her iki görüşe verilecek başka bir cevap vardır : O da şudur : Denir ki; o, zihinde tasavvur edilmek ile, delillerle var olmayı kasdediyor. Evet bir şeyin var olduğunun anlaşılması için o şeyi düşünmek lâzımdır. Zi­hinde bulunmayanın düşünüldüğünü söylemiyoruz. Sen eğer benzemeyi murad ediyorsan, Rabbimiz olan Allah, bu gibi benzemekten beri ve mü­nezzehtir. Bilakis o, her benzetilene, bir benzeyen yaratandır; benzeme ve benzetmenin yaratıcısı da odur. Âlemin hadis olduğunun bir delili de, ölüden, dirinin meydana gelmesidir. Çünkü Allah ölü olanı diriltir. Bunun­la da eşyanın hayatının hadis, yani sonradan var olduğu sabit olur. Eş­yanın ölümü de böyledir. Zira eşyanın ölümü hayatından sonra vuku bu­lur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onun «Allah-u Teâla, âlemin var olması için illettir» sözü, eğer bununla yaratılanın tabiatı ile var ol­duğunu murad ederse bu mümkün değildir. Çünkü bu mecbur olma yo­ludur. Sıfatı bu olan kimse ile âlemin var olması imkân ve ihtimal dahi­linde olmaz. Oysa ki âlem, çeşitlidir ve sonradan var olmuştur. Kim ki kendisi ile bir şey var olursa o, nevi´ sahibi olur. Hayır eğer bu sözü ile Allah´ın âlemi yoktan var ettiğini murad ediyorsa, bu sözü doğrudur. Fa­kat Allah´a illet ismi vermesi doğru değildir, fasittir. Bu mâna, şeyin yok iken sonradan var olduğunu bir kaç yönden icabettirir.

Birincisi : Birbirine olan muhalefet. Çünkü yokluk bulunur. Bunun için yokluğun kendisini icad edene muhtaç olduğu vaki olur. Bu suretle sabit olur ki gerçekten onun böyle olması hadis olmasının vacip olduğu­nu ifade eder.

İkincisi : Âlemin küllî olmasının Allah´la vukubulması; şu husus bi­linen bir gerçektir ki hadis olan gey yok iken sonradan var olandır. (Al­lah-u a´lem.)

Üçüncüsü : Hakikaten bunda tefrika ile beraber içtima, sükûnla be­raber hareket ve hayatla beraber ölüm vardır. Bu şeylerde de tenakuz, yani birbirine uymama vardır. Öyle ise bunun birbiri ardınca yani birin­ci, ikinci, üçüncü ve... benzeri şekilde olması sabittir. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz diyoruz ki gerçekten Allah-u Te­âla daima âlim´dir, kadir´dir, fâil´dir, çok cömertdir. Bu hususlar, aklen sahih olan yönleriyle Allah´da bulunur ve tedbir ve tedvir de Allah´la beraber kaimdir. Gerçekten Allah, her olmasını dilediği şeyin «ol» em­rini verdiğinde olması için, devamlı olarak böylece yani bu sıfatlar ile mevsuf olur. Bu vecih Öyle bir vecihtir ki bununla Allah-u Teâla´nm tekvin sıfatından müsteğni[333] olduğunu vasfetmeyi reddetme ve kudretin üzerine vukuundan imtina edilmesi sahih olur. Gmâ, bizatihi Allah-u Teâla tarafından var edilmiştir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husus, görülen âlemde olmıyan eşyanın var olması İçin, irade ve ilim hakkında malumdur. Bizim nezdimizde kudret, irade, cömertlik ve zikrolunanlarm hepsi bunun gibidir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Zihinde düşünme hususunda adı geçen gey ise o, her ihtiyar[334] hak­kında ihtiyarlığının ilk anında onun kadîm olması düşünülebilir. Fakat, ezelfle bununla vasfolunması ieabetmez. Her hareket ve sükûn içtima ve ayrılık da böyledir. Eğer sen, o mümkün değildir dersen bunun gibisinin de ezelde hadis olması mümkün değildir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra âlemin aslı karanlık ve aydınlıktan olmak üzere ikidir, diye iddiada bulunan kimsenin âlemin kadîm olmasına bununla hükmetmiştir. Bu sözü söyliyen kimseden daha gerçeği, doğruyu söylemiş olur, bu gö­rüşü benimsemekten kaçman kimse. Çünkü onların söyledikleri sözler­den biri de karanlıkla aydınlık birbirlerine zıt varlıklar idi, sonradan im­tizaç ettiler, âlem de bu imtizaçlarından hasıl olmuştur, demeleridir. Ger­çekten imtizacın hadis olduğu malumdur. Çünkü birbirlerine zıt olmala­rı imtizaçlarına tekaddüm etmiş bir hâldir. Bunlar, âlem ile değişikliğe uğramış delillerdir. Ancak şöyle demeleri müstesna : Aydınlık ve karan­lık iki muhtelif cevherler idiler, bunlar aslında mekânlarında bulunuyor­lardı[335]. Aydınlığın bulunduğu yer, hep ziya, aydınlık ve hayır idi. Karan­lığın bulunduğu yer de hepsi karanlık ve şer idi. Öyle ise böyle demeleri neticesinde imtizaç etmiş olan âlemin kadîm olması hususundaki sözü batıl olur. Özellikle mani´nin[336] sözü batıldır. Çünkü mâni, şöyle bir ba­tıl inancı öne sürüyor : Hakikaten ziya, karanlığı gördüğü vakit karan­lık kendisine doldu ve kendisi ile imtizaç etti ve bu suretle bu âlemi mey­dana getirdi. Çünkü bununla ziyanın parçaları, karanlığın parçalarından kurtulmak istedi. Bu söz üzerine yani hadis olduktan sonra var olma, var olduktan sonra da imtizaç etme ile âlem kadîm oldu. Bu cahilleşmenin, bilgisizliğin ta kendisidir. Çünkü onlar ziyanın hayırlardan bütün yardımcıları ve hasenattan bütün yaranları ile beraber bulunduğunda hâkim olduğu zaman onu aciz kıldılar. Çünkü ziya, kendisine karanlığın ve taraftarlarından birinden[337] imtina etmeğe kadir olmamıştır. Ve ziya­yı karanlığın kendisine yayılması anında cahil kıldılar. Çünkü bilmiş ol­saydı karanlığın gelmesinden kurtulurdu[338] Sonra onlar kendinde karan­lık yerleştikten sonra karanlığın parçalarından kurtulması için ziya bu âlemi icad etti diye batıl bir fikre saplanıyorlar.

Heyhat; onlar bu görüşleri ile gerçeklerden ne kadar uzaklaştılar ve ziyayı kadimleştirip her hayrın ondan olduğunu ve her ilmin, hayrın ilki bulunduğunu söyliyen kimse ne denli cehalete düşmüştür. Hakika­ten zikrolunan şeyi ve her hayrın kuvvetle büyüdüğünü bilmemektir. Ziyanm bütün hallerindeki en kuvvetli durumunu hıfzetmekten aciz kalmıştır. Sonra madem ki ziya âlemin yaratıcısıdır, nasıl olur da âlemin çoğu şer olur Öyle ise o, şerrin tuzağından ziya ile kurtulması için şerri meydana getirmiştir. Güya o şerre ve karanlığa yardım etmiş bulunu­yor. Çünkü bunu yapan odur. Sonra karanlığın cüzlerinden ziyanm cüz­lerine katmada bulunmuştur ki onunla âlemin cüzlerinde âlemi icadet-sin. Böylece kendisinde tutuklanma ve helak olma durumu ziyadeleşmiş-tir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Senviyye mezhebinden olanlar imti­zaç hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlardan bazıları imtizacı karanlığa veriyorlar. Fakat bu hususta da ihtilâf etmiş bulunmaktadırlar. Bazıları karanlık için fiili gerçekleştiriyorlar, bazıları da bu durumu kabullen­mekten çekiniyorlar ve karanlığı tabiatiyle, bulunduğu halde yayılmış gibi görüyorlar. O, yoğundur, örtücüdür. Ziya ise incedir, tâbidir. Bunun için karanlıkta vaki olur. Bununla da imtizaç vukubulur. Bir kısmı ise bu hususun ziyada bulunduğunu kabul eder.

Lâkin bunların hepsi hezeyandan ibarettir. Onlara bu hususu bildi­ren şey nedir Bu meselede asıl olan şudur : Gerçekten karanlık olsun, ziya olsun her ikisinde değişmek, hâlden hâle intikal etmek, cüzleşmek, parça parça olmak, güzel ve çirkin olma, temiz ve pis olma ihtimali var­dır. Her şey birdir, eşittir. Eğer karanlık ile ziya âlemin cüzlerine rücu etmiş olsalar idi, her ikisi de âlemin hadis olması ile hadis ve yok olması ile de fani olurlardı. Sonra her ikisinden biri, diğerinin ilâhi olması caiz değildir. Çünkü her ikisinde acizlik ve cehalet zuhur etmiştir. Âlem ise âlim ve hâkim olanın kuvvetli olmasına delâlet etmektedir. Bunlar da bu cümledendir.

Sonra ziya ile karanlıktan biri kendisine delâlet edecek bir fiili icad etmeye kadir değildir. Böyle olunca her ikisinin fail değil, Mef´ul olduk­ları sabit olur ve her ikisinin bir olan Allah´ın fiili olduğu açıkça ortaya konmuş olur. Âlemde kendi cevheri ile[339] hayır olan bir şey yoktur ki on­dan ebediyyen şer olmasın ve yine şer olan yoktur ki ondan ebedi ola­rak hayır olmasın. Öyle ise bunun gibisini birden inkâr etmek mümkün değildir. Sonra aslolan şudur ki imtizaç, şer veya hayır olmaktan, hâli kalmaz, böylece karanlıktan da hayır çıkmış olur. Bununla hayır´dan şer olmaz, serden de hayır olmaz gibi iki çeşit sözleri batıl olur. Çünkü eğer şer olursa kabullenmekte hayır; ona katıldığı için hayır da şer olur. Eğer bu ziya da olsa her iki vecih de kendisinde bulunur.

Bununla beraber eğer ziya ile karanlık imtizaç etmemiş idilerse son­radan imtizaç etmişlerdir. Her ikisinin imtizaç etmeleri kendi nefisleri ile olmaktan hâli kalmaz. Böylece iki zıt olan cevherle imtizaç etmiş olur­lar ki bu da tenakus teşkil eder. Eğer bu caiz olmuş olsaydı kendi kendi­leriyle hareket etmiş, sükûnet bulmuş, dirilmiş, ölmüş, oturmuş, ayakta durmuş olmaları caiz olurdu. Bununla beraber birbirine zıt olanın kendi zatı ile vaki olmasının batıl olması bu hususu fesada uğratır. Sonra bun­da birbirine zıt olan ikisinin diğeri ile imtizaç etmesi vardır. Görmüyor musun ki mevcudatta üeğişen hâllerin ancak başkası ile bulunması caiz­dir. Birbirine zıt olan iki varlığın imtizacı da böyledir. Bu suretle sabit olur ki ziya ile karanlık kendilerinden başkası ile imtizaç et­mişlerdir ve kendilerinden başkası ile birbirine zıt, muhalif hâl almışlar­dır. Bu da her ikisinin sonradan var olup hadis olmasını icabettirir.

Sonra onlar, kesilen hayvanların haram olduğunu öne sürerler. Ke­silen hayvanları onlara helâl kılan kimse daha haklıdır. Çünkü kesmekle karanlık olan cesetle aydınlık olan ruh´un arası ve açıcı olan[340] ziya ile ör­tücü olan karanlığın arası ayrılmış olur. Bununla ziyayı ince ve tâbi olmakla vasfettiler, ruhu da böyle vasfettüer: Karanlığı, karanlık ile değil. Öyle ise kesilen hayvanın bununla helâl olması gerekir. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Bu meselenin aslı şudur : Gerçekten onlar, şerrin hayır cevherinden olmasını, hayırm da şer cevherinden meydana gelmesini inkâr ediyorlar. İşte bu görüştür ki onları iki asıl vardır demeğe sevketmiştir. Sonra on­lar katlin bulunduğunu ispat ettiler. Ve katlin, onların nezdinde günah olduğunu da kabul ettiler. Eğer kati katledenin gayrinden hasıl oldu ise bu yalandır ve serdir. Eğer ondan ise masıyet olduğunu ikrar etmekte sadıktır. Böylece sabit olur ki şerrin yaratılmasındaki hikmeti anlamak­tan aciz kalmak, iki asıl vardır demeye insanı mecbur kılmaz. Çünkü şer­rin de incelenmesi vardır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Oysa ki onlar :[341] hikmet veya ilim talep etmeyi söylemekten imtina etmekte, mahlukat için de daha haklıdırlar. Çünkü onlar diyorlar ki : Gerçekten ziya cevherinden asla şer gelmez. Cehalet şer´dir. Eğer o cev­herden hasıl olmuş ise o.kimse cevherini biliyor ve onun hikmetini de bi­liyor. Kendisinde cehalet ve aptallık ihtimali bulunmaz. Öğrenmek ve hik­meti talep etmek ise her ikisini bilmiyenin hakkıdır. Yok eğer ger cev­herinden ise onu kendisinde kabul etmez[342]. Çünkü o, cevherini kabul et­mez ve ondan hayır da beklenmez. Böyle olunca onlarla münazara etmek ve onların hikmet ve ilim hakkındaki davaları batıl olur. Çünkü gerçekten onların bu konudaki münazarası, eğer ziya cevheri ile beraber olursa o münazaradan önce onu, bilmiş olur ki artık münazaranın bir manası yok­tur. Eğer münazara karanlık cevheri ile beraber ise o gayri kabil olur ve sözü de dinlenmez. Çünkü abestir muhakkak bu mananın her ikisinin cev­herinde ilmi ve cehli tahkik etmek lâzımdır. Bunda ise iki emrin hepsini, birinde toplamak vardır. İşte bu manâdır ki onları iki asıl vardır demeye icbar etmiştir. Ve böylece Allah´a hamd olsun görüşleri iptal edilmiştir.

Bunda asıl olan şudur : Onların gerçekten hikmetten söz etmesi ya kendi cevheri ile konuşmalarından[343] öteye geçmez, o zaman konuştu­ğunu bilir ve bu abes olur. Veyahut konuşulanları bilmez. Kendisinde bu iki husustan hangisi bulunursa iki emrin birinden veyahut kendi cevhe­rinin gayrinden olduğu subut bulur. Çünkü o kabul etme veyahut abes olmakdan hâli kalmaz. Bu her ikisinden hangisi olursa olsun bu hususta bizim söylediğimiz geçerli olur. Güç ve kuvvet Allah´tandır.

Sonra onlara denir ki : Ziya ile karanlıktan birinden hayır ve şerrin gelmesi caiz olmaz dendiğinde bu noktadan söz ele alınıp nasıl olur da onlardan her birinin vasfı bu olur da her ikisinden âlem meydana gelir Onların fiilleri kendilerine ters düşer. Bunun içindir ki bu husus onlar hakkında iddia edilmiştir. Sen onların kendilerine yaptıklarından daha büyük bir aptallık veyahut ondan daha açık seçik bir cehalet gördün mü Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Onlardan biri çıkıp derse ki : Siz hakim olan Allah´tan aptallık fiili­nin meydana gelmesinin caiz olduğunu nasıl iddia ediyorsunuz Biz´ona cevaben deriz ki : Bu bizatihi hakim olandan gelmez. Bu, ancak cahil olandan gelir. Tıpkı sizin ziya hakkında, bilmiyerek, karanlığın fiili ile hasıl olur, demeniz ve buna benzer sözleriniz gibi. Allah-u Teâlâ bundan beridir, yücedir. Lâkin Allah-u Teâlâ´nm beşerin aklının ulaşamıyacağ[344] hikmeti yaratması caiz olur. Yoksa o bu gibi şeylerden yücedir. Hikmet, herşeyi yerliyerine koymakta isabet etmek demektir. Ve her nasip sa­hibine nasibini vermek, hiç kimseye hakkını vermekte noksanlık etme­mek demektir. Bu hususlardan Allah hakkında zanda bulunmaktan ka­çınır veyahut muvahhitlerin bunu Allah´a izafe etmelerini kabul etmez­ler. Bu da hikmetin hududunu ve nasiplerin ulaştığı noktayı bilmemele­rinden ve hakkı oîmıyanlara hak vermekten ileri gelmektedir. Biz bu mev­zuu inşaallah başka bir yerde beyan ederiz ki o bundan daha açık ve daha kuvvetli bir ifade ile olur. [345]
Reply


Messages In This Thread
RE: imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 01:16 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)