Mes´ele (Cisim Lâfzıni Allah´a Itlak Etmek Caiz Değildir)
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Cisim ile isim vermek iki yönde mütalâa edilir :
Birincisi : Cismin görünen âlemdeki mahiyeti hakkındadır ki, bu itibarla cisim, yönler sahibi olan şeyin ismidir. Veyahut sonuçlara ihtimali olan şeyin ismi, veyahut da üç buutlu olan şeyin ismidir. Bu, tahkik ve tedkik edildiğinde, bunun Allah´a isim olarak isnat edilmesi caiz değildir. Çünkü cisim hakkında İfade edilen bu hususlar mahlûkatm de-´ lilleri ve mahlûkatm hadis olmasının işaretleridir. Zira bu hususlarda hudûs olmanın alamet ve işaretlerinden olan «hudut ve cüz» manâsı vardır. Biz, geçen konularda Allah´ın misli ve benzeri bir şeyin bulunmadığım izah etmiştik. Bu izahatta cismin eşyanın ekseriyesi gibi kılınması icabetmektedir.
Incelemeksizin, cisimle isim vermekte yukarıda zikrettiğimiz hususun bulunması ile isim bizatihi anlaşılmanın dışına çıkmıştır. Bunun içindir ki ismin bilinmesi aklî yönden ve delillerle mümkün değildir. Onun gerçek mahiyetini öğrenmek, Allah tarafından varid olan delille mümkündür. Hakikaten cisim, Allah-u Teâlâ´nm isimlerinden değildir. Allah´tan bir şey varid olmamıştır. Kendisine uyulmaya izin verilen kimselerden olan birinden de bu hususda bir şey söylememiştir. Öyle ise cisim hakkında genişçe fikir yürütmek caiz değildir. Eğer hissî, naklî veya-hutta aklî delil bulunmadan yaradılışı [346]bakımından veyahut ölçüsüz, tartısız olarak cisim hakkında geniş fikir yürütmek caiz olsaydı, ceset ve şahıs hakkında da uzun uzadıya konuşmak, imâli fikirde bulunmak mümkün olurdu. Bunların hepsi naklî delil ile iyi görülmeyip reddedilmiştir. Eğer cisim hakkındaki görüş ve fikirlerimiz doğru olmamış olsaydı mahlûkattan kendisi ile isim ´verilen her şey hakkında uzun uzadıya düşünüp görüşler Öne sürmek mümkün olurdu ki bu da fasittir, gerçek dışı bir harekettir.
ikincisi : Cismin ispattan başka bilinen mahiyeti olmaması.[347] Bunun içindir ki eğer cisimle kendisinden başkası murad olunmazsa kendisinden söz etmek caiz olur. Fakat, cismi ispat isimlerinden sayan hiç bir kimse yoktur. Çünkü arazlar ve sıfatların ispat için isim olmaları ihtimalleri bulunduğu halde onlara cisim denmez. Bunun için Allah´a cisim demek, batıldır.
Eğer fail.veyahut âlîm ve bunun benzeri gibi ismin Allah´a ıtlak edilmesi caizdir de, cismin ıtlak edilmesi neden caiz değildir, diye bir itiraz vuku bulursa, ona iki şekilde cevap veriilr :
Birincisi : Gerçekten, eğer biz bunun manâsını anîıyamazsak, bununla, Allah´a isim vermek naklî delille sabit olduğu için caiz olur. Birincisinde yani cisim hakkında naklî delil yoktur. Bunun için her ikisi arasında ihtilâf yani benzersizlik vardır.
İkincisi : Hakikaten fail ve âîim´in manâsı şahitte yani görülen âlemde bilinmektedir. Bunlar, hadis olmanın delillerinden olmadıkları gibi delili anlamında bilinen şeyden de değillerdir. Bununla Allah-u Te-âlâ´nın vasfedıimesi ihtimal ve imkân dahilinde olduğu kabul edilmiştir. Bunun içindir ki bu isim ile Allah´a, mahlûkattan bir §eyin benzemesinin nefyedilmesinin söylenmesi lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.
Eğer şöyle bir soru varid olursa : Niçin «Allah, kendisine fail olarak isim verilen şeyle cisim olur da, kadir ve âlim isimleri de böyledir. Çünkü görünen âlemde bununla isimlenen hiç bir kimse yoktur ki o, cisim olmasın» demedin
Bu soruya şu şekilde cevap verilir : Görünen âlemde bununla isim verilmez. Çünkü o, cisimdir. Bizim vücudumuzda öyle cisimler vardır ki, onlara cisim ismi verilmez. Bunun içindir ki, ona cisim demek lâzım gelmez. Hal bu ise biz geçen mevzularda aklî delil ve naklî delil ile verilen ismi kendilerinde kullanılması daha gerçek olan, kendilerine daha yaraşır olan vecihleri beyan ettik. Biz bunu kendisine arız olan da görmüyor, bulamıyoruz. Eğer bizim için bunlar caiz olmuş olsaydı, başkasının da benzeri ile cesedde veya şahısta veya buna benzer yerde bize mukabele etmeleri caiz olurdu. Bununla beraber cismin ismi görünen âlemde sükûn, hareket, fiil, araz ve benzeri şeylerden parçalanmayı ve cüzleşmeyi kabul etme ihtimali bulunmayan şeylerle vaki olması görülmemektedir. Öyle ise, cismin cüzler sahibi olan[348]bir şeyin ismi olduğu sabit olur. Tıpkı uzunluk[349] genişlik[350] ve birbirine ısınıp uyum sağlamak gibi. Kendisi ile meydana gelen fiile, zahirinin delâlet ettiği şeyden dolayı uyum sağlıyan, birbirleriyle bağdaşanlara aynı ismi söylemek batıl olmaz. Çünkü eğer bu tür sözler batıl olmuş olsaydı ezelde bizatihi var olduğunu söylemek batıl olurdu. Eğer böyle olmuş olsaydı zahirde ancak kendisi ile yapılan işe delâlet ettiği için uzunluk, cesed, renk ve yemek ve bunlara benzer şeyler ile söylemek caiz olurdu. Her nekadar lâfızda delili olmasa da hakikatte var olması icabettiği için bu gibilere aynı ismi söylemek caiz olmadığı vakit, benzerinin cisim hakkında söylenmesi de caiz olmaz. Tevfik Allah´tandır. [351]
Mes´ele (Allah´a «Şey´» Lâfzının Itlak Edilmesi Caizdir)
Eğer denilirse ki : Siz, «Allah, şey´dir fakat eşya gibi değildir» dediniz de, niçin «Allah ´cisimdir, fakat cisimler gibi değildir» demiyorsunuz Bu soruya şöyle cevap verilir : Çünkü «şey» dememize lâzım kıldığımız sebeb, cisimde bulunmamaktadır. Onun için biz bu deyimi kullanmaktan kaçındık.
Sonra bize cisimdir, fakat cisimler gibi değildir; demeniz lâzım gelirdi diyen kimsenin maksad ve muradı bizi, «Allah şeydir», sözümüz ile[352] ilzam etmesinden hâli kalmazdı. Bunun içindir ki biz, kendilerine cisimdir, demeye lüzum görmediğimiz sıfatlar ve arazlardan ibaret olan eşyanın çoğunluğunu bu hususu red eder olduğunu gördük. Eğer bizim «eş-5^alar gibi değildir» sözümüzü murad ediyorsa bu müspet olanın mahiyetine delâlet eden ispat harfi değildir. Binaenaleyh böyle bir sorunun varid olmasının bir anlamı yoktur. Onun dediği, başkasının «Eğer Allah´ın şey olması fakat eşya gibi olmaması demek caiz olursa; niçin insandır, fakat insan gibi değildir, denmesi caiz olmasın » diyen kimsenin sözüne benzer.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu gibi soruya cevap olarak göyle denir : Çünkü Allah, cisim değildir24. Öyle ise bu mânada «cisimdir fakat cisimler gibi değildir»[353] denilir. Bu nevi muaraza değil, ancak muhakemedir. Biz ilâh icadetmeğe malik değiliz ki bu gibisine mukabelede bulunalım. Bize şöyle de denilebilir : Bunu kıldınız da gunu niye kılmadınız. Bilâkis Allah-u Teâlâ bu gibi deyim ve tabirlerden yücedir, münezzehtir. Belki Allah kendisinin bulunmuş olduğu şey ile vasfolunur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra bir şeyin husulünde muarazada bulunmak tenakuz teşkil´eder. Çünkü o, diyor ki : «Siz, Allah şeydir, fakat eşya gibi değildir» diyorsunuz da niçin «Allah cisimdir fakat cisimler gibi değildir demiyorsunuz » diyor. Buna göre biz «Allah cisimdir» dediğimiz vakitte bu bizim sözümüzün anlamı «Allah şeydir fakat şeyler gibi değildir» demek olur. Çünkü Allah şeydir fakat eşyanın bazısı gibi değildir. Çünkü cisim eşyanın kısımlarından biridir. îste bu deyimde cisimdir fakat cisimler gibi değildir sözünün doğru olmadığı, batıl olduğu tezahür etmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bizim «Allah şeydir fakat eşya gibi değildir» sözümüzün manâsı eşyanın mahiyetini iskat etmektedir. Eşyanın mahiyeti ise iki nevidir : Birincisi, fiziki varlığıdır ki o, cisimdir. İkincisi ise cisimde bulunan sıfattır ki, o da arazdır. Öyle ise maddelerin fizikî varlıkîarmdaki mahiyetlerini yok etmek lâzımdır ki o da cisimden ibarettir. Aynı zamanda kendilerinde bulunan sıfatları da gidermek lâzımdır ki onlar da arazlardır.
Biz, cisim demek olan bu manâyı, eşyanın zatından giderdiğimiz vakitte bu manâ için kullanılan ismi iptal ederiz. Tıpkı benzetme manâsını ispat ve tatil, yani işgörmemezliği nefyedendeki benzetmeyi izale ettiğimiz vakitte bunun ile görüş beyan etmeyi iptal ettiğimiz gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bizim, «şey»i kabullenmekteki ifademizi beyan etmekte iki cümle vardır :
Birincisi : «Şeydin isim kılınması.[354] İsimlerde muvafakat, birbirine benzemeyi icabetmez. Çünkü bazen isim manâda muvafakati reddetme yerinde kullanılır. Meselâ «felân asrının[355] teki ve kavminin biridir» denildiği gibi. Çünkü bu cümlede onun kavminin içinde, asrında eşi, manen-di, benzerinin dilenildiği şekilde bulunmasını nefyeder. Her nekadar bunlarm hepsi bir ismini vermekte müşterek iselerse de. Şayet isimde muvafakatin bulunması birbirine benzemeyi icabettiriyorsa, onun muvafakati reddetme maksadı ile bir yerde kullanılması ihtimal dahilinde değildir. Bunun gibi, «küfür» ve «îslâm» sözünü ismin bunlardan her biri İçin gerçekleştiğini, muvafakat ise ancak söz bakımından olup fakat manâ itibariyle birbirine zıt olduğunu görüyoruz. îşte bu hareketler, fiiller ve benzeri gibi işlerde de böyledir.
Allah-u Teâlâ´ya «şey» ıtlak edilmesinin caiz odluğunun ispatının delili iki yönden müteâlea edilir :
Birincisi, naklî delil ki o da Allah-u Teâlâ´nın ; «... O´nun (benzeri olmak şöyle dursun,) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[356] Kavl-i Celili´dir. Eğer Allah, şey olmamış olsaydı, şey olma ismiyle eşyadaki şey´iyet kendisinden nefyolunmazdı. Çünkü şey incelendiğinde, şey ile söylemek imkân ve ihtimal olmıyanın hilafı olduğu anlaşılır. Allah-u Teâlâ´nm «De ki : şahid olmak bakımından hangi şey daha büyük De ki : Benimle sizin aranızda Hak Peygamber olduğuma Allah hakkı ile şahiddir.»[357] Kavl-i Celîli de böyledir. Eğer şey isminin Allah-u Teâlâ´ya söylenmesi mümkün olmamış olsaydı bu Ayet-i Celüe´de Şeyi içine alan kelimenin bulunup Allah´a izafe edilmesi mümkün olmazdı.
Aklî delil ise, şöyle ifade edilmektedir : Şey olma, örfde başka bir şey için değil, ancak ispat için isimdir. Çünkü «gey´siz» sözü eğer kendisi ile küçümsemek[358] murad edilmediği vakitte menfidir. Böyle olduğuna göre şey´in isbat ve hareketsizliği nefyetmenin ismi olduğu sabit olur. Eğer şey´in manâsının ispat ve hareketsizliği nefyetme manâsına olduğunu biîmiyen bir zümre olursa bu gibi arasındaki bu durumdan korunmak gerekir. Çünkü bunların çirkin bir manâ, kötü bir anlamı kalplerinde bulundurup kerih bir inanç içinde şey´in zâtın dışında bir varlık olduğunu[359] söylerler. Çünkü o ispat anlamında daha açık olarak anlaşılır. Her nekadar ikisi de ilim ehli katında bu deyimle bir manâ ifade ediyorsa da.
Bununla beraber «şey´sizdir» sözü ya hakikati reddetmek veyahut sabit olanı küçümsemekte kullanılır. Buna göre şey ile ifade etmek ancak o zâtı ispat ve o´nun yüceliğini ifade eder.33 Allah-u Teâlâ da buna gerçekten lâyıktır.[360]
Halbuki «cisimsiz» sözü bu ikisinden birini dahi icabettirmez. Yine «cisimdir» sözü de böyledir. Bunda varlığının övüldüğü veyahut yücelttiği hususdan herhangi bir şeyi ispat etme durumu yoktur. Bunun içindir ki ikisinin arasında benzersizlik vardır.
Bu söze göre «âlim değildir, kadir değildir» sözü, yüceliği nefyeden isimdir. Bunun gibi «âlimdir, kadirdir» sözü de yücelik ile vasfetmeği ica-bettirir. Tevfik Allah´tandır.
Görünen âlemde birinin «şey» sözünden zâtın mahiyeti anlaşılmadığı gibi «âlimdir, kadirdir» sözünden[361] de şey´in sıfatı[362] anlaşılmaz. Birincisinden anlaşılan husus ancak varlıktır ve zatın dışında olmaktır. İkincisinde ise, şey´in mevsuf olduğu anlaşılır. Yoksa kendisinde zâtın mahiyetinin beyanı olduğu hususu anlaşılmaz. Tıpkı adamın birinin «cisimdir» demesi gibi. Çünkü bu söz mahiyeti ifade eden bir sözdür ki bu da yönler sahibi veyahut buutlu olanlar veyahut da arazlar için kabul olan ve sonuçlar için ihtimali bulunan şey olur. Bu husus insan ve diğer mevcudat hakkında da böyîedir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra bu ifade edilenlerin hepsini, kabullenmeyi ifade etmek vecip-tir. Çünkü Allah-u Teâiâ´ya şey ismini ıtlak etmek naklî delille sabit olmuştur. Tevfik Allah´tandır.
Ebu Manaur (r.h.) diyor ki : Tevhidin tarifinde asıl olan şudur ki : Onun başlangıcı teşbihtir, sonucu da tevhid. Böyle söylemeye zaruret itmiştir. Çünkü anlaşılan mefhum ile düşüncelerdeki şeyi idrak etmekten anlamaların kısaldığı şeye delil getirilir. Meselâ Ahiretin sevabının ve Ahirette bulunan Azabm dünya lezzetleri ve eziyetleri ile anlaşıldığı gibi. Allah-u Teâlâ´nın vasfının yaratmış olduğu mahlûkatmdan buna delâlet eden hususların anlaşılması ile ispat edilmesi de böyledir. Bunun içindir ki «âlimdir, kadirdir» ve benzeri sıfatlar Allah´a izafe edilmede söylenmiştir. Çünkü bunları söylememekte Allah-u Teâlâ´nm bu gibi sıfatlardan beri olup hareketsiz kalması ifade edilir. Mahlûkatmda mevcut olan manânın incelenmesinde ise teşbih vardır. Onun için bu hususa «fakat âlimler gibi değildir» ve benzeri sözler katılmıştır ki teşbihi nefyetmek ispatın zımnında bulundurulmuş olsun. İşte bu husustur ki aklî ve naklî delilin mecbur kılması, böyle söylememizi gerektirmiştir. Fakat hakkında aklî ve naklî delil olmıyan hususa gelince bunun ile Allah´a isim vermek çok büyük bir kuvvettir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
İkinci sözümüze gelince : Gerçekten «şey» isim değildir. Çünkü her ismin, zikredildiği vakitte şeyin mahiyetini bildiren bir özelliği vardır. Meselâ «cisim nedir » diye sorulduğunda; kendisinin üç buudu bulunan şey diye cevap veririz. însan nedir sualine ise «görünen âlemdeki diri, konuşucu, ölü gibi sıfatlarla yani bunlara ihtimali olan bir varlıktır» diye bilinen tarifini söyleriz.[363] Yine böylece kendisinin tarifi bulunan her cevher, kendine hâs ismi ile zikredilir. Buna göre «âlimdir, kadirdir» ifadelerinin özelliği Allah´ın mahiyetini bildiren veyahutta zâtını tarif eden bir ifade ile zikrolunamaz. Bu ancak Allah´tan bunların kendisinde bulunmadığını ifade etmeyi reddetmek, ortadan kaldırmak ve bütün eşyanın da kendi hükmü, kudreti ve ilmi altında bulunduğunu ifade etmek için zikrolunur. Yoksa Allah´ın zâtının mahiyetini beyan etmek için zik-redilemez. Buna göredir ki Allah´a âlimdir, kadirdir ve benzeri sıfatlarını ifade ederek isnat etmek caizdir. Bunda Allah´ın Zâtı´nın mahiyetinde benzetme ciheti yoktur. Sakın bu ifadelerde, görünen âlemde oldukları gibi kudret ile ilmin Allah´tan gayri bir şey olduğu anlaşılmasın. Bunun içindir ki adı geçenlerden «gayri gibi değildir» denilir. Bu ifade de Allah-u Teâlâ´nın başkası ile değil, bizatihi âlim ve bizatihi kadir olduğu hususun açıklanması ve bilinmesi için kullanılır. Tevfik Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlardan birine «bir» kelimesinin manâsının ne olduğu sorulduğunda sorana şöyle cevap verildi: «Bir» kelimesinin anlamı, dört kısım üzere mütalea edilir : Kendisinde katlama ihtimali bulunmıyan bir küldür. Kendisinde yarını kılma, yani parçalama ihtimali bulunmıyan bir cüzdür. Üçüncüsü, her iki şeklin kül ile cüz arasında bulunması muhtemel olan şeydir. Tıpkı kendisinden yarım kılma hususunun kaldırılması veyahutta kendisinden katlanmanın indirilmesi gibi. Çünkü külün ötesinde bir şey yoktur. Dördüncü husus ise, bu üç şeklin kendisinde bulunduğu şeydir. Odur, O değildir. O, o olandan daha gididir. O, öyle bir şeydir ki ondan bahsetmekte dil tutulur, onu beyan etmekten lisan aciz kalır. Onu düşünmekten fikirler, zihinler aciz kalır, kendisini düşünmekte tüm anlayışlar hayranlık iğinde kalır. îgte bu vasıflarla muttasıf olan âlemlerin Rabbi´si olan AUah´dir.
Kim ki Allah hakkında incelemek suretiyle cisim ile ifade-i meram etmek sevdasına düşerse -ki bizim açıkladığımız gibi sonuçlara ve benzerlerine muhtemel[364] olan arazların mahalli olan cisimlerin manâlarını ifade etmektedir- o kimseye görünen âlemdeki cisimlerin yaratılmaların-daki manâları hakkında konuşması vacip olur. Tabiatiyle bu bütün yönlerinden her yönünü tesbit etmesi mümkün olursa. Evet bu cihet bakımındandır ki Allah hakkında bu ifadeyi kullanıp Allah´a cisim demek mümkün değildir, fasittir, batıldır. Çünkü bu Allah-u Teâlâ´yı hadis olduğu delil ile sabit olan bir şeyle vasfetmektir. Eğer bunu icap etmeye hazırlanmamış bulunuyor ise, o zaman bu ismi verebilir. Bu husus eğer delil ise söylenebilir. Fakat, sabit değilse söylenemez. Güç ve kuvvet Allah´tandır. [365]
Mes´ele (Allah-U Teâlâ´nm Sıfatı Hakkında)
Allah-u Teâlâ´yı, kadîmdir, âlimdir, hayydır, kerîmdir, cevvâddır diye vasfetmek, ve bu isimleri Allah´a vermek haktır. Bu husus, aklî ve naklî delilin her ikisi ile sabittir.
Naklî delil, Kur´anı Kerim ve Allah-u Teâlâ´mn gönderdiği diğer kitaplarında varid olandır. Allah-u Teâlâ, bütün peygamberlerin beyan ettikleri ve bilginlerin peygamberlerden naklettikleri isimler, Cenab-ı Hakk´a isim olarak-verildi. Ancak ne var ki insanlardan bir kısmı, o isimleri Allah´tan başkasına da verdiler. Böylece onlar ismin isbat[366] edilmesinde isimle her musemmanm (kendisine isim verilen) arasında benzerlik olduğunu zannettiler. Eğer isim verilmekle isimle musemmanm arasında benzerlik olsaydı, birşey meydana getirememeği nefyetmekle de benzerlik bulunurdu. Onu nefyetmekle yine kendisiyle ismin manâsının altına dahil olmayan şeyin arasında da benzerlik bulunurdu. Halbuki bu husus söylendiği gibi değildir. Fakat biz geçen konuda isme muvafakat ettiği için benzerliğin çok uzak bir ihmal olduğunu açıklamıştık. Çünkü Allah, zâtına isim olarak verdiği geyle, kendisine isim verilmiş, ve kendisini vasfettiği şeyle de vasf olunmuş tur. Akıl da bunu icap ettirir. Zira Allah-u Teâlâ´mn zatı ve sıfatiyle mahlûkata benzemediğinin sabit olması, Allah´ın fiilinin mecburi bir fiil olmadığı; bilâkis onun ihtiyarı fiili olduğuna delâlet eder.
Yine, hiçbir bozukluğu meydana gelmeksizin ve hikmet dairesinin dışına çıkmaksızın fiilin birbiri ardınca nizam ve intizamlı bulunması yapılan işin failinin ihtiyarı ile olduğunu isbat eder. îşte bunun için, mahlû-katm yaratılması hakikaten Allah´ın fiili[367] ile olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten Allah-u Teâlâ, herhangi bir şeyi[368] yaratır, sonra onu öldü-. rüp yok eder. Bu ifadeye gece ve gündüz gibi yok edip iade ettiği şey de vardır. Bununla da, Allajı´m fiilinin ihtiyari ile olduğu sabit olur. Çünkü[369] bununla fesada uğrattığı şeyin, salâhını, öldürüp yok ettiğini, iadesini[370], yok olanı var etmeyi, ve var olanı da yok etmeyi gerçekleştirir.
Öyle ise bunun ihtiyari olduğu sabit olur. Zira, kendisinde mecburi olarak bir fiil sadır olan kimsenin var ettiği şeyi yok etmesi, yokettiğini de var etmesi mümkün değildir, kendisinin böyle bir iş yapması beklenemez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine biz âlemin bir şeyden olmaksızın sonradan var olduğunu, beyan ettik. îşte bu hususa ancak kendisinde ihtiyari manâsının tamamı bulunan kimsenin ulaştığı bir nevidir. İhtiyari olmayan şeyin hakkı mecbur kalmaktır. Eşyayı, bir şeyden olmaksızın yaratma kuvvetine ulaşan kimsenin, sonra bir şeyi yapmağa mecbur olması mustehildir.
Bununla beraber, bir şeyin mecburen vuku bulması, onun başkası^ mn kudretinin icbarı altında bulunması ve kendisinden her türlü imkânın gitmesi demektir. Bu ise hadis olmanın delili ve zayıf olmanın alâmetidir. Rabbimiz olan Cenab-ı Allah, bu gibilerden beridir, yücedir. Mahlûkatta, birinden diğerine miras olarak kaldığı bilinen şeyde, Allah´a duada bulunmaları ve kurtulmaları için kendisine niyaz etmeleridir.
Ve Allah şunu kahretti, bunu kurtardı. Pelân´a yardım etti, filân´ı ise rezil rüsvay etti. Her kuvvet sahibi yarattığı kuvvet ile fiilini icra eder. Bu hususlardan herhangi bir şeye mecbur olanla nail olunmaz, kendisine rağbet de edilmez. Bunlar delâlet ediyor ki âlem gerçekten Allah´ın ihtiyarı ile yaratılmıştır.
Allah-u Teâlâ´nın fiilinde ihtiyar sahibi olduğu sabit olunca, bulunduğu hâl üsere mahlûkatm üzerine hakim olması bakımından kudret ve irade sahibi olduğu sabit olur. Çünkü, kudreti bulunmayan kimseden [371]meydana gelen şey, kararsız ve fasid olur; bir şeye zıddı ile birlikte malik ve sahip olunmaz. îşte kendisinden meydana gelen şey kudret ve ihtiyari ile olduğu sabit olur. Bu hususta gaibi bilmek için asıl olan, görünen âlemdeki hakiki[372] fiilin emareleridir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bizim, fiilin birbiri ardınca vukubulması ve bu durumun muhkem ve sabit olarak hasıl olan şeylerden zikrettiklerimiz Allah´ın fiilinin ilmiyle vuku bulduğuna delâlet eder. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine, dünyadaki imtihanlara tabi tutulanların maslahatları doğrultusunda imtihan olunmayan cevherlerin her birinin meydana çıkması; ve kendisinin baki kalmasını temin eden şeyin yaradıimasiyle beraber, bekası murad edilen her şeyin yaratılması ile bilinir ki, bunların hepsi, her şeyin keyfiyetini ve ihtiyacın] ve hayatını idame ettirecek olan hususunu bilen tarafından olmuştur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten, Allah-u Teâlâ, mahlûkatı öyle bir şekilde yaratmıştır ki, bu yaratılış şekli, mahlûkatm hadis olduğuna, ve kendisini yaratan bir muhdisin bulunduğuna ve onun birliğine delâlet eder. Eğer Allah mahlûkatm yaratılmasını, biîmemiş olsaydı, mahlûkatm bu hal üzere meydana gelmesinin imkân ve ihtimali düşünülmezdi. Gerçekten Allah-u Teâlâ´nm mahlûkatı bulunduğu gibi yaratması, kendisinin yarattığını bildiğine delâlet etmektedir. Tevfik Allah´tandır.
Peygamberlerin emirle gelmesi de Allah´ın ilmi ve ihtiyari iledir. Eğer insanlar peygamberlere tabi olup onların getirdikleri prensiple amel etmiş olsaydılar, aralarında ihtilâf, tefrika ve fesada uğrama ihtimali olmazdı. Tabii bu husus eğer Allah´ın ilmi ayrı, ayrı yerlerde olmamış olsaydı vukubulurdu.
Allah-u Teâlâ yaratma fiili yok iken vardı. Sonra tekvin yani varet-me, yaratma var oldu ki o, ise yaratmanın gayridir diyen kimsenin sözü, tıpkı âlemin yaratıcısının bulunmaması ile âlemin var olduğunu zikredenin sözü gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten, var olmayı tabiatlara ve gıda maddelerine isnad eden kimsenin sözü, yaratmadan başka bir şey olmaksızın, yok iken sonradan yaratmayı Allah´a isnad eden kimsenin sözünden daha gerçek ve doğru olur. Çünkü ilkinde var olmayı tabiat ve gıda maddelerine isnad etmekte kendisi ile başkasının olması işinin ispatı vardır. Böylece onların yaptıkları isnatta, bir analiz bulunur, diğerlerinde ise tedkik ve tahkik yoktur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Görünen âlemde, kendisi kadir olup da, kendisinin fiili bulunmayan ve memnu´ olmayan bulunmaz. Görünen âlem ise görünmeyen âlemin delilidir. Binaenaleyh yaratma sıfatının Allah´ta bulunması lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.
Yaratma sıfatı, fesad, şer, çirkin ve kötü sıfatlan ile mevsuf olur. Eğer onun zatında Allah´ın fiili bulunmuş olsaydı, Allah-u Teâlâ bunların hepsiyle mevsuf olması ve bu isimlerle kendisine isim verilmesi gerekirdi. Bunlarla Allah´ın vasfoîunnıasi ve bu isimlerin kendisine verilmesi küfür olunca, Allah´a verilen isim ve sıfatlar, bu isim ve sıfatların gayridir. Kurtuluş ancak Allah´tandır.
Değmek, duyurmak, taat, masiyet ve kazanmak, eğer Allah´ta hakikaten bulunmuş olsaydı bunlardan biri ile kendisine isim verilirdi.[373] Tevfik Allah´tandır.
Hakikaten, Allah´tan asılda bir fiilin sadır olması caiz olmayıp sonra vaki olması caiz olsaydı, ya bizatihi kendisi için caiz olmazdı ki bunun ebediyyen böyle olması vacip olurdu. Veyahut gayrisi için caiz olurdu. İşte kendisinden sorulan da odur. Allah-u Teâlâ´nm bizatihi fail olmaması caiz olmadığı sabit olunca kendisi binefsihi fail olur. Tevfik Allah´tandır.
Yaratma, hakikatte Allah-u Teâlâ´nm fiilidir, diye iddia eden kimse, o namaz gibidir. Namaz ise hakikatte fiildir, diyor.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Böyle söylemek vehimdir. Çünkü bu isim hakikatte Alîah-u Teâlâ´nm fiilinin ismidir.
Sonra, yaratma gerçekten Allah´ın fiilidir ki : Bununla Allah´a isim verilmesine, bu kelime delâlet etmiyor. Oysa ki biz[374] Allah´a isim verilmesi caiz olan ve olmayan şeyi geçen konularımızda açıklamış bulunuyoruz.
Eğer «Allah-u Teâlâ ezelde Tekvin (varetmek) sıfatı ile nıevsuf olunca, niçin ezelde mükevven (varolan) bulunmuyor » denilirse cevap olarak denir ki : Allah-u Teâlâ, ezelde eşyanın bulunduğu hâl üzere varolacağını biilyor ve murad ediyordu. Bu, herşeyin vakti zamanında olması için Allah-u Teâlâ´nm eşya üzerindeki kudreti, iradesi ve eşya hakkındaki ilmi gibidir. Her nekadar yok iken sonradan varolan [375]Olanın tarafında kendisi hakkında olan ilmi ve üzerinde müessir olan kudretin değişmemesi ile olsa da sonradan var olma, olan hakkında kullanılır, yoksa olanı bilme hakkında değil.
Bu konuda asıl olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ´ya bir sıfat ıtlak olunduğu ve ilim, fiil ve benzeri sıfatlardan biri ile vasfolunduğunda Allah´ın ezelde o sıfatla mevsuf olması lâzımdır. Bu sıfatın altında bulunan -malûm (bilinen), üzerine kudretin hükmünün cari olduğu, makdur ve var olandan ibaret olan mükevven ve murad gibileri o sıfatla beraber zikrolundukları vakit bu eşyanın kadim olduğu anlaşılmaması için o eşyanın vakitleri o sıfatla, beraber zikredilmesi gerekir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Birincisinin yani Allah-u Teâlâ´ya her hangi bir sıfat ıtlak olunduğu zaman aynı sıfatla ezelde mevsuf olmasının gerektiği hakkındaki delil; o sıfatın ezelde Allah´ta bulunduğunun sebkat etmesidir.
İkincisinin delili, yani var olanın vaktinin zikrolunmasınm gerektiğinin delili ise şöyle izah edilmektedir : Yapılanın vakti zikrolunmadığı zaman kendisinin kadim olduğuna veyahut vaktinin gayrinde bilinmediğine imâ ve işaret olunmuş olur. Acizlik de böyledir. Çünkü «o, saat için var olmuştur» dendiği zaman bununla, bu saatte var olması için, varlığı bilinmiş ve murad edilmiştir demeye işaret olunur. Onun hakkındaki ilim, kudret ve irade de böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır,
Kıyamet ve fena kelimelerinin başka bir manâsı daha vardır. Şöyle ki : Gerçekten kıyameti soran kimse, «eğer Allah, saati işler» diye murad ederse, bu «saat» kelimesinin kıyamete vakit olmaktan veyahut Allah´ın kıyameti var etmesi için kullanılması veya murad edilmesinden hâli kalmaz. Birincisi mümkün değildir, zira böyle bir şey yoktur ve düşünülmemiştir. İkincisi ise, vakti var etmek için bir zaman kılındığından dolayı fasiddir. Bu da hadis olmanın yani sonradan var olmanın alâmet ve işaretidir.
Soru : Mükevven, yani var olunan bulunmadan tekvinin, yani var etmenin bulunmasında aczin ispatı mı vardır
Cevap : Bu husus, eğer var etme bir vakit için olur da o vakitte var olmazsa ancak o zaman bulunur. Halbuki ezelde bilinen ve murad edilen, hükmedilen, zamanı geldiğinde vakti, vaktinde vukubuluyor. Cehil ve mecburiyet olmadığı zaman onu bilme ve irade etme hakkında söylenecek söz de böyledir.
Amma, kendisinde vukubulduğu vakit için olmuş olsa, ilmide hakkında beyan ettiğimiz gibi böyle söylenmez, tgitme, görme, kerem ve cud sıfatları da buna göredir. Her ne kadar işitilen, görülen ve diğer zik-rolunanlar hadis ise de, Allah-u Teâlâ ezelde bu sıfatlarla mevsufdur. Bu ifadeye göre sonradan var olma cari olduğu için her ikisi zikredildiğinde işitilen için vaktin zikredilmesi muhakkak lâzımdır. Birincisi de yani Tekvin de bunun gibidir.
Bu mevzuda asıl olan şudur ki : Gerçekten Allah´ın fiili ile vaki olan, Allah´ın bilfiil o sıfatla vasfedildiği zaman aynı sıfat Allah´ta bulunmasa, bu vasıf, acizlik vasfıdır. Eğer aynı sıfat Allah´ta bulunup vasfedilen şey de zamanında ve Allah katında bulunursa bu kudret sıfatıdır. Bu husus, tıpkı kendisinde bir şeyin fiili ve onun yanında zıddı bulunan kimse gibidir ki o fiil[376] onun fiili yönünden daha tamamdır.[377] Fiili bulunduğu yerde[378]´ olmayan kimse, fiili her yerde[379] vukubulan kimsenin gayri olması da böyledir. Zikrettiğimiz hususlar ile Allah-u Teâlâ´yı vasfetmemiz de bu meyanda mütalea edilmektedir. Çünkü o, tamam olan bir vasıftır. Bununla beraber kul´un fiili vaktinin gayri için vaki olmaz. Çünkü o fiil kulun isidir ki[380] bu is bilfiil ve aletlerle olur. Allah-u Teâlâ ise bizatihi yapar. Bu tıpkı Allah-u Teâlâ´nm bizatihi bilmesi ve bizatihi kadir olması gibidir. Zikrettiğimizin gayri ile Allah´tan başka olan her şey, eğer Allah´ın fiili olmamış olsaydı ondan bu fiil sadır olmazdı. Allah, her şeyi bir şeyden olmaksızın var eder. Bunun içindir ki takdir hakkında söyledikleri sözün tümü batıldır, fasittir. Kudret, irade ve geçen mevzularda açıkladığımızın hepsi bunun gibidir.
Başka bir delil; gerçekten kuldan mütevellit bir fiil bulunur ki bu o fiili kul isledikten bir zaman sonra vaki olur. Tıpkı her hangi bir şeyi atmak, fırlatmak ve cinayetler işlemek gibi.
Bu fiili işleyene fiilinin gerçekte vuku bulmasından sonra kaatil, cani ve katle ve cinayete uğramış, isminin verilmesi kendisine müstehak olur. Bunun gibisinin Allah´tan vukubuîması her nekadar Allah´ın fiili, yaratılma ve doğma vasıfları ile vasfoiunnıazsa da Allah´tan olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü görünen âlemde iki vecihten birinin meydana gelmesi fiilin[381] tahkikini menetmez. Bunun aynısı görünmeyen âlem hakkında da caridir. Her nekadar bizim bir şeyin cisim olmadığını ispat etmede[382] açıkladığımız husus üzere açıklanan bu vecihten değilse de. Bu söz Allah´a şey, demenin caiz olmasma binaendir. Her nekadar araz değilse de o gey. Görünen âlemde cisim olmıyan her şey, varlık hakkında arazdır. Yoksa o şey, varlığın ismi değildir. İlk zikredilen aynı bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır. Ve yine acizlik alâmeti olma hususunda ileri sürülen görüş, Allah hakkında değil, bilâkis bul hakkında ileri sürülebilir. Çünkü kul, kendisiyle tahakkuku mümkün olmıyan bir şeyin yapılmasına kadir olmaz. Tıpkı hareket ve hareketsizlik fiilini icra etmek suretiyle kendini kuîlanmaksizın yapılanın meydana gelmesine kadir olmadığı gibi. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Bundan sonra hiç bir kimse yoktur ki kendisinin memur kılındığı ve nehyedildiği vakitte bu hususta bir emrin aynı vakitte gelmediği sözünü kabul etmesin. Memur ve menhiy olduğu husus hakkında aynı vakitte bir emrin geldiğini kabul etmek zorundadır. Vaad ve vaid de böyledir[383]. îşte bu suretle Peygamber (s.a.v.) gönderilen ile o halde memur veya menhiy olan odur. Binaenaleyh olduğu zamandaki var olmasının ezeldeki tekvin sıfatının bir tecellisi olduğu inkâr olunamaz, tşte böylece Allah-u Teâlâ her olan ile, onun olacağını bilmesiyle vasfolunması da böyledir. Her nekadar daha önce Allah´ın ilmi ile vasfohmdu ise de. Var olma, hadis olmanın hepsi Allah´tan başkasmdaki varlıkta düşünülebilir. Tevfik Allah´tandır.
Ne var ki tekvin´in manâsı her nekadar beşer anlayışının ulaşamadığı bir husus ise de «kün-ol»[384] sözünün imkân ve ihtimali dahilinde olan en kolay sözle edası mümkün olur. Zira Allah-u Teâlâ, var olmasını bildiği ve dilediği her şey´e ol dediği vakitte o şey bu emirle var olur. O var olan her şey, bulunduğu hal üzere var olması gerektiği vakitte tekrarsız olarak var olur. İşte bu noktaya emrin hepsi, nehiy, vaad ve vaid dahil olur. Bu suretle, devamlı olarak kâinatın vakitleri ve mekânlarında]´! muhtelif halleri üzere olmuş ve olacak şeyden haber verilmiş olur. Fakat, mahlûkatm aklî kapasitesi meşgul etmiyen ve yormiyan[385] tekvin sıfatını anlama vüsatmda değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bu bölüm öyle bir bölümdür ki eğer bunda uzun uzadıya araştırma ve analiz etmeğe kalkışılırsa maksud olanın sonucuna ulaşmaktan insan aciz kalır. Biz işaret etmiş olduğumuz gey´in akıl ve iyi anlayış sahibi için ikna edici bir yer olmasını dileriz. [386]
Mes´ele (Kâbi´nin1 Zatî Ve Fiili Sıfatlar Hakkındaki Görüşleri Ve Bu Görüşlerin Reddedilmesi.)
Kâ´binin, Allah´ı bilmekte ulaştığı mevkii bilmemiz için, ileri sürdüğü fikir ve görüşlerinin bazısını zikredeceğiz.[387] Bununla mutezile mezhebinde ulaştığı makamı iyice anlaşılmış olur. Çünkü o, mutezileler nez-dinde yeryüzü halkının imamı olarak kabul edilmiştir.
Kâ´bi diyor ki : Hâl ve şahsın ihtilâfına ihtimali bulunan şey, fiilin sıfatıdır. «Felân´a rızık verir», «ve şu halde merhamet eder, bu halde de merhamet etmez» sözü gibi. Kelâm hakkındaki söz de böyledir. Şahıslar hakkında öne sürülecek fikir de aynı bunun gibidir. Kudret, ilim ve hayat sıfatları hakkında bu gibi sözlerin söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Çünkü bunlardan herbiri zâtın sıfatıdır.
Ve yine Kâ´bi der ki : Üzerine kudretin vaki olduğu her şey, fiilin sıfatıdır. Rahmet ve kelâm gibi. Üzerine kudret vaki olmıyan ise, zâtın sıfatıdır. Meselâ «bilmeye veya bilmemeye kadir olur mu » denilmediği gibi. Sonra zâtın sıfatından sorulur : Allah´ın niçin zıddı ile vasfolunması vacip olmuyor Bu soruya cevaben diyor ki : Çünkü o, zâtına rücu´ eder. Zâtı ise muhtelif değildir. Zıttı ile vasfetmek ise ihtilâfı icabettirir. Sonra diyor ki : Allah´ın zâtı, muhtelif olmayınca nefsinin baki kalmış olduğu şeyin muhtelif olması caiz olmaz. Tıpkı illetin devam etmesiyle kendisinin de devam etmesi ület için vacip olan şey gibi.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin sözlerinden bazısı da şöyledir : Allah-u Teâlâ´nın hakikatte sıfatı yoktur. Allah´ın sıfatı, ancak vasfedenin kendisini vasfetmesi veyahut isim verenin isim vermesinden ibarettir. Bu ikisi birden vasfedenlerin vasfında, ne zaman Allah´ı ilim, kudret, ve fiil sıfatları ile vasfederlerse, vasıf bakımından hiç bir ihtilâf olmaksızın vasfedenlerin vasfında bulunur. Sonra Allah, hakikatte Âlim, Kadir ve Hâlık isimleri ile isimlenmiş bulunuyor. Artık Allah´ın vasfedilmesi bakımından bülnmesinin bir veçhi yoktur. Çünkü bu her ikisinin, yani vasıfla ismin her ikisi kendisinde muvafakat bulunan şeye rücu´ eder.
Sonra bazen denir ki : Allah, felânın duasını işitti, filânın duasını da işitmedi. Ve adamın biri, kalkıp söyle diyor : Allah, bunu benden bilmedi. Diğer biri de Allah bunu benden şu vakitte bildi, bu vakitte ise bilmedi, der. Sonra bununla işitme ve bilme sıfatlarının zâtın sıfatından olmamaları vacip olmaz. Kelâm ve rahmet hakkında bu şekildeki ifadeyi hiç bir şey menetmez.
Eğer «bununla bilinen ve işitileni nefyetmeği nrarad ediyor» derse kendisine şöyle cevap verilir : Birincisinde yani hâl ve şahsın ihtilâfı ihtimali olan şeyin fiilin sıfatı olduğundaki ileri sürülen fikrin kelâm hakkında aynı olduğu da böyledir.[388] Yani kelâmı nefyetmeği zikretmekle Fir´avuna ikram ve ihsanını esirgediğini murad ediyor ki; bu da Allah´ın ihsanını murad eden şeyin kendisidir. Bu hususta kelâm ile müminleri müjdeleyen ve kâfirleri meyus bırakan şey olarak bilinmektedir. Bu husus, bizim katımızda böyle telâkki edilmektedir.
Bundan sonra gerçekten mesele kıymetini kaybetmiştir. Çünkü o, hükmü sözün caiz olmasına bağlamıştır. Biz meseleyi beyan ettik4. Biz, geçen ifadelerle Allah-u Teâlâ´nm hadis olma .sıfatıyla mevsuf olmasının caiz olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü eğer bununla vasfolunması caiz olsaydı Allah, muslihtir, mufsittir, hayırlıdır, şerlidir diye vasfediî-mesî caiz olurdu ki bu asla doğru değil, batıldır. Böylece mesele onun zannettiği ve düşündüğü gibi değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine gerçekten her sessiz olan, işittirmek için konuşmaz. O´nun ilimle konuşması caizdir. Sonra her ikisinin arasının ispat harfindeki ihtilâf ile tefrik edilmesi vacip olmaz. Ve Allah´ın Zâtında da ihtilâfı icabettir-mez. İşte böylece nefyi hakkında nıeneden bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten Allah-u Teâlâ´yı adaleti kendisinden nefyetmek suretiyle vasfetmek caiz olmaz. Sonra onun, yani adaletin kendileri indinde zâtın sıfatı olduğunu söylemez. Bunun içindir ki onun takdirinin fasid ve batıl olduğu sabit olur.[389]
Sonra kendisine denir ki : Sen fiil sıfatiyle fiilin bizzat kendisini kas-dediyorsun ki, o da yaratma fiilidir. O senin katında[390] fiil midir, yoksa fiilden başka bir şey midir Eğer yaratmak fiildir, derse kendisine : Niçin yaratma fiildir dedin denir. O, kimin sıfatıdır Çünkü sıfat ancak mevsuf için bulunur. Eğer o, Allah´ın sıfatıdır derse; yaratmayı Allah´a sıfat kılmayı ifade ederse, bu ne büyük bir sözdür. Çünkü yaratmak fiilinden meydana gelen, fesada uğrayan, çirkin olan, mecburi ve zaruri olan, aciz olan.necisler olan ve pislik olan vardır. Bunların hepsini kendi sıfatı ile mevsufdur. Bu sıfatlar öyle bir sıfatlardır ki her akıllı olan kimse bunlarla mevsuf olmaktan çekinir. Nasıl oluyor da bu sıfatlarla [391]Allah vasf olunuyor
Eğer yaratma değildir derse, gerçekten kastedilen Allah´ın sıfatı, fiilin kendisidir demesi lâzım gelir. Biz bu hususu açıklamıştık. Allah-u Teâlâ yarattığı ile vasıflanmaktan yücedir, beridir. Böylece sabit olur ki fiilden7 ibaret olan Allah´ın sıfatı kendi zâtının sıfatıdır.
Böylece Allah, Haliktır; Rahmandır; Rahimdir denir. Bu isimlerle ancak Allah´ın Zâtına isim verilir. Fiilin sıfatı da bunun gibidir, yani fiilin kendisi. Onunla Allah´ın Zâtı vasfolunur. Bu, tıpkı «hikmetli kelâmdır, doğru kelâmdır, yalan sözdür» denildiği gibi. Gerçekten bu böyledir. Aynı zamanda sahibinin sıfatıdır. Bunun gibisinin aynı Allah´a izafe olunur.
Sonra, kendisine denir ki : Rahmet ve mağfiret fiilin sıfatıdır diyorsun. Lanet, ve küfretmek de sence fiilin sıfatıdır. Rahmet ve lanetle kendisine isim verilen fiil nedir ki; Allah onunla vasfolunsun
Eğer o, Cennettir-Cehennemdir, kabul; reddetme ve benzeridir derse; daha doğrudur, adaletlidir, zulümkârdır deyimleri hakkında zikredilen meselelerdeki sözü batıl olur. Gerçekten Allah-u Teâlâ Rahimdir; bunu kullarına karsı işlemez. Halbuki bunların hepsi kullarına yaptığı şeylerdendir. Eğer bunun gayrı bir manâ ispat ederse o takdirde Allah´ın yarattığının gayri olurlar ve onlarla vasfolunur. Oysaki onun «küfreden»8 sözü kötü ve çirkin bir sözdür. Allah-u Teâlâ asla onunla vasfolunmaz.[392]
Sonra kendisine denir ki : niçin bu zat ve fiilin sıfatı hakkında zikrettiklerini nazarı itibara aldın Hakikaten ispat etme yönünden, kullanmada zâtın sıfatlarının muhtelif olduğunu görüyorsun. Meselâ; eşya hakkında ilim ile ifade edilmek istendiğinde, eşya kudret ile vasfoîunmaz. Ve eşya üzerine kudretin hükmü caridir, dendiği zaman, egya ilimle vasfolunmaz. Keza egya görülme ile vasf olunduğunda, kerem ile vasfolunmaz. Cûd ve hikmet ile vasfolunduğu zaman da eşya işitme sıfatı ile vasfolunmaz. Kendisi ile ihtilâfın caiz olduğu şey de bunlar gibidir. Bununla her hangi bir farkın bulunması gerekmez. Bilâkis, Allah ezelde bu sıfatlarla mevsuftur.
Sen niçin Allah´ın kendisiyle vasfohınan şeyin hepsinde böyle demi-yorsun. Zira Allah, değişikliğe uğramadan ve fesad bulmadan beri ve münezzehtir. Bunların her ikisi de hadis olmanın alâmetleri ve yok iken sonradan var olmanın işaretleridir.
Yine kendisine şöyle denir : Sen yaratmanın bir çok kısma ayrıldığını görüyorsun. Sence bunların bir kısmı ile Allah´a isim verilir. Bir kısmı ile verilmez. Sonra sıfat hakkında bir ihtilâfa da delâlet etmez. Öyle ise bu sıfatların ifade edilmesini meneden nedir Tevfik Allah´tandır.
Fakîh Ebu Mansur diyor ki : Sonra onun «üzerine kudret sıfatının cari olanla vasfolunan şey, zâtın sıfatlarından değildir» sözüne göre hasmı ve muhalifi nezdinde Allah, sıfatlarından bir şey üzerine kudretle vasfolunmaz. Ancak, bunda yapılan şeyin murad edilmesi ile mecaz olarak vasfolunur. Tıpkı yarattığı şeyi itibar ederek onunla kendisine isim verilmesi gibi.[393]
Ve sonra biz, gerçekten onların zâtm sıfatları olduğu hakkında ittifak olduğu halde eşyada genişlik ve darlık bakımından sıfatların durum ve envalinin muhtelif olduğunu beyan etmiştik. Bu zikrolunan şeylerde de aynısını ifade ediyoruz.
Sonra şu görüş de Kâ´bî´nin mezhebinin görüşüdür. Gerçekten Allah ne yaratıcı idi ve ne de Rahman. O, kendi zâtını, yaratıcı ve merhamet edici yapmıştır. Öyle ise bizim bu manâdaki yaratıcı (halik) ve merhamet edici (Rahman) ye ibadet etmemiz caiz olur. Böylece onun sözüne göre : «Şu, yaratma fiili için bir mabud takdir etti»; ifadesi ortaya çıkmış olur. Halbuki üzerine kudretin vaki olduğu isimdir. Bu durumda, Al-lah´dan başkasına ibadet etmiş olur. O, yine üzerine kudretin vaki oîdu-ğu şey olması bakımından bu isimler muvacehesinde sonradan var olmuştur.
Sonra kendisine şöyle de denir : Allah, mahlûkatı yaratmamağa kadir olur mu
Eğer bu sorumuza; hayır derse : Allah´ı zaruri olarak ve yahut bizatihi yaratıcı yapmış olur ve ileri atmış olduğu fikir ve sözü batıl olur.
Eğer Allah mahlûkatı yaratmamağa kadirdir, derse o zaman kudretin üzerine vaki olmasiyle yaratılmamış olanın yaratılmış olduğunu söylemek zorunda kalır. Bunda ise fiilin ve yaratılanın kadim olduğunun ispat edildiği görülür. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kâ´bi, kelâmın hadis olması hakkında, gelmek ve getirmeği zikrederek delil getirmeğe çalışıyor, bu bakımdan kelâm, sonradan var olmadır, diyor. Biz geçen bahislerde açıklamıştık. Hakikaten Allah, kelâm sıfatıyla vasfolununca kelâmın, fiilin ve diğer adı geçen sıfatların tümü hakkında söylenecek şey aynıdır. Çünkü Allah-u Teâlâ değişme ve zeval bulma ihtimalinden beri ve münezzehtir. Ne var ki gerçekten Allah, gelmeyi kendisine izafe etmiştir. Sonra gelmenin hadis olması gerekmez. Bilâkis o, Allah´a lâyık olan yöne[394] sarfedümiştir. îlki de yani getirme de bunun gibi olup Allah´a lâyık olan yöne tevcih edilmesi vaciptir[395]. Yoksa bozulma, değişme ve zeval bulma gibi kendisi ile mahlûkatin bilindiği cihete yöneltilmez. İbrahim Aleyhisselâm´m kelâm ve fiil hakkındaki Kur´-an´ı Kerim´de zikredilen «Ben öyle batanları sevmem..»[396] sözü de bunun gibidir. Kim ki bir hal ve vaziyette olup da sonra başka bir hal ve vaziyete girerse o, gerçekten batanlardandır. Allahu a´lem.
Kâ´bi, korunan şey ile de delil getiriyor : Gerçekten AUah korur,[397] bu, Allah´ın kendi hududunu yani buyruklarını koruması üzere olur. Ke-lâm´ın manâsının kapsamına giren[398] ve mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah´a izafe edilen şey, Allah´ın sıfatı olan kelânı´m kendisi ile bilinen şeye muvafakati olduğundan mecazdır. Bu, aynı bizim gelme ve gayrini zikrettiğimiz gibidir. Allah´ın ahdi, yardımı[399]ve benzerleri, Allah´ın Zâtı ad, bu manâyı, gerçekleştirmiyen şeydendir. Kur´an-ı Kerîm de bunun gibidir.
Yine bir çok nevilerle delil getirdi ki bu yönden Kur´an´ın hadis ve mahlûk olduğunu öne sürdü ve delillerinden olmak üzere nesih, sûreler, âyetler ve benzerlerini öne sürdü. Ve bu bakımdan Allah bu sıfatla mev-suf olmaz iddiasında bulundu.
Sonra kendisine «kelâm, ilim gibi zâtın sıfatıdır» denildiğinde dönüp hakikatte Allah´ın İlmi vardır, demediğini iddia ediyor.
Pakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin sözü batıldır. Çünkü o, kendi ifadesi olan, zâtın sıfatıdır sözü ile karşılaştırıldı. Bu hususta da âlim hakkında söylediğim gibi hiç bir hakikate dayanimyarak söylesin. İşitme[400], ve benzeri de böyledir. Biz, Allah´a hamd olsun ki buna yakın olarak, akıl sahibine kifayet edecek şey´i beyan ettik.
Sonra Kâ´bi, kelâmı fiille karşılaştırdı. Halbuki hasmının nezdinde fiille kelâmın arasında hiç bir fark yoktur. Yine sonra görünen âlemde hali kalmıyan bir şeyle karşılaştırdı : Kendisinden kelâmın sadır olması caiz olan kimse, aynı zamanda kendisinden[401] sükût etmek veyahut dilsiz olmak da caizdir, diye bir konu ortaya attı. Halbuki bu konuda hata yaptı ve o, ancak acizlikten ve sükût etmekten ileri geliyor dedi. Fiille de karşı karşıya getirdi. Haîbu ise hasmının indinde fiil de böyledir. Çünkü o, fiil ve terki kendisinde zikretti. Oysaki terketme, fiilden başka bir şey değildir.[402] Fakat adı geçen hususu ancak şaşkın olan kimse yapar. Sonra sabi ile işi karşılaştırıp sabinin dilsiz olmadığını öne sürer. Biz, sabinin kelâmdan aciz olduğunu beyan ettik. Bununla beraber kendisinin cismen büyük olmasına rağmen kendi nefsi için Allah´ı bilmeğe vesile olacak çocuklar ve delillerden başkasını bulamamıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kâ´bî, karşılaştığı bu hususlara; fiilin vukuunda kudretin meydana gelmesi halindeki Allah´ın fiil ve kelâmı icra etme kudreti ile mevsuf clduğu için kadir sıfatının hali kalmadığı noktayı nazarı ile cevap vermeye yöneldi. Bu husus mu´tezilece bilinmiyen rnu´tezilerün cehaletini ortaya koyan bir husustur ki bu delilini kabullenerek tevhid akidesi içinde bulunduğu için kendisi tebrik olundu.
Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki, gerçekten AI!ah-u Teâlâ´yı kelâm, ilim, fiil sıfatları ile vasfetmek ve kendisine hamdü senada bulunmak, Ailah-u Teâîâ´nm eksikliklerden yüce vg beri, âfetlerden de münezzeh olmakla vasfetmektir. Allah, ezelde de böyledir. Bununla beraber eğer Allah, kendisinden başkası ile, Halik Rahman ve Mutekellim olmuş olsaydı böyle olmaması yani yukarıda arzodilen sıfatlarla muttasıf olmaması caiz olurdu.
«Ey, Rahman olmıyan, Rahim ve Halik olmıyan»18 diye söylemek zem ve mahlukatdan başkasına katmak olduğu içindir ki, Allah-u Teâlâ, bizatihi Rahman, Rahim ve Hâlık[403] olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Eğer Allah-u Teâlâ´nın kendisinden başkasına verilmesi caiz olan bir şeyle isim verilmesi doğru olsaydı gayrinde bulunan her şey ile kendisine isim verilmesi vacip olurdu. Bununla beraber eğer Allah hakkında bu husus caiz olsaydı görünen âlemde birisinin kendisi gibi isimlenmesi caiz olurdu. Değişiklik ihtimali kendisinde bulunduğu için bu hususun gerçekleşmesi mümkün değildir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ´yı adı geçen sıfatla vasfetmek, Allah´ın yüceliğini ve benzerinden münezzeh olduğunu ispat etmek demektir. Tevfik Allah´tandır.
Sonra diyor ki : O, sıfatlarla, Allah´ın gayri hiç bir sıfat sabit olmadığını mıırad ediyor. Fakat sıfatlar Allah´ın zâtının aynı olduğunu da kasdetmiyor. Bilâkis kadîm için olsun, hadis için olsun her sıfat Allah´ın gayridir diyor.
O sıfatlar söz olur veyahut kitap olur. Allah´ın sıfatları bizim kendisini vasfettiğimiz sözlerimizdir, veyahut Allah´ın sözü ve kitabıdır. Bunların her ikisi de hadistir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin Allah ve onun sıfatları hakkındaki ilminin ne derece olduğunu bilmeniz için onun meselelerinin bitim ve sonucunu teşkil eden görüşlerinin cümlesini zikrettim. Kâ´bî, bazan : «Allah´ın gayri olarak sıfat sabit olmaz ve Allah´ın sıfatlan,[404] Allah´ın Zâtı´nın aynıdır diye nıurad etmediğini» söyler. Eğer Kâ´bî, Allah´ın sıfatlarının ne Allah´ın Zâtı´dır ve ne de gayrıdır, demek murad ediyorsa; o, bilmiyor mu ki bu görüş Allah´ın sıfatlarım ispat eden kimselerin sözü ve görüşüdür. Sonra kalkmış bu söz, bizim sözümüzdür diyor. Biz diyoruz ki : sıfatlar,[405] Allah´ın gayrı değildir ki,[406] Allah´ın gayrında bir sıfat yoktur, diyelim. Sonra, gerçekten Allah´ın sıfatlarının zikrolunan hususlar olduğuna işaret edildi. Kâ´bî, sıfatların tümü Allah´ın Zâtının sıfatlarıdır, dedi. Öyle ise zikrolunan sıfatların hepsi Allah´ın Zâtı´nın sıfatlarıdır. Allah, bu sıfatlarla devamlı olarak mevsuf-tur. Bu sıfatlar Allah´ın gayrıdır, diyor. Batıl ve sapık kimselerin vas-fettiği hususlardan Rabbimiz berî ve münezzehtir.
Sonra şöyle diyor : Biri çıkar da derse ki; siz, Rahim demeksizin hakikatte «Rahmet»i niçin sıfat yapmadınız Böyle iddia ederek rahmet bulunmaksızın «Rahim»in sıfat olduğunu öne sürdü. Zira her kim ki bir şeyin sıfatını yaparsa onunla vasfolunur. Tıpkı başkasına söven veyahut onu karalayan kimseye o, ona küfretti ve onu karaladı dendiği gibi. İşte «rahmet»in yaratılması da böyledir. Rahmeti yarattığı için onunla, vasfoluhması caiz değildir. Tâ ki gerçekten ben, «Rahîm»im, deyinceye dek. İşte bununla anlıyoruz ki gerçekten sıfat, Allah-u Teâlâ´-nın «ben Rahîmim» sözüdür.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu abtal ve şaşkın kimseye sıfatları bildiren şey nedir ki Allah´ın sıfatlarını tefsir etmeye girişiyor. Allah-u Teâlâ, bu gibi şaşkın,[407] ve hayalperestlerin[408] görüşlerinden beridir, yüce ve münezzehtir. Hakikatte sıfat, eğer vasfedenin sıfatı olsaydı mahlu-katm cevher ve sıfatlarının yaratık olduklarını söylemesi batıl olurdu. Ve onun, tariflerini yapmak için mahlukatın hâli kalmadığı, sükûnet, hareket, tefrika ve içtima hakkındaki sözü de batıl olurdu. Çünkü mah-1 hık at, kendisini vasfedenin vasfından hâlidir. Öyle ise bunların zikro-lunduğu şeye değil, mahlukata lâzım olan sıfatlar olduğu sabit olmuş olur.
Sonra, kardeşlerimden meydana gelen topluluk size diyorum; Allah-u Teâlâ´nın kendisini bilmeniz babında size olan ikramından dolayı Allah-a Hamd-ü Senada bulunmanız ve Allah-u Teâlâ´nın dinde kılmış olduğu yararlardan kendi katındaki nimetlerin hepsini elde ettiğini iddia eden kimseye karşı Allah´ın gadap (öfke) ve azabının büyüklüğünü bilmeniz için bu adamın abdallığmdan olan şu konuyu[409] tamamlamak istiyoruz. O adam o kadar Üeri gidiyor ki, hatta eğer Allah ona ihsan etmiş olduğu nimetleri daha fazla olması için bir şey ziyade etse, artık onu hazmetmeğe gücü yetmez. O, yararlı hususu taşımaya da kadir olmaz.[410] Bilâkis onunla her şeyi fesada uğratır. Şu hususu açık seçik olarak bilesiniz ki o, düşmüş olduğu kötü düşüncelerden meydana gelen zararları ve zillet ve hüsranını dinde yararlı bir şey olarak ortaya attığı gibi saçmış olduğu sapıklığı yüce olan Allah´ın nimetinden bir nimet olduğunu öne sürüyor.
Kâ´bî diyor ki : Biz, gerçekten Allah-u Teâlâ, elbisede kırmızılık yarattığı vakitte onu elbiseye sıfat kıldı demiyoruz. Eğer kırmızılık, elbiseye sıfat olsaydı Allah-u Teâlâ´nın kırmızılığı yaratmasında onunla elbiseyi vasfetti denmesi caiz olurdu. Hareket ve sükûnet hakkındaki görüş de aynı böyledir ve birine mektup yazıp uzunluğu vasfeden[411] kimse hakkında «o, bize kitabında uzunluğu vasfetti» denmesi caiz olur ve bu sözlerin çok açık olduğunu iddia etti.
Sonra diyor ki : Biz kırmızılığın, kırmızı olan adama sıfat olduğunun, rahmetinde fülin sıfatı olduğunun söylenmesinin caiz olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat bu sözün mecaz olduğunu, hakikat ise bizim aikretiğimiz husus olduğunu söylüyoruz.
Sonra şöyle bir tezatla karşılaşıyor : Bu dediğiniz gerçek olsaydı sıfatın sıfat olmasının caiz olduğunu söylemek gerekirdi.
Buna şöyle cevap veriyor Kâ´bî : Evet, sıfatın sıfatı bulunması dernek, sıfat vasfolunur[412] manasına gelir demektir. Lâkin, vasfedenin bu vasfı söylediği müddetçe bulunur. Söylemediği vakitte ise bulunmaz.
Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Siz, mu´tezilenin sıfat, mevsuf, mecaz ve hakikat hakkındaki ilmî derecesinin bu şekilde tezahür eden kişi Allah-u Teâlâ´yı birleyen, ehli tevhidin en cahili ile mükârene edildiğinde mu´tezilenin tutunmuş olduğu büyük tavrı düşününüz ki onlar, bunu daha büyük görürler. Sonra gidişatının vasfı bu olan kimse kıyamet gününde kavminin önüne geçerek onları ateşe, Cehenneme götürecektir. Allah´tan, bizi bu gibi kimse ve onun gidişatından korumasını dileriz.[413]
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Gerçek ve asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ´nm kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu aklî ve nakil delille sabit olmuştur. Aklî delil Cenab-ı Hakk´ın : «... ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitap etti.»[414] Kavl-i Celîlidir. Allah-u Teâlâ; halk arasında Allah´ın kelâmı ve temanu olmamakla beraber mastar olarak zikredilmiştir. Allah´ın Kelâmı hakkında her nekadar görüş ihtilâfı var ise de hakikatte Allah´ın Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu ve kendisinin Mutekellim olduğu hakkında ittifak bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ, müşriklerden «... Allah, bize senin hak Peygamber olduğunu söyleyeydi...»[415] demelerini red ve inkâr buyurmadî. Ancak, onların kendilerini büyüttüklerinden ve cehalete düşmelerinden meydana gelen sıfatı red ve inkâr etti. Allah-u Teâlâ´nm «... halbuki onlardan bir zümre vardı ki, Allah´ın Kelâmını (Tevrat´ı) dinlerler ve duyarlardı da, ...»[416] Kavl-i Celîli de böyledir.
Allah-u Teâlâ´nm Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğuna dair aklî delil : Gerçekten her âlim ve kadir olan bir musibetten dolayı konuşmazsa onun aciz kaldığından veyahut konuşmaktan men edildiğinden Ötürü konuşmadığı anlaşılır. Allah-u Teâlâ, bundan berî ve münezzeh olduğu içindir ki Allah´ın Mutekellim olduğu sabit olmuştur. Görünen âlemde konuşmayan kimse ancak işitmez, görmez mânâsına gelen âfetten dolayı konuşmaz. Allah-u Teâlâ, sağır olma, kör olmayı iktiza eden mânâdan berî ve münezzehtir. Böylece Allah-u Teâlâ´nın dilsizliği iktiza edecek mânâdan berî ve münezzeh olması daha evlâdır. Çünkü, dünyada kendisi ile hamcî olunan şeyin en yücesi ve âlâsı olan kelâmdır. Bunun la, beşer diğer hayvanlardan ayırdedilmiştir. Bununla beraber her kelâm sahibi olan, ya acizlikten veyahut da sükût etmekten dolayı konuşmaz.
Sonra başkasının kelâmının takdir edilmiş olmasından hâli kalmaz. Böyle olunca da kelâmda benzeme husule gelmiş olur. Halbuki Allah-u Teâlâ´nm : «O´nun (benzeri olmak şöyle dursıınn) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[417] Kavl-i Celîii, Zâtında olsun, sıfatında olsun kendisine benzemeyi nefyettiğine delâlet etmektedir. Bunu Allah-u Zülcelâl´in : «... yoksa Allah´a, O´nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benler mi göründü »[418] mealindeki âyeti ce» lile teyid ediyor. Fiilin benzemesi, birbirine benzemeye delâlet eder. Halbuki eğer ins ve cin bir araya gelmiş olsa, Allah´ın Kelâmının benzerini[419] getiremez, ifade edemezler, sözü varid olmuştur. İşte bu benzemeyi nefyetmiştir. Çünkü benzemekte karşılıklı birbirine benzeme vardır. Böylece, Cenab-ı Hakk´m Zâtında sabit olanla, kendi kelâmının bütün mahlûkatm kelâmına muhalif olduğu, onların hiç birine benzemediği sabit olur. Bununla beraber, kelâmın mânâlarının son haddine kadar idrâk edilmesi için mahlûkatm kelâmının hepsini imtihana koymamıştır. Allah-u Teâlâ, karmca´nm,[420] hüd´ün,[421]kelâmını ve dağların teşbihini[422] ve bunlardan başka harflerle anlaşılmıyan ve beşerin kelâmından dahi anlaşılmıyan şeyi zikretmiştir.
Gerçekten, kelâmdan bazısından beşerin takatinin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği kelâmın, olduğu sabit olunca, Alemlerin Rabbi olan Allah´ın kelâmını anlamağa heveslenen kimse aptalın tâ kendisidir. Yüce olan Allah´ın fiili de böyledir. Yani mahlûkatm vasfının haricindedir. Allah´ın kelâmının bütün yönleriyle kullarm kelâmma benzemediği sabit olması da, o´nun hadis olmasını nefyetmektedir. Çünkü hadis olmakla aralarında eşitlik vaki olur. Ve ayni zamanda, Allah´ın kelâmında, araz, tefrika, içtima, had-hudud, gaye, fazlalık ve noksanlık gibi mânâların bulunması da giderilmiş olur. Çünkü bu adı geçen sıfatlar beşer kelâmının sıfatıdır. Tevfik Allah´tandır.
Sonra kelâmın, Allah´ın zatının gayrisi olması veyahut zâtının gayrisi olmamasından hâli kalmaz. Zâtının gayrisi olduğunda zikrettiğimiz âfet ve gayrîsi ile kendisinden zail olur ki bu da hadis ve muhtaç o´imamtı alamet ve işaretidir. Eğer zatının gayrisi olmazsa o zaman kendi nefsi ile mutekellim, âlim ve kadir olur. İste Cenab-ı Allah´ın sıfatı olan kelâm sıfatı ve ne Allah´ın gayrı ve ne de zatının aynıdır. Tevfik Allah´tandır.
Allah-u Teâlâ´nın kelâmının, beşerden igitilenle muvafık olduğunu söylemek caizdir. Tıpkı risaleler, kasideler ve makalelerde olduğu gibi. Böyle demenin caiz olmasının delili ise, o kelâmm mahlûkattan bir mahlûk olmasıdır. Fakat, aynı kelâma bakarak Allah-u Teâlâ´nın bizatihi mu-tekellim olması mümkün değildir. Çünkü böyle olunca işitilen kelâmın araz olmasından hâli kalmaması icap eder. Allah´ın kelâmının iki yerde olması müstahildir. Allah´ın kelâmının cisim olması veyahut, araz ve cisim[423] olmaması da böyledir. Bunun içindir ki, Allah´ın kelâmının bir yerde olması ve bir yerden işitilmesi mümkün değildir. Öyle ise, mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah´a izafe edileni, Allah´ın sıfatı olan kelâmın kendisi ile bilinene muvafakat ettiği için mecaz olarak ifade edildiği sabit olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nın bize kelâmını, kendi kelâmı olmayanla işittirmesi caiz olur. Tıpkı bizden her birimizin diğerine[424] kelâmını işittirdiği gibi. Her nekadar o, işittirdiği kelâmın aynı kendi kelâmı olmasa da. Ve tıpkı Allah-u Teâlâ´nın bize, mahlûkatm aynı olmadığı halde, kudretini, ilmini ve rububiyetini mahlükatı ile bildirdiği gibi.
Biri sorar ve derse ki : Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm´a kelâmını işittirdi mi Çünkü Allah «..-. ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitap etti.»[425] buyurmuştur. Bu soruya şöyle cevap verildi : Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm´a kendi kelâmını Musa´nın lisanı ile ve yaratmış olduğu harfler, meydana getirmiş olduğu sesle işittirdi. Evet Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm´a mahlûk olmayan bir şeyle kelâmını işittirdi.
Bu mevzuda bir şey söylemeyip durmak gerektir, demek, iki yönden caiz olabilir. Birincisi; şöyle denir : Kelâm sıfatı ne Allah´ın Zâtı´nın aynıdır ve ne de gayridir. Böylece bu hususta her hangi bir şeyi ´bilmediğini ifade etmiş olur. Bu husus, ilim ve kudret sıfatları hakkında sabit olan şeyde ifade etmek hak ve gerçek olur. İkincisi; Kelâm sıfatını Allah mı yarattı[426] veyahut Allah´ın gayri mi yarattığını bilmemesi ile hasıl olur. Bu çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu durum taklid mezhebine gitmekten hâli kalmaz. İnsanların çoğu nefyeder. Hatta insanların çoğu, kelâmın mahlûk olup olmamasının bilinmesi gerektiği hususunda görüş birliğine varmışlardır.
Sonra, Allah-u Teâlâ´nın bizatihi mutekellim olmasının veyahut bizatihi mutekellim olmamasının bulunmasından öte bir düşünce bulunmaz. Eğer Allah, bizatihi mutekellimdir, diye bilinirse bu husus, bizim zikrettiğimiz manâya göre olur. (Yani Mûsâ Aleyhisselâm hakkındaki sorulan soruya verilen cevaptaki manâya göre olur.) Eğer Allah, bizatihi mutekellim değildir, diye ilim hasıl olursa, o zaman Allah´ın kelâmı kendisinin gayri olur. Allah için gayrî olanların hepsi ise mahlûktur. Bu husus, rivayet edilen naklî delille bilinsin veyahut naklî delilsiz bilinsin. Allah´ın gayridir, denmesi sabit olunca bu söz, hadis olmaya icabettirir. Bu hadis olma, mahlûk olma, Alllah´dan olduğu bilinsin veya bilinmesin. Ve Allah-u Teâlâ*nın bizatihi mutekellim olduğu bilinsin veyahut bilinmesin. Bu noktada durmak cehaleti yani bilmemeyi ifade eder. Bunun gibisinin hakkı ise öğrenmektir. Çünkü onu bu noktaya iletip bu. mevzu hakkında konuşması için cehlinden başka hiç bir sebeb yoktur. O, bu mevzudaki görüşünü ancak bilmediğinden ötürü ortaya atabiliyor. Veyahut duraklamanın Allah´ın kelâmı hakkında soran kimsenin muradının bilinmemesinden o kimse Alalh´m kelâmı ile ve Kur´an´ı ile neyi kastettiği bilinmemek suretiyle olur : Allah´ın Kelâmı olan Kur´an-ı Kerîm bu, parça parça, cüz cüz, âyet âyet, kelime kelime olanı mıdır Yoksa bunlardan bir şeyle vas-folunmayan mıdır Bu husus, bizim açıkladığımız vasfa göre olur ki o da kendisine yönelen kelâm hakkında soru sorana kelâm ile neyi murad ettiğini bilinceye kadar cevap vermemesinde haklı olmasıdır. [427]
Mes´ele (Kâ´bî´nin Allah´ın Fiilleri İhtiyarîdir, Demesinin Tartışılması)
Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´nın fiilleri ihtiyarîdir; çünkü yaratılmış olanın fiili bir nevi´den ibaret olur, diyor.
Ebu Mansur (r.h.) da şöyle diyor : Kâ´bî´nİn bu sözü doğru ve güzel olan bir sözdür. Tevhid ehlinin mezhebi de budur. Fakat, Kâ´bî´nİn mezhebinde bu sözünün anlamı yoktur. Çünkü denir ki; yaratma Allah´ın ihtiyarı[428] ile midir, yoksa ihtiyarının gayri ile midir Allah´ın fiilleri hakkında söylenilen husus da aynı böyledir. Eğer Kâ´bî, Allah´ın fiilleri ihtiyarı iledir, derse; öyle ise Allah´ın fiillerinin mânâsı, Allah´ın ihtiyarıdır, demek olur. Bunun için Allah´ın fiilleri ihtiyarı iledir, demek hatadır. Bilâkis o, Allah´ın ihtiyarından başka bir şey değildir. O noktada Kâ´bî´nin dediği gibi söylemek te mümkün olur.
Hayır, Allah´ın ihtiyarı ile değildir, derse; ya o, mahlûkun fiili olur ve kendisinin sonu olmayan bir ihtiyarı ile olması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Çünkü mahlûkatm sonu vardır. Veyahut o fiil ihtiyari olmayan bir fiildir ki bununla Kâ´bî´nin sözü batıl olmuş olur. işte bu husustur ki şeyin vaktinde olmasının ihtiyar edilmesinden ibaret olan ezeldeki irade sifatıyle Allah´ı vasfedenin böyle söylemesini gerektirir[429]
Sonra bizce Allah-u Teâlâ´nın fiillerinin kendi ihtiyari ile olduğuna, mahlûkatın kendisinde bulunan hikmete binaen mahiyetinin birbirine muhalif olarak yaratılması ve aynı zamanda Allah-u Teâlâ´nın vahdaniyetine delil teşkil ettiğine delâlet etmesidir. Bu ise herşeyin kendi "bulunduğu hâl üzere Allah-u Teâlâ´nın ihtiyarı ile olduğuna delâlet eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra bazı kimseler, mahlûkatın bulunduğu hâl üzere olmasının almış olduğu gıda maddeleri sebebiyle ve tabiatîyle olduğunu öne sürerler. Bazıları[430] ise mahlûkatın meydana gelmesinin yıldız, Ay ve Güneş´in işi olduğunu öne sürerler. Bazıları da, mahlûkatın âlemin yani seyyarelerin[431] devranı ile meydana gelir diyorlar. Bir kısım insanlarda ana ve babaların tedbiri neticesindeki doğumlardan meydana geldiğini ileri sürerler. Bunların hepsi, bir şeyin bir şeyden olmasına rücu´ eder. Meydana gelenin-başlangıcı sabit olmadığı zaman bu söz, adı geçen delillerle batıl olur. Onun veyahut bundan, her cinsin evveliyeti sabit olduğunda ise kendi nefsi ile sonradan olması müstahil olur. Çünkü bu, yok olduğu zaman kendisini icad etmiş olur ki bu yok elanı icad etmek mümkün olmaz. Bununla beraber eğer kendisine herşeyin tedbiri ulaşmış olsa, kendisine yokluğun gelmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Çünkü eğer kendisini var etmek caiz olsaydı aynı vakitte veyahut var olduktan sonra kendisini yok etmek te caiz olurdu. Bu ise tenakuz teşkil eder. Öyle ise gayri ile var olduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.
Gerçekten zikredilenlerin hepsi ölüler nev´indendir. Ancak adı geçen ana ve babalar müstesna. Çünkü onlar bilirler ki gerçekten kendilerinin tedbirleri, evlâtların başlangıçlarına" ulaşmaz. Ve çocuklar, ana babaların ümit ettiklerinin gayri olarak meydana gelirler. Ve çocuklar eğer fesada uğrarlarsa kendilerinin ıslâh edilmesi mümkün olmaz. Şu da bir gerçektir ki ana - babaların bu husustaki takdirleri şöyle dursun, eşyadan gizli kalanlar bilmeğe ulaşmaları için bir kapasiteye sahip değillerdir. Bu Eİkredilen vecihlerden başka evlâtların ana ve babanın tedbiri ile olduğunu iptal edecek hususlar vardır. Ölüler çeşidi ise, yararlı olan şeylerden kendisinde bulunanı bilen olmaz. Ve onlardan bu yararları menetme ihtimali olan şeyi de bilmez. Bununla sabit olur ki beslenme ile ve tabiatiyle olan ancak kendilerinde bulunanı Hâkim ve Âlim olan Allah´ın yaratması ile olur ki o, her şeyi[432] zararlı ve menfaatli bir hâl üsere yaratmıştır.
Gerçekten hayvanda öyle manâlar vardır ki bunlardan hiç biri işitme, görme ve yalnız insanoğluna mahsus olan konuşma, ayırt etme ve eşya üzerinde vukufiyet kesbetme gibi vasfolunan eserlerden hiç bir şey kendisinde bulunmaz. Bununla beraber bu husus ilk hallerinde mevcut değil idi. Bu ancak, babaların ve annelerin aldıkları gıda ile beslenip büyürdü. Sonra bu husus ana ve babalarda etkili olmazdı. Nasıl olur da çocuklarda etkili olur.
Sonra gerçekten her şeyin kendine göre bir haddi, hududu vardır. Bu hududa ulaştığı zaman kendisinde, ne uzunluk, ne genişlik ve ne de işitme, görme ve akıl ziyadeleşir. Bilâkis o noktaya ulaştıktan sonra her şey, gıda maddelerinin bulunması, terbiyenin devam etmesiyle beraber noksanlaşmaya doğru gider. Bu, gerçekten böyle olduğu bilinir. Fakat adı geçen şeyle değil, lâkin kendi zâtı ile âlim olan hattâ kendisinden hiç bir şey gizli olmayan, binefsihî kadir olan, hiç bir şeyin kendisini acze düşürmeyen, şanı yüce olan Allah´ın bildirmesi ile bilir. Ve yine adı geçen cevher nevilerinden hiç bir şey yoktur ki kendisinde bozulma ve salâh bulmanın ikisi birden bulunma ihtimâli bulunmasın. Ve bunların hepsi birbirine zıt olan ve yardımlaşma için bir araya gelme ihtimali bulunmayan şeylerdir. Öyle ise bulunduğu hâl üzere kendilerinin başkası ile olduğu sabit olur. Çünkü kendi nefsi yönünden olan her şey kendisi bulunduğu müddetçe bozulması, ihtimal dahilinde olmaz. Her türlü kötülükten korunmak Allah´ın hıfzı ile hasıl olur. Yine görünen hâli ile her canlı kendilerine galebe çalan ve kendisini mahkûm eden şehevi istek ve ihtiyaçlar üzere yaratılmıştır. Eğer böyle olmasalardı gıda maddelerine muhtaç olmazlardı. Sonra bunlar bulundukları vakit zenginliğe (muhtaç olmamaya) sebep oldular. Şehevî isteklerin bunlardan doğması, ihtiyaçların bunlardan meydana gelmesi ihtimal dahilinde olması mümkün değildir.
Bunların binefsihî şehvetler ve ihtiyaçlar olmaları bir kaç yönden caiz değildir.
Birincisi : Gayriye muhtaç olmaksızın, bizzat kendi kendine kaim olmak zenginliğe delâlet eder.
İkincisi : Başkası bulunmadan ihtiyacın kendi kendine bulunması caiz değildir.
Üçüncüsü : Çünkü bir yönden kendi zâtı ile kaim olanın zeval bulması muhtemel olmaz. Kendisine zenginlik başkası ile vukubulur.
Dördüncüsü : Var olan şeyin kendi nefsi bakımından ihtiyacının[433] başkasına havale edilmesi. Hattâ kendi nefsi bakımından başkasına muhtaç olduğu zaman kendisi baki kaldığı müddetçe başkasına, olan ihtiyacı da devam eder. Öyle ise onları ihtiyaç üzerine yaratan ve kendilerinde şehevî istekleri yerleştiren, sonra onlar için zenginliğin elde edilmesine sebep olan şeyi ve şehevî isteklerin yerine getirilmesini yaratan bir başkasının bulunduğu sabit olur. Ve böylece de âlemin müdebbirini (idaresini) kendisi ile nefyetmek istenen, kastedilen şey, bizatihi âlemin müdebbirinin varlığını tesbit etmiş olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Âlemin cevherleri ve sıfatlarından hiç bir şey bulunmaz ki zelil ve musahhar olmasın. Eğer bunlar ile bulunmamış olsa idi kendi yaşamı ve başkalarının yaşaması kendisi ile hasıl olan şeyden sürekli olarak harekette bulunmak ve devamlı olarak bir şeyde karar kılmak gibi daha kolay ve zevkli olan şey üzere bulunur idi. Öyle ise âlem, tümü ile bizim zikrettiğimiz manâyla varolduğu kabul edilir ki bu manâda bütün bu sıfatları kendisine veren ve yaratan bir müdebbirin var olması vacip olur. Musahhar ve zelil kılmanın icad etmeye malik ve sahip olmakla olması caiz değildir ki, bununla gayrın zengin olması ve gayri ile kıyam bulması varid olsun. Böylesi kimse kendi nefsinden zületi ve musahharlığı izale etmeğe malik olmaz. Öyle ise bunların her birinin kendi zenginlikleri ve hacetlerinin bütün yönlerini bilen bir âlimi, bir müdebbiri var olup, kendilerini bulundukları bu hâl üzerine yaratmıştır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, kimimizi kimimize, var olma ve hayatı idame ettirme bakımından muhtaç kılmıştır. Bu Öyle bir şekilde meydana gelmiştir ki, kimin kime ne yönden muhtaç olduğunu ve kendi nefsinden hangi ihtiyacı giderilmesini idrak etmekten aciz olduğunu bilmez. Bunun içindir ki bunların hepsinin bir âlim ve müdebbiri olduğu sabit olur ve O´nun, yani Allah´ın tedbiri üzerine bütün işleri cari olur.
Sonra mahlûkatm en büyüğü ve en akıllısının, tedbiri ile kendilerine lûtf ve ihsan edilen şeyde, mekân ve zaman itibariyle fiilleri ve hâllerinin takdiri arasında serbest bırakılmış olsaydı, mahlûkatm hiç birinin gücünün vûs´atı bu hususları yerine getirmeğe yetmez. Bu böyle olunca en akıllı ve en büyük olmayanın böyle olmamasının daha gerçek olduğu aşikârdır. Sonra âlemden hiç biri kendi nefsinden zamanın kahrım gideremez ve mekânın ihatasını da önleyemez. Öyle ise âlemin bulunduğu hâl üzere, muhtaç olduğu şeyin kendisini ihata etme manâsının dışında var olması caiz değildir. Bilâkis onun var olması bizatihi kaim olan, âlim ve kadir olan Allah´ın yaratması iledir.
Sonra bazıları âlemin toprağının kadim olduğunu söylerler. Ya âlemin toprağı bu manâların cevherinden[434] olur, o zaman âleme katılan şey, kendisine de ilhak olur ve bu cevheri, kendisinin aczini ve ihtiyacını ortaya koyar. Acizlik ve ihtiyaç ise âlemin başkası ile var olması ve hadis olmasının delilleridir. Gayrinde bulunması gereken ve lâzım olan şey, kendisinde de bulunması lâzım gelir. Veyahut bu cevherin dışında olup kendisi zengin ve kuvvetli olduğu için hiç bir ihtiyaca düşmez ve kendisi ile zenginlik ve kuvvet elde edilmesi düşünülen başkasına yalvarma ve yakarma[435] hilelerine başvurmaya sebep olacak şehevî istekler kendisinde bulunmaz.
Veyahut9 âlem, kendisine vaki olan hadisler ve bulunduğu hâlden[436] kendi cevheri ile değişikliğe uğrıyan şekli ile topraktan meydana gelmiştir.
Böylece kendisindeki bu ihtiyaçlar ve şehevî isteklerle vücut bulmuştur. İşte kendi cevheri ile her ihtiyacı ve şehevî isteği yüklenmiş[437] olup istihale ve değişikliğe müsait bir hâlde bulunmuş olur. Böylece kendisinde bulunan zengin ve kuvvet sıfatlarının hepsi yok olur; ve kendisi ihtiyaçların asıl kaynağı ve şehevî isteklerin nıenbaı olur. Bunun içindir ki, kendisinin icadı, Âlim ve Hâkim olan Allah´a raci´ olması lâzım gelir. Binaenaleyh bu hususun âlemin hepsinde bulunması gerekir.
Yahut toprak kendi haliyle vardı; fakat âlem kendisinde zorla var olup bilfiil zahir olmuştur. İşte bu da heyula, sözünün sahibi olanların görüşüdür.
Sonra âlemde bulunan eşyanın hepsinin telef olup yok olması kendisinden bilfiil çıktığında, bir şeyin bir şeyde bilkuvve var olduğuna delâlet etmektedir. Meselâ insanın varlığının meniden, her hayvanın meniden veyahut yumurtadan, yeşil ekinin[438], daneden, ve ağacın da çekirdekten meydana geldiğini söyliyenlerin sözlerinde görüldüğü gibi. Bütün cevherler de onların katında böyledir. Ve besin maddeleri, büyüyüp gelişme ve benzeri hususların devam etmesi onların nezdinde adı geçen husus gibidir. Öyle ise onların ileri sürdükleri toprağın durumu ve benimsedikleri heyûlâ´nm hâli böylece olması gerekmektedir. Çünkü bu ikisi bütün[439] âlemin aslını teşkil etmektedir.
Böylece Karâmite´lerin[440] öne sürdükleri görüşte, ilk yaratıcının telef olup yok olduğunu söylemeleri gerekir. Çünkü onların ilk yaratıcı maddo olduğunu ve bütün âlemin orada meydana çıkıp bütün mahlukatı kendisinden meydana çıkardığını ve onun da heyulaya doğru uzandığını ve heyûlâ´dan da âlemin terkip edildiğini söylüyorlar. Çünkü bu, her şeyin bir şeyde bil kuvve var olması ve bilfiil zahir olması için her şeyin hakkıdır.
Bunlar, bütün varlığın hali hazırdaki durumunu evveliyetin delili yaptılar. Fakat birincisi külün cevheri, ikincisi de cüzün cevheridir. Külün cevheri, cü^ün cevheri ile bilinmiş oldu. Çünkü hiç bir kimse, hisle bunu anlamaya varamaz. Tevfik Allah´tandır.
Bu sabit olduğu zaman hacet ve hadiselerden beyan ettiğimiz şeylerin tümü de sabit olmuş olur ki onlar, zikredilen asim hadis olduğunun delilleridir. Zira bunlar telef olup yok olma ihtimali dahilinde olurlar. Ve yine Karâmite´lerin ileri sürdükleri görüşleri muvacehesinde her nekadar âlemin yok iken sonradan icad ile var olduğunu söylerlerse de bu icadın ebedi [441]olduğunu söylemelerini gerektirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Şeyin kendisinde olanın kimden olduğunu, kendisinde bilkuvve olanı ve kendisinde hâllerle olanı, kendisinde ne olduğunu ve kendisinden ne meydana geldiğini bilmemesi cehlin delilidir. Tıpkı meni, daneler ve bunlardan başkalarını bilmeme hususunda zikrettiklerimiz gibi. Böylece he-yûlâ, toprak ve söyledikleri ve ileri sürdükleri şeylerde bulunduğu lâzım gelir. Ve söylediklerinin bir müdebbiri olmadığını ve kendisi ile ondan bir şey hasıl olmadığım kabullenmeleri lâzım gelir. Lâkin eğer öne sürülenler olursa muhakkak ki o, olanı bilenle olur. Bu bilen, onun aslını kendisinde bil kuvve bariz olarak kılar. Bilfiil de kendisini icad ettiği maddelerden ve yaşayıp büyümesini sağlayan imkânlarla kılmak suretiyle bilfiil izhar eder.
Bu hususlarda tevhidi ifade etme ve her şeyin onların dedikleri şey üzere olması için bunların hepsinin yaratıcısı olduğunu ifade etmek gerekir. Veyahut her şey için bir muhdis olur ki, o şey, muhdisin dilediği gibi asimda ve başlangıcından itibaren ebedi olması tahakkuk eder. Veya ehli tevhidin söylediği veçhile nasıl dilerse öyle icad eder. Çünkü Allah-u Teâlâ, kendisinde her şeyin bariz olarak bulunduğu bir aslı icadetmeğe kadirdir. Kadir olduğu gibi her şeyi bil kuvve zahir olmaksızın ve bilfiil meydana çıkmadan dilediği gibi yaratmasına da kadirdir. Lâkin AUah-u Teâlâ, bunları takdir ve tekvin ile icra kılar. Onlar, eşyanın aslında cevheri ile gizli olup sonradan bilfiil zahir olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüş yine bizim söylediklerimize rücu´ eder. Çünkü onlarm meni ve daneler hakkındaki sözleri bunun gibidir. Bununla beraber bu söyledikleri aklen reddedilir. Çünkü kendisinde şsyin cevheriyle[442] kat kat kılma imkânına sahip olmaları ihtimali yoktur. Çünkü aralarında tenakuz, fesat bulma ve mevcudatı yalanlama olur. Veyahııtta onların toprak veya heyula veyahut mubdi´ veyahut hepsinin aynı diye isim verdikleri o asıl âlemin icadına malik olur. Bu kendisinde olmak suretiyle değil, fakat bilfiil ve nasıl dilerse, neyi dilerse onu icad etmeğe malik olması ile olur. Onun hükmünü kabul etmiyen, onun tedbirini nakzeden bulunmaz. Bu ise ehli tevhidin fikri ve sözüdür. Fakat onlar, öyle bir isimler verdiler ki ehli tevhidîn katında âlemin mubdii[443] ve mucidine ehli tevhidin verdiği isimlerin gayridir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [444]
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Cisim ile isim vermek iki yönde mütalâa edilir :
Birincisi : Cismin görünen âlemdeki mahiyeti hakkındadır ki, bu itibarla cisim, yönler sahibi olan şeyin ismidir. Veyahut sonuçlara ihtimali olan şeyin ismi, veyahut da üç buutlu olan şeyin ismidir. Bu, tahkik ve tedkik edildiğinde, bunun Allah´a isim olarak isnat edilmesi caiz değildir. Çünkü cisim hakkında İfade edilen bu hususlar mahlûkatm de-´ lilleri ve mahlûkatm hadis olmasının işaretleridir. Zira bu hususlarda hudûs olmanın alamet ve işaretlerinden olan «hudut ve cüz» manâsı vardır. Biz, geçen konularda Allah´ın misli ve benzeri bir şeyin bulunmadığım izah etmiştik. Bu izahatta cismin eşyanın ekseriyesi gibi kılınması icabetmektedir.
Incelemeksizin, cisimle isim vermekte yukarıda zikrettiğimiz hususun bulunması ile isim bizatihi anlaşılmanın dışına çıkmıştır. Bunun içindir ki ismin bilinmesi aklî yönden ve delillerle mümkün değildir. Onun gerçek mahiyetini öğrenmek, Allah tarafından varid olan delille mümkündür. Hakikaten cisim, Allah-u Teâlâ´nm isimlerinden değildir. Allah´tan bir şey varid olmamıştır. Kendisine uyulmaya izin verilen kimselerden olan birinden de bu hususda bir şey söylememiştir. Öyle ise cisim hakkında genişçe fikir yürütmek caiz değildir. Eğer hissî, naklî veya-hutta aklî delil bulunmadan yaradılışı [346]bakımından veyahut ölçüsüz, tartısız olarak cisim hakkında geniş fikir yürütmek caiz olsaydı, ceset ve şahıs hakkında da uzun uzadıya konuşmak, imâli fikirde bulunmak mümkün olurdu. Bunların hepsi naklî delil ile iyi görülmeyip reddedilmiştir. Eğer cisim hakkındaki görüş ve fikirlerimiz doğru olmamış olsaydı mahlûkattan kendisi ile isim ´verilen her şey hakkında uzun uzadıya düşünüp görüşler Öne sürmek mümkün olurdu ki bu da fasittir, gerçek dışı bir harekettir.
ikincisi : Cismin ispattan başka bilinen mahiyeti olmaması.[347] Bunun içindir ki eğer cisimle kendisinden başkası murad olunmazsa kendisinden söz etmek caiz olur. Fakat, cismi ispat isimlerinden sayan hiç bir kimse yoktur. Çünkü arazlar ve sıfatların ispat için isim olmaları ihtimalleri bulunduğu halde onlara cisim denmez. Bunun için Allah´a cisim demek, batıldır.
Eğer fail.veyahut âlîm ve bunun benzeri gibi ismin Allah´a ıtlak edilmesi caizdir de, cismin ıtlak edilmesi neden caiz değildir, diye bir itiraz vuku bulursa, ona iki şekilde cevap veriilr :
Birincisi : Gerçekten, eğer biz bunun manâsını anîıyamazsak, bununla, Allah´a isim vermek naklî delille sabit olduğu için caiz olur. Birincisinde yani cisim hakkında naklî delil yoktur. Bunun için her ikisi arasında ihtilâf yani benzersizlik vardır.
İkincisi : Hakikaten fail ve âîim´in manâsı şahitte yani görülen âlemde bilinmektedir. Bunlar, hadis olmanın delillerinden olmadıkları gibi delili anlamında bilinen şeyden de değillerdir. Bununla Allah-u Te-âlâ´nın vasfedıimesi ihtimal ve imkân dahilinde olduğu kabul edilmiştir. Bunun içindir ki bu isim ile Allah´a, mahlûkattan bir §eyin benzemesinin nefyedilmesinin söylenmesi lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.
Eğer şöyle bir soru varid olursa : Niçin «Allah, kendisine fail olarak isim verilen şeyle cisim olur da, kadir ve âlim isimleri de böyledir. Çünkü görünen âlemde bununla isimlenen hiç bir kimse yoktur ki o, cisim olmasın» demedin
Bu soruya şu şekilde cevap verilir : Görünen âlemde bununla isim verilmez. Çünkü o, cisimdir. Bizim vücudumuzda öyle cisimler vardır ki, onlara cisim ismi verilmez. Bunun içindir ki, ona cisim demek lâzım gelmez. Hal bu ise biz geçen mevzularda aklî delil ve naklî delil ile verilen ismi kendilerinde kullanılması daha gerçek olan, kendilerine daha yaraşır olan vecihleri beyan ettik. Biz bunu kendisine arız olan da görmüyor, bulamıyoruz. Eğer bizim için bunlar caiz olmuş olsaydı, başkasının da benzeri ile cesedde veya şahısta veya buna benzer yerde bize mukabele etmeleri caiz olurdu. Bununla beraber cismin ismi görünen âlemde sükûn, hareket, fiil, araz ve benzeri şeylerden parçalanmayı ve cüzleşmeyi kabul etme ihtimali bulunmayan şeylerle vaki olması görülmemektedir. Öyle ise, cismin cüzler sahibi olan[348]bir şeyin ismi olduğu sabit olur. Tıpkı uzunluk[349] genişlik[350] ve birbirine ısınıp uyum sağlamak gibi. Kendisi ile meydana gelen fiile, zahirinin delâlet ettiği şeyden dolayı uyum sağlıyan, birbirleriyle bağdaşanlara aynı ismi söylemek batıl olmaz. Çünkü eğer bu tür sözler batıl olmuş olsaydı ezelde bizatihi var olduğunu söylemek batıl olurdu. Eğer böyle olmuş olsaydı zahirde ancak kendisi ile yapılan işe delâlet ettiği için uzunluk, cesed, renk ve yemek ve bunlara benzer şeyler ile söylemek caiz olurdu. Her nekadar lâfızda delili olmasa da hakikatte var olması icabettiği için bu gibilere aynı ismi söylemek caiz olmadığı vakit, benzerinin cisim hakkında söylenmesi de caiz olmaz. Tevfik Allah´tandır. [351]
Mes´ele (Allah´a «Şey´» Lâfzının Itlak Edilmesi Caizdir)
Eğer denilirse ki : Siz, «Allah, şey´dir fakat eşya gibi değildir» dediniz de, niçin «Allah ´cisimdir, fakat cisimler gibi değildir» demiyorsunuz Bu soruya şöyle cevap verilir : Çünkü «şey» dememize lâzım kıldığımız sebeb, cisimde bulunmamaktadır. Onun için biz bu deyimi kullanmaktan kaçındık.
Sonra bize cisimdir, fakat cisimler gibi değildir; demeniz lâzım gelirdi diyen kimsenin maksad ve muradı bizi, «Allah şeydir», sözümüz ile[352] ilzam etmesinden hâli kalmazdı. Bunun içindir ki biz, kendilerine cisimdir, demeye lüzum görmediğimiz sıfatlar ve arazlardan ibaret olan eşyanın çoğunluğunu bu hususu red eder olduğunu gördük. Eğer bizim «eş-5^alar gibi değildir» sözümüzü murad ediyorsa bu müspet olanın mahiyetine delâlet eden ispat harfi değildir. Binaenaleyh böyle bir sorunun varid olmasının bir anlamı yoktur. Onun dediği, başkasının «Eğer Allah´ın şey olması fakat eşya gibi olmaması demek caiz olursa; niçin insandır, fakat insan gibi değildir, denmesi caiz olmasın » diyen kimsenin sözüne benzer.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu gibi soruya cevap olarak göyle denir : Çünkü Allah, cisim değildir24. Öyle ise bu mânada «cisimdir fakat cisimler gibi değildir»[353] denilir. Bu nevi muaraza değil, ancak muhakemedir. Biz ilâh icadetmeğe malik değiliz ki bu gibisine mukabelede bulunalım. Bize şöyle de denilebilir : Bunu kıldınız da gunu niye kılmadınız. Bilâkis Allah-u Teâlâ bu gibi deyim ve tabirlerden yücedir, münezzehtir. Belki Allah kendisinin bulunmuş olduğu şey ile vasfolunur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra bir şeyin husulünde muarazada bulunmak tenakuz teşkil´eder. Çünkü o, diyor ki : «Siz, Allah şeydir, fakat eşya gibi değildir» diyorsunuz da niçin «Allah cisimdir fakat cisimler gibi değildir demiyorsunuz » diyor. Buna göre biz «Allah cisimdir» dediğimiz vakitte bu bizim sözümüzün anlamı «Allah şeydir fakat şeyler gibi değildir» demek olur. Çünkü Allah şeydir fakat eşyanın bazısı gibi değildir. Çünkü cisim eşyanın kısımlarından biridir. îste bu deyimde cisimdir fakat cisimler gibi değildir sözünün doğru olmadığı, batıl olduğu tezahür etmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bizim «Allah şeydir fakat eşya gibi değildir» sözümüzün manâsı eşyanın mahiyetini iskat etmektedir. Eşyanın mahiyeti ise iki nevidir : Birincisi, fiziki varlığıdır ki o, cisimdir. İkincisi ise cisimde bulunan sıfattır ki, o da arazdır. Öyle ise maddelerin fizikî varlıkîarmdaki mahiyetlerini yok etmek lâzımdır ki o da cisimden ibarettir. Aynı zamanda kendilerinde bulunan sıfatları da gidermek lâzımdır ki onlar da arazlardır.
Biz, cisim demek olan bu manâyı, eşyanın zatından giderdiğimiz vakitte bu manâ için kullanılan ismi iptal ederiz. Tıpkı benzetme manâsını ispat ve tatil, yani işgörmemezliği nefyedendeki benzetmeyi izale ettiğimiz vakitte bunun ile görüş beyan etmeyi iptal ettiğimiz gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bizim, «şey»i kabullenmekteki ifademizi beyan etmekte iki cümle vardır :
Birincisi : «Şeydin isim kılınması.[354] İsimlerde muvafakat, birbirine benzemeyi icabetmez. Çünkü bazen isim manâda muvafakati reddetme yerinde kullanılır. Meselâ «felân asrının[355] teki ve kavminin biridir» denildiği gibi. Çünkü bu cümlede onun kavminin içinde, asrında eşi, manen-di, benzerinin dilenildiği şekilde bulunmasını nefyeder. Her nekadar bunlarm hepsi bir ismini vermekte müşterek iselerse de. Şayet isimde muvafakatin bulunması birbirine benzemeyi icabettiriyorsa, onun muvafakati reddetme maksadı ile bir yerde kullanılması ihtimal dahilinde değildir. Bunun gibi, «küfür» ve «îslâm» sözünü ismin bunlardan her biri İçin gerçekleştiğini, muvafakat ise ancak söz bakımından olup fakat manâ itibariyle birbirine zıt olduğunu görüyoruz. îşte bu hareketler, fiiller ve benzeri gibi işlerde de böyledir.
Allah-u Teâlâ´ya «şey» ıtlak edilmesinin caiz odluğunun ispatının delili iki yönden müteâlea edilir :
Birincisi, naklî delil ki o da Allah-u Teâlâ´nın ; «... O´nun (benzeri olmak şöyle dursun,) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[356] Kavl-i Celili´dir. Eğer Allah, şey olmamış olsaydı, şey olma ismiyle eşyadaki şey´iyet kendisinden nefyolunmazdı. Çünkü şey incelendiğinde, şey ile söylemek imkân ve ihtimal olmıyanın hilafı olduğu anlaşılır. Allah-u Teâlâ´nm «De ki : şahid olmak bakımından hangi şey daha büyük De ki : Benimle sizin aranızda Hak Peygamber olduğuma Allah hakkı ile şahiddir.»[357] Kavl-i Celîli de böyledir. Eğer şey isminin Allah-u Teâlâ´ya söylenmesi mümkün olmamış olsaydı bu Ayet-i Celüe´de Şeyi içine alan kelimenin bulunup Allah´a izafe edilmesi mümkün olmazdı.
Aklî delil ise, şöyle ifade edilmektedir : Şey olma, örfde başka bir şey için değil, ancak ispat için isimdir. Çünkü «gey´siz» sözü eğer kendisi ile küçümsemek[358] murad edilmediği vakitte menfidir. Böyle olduğuna göre şey´in isbat ve hareketsizliği nefyetmenin ismi olduğu sabit olur. Eğer şey´in manâsının ispat ve hareketsizliği nefyetme manâsına olduğunu biîmiyen bir zümre olursa bu gibi arasındaki bu durumdan korunmak gerekir. Çünkü bunların çirkin bir manâ, kötü bir anlamı kalplerinde bulundurup kerih bir inanç içinde şey´in zâtın dışında bir varlık olduğunu[359] söylerler. Çünkü o ispat anlamında daha açık olarak anlaşılır. Her nekadar ikisi de ilim ehli katında bu deyimle bir manâ ifade ediyorsa da.
Bununla beraber «şey´sizdir» sözü ya hakikati reddetmek veyahut sabit olanı küçümsemekte kullanılır. Buna göre şey ile ifade etmek ancak o zâtı ispat ve o´nun yüceliğini ifade eder.33 Allah-u Teâlâ da buna gerçekten lâyıktır.[360]
Halbuki «cisimsiz» sözü bu ikisinden birini dahi icabettirmez. Yine «cisimdir» sözü de böyledir. Bunda varlığının övüldüğü veyahut yücelttiği hususdan herhangi bir şeyi ispat etme durumu yoktur. Bunun içindir ki ikisinin arasında benzersizlik vardır.
Bu söze göre «âlim değildir, kadir değildir» sözü, yüceliği nefyeden isimdir. Bunun gibi «âlimdir, kadirdir» sözü de yücelik ile vasfetmeği ica-bettirir. Tevfik Allah´tandır.
Görünen âlemde birinin «şey» sözünden zâtın mahiyeti anlaşılmadığı gibi «âlimdir, kadirdir» sözünden[361] de şey´in sıfatı[362] anlaşılmaz. Birincisinden anlaşılan husus ancak varlıktır ve zatın dışında olmaktır. İkincisinde ise, şey´in mevsuf olduğu anlaşılır. Yoksa kendisinde zâtın mahiyetinin beyanı olduğu hususu anlaşılmaz. Tıpkı adamın birinin «cisimdir» demesi gibi. Çünkü bu söz mahiyeti ifade eden bir sözdür ki bu da yönler sahibi veyahut buutlu olanlar veyahut da arazlar için kabul olan ve sonuçlar için ihtimali bulunan şey olur. Bu husus insan ve diğer mevcudat hakkında da böyîedir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra bu ifade edilenlerin hepsini, kabullenmeyi ifade etmek vecip-tir. Çünkü Allah-u Teâiâ´ya şey ismini ıtlak etmek naklî delille sabit olmuştur. Tevfik Allah´tandır.
Ebu Manaur (r.h.) diyor ki : Tevhidin tarifinde asıl olan şudur ki : Onun başlangıcı teşbihtir, sonucu da tevhid. Böyle söylemeye zaruret itmiştir. Çünkü anlaşılan mefhum ile düşüncelerdeki şeyi idrak etmekten anlamaların kısaldığı şeye delil getirilir. Meselâ Ahiretin sevabının ve Ahirette bulunan Azabm dünya lezzetleri ve eziyetleri ile anlaşıldığı gibi. Allah-u Teâlâ´nın vasfının yaratmış olduğu mahlûkatmdan buna delâlet eden hususların anlaşılması ile ispat edilmesi de böyledir. Bunun içindir ki «âlimdir, kadirdir» ve benzeri sıfatlar Allah´a izafe edilmede söylenmiştir. Çünkü bunları söylememekte Allah-u Teâlâ´nm bu gibi sıfatlardan beri olup hareketsiz kalması ifade edilir. Mahlûkatmda mevcut olan manânın incelenmesinde ise teşbih vardır. Onun için bu hususa «fakat âlimler gibi değildir» ve benzeri sözler katılmıştır ki teşbihi nefyetmek ispatın zımnında bulundurulmuş olsun. İşte bu husustur ki aklî ve naklî delilin mecbur kılması, böyle söylememizi gerektirmiştir. Fakat hakkında aklî ve naklî delil olmıyan hususa gelince bunun ile Allah´a isim vermek çok büyük bir kuvvettir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
İkinci sözümüze gelince : Gerçekten «şey» isim değildir. Çünkü her ismin, zikredildiği vakitte şeyin mahiyetini bildiren bir özelliği vardır. Meselâ «cisim nedir » diye sorulduğunda; kendisinin üç buudu bulunan şey diye cevap veririz. însan nedir sualine ise «görünen âlemdeki diri, konuşucu, ölü gibi sıfatlarla yani bunlara ihtimali olan bir varlıktır» diye bilinen tarifini söyleriz.[363] Yine böylece kendisinin tarifi bulunan her cevher, kendine hâs ismi ile zikredilir. Buna göre «âlimdir, kadirdir» ifadelerinin özelliği Allah´ın mahiyetini bildiren veyahutta zâtını tarif eden bir ifade ile zikrolunamaz. Bu ancak Allah´tan bunların kendisinde bulunmadığını ifade etmeyi reddetmek, ortadan kaldırmak ve bütün eşyanın da kendi hükmü, kudreti ve ilmi altında bulunduğunu ifade etmek için zikrolunur. Yoksa Allah´ın zâtının mahiyetini beyan etmek için zik-redilemez. Buna göredir ki Allah´a âlimdir, kadirdir ve benzeri sıfatlarını ifade ederek isnat etmek caizdir. Bunda Allah´ın Zâtı´nın mahiyetinde benzetme ciheti yoktur. Sakın bu ifadelerde, görünen âlemde oldukları gibi kudret ile ilmin Allah´tan gayri bir şey olduğu anlaşılmasın. Bunun içindir ki adı geçenlerden «gayri gibi değildir» denilir. Bu ifade de Allah-u Teâlâ´nın başkası ile değil, bizatihi âlim ve bizatihi kadir olduğu hususun açıklanması ve bilinmesi için kullanılır. Tevfik Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlardan birine «bir» kelimesinin manâsının ne olduğu sorulduğunda sorana şöyle cevap verildi: «Bir» kelimesinin anlamı, dört kısım üzere mütalea edilir : Kendisinde katlama ihtimali bulunmıyan bir küldür. Kendisinde yarını kılma, yani parçalama ihtimali bulunmıyan bir cüzdür. Üçüncüsü, her iki şeklin kül ile cüz arasında bulunması muhtemel olan şeydir. Tıpkı kendisinden yarım kılma hususunun kaldırılması veyahutta kendisinden katlanmanın indirilmesi gibi. Çünkü külün ötesinde bir şey yoktur. Dördüncü husus ise, bu üç şeklin kendisinde bulunduğu şeydir. Odur, O değildir. O, o olandan daha gididir. O, öyle bir şeydir ki ondan bahsetmekte dil tutulur, onu beyan etmekten lisan aciz kalır. Onu düşünmekten fikirler, zihinler aciz kalır, kendisini düşünmekte tüm anlayışlar hayranlık iğinde kalır. îgte bu vasıflarla muttasıf olan âlemlerin Rabbi´si olan AUah´dir.
Kim ki Allah hakkında incelemek suretiyle cisim ile ifade-i meram etmek sevdasına düşerse -ki bizim açıkladığımız gibi sonuçlara ve benzerlerine muhtemel[364] olan arazların mahalli olan cisimlerin manâlarını ifade etmektedir- o kimseye görünen âlemdeki cisimlerin yaratılmaların-daki manâları hakkında konuşması vacip olur. Tabiatiyle bu bütün yönlerinden her yönünü tesbit etmesi mümkün olursa. Evet bu cihet bakımındandır ki Allah hakkında bu ifadeyi kullanıp Allah´a cisim demek mümkün değildir, fasittir, batıldır. Çünkü bu Allah-u Teâlâ´yı hadis olduğu delil ile sabit olan bir şeyle vasfetmektir. Eğer bunu icap etmeye hazırlanmamış bulunuyor ise, o zaman bu ismi verebilir. Bu husus eğer delil ise söylenebilir. Fakat, sabit değilse söylenemez. Güç ve kuvvet Allah´tandır. [365]
Mes´ele (Allah-U Teâlâ´nm Sıfatı Hakkında)
Allah-u Teâlâ´yı, kadîmdir, âlimdir, hayydır, kerîmdir, cevvâddır diye vasfetmek, ve bu isimleri Allah´a vermek haktır. Bu husus, aklî ve naklî delilin her ikisi ile sabittir.
Naklî delil, Kur´anı Kerim ve Allah-u Teâlâ´mn gönderdiği diğer kitaplarında varid olandır. Allah-u Teâlâ, bütün peygamberlerin beyan ettikleri ve bilginlerin peygamberlerden naklettikleri isimler, Cenab-ı Hakk´a isim olarak-verildi. Ancak ne var ki insanlardan bir kısmı, o isimleri Allah´tan başkasına da verdiler. Böylece onlar ismin isbat[366] edilmesinde isimle her musemmanm (kendisine isim verilen) arasında benzerlik olduğunu zannettiler. Eğer isim verilmekle isimle musemmanm arasında benzerlik olsaydı, birşey meydana getirememeği nefyetmekle de benzerlik bulunurdu. Onu nefyetmekle yine kendisiyle ismin manâsının altına dahil olmayan şeyin arasında da benzerlik bulunurdu. Halbuki bu husus söylendiği gibi değildir. Fakat biz geçen konuda isme muvafakat ettiği için benzerliğin çok uzak bir ihmal olduğunu açıklamıştık. Çünkü Allah, zâtına isim olarak verdiği geyle, kendisine isim verilmiş, ve kendisini vasfettiği şeyle de vasf olunmuş tur. Akıl da bunu icap ettirir. Zira Allah-u Teâlâ´mn zatı ve sıfatiyle mahlûkata benzemediğinin sabit olması, Allah´ın fiilinin mecburi bir fiil olmadığı; bilâkis onun ihtiyarı fiili olduğuna delâlet eder.
Yine, hiçbir bozukluğu meydana gelmeksizin ve hikmet dairesinin dışına çıkmaksızın fiilin birbiri ardınca nizam ve intizamlı bulunması yapılan işin failinin ihtiyarı ile olduğunu isbat eder. îşte bunun için, mahlû-katm yaratılması hakikaten Allah´ın fiili[367] ile olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten Allah-u Teâlâ, herhangi bir şeyi[368] yaratır, sonra onu öldü-. rüp yok eder. Bu ifadeye gece ve gündüz gibi yok edip iade ettiği şey de vardır. Bununla da, Allajı´m fiilinin ihtiyari ile olduğu sabit olur. Çünkü[369] bununla fesada uğrattığı şeyin, salâhını, öldürüp yok ettiğini, iadesini[370], yok olanı var etmeyi, ve var olanı da yok etmeyi gerçekleştirir.
Öyle ise bunun ihtiyari olduğu sabit olur. Zira, kendisinde mecburi olarak bir fiil sadır olan kimsenin var ettiği şeyi yok etmesi, yokettiğini de var etmesi mümkün değildir, kendisinin böyle bir iş yapması beklenemez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine biz âlemin bir şeyden olmaksızın sonradan var olduğunu, beyan ettik. îşte bu hususa ancak kendisinde ihtiyari manâsının tamamı bulunan kimsenin ulaştığı bir nevidir. İhtiyari olmayan şeyin hakkı mecbur kalmaktır. Eşyayı, bir şeyden olmaksızın yaratma kuvvetine ulaşan kimsenin, sonra bir şeyi yapmağa mecbur olması mustehildir.
Bununla beraber, bir şeyin mecburen vuku bulması, onun başkası^ mn kudretinin icbarı altında bulunması ve kendisinden her türlü imkânın gitmesi demektir. Bu ise hadis olmanın delili ve zayıf olmanın alâmetidir. Rabbimiz olan Cenab-ı Allah, bu gibilerden beridir, yücedir. Mahlûkatta, birinden diğerine miras olarak kaldığı bilinen şeyde, Allah´a duada bulunmaları ve kurtulmaları için kendisine niyaz etmeleridir.
Ve Allah şunu kahretti, bunu kurtardı. Pelân´a yardım etti, filân´ı ise rezil rüsvay etti. Her kuvvet sahibi yarattığı kuvvet ile fiilini icra eder. Bu hususlardan herhangi bir şeye mecbur olanla nail olunmaz, kendisine rağbet de edilmez. Bunlar delâlet ediyor ki âlem gerçekten Allah´ın ihtiyarı ile yaratılmıştır.
Allah-u Teâlâ´nın fiilinde ihtiyar sahibi olduğu sabit olunca, bulunduğu hâl üsere mahlûkatm üzerine hakim olması bakımından kudret ve irade sahibi olduğu sabit olur. Çünkü, kudreti bulunmayan kimseden [371]meydana gelen şey, kararsız ve fasid olur; bir şeye zıddı ile birlikte malik ve sahip olunmaz. îşte kendisinden meydana gelen şey kudret ve ihtiyari ile olduğu sabit olur. Bu hususta gaibi bilmek için asıl olan, görünen âlemdeki hakiki[372] fiilin emareleridir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bizim, fiilin birbiri ardınca vukubulması ve bu durumun muhkem ve sabit olarak hasıl olan şeylerden zikrettiklerimiz Allah´ın fiilinin ilmiyle vuku bulduğuna delâlet eder. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine, dünyadaki imtihanlara tabi tutulanların maslahatları doğrultusunda imtihan olunmayan cevherlerin her birinin meydana çıkması; ve kendisinin baki kalmasını temin eden şeyin yaradıimasiyle beraber, bekası murad edilen her şeyin yaratılması ile bilinir ki, bunların hepsi, her şeyin keyfiyetini ve ihtiyacın] ve hayatını idame ettirecek olan hususunu bilen tarafından olmuştur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten, Allah-u Teâlâ, mahlûkatı öyle bir şekilde yaratmıştır ki, bu yaratılış şekli, mahlûkatm hadis olduğuna, ve kendisini yaratan bir muhdisin bulunduğuna ve onun birliğine delâlet eder. Eğer Allah mahlûkatm yaratılmasını, biîmemiş olsaydı, mahlûkatm bu hal üzere meydana gelmesinin imkân ve ihtimali düşünülmezdi. Gerçekten Allah-u Teâlâ´nm mahlûkatı bulunduğu gibi yaratması, kendisinin yarattığını bildiğine delâlet etmektedir. Tevfik Allah´tandır.
Peygamberlerin emirle gelmesi de Allah´ın ilmi ve ihtiyari iledir. Eğer insanlar peygamberlere tabi olup onların getirdikleri prensiple amel etmiş olsaydılar, aralarında ihtilâf, tefrika ve fesada uğrama ihtimali olmazdı. Tabii bu husus eğer Allah´ın ilmi ayrı, ayrı yerlerde olmamış olsaydı vukubulurdu.
Allah-u Teâlâ yaratma fiili yok iken vardı. Sonra tekvin yani varet-me, yaratma var oldu ki o, ise yaratmanın gayridir diyen kimsenin sözü, tıpkı âlemin yaratıcısının bulunmaması ile âlemin var olduğunu zikredenin sözü gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten, var olmayı tabiatlara ve gıda maddelerine isnad eden kimsenin sözü, yaratmadan başka bir şey olmaksızın, yok iken sonradan yaratmayı Allah´a isnad eden kimsenin sözünden daha gerçek ve doğru olur. Çünkü ilkinde var olmayı tabiat ve gıda maddelerine isnad etmekte kendisi ile başkasının olması işinin ispatı vardır. Böylece onların yaptıkları isnatta, bir analiz bulunur, diğerlerinde ise tedkik ve tahkik yoktur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Görünen âlemde, kendisi kadir olup da, kendisinin fiili bulunmayan ve memnu´ olmayan bulunmaz. Görünen âlem ise görünmeyen âlemin delilidir. Binaenaleyh yaratma sıfatının Allah´ta bulunması lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.
Yaratma sıfatı, fesad, şer, çirkin ve kötü sıfatlan ile mevsuf olur. Eğer onun zatında Allah´ın fiili bulunmuş olsaydı, Allah-u Teâlâ bunların hepsiyle mevsuf olması ve bu isimlerle kendisine isim verilmesi gerekirdi. Bunlarla Allah´ın vasfoîunnıasi ve bu isimlerin kendisine verilmesi küfür olunca, Allah´a verilen isim ve sıfatlar, bu isim ve sıfatların gayridir. Kurtuluş ancak Allah´tandır.
Değmek, duyurmak, taat, masiyet ve kazanmak, eğer Allah´ta hakikaten bulunmuş olsaydı bunlardan biri ile kendisine isim verilirdi.[373] Tevfik Allah´tandır.
Hakikaten, Allah´tan asılda bir fiilin sadır olması caiz olmayıp sonra vaki olması caiz olsaydı, ya bizatihi kendisi için caiz olmazdı ki bunun ebediyyen böyle olması vacip olurdu. Veyahut gayrisi için caiz olurdu. İşte kendisinden sorulan da odur. Allah-u Teâlâ´nm bizatihi fail olmaması caiz olmadığı sabit olunca kendisi binefsihi fail olur. Tevfik Allah´tandır.
Yaratma, hakikatte Allah-u Teâlâ´nm fiilidir, diye iddia eden kimse, o namaz gibidir. Namaz ise hakikatte fiildir, diyor.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Böyle söylemek vehimdir. Çünkü bu isim hakikatte Alîah-u Teâlâ´nm fiilinin ismidir.
Sonra, yaratma gerçekten Allah´ın fiilidir ki : Bununla Allah´a isim verilmesine, bu kelime delâlet etmiyor. Oysa ki biz[374] Allah´a isim verilmesi caiz olan ve olmayan şeyi geçen konularımızda açıklamış bulunuyoruz.
Eğer «Allah-u Teâlâ ezelde Tekvin (varetmek) sıfatı ile nıevsuf olunca, niçin ezelde mükevven (varolan) bulunmuyor » denilirse cevap olarak denir ki : Allah-u Teâlâ, ezelde eşyanın bulunduğu hâl üzere varolacağını biilyor ve murad ediyordu. Bu, herşeyin vakti zamanında olması için Allah-u Teâlâ´nm eşya üzerindeki kudreti, iradesi ve eşya hakkındaki ilmi gibidir. Her nekadar yok iken sonradan varolan [375]Olanın tarafında kendisi hakkında olan ilmi ve üzerinde müessir olan kudretin değişmemesi ile olsa da sonradan var olma, olan hakkında kullanılır, yoksa olanı bilme hakkında değil.
Bu konuda asıl olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ´ya bir sıfat ıtlak olunduğu ve ilim, fiil ve benzeri sıfatlardan biri ile vasfolunduğunda Allah´ın ezelde o sıfatla mevsuf olması lâzımdır. Bu sıfatın altında bulunan -malûm (bilinen), üzerine kudretin hükmünün cari olduğu, makdur ve var olandan ibaret olan mükevven ve murad gibileri o sıfatla beraber zikrolundukları vakit bu eşyanın kadim olduğu anlaşılmaması için o eşyanın vakitleri o sıfatla, beraber zikredilmesi gerekir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Birincisinin yani Allah-u Teâlâ´ya her hangi bir sıfat ıtlak olunduğu zaman aynı sıfatla ezelde mevsuf olmasının gerektiği hakkındaki delil; o sıfatın ezelde Allah´ta bulunduğunun sebkat etmesidir.
İkincisinin delili, yani var olanın vaktinin zikrolunmasınm gerektiğinin delili ise şöyle izah edilmektedir : Yapılanın vakti zikrolunmadığı zaman kendisinin kadim olduğuna veyahut vaktinin gayrinde bilinmediğine imâ ve işaret olunmuş olur. Acizlik de böyledir. Çünkü «o, saat için var olmuştur» dendiği zaman bununla, bu saatte var olması için, varlığı bilinmiş ve murad edilmiştir demeye işaret olunur. Onun hakkındaki ilim, kudret ve irade de böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır,
Kıyamet ve fena kelimelerinin başka bir manâsı daha vardır. Şöyle ki : Gerçekten kıyameti soran kimse, «eğer Allah, saati işler» diye murad ederse, bu «saat» kelimesinin kıyamete vakit olmaktan veyahut Allah´ın kıyameti var etmesi için kullanılması veya murad edilmesinden hâli kalmaz. Birincisi mümkün değildir, zira böyle bir şey yoktur ve düşünülmemiştir. İkincisi ise, vakti var etmek için bir zaman kılındığından dolayı fasiddir. Bu da hadis olmanın yani sonradan var olmanın alâmet ve işaretidir.
Soru : Mükevven, yani var olunan bulunmadan tekvinin, yani var etmenin bulunmasında aczin ispatı mı vardır
Cevap : Bu husus, eğer var etme bir vakit için olur da o vakitte var olmazsa ancak o zaman bulunur. Halbuki ezelde bilinen ve murad edilen, hükmedilen, zamanı geldiğinde vakti, vaktinde vukubuluyor. Cehil ve mecburiyet olmadığı zaman onu bilme ve irade etme hakkında söylenecek söz de böyledir.
Amma, kendisinde vukubulduğu vakit için olmuş olsa, ilmide hakkında beyan ettiğimiz gibi böyle söylenmez, tgitme, görme, kerem ve cud sıfatları da buna göredir. Her ne kadar işitilen, görülen ve diğer zik-rolunanlar hadis ise de, Allah-u Teâlâ ezelde bu sıfatlarla mevsufdur. Bu ifadeye göre sonradan var olma cari olduğu için her ikisi zikredildiğinde işitilen için vaktin zikredilmesi muhakkak lâzımdır. Birincisi de yani Tekvin de bunun gibidir.
Bu mevzuda asıl olan şudur ki : Gerçekten Allah´ın fiili ile vaki olan, Allah´ın bilfiil o sıfatla vasfedildiği zaman aynı sıfat Allah´ta bulunmasa, bu vasıf, acizlik vasfıdır. Eğer aynı sıfat Allah´ta bulunup vasfedilen şey de zamanında ve Allah katında bulunursa bu kudret sıfatıdır. Bu husus, tıpkı kendisinde bir şeyin fiili ve onun yanında zıddı bulunan kimse gibidir ki o fiil[376] onun fiili yönünden daha tamamdır.[377] Fiili bulunduğu yerde[378]´ olmayan kimse, fiili her yerde[379] vukubulan kimsenin gayri olması da böyledir. Zikrettiğimiz hususlar ile Allah-u Teâlâ´yı vasfetmemiz de bu meyanda mütalea edilmektedir. Çünkü o, tamam olan bir vasıftır. Bununla beraber kul´un fiili vaktinin gayri için vaki olmaz. Çünkü o fiil kulun isidir ki[380] bu is bilfiil ve aletlerle olur. Allah-u Teâlâ ise bizatihi yapar. Bu tıpkı Allah-u Teâlâ´nm bizatihi bilmesi ve bizatihi kadir olması gibidir. Zikrettiğimizin gayri ile Allah´tan başka olan her şey, eğer Allah´ın fiili olmamış olsaydı ondan bu fiil sadır olmazdı. Allah, her şeyi bir şeyden olmaksızın var eder. Bunun içindir ki takdir hakkında söyledikleri sözün tümü batıldır, fasittir. Kudret, irade ve geçen mevzularda açıkladığımızın hepsi bunun gibidir.
Başka bir delil; gerçekten kuldan mütevellit bir fiil bulunur ki bu o fiili kul isledikten bir zaman sonra vaki olur. Tıpkı her hangi bir şeyi atmak, fırlatmak ve cinayetler işlemek gibi.
Bu fiili işleyene fiilinin gerçekte vuku bulmasından sonra kaatil, cani ve katle ve cinayete uğramış, isminin verilmesi kendisine müstehak olur. Bunun gibisinin Allah´tan vukubuîması her nekadar Allah´ın fiili, yaratılma ve doğma vasıfları ile vasfoiunnıazsa da Allah´tan olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü görünen âlemde iki vecihten birinin meydana gelmesi fiilin[381] tahkikini menetmez. Bunun aynısı görünmeyen âlem hakkında da caridir. Her nekadar bizim bir şeyin cisim olmadığını ispat etmede[382] açıkladığımız husus üzere açıklanan bu vecihten değilse de. Bu söz Allah´a şey, demenin caiz olmasma binaendir. Her nekadar araz değilse de o gey. Görünen âlemde cisim olmıyan her şey, varlık hakkında arazdır. Yoksa o şey, varlığın ismi değildir. İlk zikredilen aynı bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır. Ve yine acizlik alâmeti olma hususunda ileri sürülen görüş, Allah hakkında değil, bilâkis bul hakkında ileri sürülebilir. Çünkü kul, kendisiyle tahakkuku mümkün olmıyan bir şeyin yapılmasına kadir olmaz. Tıpkı hareket ve hareketsizlik fiilini icra etmek suretiyle kendini kuîlanmaksizın yapılanın meydana gelmesine kadir olmadığı gibi. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Bundan sonra hiç bir kimse yoktur ki kendisinin memur kılındığı ve nehyedildiği vakitte bu hususta bir emrin aynı vakitte gelmediği sözünü kabul etmesin. Memur ve menhiy olduğu husus hakkında aynı vakitte bir emrin geldiğini kabul etmek zorundadır. Vaad ve vaid de böyledir[383]. îşte bu suretle Peygamber (s.a.v.) gönderilen ile o halde memur veya menhiy olan odur. Binaenaleyh olduğu zamandaki var olmasının ezeldeki tekvin sıfatının bir tecellisi olduğu inkâr olunamaz, tşte böylece Allah-u Teâlâ her olan ile, onun olacağını bilmesiyle vasfolunması da böyledir. Her nekadar daha önce Allah´ın ilmi ile vasfohmdu ise de. Var olma, hadis olmanın hepsi Allah´tan başkasmdaki varlıkta düşünülebilir. Tevfik Allah´tandır.
Ne var ki tekvin´in manâsı her nekadar beşer anlayışının ulaşamadığı bir husus ise de «kün-ol»[384] sözünün imkân ve ihtimali dahilinde olan en kolay sözle edası mümkün olur. Zira Allah-u Teâlâ, var olmasını bildiği ve dilediği her şey´e ol dediği vakitte o şey bu emirle var olur. O var olan her şey, bulunduğu hal üzere var olması gerektiği vakitte tekrarsız olarak var olur. İşte bu noktaya emrin hepsi, nehiy, vaad ve vaid dahil olur. Bu suretle, devamlı olarak kâinatın vakitleri ve mekânlarında]´! muhtelif halleri üzere olmuş ve olacak şeyden haber verilmiş olur. Fakat, mahlûkatm aklî kapasitesi meşgul etmiyen ve yormiyan[385] tekvin sıfatını anlama vüsatmda değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bu bölüm öyle bir bölümdür ki eğer bunda uzun uzadıya araştırma ve analiz etmeğe kalkışılırsa maksud olanın sonucuna ulaşmaktan insan aciz kalır. Biz işaret etmiş olduğumuz gey´in akıl ve iyi anlayış sahibi için ikna edici bir yer olmasını dileriz. [386]
Mes´ele (Kâbi´nin1 Zatî Ve Fiili Sıfatlar Hakkındaki Görüşleri Ve Bu Görüşlerin Reddedilmesi.)
Kâ´binin, Allah´ı bilmekte ulaştığı mevkii bilmemiz için, ileri sürdüğü fikir ve görüşlerinin bazısını zikredeceğiz.[387] Bununla mutezile mezhebinde ulaştığı makamı iyice anlaşılmış olur. Çünkü o, mutezileler nez-dinde yeryüzü halkının imamı olarak kabul edilmiştir.
Kâ´bi diyor ki : Hâl ve şahsın ihtilâfına ihtimali bulunan şey, fiilin sıfatıdır. «Felân´a rızık verir», «ve şu halde merhamet eder, bu halde de merhamet etmez» sözü gibi. Kelâm hakkındaki söz de böyledir. Şahıslar hakkında öne sürülecek fikir de aynı bunun gibidir. Kudret, ilim ve hayat sıfatları hakkında bu gibi sözlerin söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Çünkü bunlardan herbiri zâtın sıfatıdır.
Ve yine Kâ´bi der ki : Üzerine kudretin vaki olduğu her şey, fiilin sıfatıdır. Rahmet ve kelâm gibi. Üzerine kudret vaki olmıyan ise, zâtın sıfatıdır. Meselâ «bilmeye veya bilmemeye kadir olur mu » denilmediği gibi. Sonra zâtın sıfatından sorulur : Allah´ın niçin zıddı ile vasfolunması vacip olmuyor Bu soruya cevaben diyor ki : Çünkü o, zâtına rücu´ eder. Zâtı ise muhtelif değildir. Zıttı ile vasfetmek ise ihtilâfı icabettirir. Sonra diyor ki : Allah´ın zâtı, muhtelif olmayınca nefsinin baki kalmış olduğu şeyin muhtelif olması caiz olmaz. Tıpkı illetin devam etmesiyle kendisinin de devam etmesi ület için vacip olan şey gibi.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin sözlerinden bazısı da şöyledir : Allah-u Teâlâ´nın hakikatte sıfatı yoktur. Allah´ın sıfatı, ancak vasfedenin kendisini vasfetmesi veyahut isim verenin isim vermesinden ibarettir. Bu ikisi birden vasfedenlerin vasfında, ne zaman Allah´ı ilim, kudret, ve fiil sıfatları ile vasfederlerse, vasıf bakımından hiç bir ihtilâf olmaksızın vasfedenlerin vasfında bulunur. Sonra Allah, hakikatte Âlim, Kadir ve Hâlık isimleri ile isimlenmiş bulunuyor. Artık Allah´ın vasfedilmesi bakımından bülnmesinin bir veçhi yoktur. Çünkü bu her ikisinin, yani vasıfla ismin her ikisi kendisinde muvafakat bulunan şeye rücu´ eder.
Sonra bazen denir ki : Allah, felânın duasını işitti, filânın duasını da işitmedi. Ve adamın biri, kalkıp söyle diyor : Allah, bunu benden bilmedi. Diğer biri de Allah bunu benden şu vakitte bildi, bu vakitte ise bilmedi, der. Sonra bununla işitme ve bilme sıfatlarının zâtın sıfatından olmamaları vacip olmaz. Kelâm ve rahmet hakkında bu şekildeki ifadeyi hiç bir şey menetmez.
Eğer «bununla bilinen ve işitileni nefyetmeği nrarad ediyor» derse kendisine şöyle cevap verilir : Birincisinde yani hâl ve şahsın ihtilâfı ihtimali olan şeyin fiilin sıfatı olduğundaki ileri sürülen fikrin kelâm hakkında aynı olduğu da böyledir.[388] Yani kelâmı nefyetmeği zikretmekle Fir´avuna ikram ve ihsanını esirgediğini murad ediyor ki; bu da Allah´ın ihsanını murad eden şeyin kendisidir. Bu hususta kelâm ile müminleri müjdeleyen ve kâfirleri meyus bırakan şey olarak bilinmektedir. Bu husus, bizim katımızda böyle telâkki edilmektedir.
Bundan sonra gerçekten mesele kıymetini kaybetmiştir. Çünkü o, hükmü sözün caiz olmasına bağlamıştır. Biz meseleyi beyan ettik4. Biz, geçen ifadelerle Allah-u Teâlâ´nm hadis olma .sıfatıyla mevsuf olmasının caiz olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü eğer bununla vasfolunması caiz olsaydı Allah, muslihtir, mufsittir, hayırlıdır, şerlidir diye vasfediî-mesî caiz olurdu ki bu asla doğru değil, batıldır. Böylece mesele onun zannettiği ve düşündüğü gibi değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine gerçekten her sessiz olan, işittirmek için konuşmaz. O´nun ilimle konuşması caizdir. Sonra her ikisinin arasının ispat harfindeki ihtilâf ile tefrik edilmesi vacip olmaz. Ve Allah´ın Zâtında da ihtilâfı icabettir-mez. İşte böylece nefyi hakkında nıeneden bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten Allah-u Teâlâ´yı adaleti kendisinden nefyetmek suretiyle vasfetmek caiz olmaz. Sonra onun, yani adaletin kendileri indinde zâtın sıfatı olduğunu söylemez. Bunun içindir ki onun takdirinin fasid ve batıl olduğu sabit olur.[389]
Sonra kendisine denir ki : Sen fiil sıfatiyle fiilin bizzat kendisini kas-dediyorsun ki, o da yaratma fiilidir. O senin katında[390] fiil midir, yoksa fiilden başka bir şey midir Eğer yaratmak fiildir, derse kendisine : Niçin yaratma fiildir dedin denir. O, kimin sıfatıdır Çünkü sıfat ancak mevsuf için bulunur. Eğer o, Allah´ın sıfatıdır derse; yaratmayı Allah´a sıfat kılmayı ifade ederse, bu ne büyük bir sözdür. Çünkü yaratmak fiilinden meydana gelen, fesada uğrayan, çirkin olan, mecburi ve zaruri olan, aciz olan.necisler olan ve pislik olan vardır. Bunların hepsini kendi sıfatı ile mevsufdur. Bu sıfatlar öyle bir sıfatlardır ki her akıllı olan kimse bunlarla mevsuf olmaktan çekinir. Nasıl oluyor da bu sıfatlarla [391]Allah vasf olunuyor
Eğer yaratma değildir derse, gerçekten kastedilen Allah´ın sıfatı, fiilin kendisidir demesi lâzım gelir. Biz bu hususu açıklamıştık. Allah-u Teâlâ yarattığı ile vasıflanmaktan yücedir, beridir. Böylece sabit olur ki fiilden7 ibaret olan Allah´ın sıfatı kendi zâtının sıfatıdır.
Böylece Allah, Haliktır; Rahmandır; Rahimdir denir. Bu isimlerle ancak Allah´ın Zâtına isim verilir. Fiilin sıfatı da bunun gibidir, yani fiilin kendisi. Onunla Allah´ın Zâtı vasfolunur. Bu, tıpkı «hikmetli kelâmdır, doğru kelâmdır, yalan sözdür» denildiği gibi. Gerçekten bu böyledir. Aynı zamanda sahibinin sıfatıdır. Bunun gibisinin aynı Allah´a izafe olunur.
Sonra, kendisine denir ki : Rahmet ve mağfiret fiilin sıfatıdır diyorsun. Lanet, ve küfretmek de sence fiilin sıfatıdır. Rahmet ve lanetle kendisine isim verilen fiil nedir ki; Allah onunla vasfolunsun
Eğer o, Cennettir-Cehennemdir, kabul; reddetme ve benzeridir derse; daha doğrudur, adaletlidir, zulümkârdır deyimleri hakkında zikredilen meselelerdeki sözü batıl olur. Gerçekten Allah-u Teâlâ Rahimdir; bunu kullarına karsı işlemez. Halbuki bunların hepsi kullarına yaptığı şeylerdendir. Eğer bunun gayrı bir manâ ispat ederse o takdirde Allah´ın yarattığının gayri olurlar ve onlarla vasfolunur. Oysaki onun «küfreden»8 sözü kötü ve çirkin bir sözdür. Allah-u Teâlâ asla onunla vasfolunmaz.[392]
Sonra kendisine denir ki : niçin bu zat ve fiilin sıfatı hakkında zikrettiklerini nazarı itibara aldın Hakikaten ispat etme yönünden, kullanmada zâtın sıfatlarının muhtelif olduğunu görüyorsun. Meselâ; eşya hakkında ilim ile ifade edilmek istendiğinde, eşya kudret ile vasfoîunmaz. Ve eşya üzerine kudretin hükmü caridir, dendiği zaman, egya ilimle vasfolunmaz. Keza egya görülme ile vasf olunduğunda, kerem ile vasfolunmaz. Cûd ve hikmet ile vasfolunduğu zaman da eşya işitme sıfatı ile vasfolunmaz. Kendisi ile ihtilâfın caiz olduğu şey de bunlar gibidir. Bununla her hangi bir farkın bulunması gerekmez. Bilâkis, Allah ezelde bu sıfatlarla mevsuftur.
Sen niçin Allah´ın kendisiyle vasfohınan şeyin hepsinde böyle demi-yorsun. Zira Allah, değişikliğe uğramadan ve fesad bulmadan beri ve münezzehtir. Bunların her ikisi de hadis olmanın alâmetleri ve yok iken sonradan var olmanın işaretleridir.
Yine kendisine şöyle denir : Sen yaratmanın bir çok kısma ayrıldığını görüyorsun. Sence bunların bir kısmı ile Allah´a isim verilir. Bir kısmı ile verilmez. Sonra sıfat hakkında bir ihtilâfa da delâlet etmez. Öyle ise bu sıfatların ifade edilmesini meneden nedir Tevfik Allah´tandır.
Fakîh Ebu Mansur diyor ki : Sonra onun «üzerine kudret sıfatının cari olanla vasfolunan şey, zâtın sıfatlarından değildir» sözüne göre hasmı ve muhalifi nezdinde Allah, sıfatlarından bir şey üzerine kudretle vasfolunmaz. Ancak, bunda yapılan şeyin murad edilmesi ile mecaz olarak vasfolunur. Tıpkı yarattığı şeyi itibar ederek onunla kendisine isim verilmesi gibi.[393]
Ve sonra biz, gerçekten onların zâtm sıfatları olduğu hakkında ittifak olduğu halde eşyada genişlik ve darlık bakımından sıfatların durum ve envalinin muhtelif olduğunu beyan etmiştik. Bu zikrolunan şeylerde de aynısını ifade ediyoruz.
Sonra şu görüş de Kâ´bî´nin mezhebinin görüşüdür. Gerçekten Allah ne yaratıcı idi ve ne de Rahman. O, kendi zâtını, yaratıcı ve merhamet edici yapmıştır. Öyle ise bizim bu manâdaki yaratıcı (halik) ve merhamet edici (Rahman) ye ibadet etmemiz caiz olur. Böylece onun sözüne göre : «Şu, yaratma fiili için bir mabud takdir etti»; ifadesi ortaya çıkmış olur. Halbuki üzerine kudretin vaki olduğu isimdir. Bu durumda, Al-lah´dan başkasına ibadet etmiş olur. O, yine üzerine kudretin vaki oîdu-ğu şey olması bakımından bu isimler muvacehesinde sonradan var olmuştur.
Sonra kendisine şöyle de denir : Allah, mahlûkatı yaratmamağa kadir olur mu
Eğer bu sorumuza; hayır derse : Allah´ı zaruri olarak ve yahut bizatihi yaratıcı yapmış olur ve ileri atmış olduğu fikir ve sözü batıl olur.
Eğer Allah mahlûkatı yaratmamağa kadirdir, derse o zaman kudretin üzerine vaki olmasiyle yaratılmamış olanın yaratılmış olduğunu söylemek zorunda kalır. Bunda ise fiilin ve yaratılanın kadim olduğunun ispat edildiği görülür. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kâ´bi, kelâmın hadis olması hakkında, gelmek ve getirmeği zikrederek delil getirmeğe çalışıyor, bu bakımdan kelâm, sonradan var olmadır, diyor. Biz geçen bahislerde açıklamıştık. Hakikaten Allah, kelâm sıfatıyla vasfolununca kelâmın, fiilin ve diğer adı geçen sıfatların tümü hakkında söylenecek şey aynıdır. Çünkü Allah-u Teâlâ değişme ve zeval bulma ihtimalinden beri ve münezzehtir. Ne var ki gerçekten Allah, gelmeyi kendisine izafe etmiştir. Sonra gelmenin hadis olması gerekmez. Bilâkis o, Allah´a lâyık olan yöne[394] sarfedümiştir. îlki de yani getirme de bunun gibi olup Allah´a lâyık olan yöne tevcih edilmesi vaciptir[395]. Yoksa bozulma, değişme ve zeval bulma gibi kendisi ile mahlûkatin bilindiği cihete yöneltilmez. İbrahim Aleyhisselâm´m kelâm ve fiil hakkındaki Kur´-an´ı Kerim´de zikredilen «Ben öyle batanları sevmem..»[396] sözü de bunun gibidir. Kim ki bir hal ve vaziyette olup da sonra başka bir hal ve vaziyete girerse o, gerçekten batanlardandır. Allahu a´lem.
Kâ´bi, korunan şey ile de delil getiriyor : Gerçekten AUah korur,[397] bu, Allah´ın kendi hududunu yani buyruklarını koruması üzere olur. Ke-lâm´ın manâsının kapsamına giren[398] ve mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah´a izafe edilen şey, Allah´ın sıfatı olan kelânı´m kendisi ile bilinen şeye muvafakati olduğundan mecazdır. Bu, aynı bizim gelme ve gayrini zikrettiğimiz gibidir. Allah´ın ahdi, yardımı[399]ve benzerleri, Allah´ın Zâtı ad, bu manâyı, gerçekleştirmiyen şeydendir. Kur´an-ı Kerîm de bunun gibidir.
Yine bir çok nevilerle delil getirdi ki bu yönden Kur´an´ın hadis ve mahlûk olduğunu öne sürdü ve delillerinden olmak üzere nesih, sûreler, âyetler ve benzerlerini öne sürdü. Ve bu bakımdan Allah bu sıfatla mev-suf olmaz iddiasında bulundu.
Sonra kendisine «kelâm, ilim gibi zâtın sıfatıdır» denildiğinde dönüp hakikatte Allah´ın İlmi vardır, demediğini iddia ediyor.
Pakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin sözü batıldır. Çünkü o, kendi ifadesi olan, zâtın sıfatıdır sözü ile karşılaştırıldı. Bu hususta da âlim hakkında söylediğim gibi hiç bir hakikate dayanimyarak söylesin. İşitme[400], ve benzeri de böyledir. Biz, Allah´a hamd olsun ki buna yakın olarak, akıl sahibine kifayet edecek şey´i beyan ettik.
Sonra Kâ´bi, kelâmı fiille karşılaştırdı. Halbuki hasmının nezdinde fiille kelâmın arasında hiç bir fark yoktur. Yine sonra görünen âlemde hali kalmıyan bir şeyle karşılaştırdı : Kendisinden kelâmın sadır olması caiz olan kimse, aynı zamanda kendisinden[401] sükût etmek veyahut dilsiz olmak da caizdir, diye bir konu ortaya attı. Halbuki bu konuda hata yaptı ve o, ancak acizlikten ve sükût etmekten ileri geliyor dedi. Fiille de karşı karşıya getirdi. Haîbu ise hasmının indinde fiil de böyledir. Çünkü o, fiil ve terki kendisinde zikretti. Oysaki terketme, fiilden başka bir şey değildir.[402] Fakat adı geçen hususu ancak şaşkın olan kimse yapar. Sonra sabi ile işi karşılaştırıp sabinin dilsiz olmadığını öne sürer. Biz, sabinin kelâmdan aciz olduğunu beyan ettik. Bununla beraber kendisinin cismen büyük olmasına rağmen kendi nefsi için Allah´ı bilmeğe vesile olacak çocuklar ve delillerden başkasını bulamamıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kâ´bî, karşılaştığı bu hususlara; fiilin vukuunda kudretin meydana gelmesi halindeki Allah´ın fiil ve kelâmı icra etme kudreti ile mevsuf clduğu için kadir sıfatının hali kalmadığı noktayı nazarı ile cevap vermeye yöneldi. Bu husus mu´tezilece bilinmiyen rnu´tezilerün cehaletini ortaya koyan bir husustur ki bu delilini kabullenerek tevhid akidesi içinde bulunduğu için kendisi tebrik olundu.
Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki, gerçekten AI!ah-u Teâlâ´yı kelâm, ilim, fiil sıfatları ile vasfetmek ve kendisine hamdü senada bulunmak, Ailah-u Teâîâ´nm eksikliklerden yüce vg beri, âfetlerden de münezzeh olmakla vasfetmektir. Allah, ezelde de böyledir. Bununla beraber eğer Allah, kendisinden başkası ile, Halik Rahman ve Mutekellim olmuş olsaydı böyle olmaması yani yukarıda arzodilen sıfatlarla muttasıf olmaması caiz olurdu.
«Ey, Rahman olmıyan, Rahim ve Halik olmıyan»18 diye söylemek zem ve mahlukatdan başkasına katmak olduğu içindir ki, Allah-u Teâlâ, bizatihi Rahman, Rahim ve Hâlık[403] olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Eğer Allah-u Teâlâ´nın kendisinden başkasına verilmesi caiz olan bir şeyle isim verilmesi doğru olsaydı gayrinde bulunan her şey ile kendisine isim verilmesi vacip olurdu. Bununla beraber eğer Allah hakkında bu husus caiz olsaydı görünen âlemde birisinin kendisi gibi isimlenmesi caiz olurdu. Değişiklik ihtimali kendisinde bulunduğu için bu hususun gerçekleşmesi mümkün değildir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ´yı adı geçen sıfatla vasfetmek, Allah´ın yüceliğini ve benzerinden münezzeh olduğunu ispat etmek demektir. Tevfik Allah´tandır.
Sonra diyor ki : O, sıfatlarla, Allah´ın gayri hiç bir sıfat sabit olmadığını mıırad ediyor. Fakat sıfatlar Allah´ın zâtının aynı olduğunu da kasdetmiyor. Bilâkis kadîm için olsun, hadis için olsun her sıfat Allah´ın gayridir diyor.
O sıfatlar söz olur veyahut kitap olur. Allah´ın sıfatları bizim kendisini vasfettiğimiz sözlerimizdir, veyahut Allah´ın sözü ve kitabıdır. Bunların her ikisi de hadistir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin Allah ve onun sıfatları hakkındaki ilminin ne derece olduğunu bilmeniz için onun meselelerinin bitim ve sonucunu teşkil eden görüşlerinin cümlesini zikrettim. Kâ´bî, bazan : «Allah´ın gayri olarak sıfat sabit olmaz ve Allah´ın sıfatlan,[404] Allah´ın Zâtı´nın aynıdır diye nıurad etmediğini» söyler. Eğer Kâ´bî, Allah´ın sıfatlarının ne Allah´ın Zâtı´dır ve ne de gayrıdır, demek murad ediyorsa; o, bilmiyor mu ki bu görüş Allah´ın sıfatlarım ispat eden kimselerin sözü ve görüşüdür. Sonra kalkmış bu söz, bizim sözümüzdür diyor. Biz diyoruz ki : sıfatlar,[405] Allah´ın gayrı değildir ki,[406] Allah´ın gayrında bir sıfat yoktur, diyelim. Sonra, gerçekten Allah´ın sıfatlarının zikrolunan hususlar olduğuna işaret edildi. Kâ´bî, sıfatların tümü Allah´ın Zâtının sıfatlarıdır, dedi. Öyle ise zikrolunan sıfatların hepsi Allah´ın Zâtı´nın sıfatlarıdır. Allah, bu sıfatlarla devamlı olarak mevsuf-tur. Bu sıfatlar Allah´ın gayrıdır, diyor. Batıl ve sapık kimselerin vas-fettiği hususlardan Rabbimiz berî ve münezzehtir.
Sonra şöyle diyor : Biri çıkar da derse ki; siz, Rahim demeksizin hakikatte «Rahmet»i niçin sıfat yapmadınız Böyle iddia ederek rahmet bulunmaksızın «Rahim»in sıfat olduğunu öne sürdü. Zira her kim ki bir şeyin sıfatını yaparsa onunla vasfolunur. Tıpkı başkasına söven veyahut onu karalayan kimseye o, ona küfretti ve onu karaladı dendiği gibi. İşte «rahmet»in yaratılması da böyledir. Rahmeti yarattığı için onunla, vasfoluhması caiz değildir. Tâ ki gerçekten ben, «Rahîm»im, deyinceye dek. İşte bununla anlıyoruz ki gerçekten sıfat, Allah-u Teâlâ´-nın «ben Rahîmim» sözüdür.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu abtal ve şaşkın kimseye sıfatları bildiren şey nedir ki Allah´ın sıfatlarını tefsir etmeye girişiyor. Allah-u Teâlâ, bu gibi şaşkın,[407] ve hayalperestlerin[408] görüşlerinden beridir, yüce ve münezzehtir. Hakikatte sıfat, eğer vasfedenin sıfatı olsaydı mahlu-katm cevher ve sıfatlarının yaratık olduklarını söylemesi batıl olurdu. Ve onun, tariflerini yapmak için mahlukatın hâli kalmadığı, sükûnet, hareket, tefrika ve içtima hakkındaki sözü de batıl olurdu. Çünkü mah-1 hık at, kendisini vasfedenin vasfından hâlidir. Öyle ise bunların zikro-lunduğu şeye değil, mahlukata lâzım olan sıfatlar olduğu sabit olmuş olur.
Sonra, kardeşlerimden meydana gelen topluluk size diyorum; Allah-u Teâlâ´nın kendisini bilmeniz babında size olan ikramından dolayı Allah-a Hamd-ü Senada bulunmanız ve Allah-u Teâlâ´nın dinde kılmış olduğu yararlardan kendi katındaki nimetlerin hepsini elde ettiğini iddia eden kimseye karşı Allah´ın gadap (öfke) ve azabının büyüklüğünü bilmeniz için bu adamın abdallığmdan olan şu konuyu[409] tamamlamak istiyoruz. O adam o kadar Üeri gidiyor ki, hatta eğer Allah ona ihsan etmiş olduğu nimetleri daha fazla olması için bir şey ziyade etse, artık onu hazmetmeğe gücü yetmez. O, yararlı hususu taşımaya da kadir olmaz.[410] Bilâkis onunla her şeyi fesada uğratır. Şu hususu açık seçik olarak bilesiniz ki o, düşmüş olduğu kötü düşüncelerden meydana gelen zararları ve zillet ve hüsranını dinde yararlı bir şey olarak ortaya attığı gibi saçmış olduğu sapıklığı yüce olan Allah´ın nimetinden bir nimet olduğunu öne sürüyor.
Kâ´bî diyor ki : Biz, gerçekten Allah-u Teâlâ, elbisede kırmızılık yarattığı vakitte onu elbiseye sıfat kıldı demiyoruz. Eğer kırmızılık, elbiseye sıfat olsaydı Allah-u Teâlâ´nın kırmızılığı yaratmasında onunla elbiseyi vasfetti denmesi caiz olurdu. Hareket ve sükûnet hakkındaki görüş de aynı böyledir ve birine mektup yazıp uzunluğu vasfeden[411] kimse hakkında «o, bize kitabında uzunluğu vasfetti» denmesi caiz olur ve bu sözlerin çok açık olduğunu iddia etti.
Sonra diyor ki : Biz kırmızılığın, kırmızı olan adama sıfat olduğunun, rahmetinde fülin sıfatı olduğunun söylenmesinin caiz olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat bu sözün mecaz olduğunu, hakikat ise bizim aikretiğimiz husus olduğunu söylüyoruz.
Sonra şöyle bir tezatla karşılaşıyor : Bu dediğiniz gerçek olsaydı sıfatın sıfat olmasının caiz olduğunu söylemek gerekirdi.
Buna şöyle cevap veriyor Kâ´bî : Evet, sıfatın sıfatı bulunması dernek, sıfat vasfolunur[412] manasına gelir demektir. Lâkin, vasfedenin bu vasfı söylediği müddetçe bulunur. Söylemediği vakitte ise bulunmaz.
Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Siz, mu´tezilenin sıfat, mevsuf, mecaz ve hakikat hakkındaki ilmî derecesinin bu şekilde tezahür eden kişi Allah-u Teâlâ´yı birleyen, ehli tevhidin en cahili ile mükârene edildiğinde mu´tezilenin tutunmuş olduğu büyük tavrı düşününüz ki onlar, bunu daha büyük görürler. Sonra gidişatının vasfı bu olan kimse kıyamet gününde kavminin önüne geçerek onları ateşe, Cehenneme götürecektir. Allah´tan, bizi bu gibi kimse ve onun gidişatından korumasını dileriz.[413]
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Gerçek ve asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ´nm kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu aklî ve nakil delille sabit olmuştur. Aklî delil Cenab-ı Hakk´ın : «... ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitap etti.»[414] Kavl-i Celîlidir. Allah-u Teâlâ; halk arasında Allah´ın kelâmı ve temanu olmamakla beraber mastar olarak zikredilmiştir. Allah´ın Kelâmı hakkında her nekadar görüş ihtilâfı var ise de hakikatte Allah´ın Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu ve kendisinin Mutekellim olduğu hakkında ittifak bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ, müşriklerden «... Allah, bize senin hak Peygamber olduğunu söyleyeydi...»[415] demelerini red ve inkâr buyurmadî. Ancak, onların kendilerini büyüttüklerinden ve cehalete düşmelerinden meydana gelen sıfatı red ve inkâr etti. Allah-u Teâlâ´nm «... halbuki onlardan bir zümre vardı ki, Allah´ın Kelâmını (Tevrat´ı) dinlerler ve duyarlardı da, ...»[416] Kavl-i Celîli de böyledir.
Allah-u Teâlâ´nm Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğuna dair aklî delil : Gerçekten her âlim ve kadir olan bir musibetten dolayı konuşmazsa onun aciz kaldığından veyahut konuşmaktan men edildiğinden Ötürü konuşmadığı anlaşılır. Allah-u Teâlâ, bundan berî ve münezzeh olduğu içindir ki Allah´ın Mutekellim olduğu sabit olmuştur. Görünen âlemde konuşmayan kimse ancak işitmez, görmez mânâsına gelen âfetten dolayı konuşmaz. Allah-u Teâlâ, sağır olma, kör olmayı iktiza eden mânâdan berî ve münezzehtir. Böylece Allah-u Teâlâ´nın dilsizliği iktiza edecek mânâdan berî ve münezzeh olması daha evlâdır. Çünkü, dünyada kendisi ile hamcî olunan şeyin en yücesi ve âlâsı olan kelâmdır. Bunun la, beşer diğer hayvanlardan ayırdedilmiştir. Bununla beraber her kelâm sahibi olan, ya acizlikten veyahut da sükût etmekten dolayı konuşmaz.
Sonra başkasının kelâmının takdir edilmiş olmasından hâli kalmaz. Böyle olunca da kelâmda benzeme husule gelmiş olur. Halbuki Allah-u Teâlâ´nm : «O´nun (benzeri olmak şöyle dursıınn) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[417] Kavl-i Celîii, Zâtında olsun, sıfatında olsun kendisine benzemeyi nefyettiğine delâlet etmektedir. Bunu Allah-u Zülcelâl´in : «... yoksa Allah´a, O´nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benler mi göründü »[418] mealindeki âyeti ce» lile teyid ediyor. Fiilin benzemesi, birbirine benzemeye delâlet eder. Halbuki eğer ins ve cin bir araya gelmiş olsa, Allah´ın Kelâmının benzerini[419] getiremez, ifade edemezler, sözü varid olmuştur. İşte bu benzemeyi nefyetmiştir. Çünkü benzemekte karşılıklı birbirine benzeme vardır. Böylece, Cenab-ı Hakk´m Zâtında sabit olanla, kendi kelâmının bütün mahlûkatm kelâmına muhalif olduğu, onların hiç birine benzemediği sabit olur. Bununla beraber, kelâmın mânâlarının son haddine kadar idrâk edilmesi için mahlûkatm kelâmının hepsini imtihana koymamıştır. Allah-u Teâlâ, karmca´nm,[420] hüd´ün,[421]kelâmını ve dağların teşbihini[422] ve bunlardan başka harflerle anlaşılmıyan ve beşerin kelâmından dahi anlaşılmıyan şeyi zikretmiştir.
Gerçekten, kelâmdan bazısından beşerin takatinin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği kelâmın, olduğu sabit olunca, Alemlerin Rabbi olan Allah´ın kelâmını anlamağa heveslenen kimse aptalın tâ kendisidir. Yüce olan Allah´ın fiili de böyledir. Yani mahlûkatm vasfının haricindedir. Allah´ın kelâmının bütün yönleriyle kullarm kelâmma benzemediği sabit olması da, o´nun hadis olmasını nefyetmektedir. Çünkü hadis olmakla aralarında eşitlik vaki olur. Ve ayni zamanda, Allah´ın kelâmında, araz, tefrika, içtima, had-hudud, gaye, fazlalık ve noksanlık gibi mânâların bulunması da giderilmiş olur. Çünkü bu adı geçen sıfatlar beşer kelâmının sıfatıdır. Tevfik Allah´tandır.
Sonra kelâmın, Allah´ın zatının gayrisi olması veyahut zâtının gayrisi olmamasından hâli kalmaz. Zâtının gayrisi olduğunda zikrettiğimiz âfet ve gayrîsi ile kendisinden zail olur ki bu da hadis ve muhtaç o´imamtı alamet ve işaretidir. Eğer zatının gayrisi olmazsa o zaman kendi nefsi ile mutekellim, âlim ve kadir olur. İste Cenab-ı Allah´ın sıfatı olan kelâm sıfatı ve ne Allah´ın gayrı ve ne de zatının aynıdır. Tevfik Allah´tandır.
Allah-u Teâlâ´nın kelâmının, beşerden igitilenle muvafık olduğunu söylemek caizdir. Tıpkı risaleler, kasideler ve makalelerde olduğu gibi. Böyle demenin caiz olmasının delili ise, o kelâmm mahlûkattan bir mahlûk olmasıdır. Fakat, aynı kelâma bakarak Allah-u Teâlâ´nın bizatihi mu-tekellim olması mümkün değildir. Çünkü böyle olunca işitilen kelâmın araz olmasından hâli kalmaması icap eder. Allah´ın kelâmının iki yerde olması müstahildir. Allah´ın kelâmının cisim olması veyahut, araz ve cisim[423] olmaması da böyledir. Bunun içindir ki, Allah´ın kelâmının bir yerde olması ve bir yerden işitilmesi mümkün değildir. Öyle ise, mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah´a izafe edileni, Allah´ın sıfatı olan kelâmın kendisi ile bilinene muvafakat ettiği için mecaz olarak ifade edildiği sabit olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nın bize kelâmını, kendi kelâmı olmayanla işittirmesi caiz olur. Tıpkı bizden her birimizin diğerine[424] kelâmını işittirdiği gibi. Her nekadar o, işittirdiği kelâmın aynı kendi kelâmı olmasa da. Ve tıpkı Allah-u Teâlâ´nın bize, mahlûkatm aynı olmadığı halde, kudretini, ilmini ve rububiyetini mahlükatı ile bildirdiği gibi.
Biri sorar ve derse ki : Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm´a kelâmını işittirdi mi Çünkü Allah «..-. ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitap etti.»[425] buyurmuştur. Bu soruya şöyle cevap verildi : Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm´a kendi kelâmını Musa´nın lisanı ile ve yaratmış olduğu harfler, meydana getirmiş olduğu sesle işittirdi. Evet Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm´a mahlûk olmayan bir şeyle kelâmını işittirdi.
Bu mevzuda bir şey söylemeyip durmak gerektir, demek, iki yönden caiz olabilir. Birincisi; şöyle denir : Kelâm sıfatı ne Allah´ın Zâtı´nın aynıdır ve ne de gayridir. Böylece bu hususta her hangi bir şeyi ´bilmediğini ifade etmiş olur. Bu husus, ilim ve kudret sıfatları hakkında sabit olan şeyde ifade etmek hak ve gerçek olur. İkincisi; Kelâm sıfatını Allah mı yarattı[426] veyahut Allah´ın gayri mi yarattığını bilmemesi ile hasıl olur. Bu çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu durum taklid mezhebine gitmekten hâli kalmaz. İnsanların çoğu nefyeder. Hatta insanların çoğu, kelâmın mahlûk olup olmamasının bilinmesi gerektiği hususunda görüş birliğine varmışlardır.
Sonra, Allah-u Teâlâ´nın bizatihi mutekellim olmasının veyahut bizatihi mutekellim olmamasının bulunmasından öte bir düşünce bulunmaz. Eğer Allah, bizatihi mutekellimdir, diye bilinirse bu husus, bizim zikrettiğimiz manâya göre olur. (Yani Mûsâ Aleyhisselâm hakkındaki sorulan soruya verilen cevaptaki manâya göre olur.) Eğer Allah, bizatihi mutekellim değildir, diye ilim hasıl olursa, o zaman Allah´ın kelâmı kendisinin gayri olur. Allah için gayrî olanların hepsi ise mahlûktur. Bu husus, rivayet edilen naklî delille bilinsin veyahut naklî delilsiz bilinsin. Allah´ın gayridir, denmesi sabit olunca bu söz, hadis olmaya icabettirir. Bu hadis olma, mahlûk olma, Alllah´dan olduğu bilinsin veya bilinmesin. Ve Allah-u Teâlâ*nın bizatihi mutekellim olduğu bilinsin veyahut bilinmesin. Bu noktada durmak cehaleti yani bilmemeyi ifade eder. Bunun gibisinin hakkı ise öğrenmektir. Çünkü onu bu noktaya iletip bu. mevzu hakkında konuşması için cehlinden başka hiç bir sebeb yoktur. O, bu mevzudaki görüşünü ancak bilmediğinden ötürü ortaya atabiliyor. Veyahut duraklamanın Allah´ın kelâmı hakkında soran kimsenin muradının bilinmemesinden o kimse Alalh´m kelâmı ile ve Kur´an´ı ile neyi kastettiği bilinmemek suretiyle olur : Allah´ın Kelâmı olan Kur´an-ı Kerîm bu, parça parça, cüz cüz, âyet âyet, kelime kelime olanı mıdır Yoksa bunlardan bir şeyle vas-folunmayan mıdır Bu husus, bizim açıkladığımız vasfa göre olur ki o da kendisine yönelen kelâm hakkında soru sorana kelâm ile neyi murad ettiğini bilinceye kadar cevap vermemesinde haklı olmasıdır. [427]
Mes´ele (Kâ´bî´nin Allah´ın Fiilleri İhtiyarîdir, Demesinin Tartışılması)
Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´nın fiilleri ihtiyarîdir; çünkü yaratılmış olanın fiili bir nevi´den ibaret olur, diyor.
Ebu Mansur (r.h.) da şöyle diyor : Kâ´bî´nİn bu sözü doğru ve güzel olan bir sözdür. Tevhid ehlinin mezhebi de budur. Fakat, Kâ´bî´nİn mezhebinde bu sözünün anlamı yoktur. Çünkü denir ki; yaratma Allah´ın ihtiyarı[428] ile midir, yoksa ihtiyarının gayri ile midir Allah´ın fiilleri hakkında söylenilen husus da aynı böyledir. Eğer Kâ´bî, Allah´ın fiilleri ihtiyarı iledir, derse; öyle ise Allah´ın fiillerinin mânâsı, Allah´ın ihtiyarıdır, demek olur. Bunun için Allah´ın fiilleri ihtiyarı iledir, demek hatadır. Bilâkis o, Allah´ın ihtiyarından başka bir şey değildir. O noktada Kâ´bî´nin dediği gibi söylemek te mümkün olur.
Hayır, Allah´ın ihtiyarı ile değildir, derse; ya o, mahlûkun fiili olur ve kendisinin sonu olmayan bir ihtiyarı ile olması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Çünkü mahlûkatm sonu vardır. Veyahut o fiil ihtiyari olmayan bir fiildir ki bununla Kâ´bî´nin sözü batıl olmuş olur. işte bu husustur ki şeyin vaktinde olmasının ihtiyar edilmesinden ibaret olan ezeldeki irade sifatıyle Allah´ı vasfedenin böyle söylemesini gerektirir[429]
Sonra bizce Allah-u Teâlâ´nın fiillerinin kendi ihtiyari ile olduğuna, mahlûkatın kendisinde bulunan hikmete binaen mahiyetinin birbirine muhalif olarak yaratılması ve aynı zamanda Allah-u Teâlâ´nın vahdaniyetine delil teşkil ettiğine delâlet etmesidir. Bu ise herşeyin kendi "bulunduğu hâl üzere Allah-u Teâlâ´nın ihtiyarı ile olduğuna delâlet eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra bazı kimseler, mahlûkatın bulunduğu hâl üzere olmasının almış olduğu gıda maddeleri sebebiyle ve tabiatîyle olduğunu öne sürerler. Bazıları[430] ise mahlûkatın meydana gelmesinin yıldız, Ay ve Güneş´in işi olduğunu öne sürerler. Bazıları da, mahlûkatın âlemin yani seyyarelerin[431] devranı ile meydana gelir diyorlar. Bir kısım insanlarda ana ve babaların tedbiri neticesindeki doğumlardan meydana geldiğini ileri sürerler. Bunların hepsi, bir şeyin bir şeyden olmasına rücu´ eder. Meydana gelenin-başlangıcı sabit olmadığı zaman bu söz, adı geçen delillerle batıl olur. Onun veyahut bundan, her cinsin evveliyeti sabit olduğunda ise kendi nefsi ile sonradan olması müstahil olur. Çünkü bu, yok olduğu zaman kendisini icad etmiş olur ki bu yok elanı icad etmek mümkün olmaz. Bununla beraber eğer kendisine herşeyin tedbiri ulaşmış olsa, kendisine yokluğun gelmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Çünkü eğer kendisini var etmek caiz olsaydı aynı vakitte veyahut var olduktan sonra kendisini yok etmek te caiz olurdu. Bu ise tenakuz teşkil eder. Öyle ise gayri ile var olduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.
Gerçekten zikredilenlerin hepsi ölüler nev´indendir. Ancak adı geçen ana ve babalar müstesna. Çünkü onlar bilirler ki gerçekten kendilerinin tedbirleri, evlâtların başlangıçlarına" ulaşmaz. Ve çocuklar, ana babaların ümit ettiklerinin gayri olarak meydana gelirler. Ve çocuklar eğer fesada uğrarlarsa kendilerinin ıslâh edilmesi mümkün olmaz. Şu da bir gerçektir ki ana - babaların bu husustaki takdirleri şöyle dursun, eşyadan gizli kalanlar bilmeğe ulaşmaları için bir kapasiteye sahip değillerdir. Bu Eİkredilen vecihlerden başka evlâtların ana ve babanın tedbiri ile olduğunu iptal edecek hususlar vardır. Ölüler çeşidi ise, yararlı olan şeylerden kendisinde bulunanı bilen olmaz. Ve onlardan bu yararları menetme ihtimali olan şeyi de bilmez. Bununla sabit olur ki beslenme ile ve tabiatiyle olan ancak kendilerinde bulunanı Hâkim ve Âlim olan Allah´ın yaratması ile olur ki o, her şeyi[432] zararlı ve menfaatli bir hâl üsere yaratmıştır.
Gerçekten hayvanda öyle manâlar vardır ki bunlardan hiç biri işitme, görme ve yalnız insanoğluna mahsus olan konuşma, ayırt etme ve eşya üzerinde vukufiyet kesbetme gibi vasfolunan eserlerden hiç bir şey kendisinde bulunmaz. Bununla beraber bu husus ilk hallerinde mevcut değil idi. Bu ancak, babaların ve annelerin aldıkları gıda ile beslenip büyürdü. Sonra bu husus ana ve babalarda etkili olmazdı. Nasıl olur da çocuklarda etkili olur.
Sonra gerçekten her şeyin kendine göre bir haddi, hududu vardır. Bu hududa ulaştığı zaman kendisinde, ne uzunluk, ne genişlik ve ne de işitme, görme ve akıl ziyadeleşir. Bilâkis o noktaya ulaştıktan sonra her şey, gıda maddelerinin bulunması, terbiyenin devam etmesiyle beraber noksanlaşmaya doğru gider. Bu, gerçekten böyle olduğu bilinir. Fakat adı geçen şeyle değil, lâkin kendi zâtı ile âlim olan hattâ kendisinden hiç bir şey gizli olmayan, binefsihî kadir olan, hiç bir şeyin kendisini acze düşürmeyen, şanı yüce olan Allah´ın bildirmesi ile bilir. Ve yine adı geçen cevher nevilerinden hiç bir şey yoktur ki kendisinde bozulma ve salâh bulmanın ikisi birden bulunma ihtimâli bulunmasın. Ve bunların hepsi birbirine zıt olan ve yardımlaşma için bir araya gelme ihtimali bulunmayan şeylerdir. Öyle ise bulunduğu hâl üzere kendilerinin başkası ile olduğu sabit olur. Çünkü kendi nefsi yönünden olan her şey kendisi bulunduğu müddetçe bozulması, ihtimal dahilinde olmaz. Her türlü kötülükten korunmak Allah´ın hıfzı ile hasıl olur. Yine görünen hâli ile her canlı kendilerine galebe çalan ve kendisini mahkûm eden şehevi istek ve ihtiyaçlar üzere yaratılmıştır. Eğer böyle olmasalardı gıda maddelerine muhtaç olmazlardı. Sonra bunlar bulundukları vakit zenginliğe (muhtaç olmamaya) sebep oldular. Şehevî isteklerin bunlardan doğması, ihtiyaçların bunlardan meydana gelmesi ihtimal dahilinde olması mümkün değildir.
Bunların binefsihî şehvetler ve ihtiyaçlar olmaları bir kaç yönden caiz değildir.
Birincisi : Gayriye muhtaç olmaksızın, bizzat kendi kendine kaim olmak zenginliğe delâlet eder.
İkincisi : Başkası bulunmadan ihtiyacın kendi kendine bulunması caiz değildir.
Üçüncüsü : Çünkü bir yönden kendi zâtı ile kaim olanın zeval bulması muhtemel olmaz. Kendisine zenginlik başkası ile vukubulur.
Dördüncüsü : Var olan şeyin kendi nefsi bakımından ihtiyacının[433] başkasına havale edilmesi. Hattâ kendi nefsi bakımından başkasına muhtaç olduğu zaman kendisi baki kaldığı müddetçe başkasına, olan ihtiyacı da devam eder. Öyle ise onları ihtiyaç üzerine yaratan ve kendilerinde şehevî istekleri yerleştiren, sonra onlar için zenginliğin elde edilmesine sebep olan şeyi ve şehevî isteklerin yerine getirilmesini yaratan bir başkasının bulunduğu sabit olur. Ve böylece de âlemin müdebbirini (idaresini) kendisi ile nefyetmek istenen, kastedilen şey, bizatihi âlemin müdebbirinin varlığını tesbit etmiş olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Âlemin cevherleri ve sıfatlarından hiç bir şey bulunmaz ki zelil ve musahhar olmasın. Eğer bunlar ile bulunmamış olsa idi kendi yaşamı ve başkalarının yaşaması kendisi ile hasıl olan şeyden sürekli olarak harekette bulunmak ve devamlı olarak bir şeyde karar kılmak gibi daha kolay ve zevkli olan şey üzere bulunur idi. Öyle ise âlem, tümü ile bizim zikrettiğimiz manâyla varolduğu kabul edilir ki bu manâda bütün bu sıfatları kendisine veren ve yaratan bir müdebbirin var olması vacip olur. Musahhar ve zelil kılmanın icad etmeye malik ve sahip olmakla olması caiz değildir ki, bununla gayrın zengin olması ve gayri ile kıyam bulması varid olsun. Böylesi kimse kendi nefsinden zületi ve musahharlığı izale etmeğe malik olmaz. Öyle ise bunların her birinin kendi zenginlikleri ve hacetlerinin bütün yönlerini bilen bir âlimi, bir müdebbiri var olup, kendilerini bulundukları bu hâl üzerine yaratmıştır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, kimimizi kimimize, var olma ve hayatı idame ettirme bakımından muhtaç kılmıştır. Bu Öyle bir şekilde meydana gelmiştir ki, kimin kime ne yönden muhtaç olduğunu ve kendi nefsinden hangi ihtiyacı giderilmesini idrak etmekten aciz olduğunu bilmez. Bunun içindir ki bunların hepsinin bir âlim ve müdebbiri olduğu sabit olur ve O´nun, yani Allah´ın tedbiri üzerine bütün işleri cari olur.
Sonra mahlûkatm en büyüğü ve en akıllısının, tedbiri ile kendilerine lûtf ve ihsan edilen şeyde, mekân ve zaman itibariyle fiilleri ve hâllerinin takdiri arasında serbest bırakılmış olsaydı, mahlûkatm hiç birinin gücünün vûs´atı bu hususları yerine getirmeğe yetmez. Bu böyle olunca en akıllı ve en büyük olmayanın böyle olmamasının daha gerçek olduğu aşikârdır. Sonra âlemden hiç biri kendi nefsinden zamanın kahrım gideremez ve mekânın ihatasını da önleyemez. Öyle ise âlemin bulunduğu hâl üzere, muhtaç olduğu şeyin kendisini ihata etme manâsının dışında var olması caiz değildir. Bilâkis onun var olması bizatihi kaim olan, âlim ve kadir olan Allah´ın yaratması iledir.
Sonra bazıları âlemin toprağının kadim olduğunu söylerler. Ya âlemin toprağı bu manâların cevherinden[434] olur, o zaman âleme katılan şey, kendisine de ilhak olur ve bu cevheri, kendisinin aczini ve ihtiyacını ortaya koyar. Acizlik ve ihtiyaç ise âlemin başkası ile var olması ve hadis olmasının delilleridir. Gayrinde bulunması gereken ve lâzım olan şey, kendisinde de bulunması lâzım gelir. Veyahut bu cevherin dışında olup kendisi zengin ve kuvvetli olduğu için hiç bir ihtiyaca düşmez ve kendisi ile zenginlik ve kuvvet elde edilmesi düşünülen başkasına yalvarma ve yakarma[435] hilelerine başvurmaya sebep olacak şehevî istekler kendisinde bulunmaz.
Veyahut9 âlem, kendisine vaki olan hadisler ve bulunduğu hâlden[436] kendi cevheri ile değişikliğe uğrıyan şekli ile topraktan meydana gelmiştir.
Böylece kendisindeki bu ihtiyaçlar ve şehevî isteklerle vücut bulmuştur. İşte kendi cevheri ile her ihtiyacı ve şehevî isteği yüklenmiş[437] olup istihale ve değişikliğe müsait bir hâlde bulunmuş olur. Böylece kendisinde bulunan zengin ve kuvvet sıfatlarının hepsi yok olur; ve kendisi ihtiyaçların asıl kaynağı ve şehevî isteklerin nıenbaı olur. Bunun içindir ki, kendisinin icadı, Âlim ve Hâkim olan Allah´a raci´ olması lâzım gelir. Binaenaleyh bu hususun âlemin hepsinde bulunması gerekir.
Yahut toprak kendi haliyle vardı; fakat âlem kendisinde zorla var olup bilfiil zahir olmuştur. İşte bu da heyula, sözünün sahibi olanların görüşüdür.
Sonra âlemde bulunan eşyanın hepsinin telef olup yok olması kendisinden bilfiil çıktığında, bir şeyin bir şeyde bilkuvve var olduğuna delâlet etmektedir. Meselâ insanın varlığının meniden, her hayvanın meniden veyahut yumurtadan, yeşil ekinin[438], daneden, ve ağacın da çekirdekten meydana geldiğini söyliyenlerin sözlerinde görüldüğü gibi. Bütün cevherler de onların katında böyledir. Ve besin maddeleri, büyüyüp gelişme ve benzeri hususların devam etmesi onların nezdinde adı geçen husus gibidir. Öyle ise onların ileri sürdükleri toprağın durumu ve benimsedikleri heyûlâ´nm hâli böylece olması gerekmektedir. Çünkü bu ikisi bütün[439] âlemin aslını teşkil etmektedir.
Böylece Karâmite´lerin[440] öne sürdükleri görüşte, ilk yaratıcının telef olup yok olduğunu söylemeleri gerekir. Çünkü onların ilk yaratıcı maddo olduğunu ve bütün âlemin orada meydana çıkıp bütün mahlukatı kendisinden meydana çıkardığını ve onun da heyulaya doğru uzandığını ve heyûlâ´dan da âlemin terkip edildiğini söylüyorlar. Çünkü bu, her şeyin bir şeyde bil kuvve var olması ve bilfiil zahir olması için her şeyin hakkıdır.
Bunlar, bütün varlığın hali hazırdaki durumunu evveliyetin delili yaptılar. Fakat birincisi külün cevheri, ikincisi de cüzün cevheridir. Külün cevheri, cü^ün cevheri ile bilinmiş oldu. Çünkü hiç bir kimse, hisle bunu anlamaya varamaz. Tevfik Allah´tandır.
Bu sabit olduğu zaman hacet ve hadiselerden beyan ettiğimiz şeylerin tümü de sabit olmuş olur ki onlar, zikredilen asim hadis olduğunun delilleridir. Zira bunlar telef olup yok olma ihtimali dahilinde olurlar. Ve yine Karâmite´lerin ileri sürdükleri görüşleri muvacehesinde her nekadar âlemin yok iken sonradan icad ile var olduğunu söylerlerse de bu icadın ebedi [441]olduğunu söylemelerini gerektirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Şeyin kendisinde olanın kimden olduğunu, kendisinde bilkuvve olanı ve kendisinde hâllerle olanı, kendisinde ne olduğunu ve kendisinden ne meydana geldiğini bilmemesi cehlin delilidir. Tıpkı meni, daneler ve bunlardan başkalarını bilmeme hususunda zikrettiklerimiz gibi. Böylece he-yûlâ, toprak ve söyledikleri ve ileri sürdükleri şeylerde bulunduğu lâzım gelir. Ve söylediklerinin bir müdebbiri olmadığını ve kendisi ile ondan bir şey hasıl olmadığım kabullenmeleri lâzım gelir. Lâkin eğer öne sürülenler olursa muhakkak ki o, olanı bilenle olur. Bu bilen, onun aslını kendisinde bil kuvve bariz olarak kılar. Bilfiil de kendisini icad ettiği maddelerden ve yaşayıp büyümesini sağlayan imkânlarla kılmak suretiyle bilfiil izhar eder.
Bu hususlarda tevhidi ifade etme ve her şeyin onların dedikleri şey üzere olması için bunların hepsinin yaratıcısı olduğunu ifade etmek gerekir. Veyahut her şey için bir muhdis olur ki, o şey, muhdisin dilediği gibi asimda ve başlangıcından itibaren ebedi olması tahakkuk eder. Veya ehli tevhidin söylediği veçhile nasıl dilerse öyle icad eder. Çünkü Allah-u Teâlâ, kendisinde her şeyin bariz olarak bulunduğu bir aslı icadetmeğe kadirdir. Kadir olduğu gibi her şeyi bil kuvve zahir olmaksızın ve bilfiil meydana çıkmadan dilediği gibi yaratmasına da kadirdir. Lâkin AUah-u Teâlâ, bunları takdir ve tekvin ile icra kılar. Onlar, eşyanın aslında cevheri ile gizli olup sonradan bilfiil zahir olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüş yine bizim söylediklerimize rücu´ eder. Çünkü onlarm meni ve daneler hakkındaki sözleri bunun gibidir. Bununla beraber bu söyledikleri aklen reddedilir. Çünkü kendisinde şsyin cevheriyle[442] kat kat kılma imkânına sahip olmaları ihtimali yoktur. Çünkü aralarında tenakuz, fesat bulma ve mevcudatı yalanlama olur. Veyahııtta onların toprak veya heyula veyahut mubdi´ veyahut hepsinin aynı diye isim verdikleri o asıl âlemin icadına malik olur. Bu kendisinde olmak suretiyle değil, fakat bilfiil ve nasıl dilerse, neyi dilerse onu icad etmeğe malik olması ile olur. Onun hükmünü kabul etmiyen, onun tedbirini nakzeden bulunmaz. Bu ise ehli tevhidin fikri ve sözüdür. Fakat onlar, öyle bir isimler verdiler ki ehli tevhidîn katında âlemin mubdii[443] ve mucidine ehli tevhidin verdiği isimlerin gayridir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [444]