Thread Rating:
  • 215 Vote(s) - 3.2 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm
#5
Mes´ele (Cisim Lâfzıni Allah´a Itlak Etmek Caiz Değildir)


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Cisim ile isim vermek iki yön­de mütalâa edilir :

Birincisi : Cismin görünen âlemdeki mahiyeti hakkındadır ki, bu itibarla cisim, yönler sahibi olan şeyin ismidir. Veyahut sonuçlara ihti­mali olan şeyin ismi, veyahut da üç buutlu olan şeyin ismidir. Bu, tahkik ve tedkik edildiğinde, bunun Allah´a isim olarak isnat edilmesi caiz değildir. Çünkü cisim hakkında İfade edilen bu hususlar mahlûkatm de-´ lilleri ve mahlûkatm hadis olmasının işaretleridir. Zira bu hususlarda hudûs olmanın alamet ve işaretlerinden olan «hudut ve cüz» manâsı var­dır. Biz, geçen konularda Allah´ın misli ve benzeri bir şeyin bulunmadı­ğım izah etmiştik. Bu izahatta cismin eşyanın ekseriyesi gibi kılınması icabetmektedir.

Incelemeksizin, cisimle isim vermekte yukarıda zikrettiğimiz husu­sun bulunması ile isim bizatihi anlaşılmanın dışına çıkmıştır. Bunun için­dir ki ismin bilinmesi aklî yönden ve delillerle mümkün değildir. Onun gerçek mahiyetini öğrenmek, Allah tarafından varid olan delille müm­kündür. Hakikaten cisim, Allah-u Teâlâ´nm isimlerinden değildir. Allah´­tan bir şey varid olmamıştır. Kendisine uyulmaya izin verilen kimseler­den olan birinden de bu hususda bir şey söylememiştir. Öyle ise cisim hakkında genişçe fikir yürütmek caiz değildir. Eğer hissî, naklî veya-hutta aklî delil bulunmadan yaradılışı [346]bakımından veyahut ölçüsüz, tar­tısız olarak cisim hakkında geniş fikir yürütmek caiz olsaydı, ceset ve şahıs hakkında da uzun uzadıya konuşmak, imâli fikirde bulunmak mümkün olurdu. Bunların hepsi naklî delil ile iyi görülmeyip reddedil­miştir. Eğer cisim hakkındaki görüş ve fikirlerimiz doğru olmamış ol­saydı mahlûkattan kendisi ile isim ´verilen her şey hakkında uzun uzadıya düşünüp görüşler Öne sürmek mümkün olurdu ki bu da fasittir, gerçek dışı bir harekettir.

ikincisi : Cismin ispattan başka bilinen mahiyeti olmaması.[347] Bunun içindir ki eğer cisimle kendisinden başkası murad olunmazsa kendisinden söz etmek caiz olur. Fakat, cismi ispat isimlerinden sayan hiç bir kimse yoktur. Çünkü arazlar ve sıfatların ispat için isim olmaları ihtimalleri bulunduğu halde onlara cisim denmez. Bunun için Allah´a cisim demek, ba­tıldır.

Eğer fail.veyahut âlîm ve bunun benzeri gibi ismin Allah´a ıtlak edilmesi caizdir de, cismin ıtlak edilmesi neden caiz değildir, diye bir iti­raz vuku bulursa, ona iki şekilde cevap veriilr :

Birincisi : Gerçekten, eğer biz bunun manâsını anîıyamazsak, bu­nunla, Allah´a isim vermek naklî delille sabit olduğu için caiz olur. Birin­cisinde yani cisim hakkında naklî delil yoktur. Bunun için her ikisi arasın­da ihtilâf yani benzersizlik vardır.

İkincisi : Hakikaten fail ve âîim´in manâsı şahitte yani görülen âlemde bilinmektedir. Bunlar, hadis olmanın delillerinden olmadıkları gibi delili anlamında bilinen şeyden de değillerdir. Bununla Allah-u Te-âlâ´nın vasfedıimesi ihtimal ve imkân dahilinde olduğu kabul edilmiştir. Bunun içindir ki bu isim ile Allah´a, mahlûkattan bir §eyin benzemesinin nefyedilmesinin söylenmesi lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.

Eğer şöyle bir soru varid olursa : Niçin «Allah, kendisine fail olarak isim verilen şeyle cisim olur da, kadir ve âlim isimleri de böyledir. Çünkü görünen âlemde bununla isimlenen hiç bir kimse yoktur ki o, cisim olma­sın» demedin

Bu soruya şu şekilde cevap verilir : Görünen âlemde bununla isim verilmez. Çünkü o, cisimdir. Bizim vücudumuzda öyle cisimler vardır ki, onlara cisim ismi verilmez. Bunun içindir ki, ona cisim demek lâzım gel­mez. Hal bu ise biz geçen mevzularda aklî delil ve naklî delil ile verilen ismi kendilerinde kullanılması daha gerçek olan, kendilerine daha yara­şır olan vecihleri beyan ettik. Biz bunu kendisine arız olan da görmüyor, bulamıyoruz. Eğer bizim için bunlar caiz olmuş olsaydı, başkasının da benzeri ile cesedde veya şahısta veya buna benzer yerde bize mukabele etmeleri caiz olurdu. Bununla beraber cismin ismi görünen âlemde sükûn, hareket, fiil, araz ve benzeri şeylerden parçalanmayı ve cüzleşmeyi kabul etme ihtimali bulunmayan şeylerle vaki olması görülmemektedir. Öyle ise, cismin cüzler sahibi olan[348]bir şeyin ismi olduğu sabit olur. Tıpkı uzunluk[349] genişlik[350] ve birbirine ısınıp uyum sağlamak gibi. Kendisi ile meydana gelen fiile, zahirinin delâlet ettiği şeyden dolayı uyum sağlıyan, birbirleriyle bağdaşanlara aynı ismi söylemek batıl olmaz. Çünkü eğer bu tür sözler batıl olmuş olsaydı ezelde bizatihi var olduğunu söylemek batıl olurdu. Eğer böyle olmuş olsaydı zahirde ancak kendisi ile yapılan işe delâlet ettiği için uzunluk, cesed, renk ve yemek ve bunlara benzer şey­ler ile söylemek caiz olurdu. Her nekadar lâfızda delili olmasa da haki­katte var olması icabettiği için bu gibilere aynı ismi söylemek caiz ol­madığı vakit, benzerinin cisim hakkında söylenmesi de caiz olmaz. Tev­fik Allah´tandır. [351]

Mes´ele (Allah´a «Şey´» Lâfzının Itlak Edilmesi Caizdir)

Eğer denilirse ki : Siz, «Allah, şey´dir fakat eşya gibi değildir» de­diniz de, niçin «Allah ´cisimdir, fakat cisimler gibi değildir» demiyorsu­nuz Bu soruya şöyle cevap verilir : Çünkü «şey» dememize lâzım kıldı­ğımız sebeb, cisimde bulunmamaktadır. Onun için biz bu deyimi kullan­maktan kaçındık.

Sonra bize cisimdir, fakat cisimler gibi değildir; demeniz lâzım gelir­di diyen kimsenin maksad ve muradı bizi, «Allah şeydir», sözümüz ile[352] ilzam etmesinden hâli kalmazdı. Bunun içindir ki biz, kendilerine cisim­dir, demeye lüzum görmediğimiz sıfatlar ve arazlardan ibaret olan eşya­nın çoğunluğunu bu hususu red eder olduğunu gördük. Eğer bizim «eş-5^alar gibi değildir» sözümüzü murad ediyorsa bu müspet olanın mahiye­tine delâlet eden ispat harfi değildir. Binaenaleyh böyle bir sorunun varid olmasının bir anlamı yoktur. Onun dediği, başkasının «Eğer Allah´ın şey olması fakat eşya gibi olmaması demek caiz olursa; niçin insandır, fakat insan gibi değildir, denmesi caiz olmasın » diyen kimsenin sözüne ben­zer.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu gibi soruya cevap olarak göyle denir : Çünkü Allah, cisim değildir24. Öyle ise bu mânada «cisimdir fakat cisimler gibi değildir»[353] denilir. Bu nevi muaraza değil, ancak mu­hakemedir. Biz ilâh icadetmeğe malik değiliz ki bu gibisine mukabelede bulunalım. Bize şöyle de denilebilir : Bunu kıldınız da gunu niye kılmadı­nız. Bilâkis Allah-u Teâlâ bu gibi deyim ve tabirlerden yücedir, münez­zehtir. Belki Allah kendisinin bulunmuş olduğu şey ile vasfolunur. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Sonra bir şeyin husulünde muarazada bulunmak tenakuz teşkil´eder. Çünkü o, diyor ki : «Siz, Allah şeydir, fakat eşya gibi değildir» diyorsu­nuz da niçin «Allah cisimdir fakat cisimler gibi değildir demiyorsunuz » diyor. Buna göre biz «Allah cisimdir» dediğimiz vakitte bu bizim sözü­müzün anlamı «Allah şeydir fakat şeyler gibi değildir» demek olur. Çün­kü Allah şeydir fakat eşyanın bazısı gibi değildir. Çünkü cisim eşyanın kısımlarından biridir. îste bu deyimde cisimdir fakat cisimler gibi değildir sözünün doğru olmadığı, batıl olduğu tezahür etmektedir. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bizim «Allah şeydir fakat eşya gibi değildir» sözümüzün manâsı eşyanın mahiyetini iskat etmektedir. Eşyanın mahiyeti ise iki nevidir : Birincisi, fiziki varlığıdır ki o, cisim­dir. İkincisi ise cisimde bulunan sıfattır ki, o da arazdır. Öyle ise mad­delerin fizikî varlıkîarmdaki mahiyetlerini yok etmek lâzımdır ki o da cisimden ibarettir. Aynı zamanda kendilerinde bulunan sıfatları da gi­dermek lâzımdır ki onlar da arazlardır.

Biz, cisim demek olan bu manâyı, eşyanın zatından giderdiğimiz va­kitte bu manâ için kullanılan ismi iptal ederiz. Tıpkı benzetme manâsını ispat ve tatil, yani işgörmemezliği nefyedendeki benzetmeyi izale ettiği­miz vakitte bunun ile görüş beyan etmeyi iptal ettiğimiz gibi. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Bizim, «şey»i kabullenmekteki ifademizi beyan etmekte iki cümle vardır :

Birincisi : «Şeydin isim kılınması.[354] İsimlerde muvafakat, birbirine benzemeyi icabetmez. Çünkü bazen isim manâda muvafakati reddetme yerinde kullanılır. Meselâ «felân asrının[355] teki ve kavminin biridir» de­nildiği gibi. Çünkü bu cümlede onun kavminin içinde, asrında eşi, manen-di, benzerinin dilenildiği şekilde bulunmasını nefyeder. Her nekadar bunlarm hepsi bir ismini vermekte müşterek iselerse de. Şayet isimde mu­vafakatin bulunması birbirine benzemeyi icabettiriyorsa, onun muvafa­kati reddetme maksadı ile bir yerde kullanılması ihtimal dahilinde de­ğildir. Bunun gibi, «küfür» ve «îslâm» sözünü ismin bunlardan her biri İçin gerçekleştiğini, muvafakat ise ancak söz bakımından olup fakat manâ itibariyle birbirine zıt olduğunu görüyoruz. îşte bu hareketler, fiil­ler ve benzeri gibi işlerde de böyledir.

Allah-u Teâlâ´ya «şey» ıtlak edilmesinin caiz odluğunun ispatının de­lili iki yönden müteâlea edilir :

Birincisi, naklî delil ki o da Allah-u Teâlâ´nın ; «... O´nun (benzeri olmak şöyle dursun,) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[356] Kavl-i Celili´dir. Eğer Allah, şey olmamış olsaydı, şey olma ismiyle eşyadaki şey´iyet kendisinden nefyolunmazdı. Çünkü şey incelendiğinde, şey ile söylemek imkân ve ihtimal olmıyanın hilafı olduğu anlaşılır. Allah-u Teâlâ´nm «De ki : şahid olmak bakımından hangi şey daha büyük De ki : Benim­le sizin aranızda Hak Peygamber olduğuma Allah hakkı ile şahiddir.»[357] Kavl-i Celîli de böyledir. Eğer şey isminin Allah-u Teâlâ´ya söylenmesi mümkün olmamış olsaydı bu Ayet-i Celüe´de Şeyi içine alan kelimenin bulunup Allah´a izafe edilmesi mümkün olmazdı.

Aklî delil ise, şöyle ifade edilmektedir : Şey olma, örfde başka bir şey için değil, ancak ispat için isimdir. Çünkü «gey´siz» sözü eğer kendisi ile küçümsemek[358] murad edilmediği vakitte menfidir. Böyle olduğuna göre şey´in isbat ve hareketsizliği nefyetmenin ismi olduğu sabit olur. Eğer şey´in manâsının ispat ve hareketsizliği nefyetme manâsına olduğunu biîmiyen bir zümre olursa bu gibi arasındaki bu durumdan ko­runmak gerekir. Çünkü bunların çirkin bir manâ, kötü bir anlamı kalp­lerinde bulundurup kerih bir inanç içinde şey´in zâtın dışında bir varlık olduğunu[359] söylerler. Çünkü o ispat anlamında daha açık olarak anlaşı­lır. Her nekadar ikisi de ilim ehli katında bu deyimle bir manâ ifade edi­yorsa da.

Bununla beraber «şey´sizdir» sözü ya hakikati reddetmek veyahut sabit olanı küçümsemekte kullanılır. Buna göre şey ile ifade etmek ancak o zâtı ispat ve o´nun yüceliğini ifade eder.33 Allah-u Teâlâ da buna ger­çekten lâyıktır.[360]

Halbuki «cisimsiz» sözü bu ikisinden birini dahi icabettirmez. Yi­ne «cisimdir» sözü de böyledir. Bunda varlığının övüldüğü veyahut yü­celttiği hususdan herhangi bir şeyi ispat etme durumu yoktur. Bunun içindir ki ikisinin arasında benzersizlik vardır.

Bu söze göre «âlim değildir, kadir değildir» sözü, yüceliği nefyeden isimdir. Bunun gibi «âlimdir, kadirdir» sözü de yücelik ile vasfetmeği ica-bettirir. Tevfik Allah´tandır.

Görünen âlemde birinin «şey» sözünden zâtın mahiyeti anlaşılmadı­ğı gibi «âlimdir, kadirdir» sözünden[361] de şey´in sıfatı[362] anlaşılmaz. Birin­cisinden anlaşılan husus ancak varlıktır ve zatın dışında olmaktır. İkin­cisinde ise, şey´in mevsuf olduğu anlaşılır. Yoksa kendisinde zâtın ma­hiyetinin beyanı olduğu hususu anlaşılmaz. Tıpkı adamın birinin «cisim­dir» demesi gibi. Çünkü bu söz mahiyeti ifade eden bir sözdür ki bu da yönler sahibi veyahut buutlu olanlar veyahut da arazlar için kabul olan ve sonuçlar için ihtimali bulunan şey olur. Bu husus insan ve diğer mev­cudat hakkında da böyîedir. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra bu ifade edilenlerin hepsini, kabullenmeyi ifade etmek vecip-tir. Çünkü Allah-u Teâiâ´ya şey ismini ıtlak etmek naklî delille sabit ol­muştur. Tevfik Allah´tandır.

Ebu Manaur (r.h.) diyor ki : Tevhidin tarifinde asıl olan şudur ki : Onun başlangıcı teşbihtir, sonucu da tevhid. Böyle söylemeye zaruret it­miştir. Çünkü anlaşılan mefhum ile düşüncelerdeki şeyi idrak etmekten anlamaların kısaldığı şeye delil getirilir. Meselâ Ahiretin sevabının ve Ahirette bulunan Azabm dünya lezzetleri ve eziyetleri ile anlaşıldığı gibi. Allah-u Teâlâ´nın vasfının yaratmış olduğu mahlûkatmdan buna delâlet eden hususların anlaşılması ile ispat edilmesi de böyledir. Bunun içindir ki «âlimdir, kadirdir» ve benzeri sıfatlar Allah´a izafe edilmede söylen­miştir. Çünkü bunları söylememekte Allah-u Teâlâ´nm bu gibi sıfatlardan beri olup hareketsiz kalması ifade edilir. Mahlûkatmda mevcut olan manânın incelenmesinde ise teşbih vardır. Onun için bu hususa «fakat âlimler gibi değildir» ve benzeri sözler katılmıştır ki teşbihi nefyetmek ispatın zımnında bulundurulmuş olsun. İşte bu husustur ki aklî ve naklî delilin mecbur kılması, böyle söylememizi gerektirmiştir. Fakat hakkın­da aklî ve naklî delil olmıyan hususa gelince bunun ile Allah´a isim ver­mek çok büyük bir kuvvettir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkinci sözümüze gelince : Gerçekten «şey» isim değildir. Çünkü her ismin, zikredildiği vakitte şeyin mahiyetini bildiren bir özelliği vardır. Meselâ «cisim nedir » diye sorulduğunda; kendisinin üç buudu bulunan şey diye cevap veririz. însan nedir sualine ise «görünen âlemdeki diri, konuşucu, ölü gibi sıfatlarla yani bunlara ihtimali olan bir varlıktır» diye bilinen tarifini söyleriz.[363] Yine böylece kendisinin tarifi bulunan her cev­her, kendine hâs ismi ile zikredilir. Buna göre «âlimdir, kadirdir» ifade­lerinin özelliği Allah´ın mahiyetini bildiren veyahutta zâtını tarif eden bir ifade ile zikrolunamaz. Bu ancak Allah´tan bunların kendisinde bu­lunmadığını ifade etmeyi reddetmek, ortadan kaldırmak ve bütün eşya­nın da kendi hükmü, kudreti ve ilmi altında bulunduğunu ifade etmek için zikrolunur. Yoksa Allah´ın zâtının mahiyetini beyan etmek için zik-redilemez. Buna göredir ki Allah´a âlimdir, kadirdir ve benzeri sıfatlarını ifade ederek isnat etmek caizdir. Bunda Allah´ın Zâtı´nın mahiyetinde benzetme ciheti yoktur. Sakın bu ifadelerde, görünen âlemde oldukları gibi kudret ile ilmin Allah´tan gayri bir şey olduğu anlaşılmasın. Bunun içindir ki adı geçenlerden «gayri gibi değildir» denilir. Bu ifade de Allah-u Teâlâ´nın başkası ile değil, bizatihi âlim ve bizatihi kadir olduğu husu­sun açıklanması ve bilinmesi için kullanılır. Tevfik Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlardan birine «bir» kelimesinin manâsının ne olduğu sorulduğunda sorana şöyle cevap verildi: «Bir» kelimesinin anlamı, dört kısım üzere mütalea edilir : Kendisinde katlama ihtimali bulunmıyan bir küldür. Kendisinde yarını kılma, yani parçalama ihtimali bulunmıyan bir cüzdür. Üçüncüsü, her iki şeklin kül ile cüz ara­sında bulunması muhtemel olan şeydir. Tıpkı kendisinden yarım kılma hususunun kaldırılması veyahutta kendisinden katlanmanın indirilmesi gibi. Çünkü külün ötesinde bir şey yoktur. Dördüncü husus ise, bu üç şeklin kendisinde bulunduğu şeydir. Odur, O değildir. O, o olandan daha gididir. O, öyle bir şeydir ki ondan bahsetmekte dil tutulur, onu beyan etmekten lisan aciz kalır. Onu düşünmekten fikirler, zihinler aciz kalır, kendisini düşünmekte tüm anlayışlar hayranlık iğinde kalır. îgte bu va­sıflarla muttasıf olan âlemlerin Rabbi´si olan AUah´dir.

Kim ki Allah hakkında incelemek suretiyle cisim ile ifade-i meram etmek sevdasına düşerse -ki bizim açıkladığımız gibi sonuçlara ve ben­zerlerine muhtemel[364] olan arazların mahalli olan cisimlerin manâlarını ifade etmektedir- o kimseye görünen âlemdeki cisimlerin yaratılmaların-daki manâları hakkında konuşması vacip olur. Tabiatiyle bu bütün yön­lerinden her yönünü tesbit etmesi mümkün olursa. Evet bu cihet bakı­mındandır ki Allah hakkında bu ifadeyi kullanıp Allah´a cisim demek mümkün değildir, fasittir, batıldır. Çünkü bu Allah-u Teâlâ´yı hadis oldu­ğu delil ile sabit olan bir şeyle vasfetmektir. Eğer bunu icap etmeye ha­zırlanmamış bulunuyor ise, o zaman bu ismi verebilir. Bu husus eğer de­lil ise söylenebilir. Fakat, sabit değilse söylenemez. Güç ve kuvvet Allah´­tandır. [365]

Mes´ele (Allah-U Teâlâ´nm Sıfatı Hakkında)


Allah-u Teâlâ´yı, kadîmdir, âlimdir, hayydır, kerîmdir, cevvâddır diye vasfetmek, ve bu isimleri Allah´a vermek haktır. Bu husus, aklî ve naklî delilin her ikisi ile sabittir.

Naklî delil, Kur´anı Kerim ve Allah-u Teâlâ´mn gönderdiği diğer ki­taplarında varid olandır. Allah-u Teâlâ, bütün peygamberlerin beyan et­tikleri ve bilginlerin peygamberlerden naklettikleri isimler, Cenab-ı Hakk´a isim olarak-verildi. Ancak ne var ki insanlardan bir kısmı, o isim­leri Allah´tan başkasına da verdiler. Böylece onlar ismin isbat[366] edilme­sinde isimle her musemmanm (kendisine isim verilen) arasında benzer­lik olduğunu zannettiler. Eğer isim verilmekle isimle musemmanm ara­sında benzerlik olsaydı, birşey meydana getirememeği nefyetmekle de benzerlik bulunurdu. Onu nefyetmekle yine kendisiyle ismin manâsının altına dahil olmayan şeyin arasında da benzerlik bulunurdu. Halbuki bu husus söylendiği gibi değildir. Fakat biz geçen konuda isme muvafakat ettiği için benzerliğin çok uzak bir ihmal olduğunu açıklamıştık. Çünkü Allah, zâtına isim olarak verdiği geyle, kendisine isim verilmiş, ve kendi­sini vasfettiği şeyle de vasf olunmuş tur. Akıl da bunu icap ettirir. Zira Allah-u Teâlâ´mn zatı ve sıfatiyle mahlûkata benzemediğinin sabit olması, Allah´ın fiilinin mecburi bir fiil olmadığı; bilâkis onun ihtiyarı fiili olduğu­na delâlet eder.

Yine, hiçbir bozukluğu meydana gelmeksizin ve hikmet dairesinin dışına çıkmaksızın fiilin birbiri ardınca nizam ve intizamlı bulunması ya­pılan işin failinin ihtiyarı ile olduğunu isbat eder. îşte bunun için, mahlû-katm yaratılması hakikaten Allah´ın fiili[367] ile olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten Allah-u Teâlâ, herhangi bir şeyi[368] yaratır, sonra onu öldü-. rüp yok eder. Bu ifadeye gece ve gündüz gibi yok edip iade ettiği şey de vardır. Bununla da, Allajı´m fiilinin ihtiyari ile olduğu sabit olur. Çün­kü[369] bununla fesada uğrattığı şeyin, salâhını, öldürüp yok ettiğini, iade­sini[370], yok olanı var etmeyi, ve var olanı da yok etmeyi gerçekleştirir.

Öyle ise bunun ihtiyari olduğu sabit olur. Zira, kendisinde mecburi olarak bir fiil sadır olan kimsenin var ettiği şeyi yok etmesi, yokettiğini de var etmesi mümkün değildir, kendisinin böyle bir iş yapması beklene­mez. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine biz âlemin bir şeyden olmaksızın sonradan var olduğunu, beyan ettik. îşte bu hususa ancak kendisinde ihtiyari manâsının tamamı bulu­nan kimsenin ulaştığı bir nevidir. İhtiyari olmayan şeyin hakkı mecbur kalmaktır. Eşyayı, bir şeyden olmaksızın yaratma kuvvetine ulaşan kim­senin, sonra bir şeyi yapmağa mecbur olması mustehildir.

Bununla beraber, bir şeyin mecburen vuku bulması, onun başkası^ mn kudretinin icbarı altında bulunması ve kendisinden her türlü imkânın gitmesi demektir. Bu ise hadis olmanın delili ve zayıf olmanın alâmetidir. Rabbimiz olan Cenab-ı Allah, bu gibilerden beridir, yücedir. Mahlûkatta, birinden diğerine miras olarak kaldığı bilinen şeyde, Allah´a duada bu­lunmaları ve kurtulmaları için kendisine niyaz etmeleridir.

Ve Allah şunu kahretti, bunu kurtardı. Pelân´a yardım etti, filân´ı ise rezil rüsvay etti. Her kuvvet sahibi yarattığı kuvvet ile fiilini icra eder. Bu hususlardan herhangi bir şeye mecbur olanla nail olunmaz, ken­disine rağbet de edilmez. Bunlar delâlet ediyor ki âlem gerçekten Allah´ın ihtiyarı ile yaratılmıştır.

Allah-u Teâlâ´nın fiilinde ihtiyar sahibi olduğu sabit olunca, bulun­duğu hâl üsere mahlûkatm üzerine hakim olması bakımından kudret ve irade sahibi olduğu sabit olur. Çünkü, kudreti bulunmayan kimseden [371]meydana gelen şey, kararsız ve fasid olur; bir şeye zıddı ile birlikte ma­lik ve sahip olunmaz. îşte kendisinden meydana gelen şey kudret ve ihti­yari ile olduğu sabit olur. Bu hususta gaibi bilmek için asıl olan, görünen âlemdeki hakiki[372] fiilin emareleridir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bizim, fiilin birbiri ardınca vukubulması ve bu durumun muhkem ve sabit olarak hasıl olan şeylerden zikrettiklerimiz Allah´ın fiilinin ilmiyle vuku bulduğuna delâlet eder. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, dünyadaki imtihanlara tabi tutulanların maslahatları doğrul­tusunda imtihan olunmayan cevherlerin her birinin meydana çıkması; ve kendisinin baki kalmasını temin eden şeyin yaradıimasiyle beraber, bekası murad edilen her şeyin yaratılması ile bilinir ki, bunların hepsi, her şeyin keyfiyetini ve ihtiyacın] ve hayatını idame ettirecek olan hu­susunu bilen tarafından olmuştur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten, Allah-u Teâlâ, mahlûkatı öyle bir şekilde yaratmıştır ki, bu yaratılış şekli, mahlûkatm hadis olduğuna, ve kendisini yaratan bir muhdisin bulunduğuna ve onun birliğine delâlet eder. Eğer Allah mah­lûkatm yaratılmasını, biîmemiş olsaydı, mahlûkatm bu hal üzere mey­dana gelmesinin imkân ve ihtimali düşünülmezdi. Gerçekten Allah-u Te­âlâ´nm mahlûkatı bulunduğu gibi yaratması, kendisinin yarattığını bil­diğine delâlet etmektedir. Tevfik Allah´tandır.

Peygamberlerin emirle gelmesi de Allah´ın ilmi ve ihtiyari iledir. Eğer insanlar peygamberlere tabi olup onların getirdikleri prensiple amel etmiş olsaydılar, aralarında ihtilâf, tefrika ve fesada uğrama ihtimali ol­mazdı. Tabii bu husus eğer Allah´ın ilmi ayrı, ayrı yerlerde olmamış ol­saydı vukubulurdu.

Allah-u Teâlâ yaratma fiili yok iken vardı. Sonra tekvin yani varet-me, yaratma var oldu ki o, ise yaratmanın gayridir diyen kimsenin sözü, tıpkı âlemin yaratıcısının bulunmaması ile âlemin var olduğunu zikrede­nin sözü gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten, var olmayı tabiatlara ve gıda maddelerine isnad eden kimsenin sözü, yaratmadan başka bir şey olmaksızın, yok iken sonradan yaratmayı Allah´a isnad eden kimsenin sözünden daha gerçek ve doğru olur. Çünkü ilkinde var olmayı tabiat ve gıda maddelerine isnad etmekte kendisi ile başkasının olması işinin ispatı vardır. Böylece onların yaptık­ları isnatta, bir analiz bulunur, diğerlerinde ise tedkik ve tahkik yoktur. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Görünen âlemde, kendisi kadir olup da, kendisinin fiili bulunmayan ve memnu´ olmayan bulunmaz. Görünen âlem ise görünmeyen âlemin delilidir. Binaenaleyh yaratma sıfatının Allah´ta bulunması lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.

Yaratma sıfatı, fesad, şer, çirkin ve kötü sıfatlan ile mevsuf olur. Eğer onun zatında Allah´ın fiili bulunmuş olsaydı, Allah-u Teâlâ bunların hepsiyle mevsuf olması ve bu isimlerle kendisine isim verilmesi gerekirdi. Bunlarla Allah´ın vasfoîunnıasi ve bu isimlerin kendisine verilmesi kü­für olunca, Allah´a verilen isim ve sıfatlar, bu isim ve sıfatların gayridir. Kurtuluş ancak Allah´tandır.

Değmek, duyurmak, taat, masiyet ve kazanmak, eğer Allah´ta ha­kikaten bulunmuş olsaydı bunlardan biri ile kendisine isim verilirdi.[373] Tevfik Allah´tandır.

Hakikaten, Allah´tan asılda bir fiilin sadır olması caiz olmayıp sonra vaki olması caiz olsaydı, ya bizatihi kendisi için caiz olmazdı ki bunun ebediyyen böyle olması vacip olurdu. Veyahut gayrisi için caiz olurdu. İşte kendisinden sorulan da odur. Allah-u Teâlâ´nm bizatihi fail olmaması caiz olmadığı sabit olunca kendisi binefsihi fail olur. Tevfik Allah´tandır.

Yaratma, hakikatte Allah-u Teâlâ´nm fiilidir, diye iddia eden kimse, o namaz gibidir. Namaz ise hakikatte fiildir, diyor.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Böyle söylemek vehimdir. Çünkü bu isim hakikatte Alîah-u Teâlâ´nm fiilinin ismidir.

Sonra, yaratma gerçekten Allah´ın fiilidir ki : Bununla Allah´a isim verilmesine, bu kelime delâlet etmiyor. Oysa ki biz[374] Allah´a isim veril­mesi caiz olan ve olmayan şeyi geçen konularımızda açıklamış bulunu­yoruz.

Eğer «Allah-u Teâlâ ezelde Tekvin (varetmek) sıfatı ile nıevsuf olunca, niçin ezelde mükevven (varolan) bulunmuyor » denilirse cevap olarak denir ki : Allah-u Teâlâ, ezelde eşyanın bulunduğu hâl üzere var­olacağını biilyor ve murad ediyordu. Bu, herşeyin vakti zamanında olma­sı için Allah-u Teâlâ´nm eşya üzerindeki kudreti, iradesi ve eşya hakkın­daki ilmi gibidir. Her nekadar yok iken sonradan varolan [375]Olanın tara­fında kendisi hakkında olan ilmi ve üzerinde müessir olan kudretin de­ğişmemesi ile olsa da sonradan var olma, olan hakkında kullanılır, yoksa olanı bilme hakkında değil.

Bu konuda asıl olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ´ya bir sıfat ıt­lak olunduğu ve ilim, fiil ve benzeri sıfatlardan biri ile vasfolunduğunda Allah´ın ezelde o sıfatla mevsuf olması lâzımdır. Bu sıfatın altında bulu­nan -malûm (bilinen), üzerine kudretin hükmünün cari olduğu, makdur ve var olandan ibaret olan mükevven ve murad gibileri o sıfatla beraber zikrolundukları vakit bu eşyanın kadim olduğu anlaşılmaması için o eşyanın vakitleri o sıfatla, beraber zikredilmesi gerekir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Birincisinin yani Allah-u Teâlâ´ya her hangi bir sıfat ıtlak olunduğu zaman aynı sıfatla ezelde mevsuf olmasının gerektiği hakkındaki delil; o sıfatın ezelde Allah´ta bulunduğunun sebkat etmesidir.

İkincisinin delili, yani var olanın vaktinin zikrolunmasınm gerekti­ğinin delili ise şöyle izah edilmektedir : Yapılanın vakti zikrolunmadığı zaman kendisinin kadim olduğuna veyahut vaktinin gayrinde bilinme­diğine imâ ve işaret olunmuş olur. Acizlik de böyledir. Çünkü «o, saat için var olmuştur» dendiği zaman bununla, bu saatte var olması için, var­lığı bilinmiş ve murad edilmiştir demeye işaret olunur. Onun hakkındaki ilim, kudret ve irade de böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır,

Kıyamet ve fena kelimelerinin başka bir manâsı daha vardır. Şöyle ki : Gerçekten kıyameti soran kimse, «eğer Allah, saati işler» diye murad ederse, bu «saat» kelimesinin kıyamete vakit olmaktan veyahut Al­lah´ın kıyameti var etmesi için kullanılması veya murad edilmesinden hâli kalmaz. Birincisi mümkün değildir, zira böyle bir şey yoktur ve dü­şünülmemiştir. İkincisi ise, vakti var etmek için bir zaman kılındığından dolayı fasiddir. Bu da hadis olmanın yani sonradan var olmanın alâmet ve işaretidir.

Soru : Mükevven, yani var olunan bulunmadan tekvinin, yani var etmenin bulunmasında aczin ispatı mı vardır

Cevap : Bu husus, eğer var etme bir vakit için olur da o vakitte var olmazsa ancak o zaman bulunur. Halbuki ezelde bilinen ve murad edilen, hükmedilen, zamanı geldiğinde vakti, vaktinde vukubuluyor. Cehil ve mecburiyet olmadığı zaman onu bilme ve irade etme hakkında söylenecek söz de böyledir.

Amma, kendisinde vukubulduğu vakit için olmuş olsa, ilmide hak­kında beyan ettiğimiz gibi böyle söylenmez, tgitme, görme, kerem ve cud sıfatları da buna göredir. Her ne kadar işitilen, görülen ve diğer zik-rolunanlar hadis ise de, Allah-u Teâlâ ezelde bu sıfatlarla mevsufdur. Bu ifadeye göre sonradan var olma cari olduğu için her ikisi zikredildiğinde işitilen için vaktin zikredilmesi muhakkak lâzımdır. Birincisi de yani Tekvin de bunun gibidir.

Bu mevzuda asıl olan şudur ki : Gerçekten Allah´ın fiili ile vaki olan, Allah´ın bilfiil o sıfatla vasfedildiği zaman aynı sıfat Allah´ta bulunmasa, bu vasıf, acizlik vasfıdır. Eğer aynı sıfat Allah´ta bulunup vasfedilen şey de zamanında ve Allah katında bulunursa bu kudret sıfatıdır. Bu husus, tıpkı kendisinde bir şeyin fiili ve onun yanında zıddı bulunan kimse gibi­dir ki o fiil[376] onun fiili yönünden daha tamamdır.[377] Fiili bulunduğu yerde[378]´ olmayan kimse, fiili her yerde[379] vukubulan kimsenin gayri ol­ması da böyledir. Zikrettiğimiz hususlar ile Allah-u Teâlâ´yı vasfetmemiz de bu meyanda mütalea edilmektedir. Çünkü o, tamam olan bir vasıftır. Bununla beraber kul´un fiili vaktinin gayri için vaki olmaz. Çünkü o fiil kulun isidir ki[380] bu is bilfiil ve aletlerle olur. Allah-u Teâlâ ise bizatihi yapar. Bu tıpkı Allah-u Teâlâ´nm bizatihi bilmesi ve bizatihi kadir olması gibidir. Zikrettiğimizin gayri ile Allah´tan başka olan her şey, eğer Al­lah´ın fiili olmamış olsaydı ondan bu fiil sadır olmazdı. Allah, her şeyi bir şeyden olmaksızın var eder. Bunun içindir ki takdir hakkında söyledik­leri sözün tümü batıldır, fasittir. Kudret, irade ve geçen mevzularda açıkladığımızın hepsi bunun gibidir.

Başka bir delil; gerçekten kuldan mütevellit bir fiil bulunur ki bu o fiili kul isledikten bir zaman sonra vaki olur. Tıpkı her hangi bir şeyi atmak, fırlatmak ve cinayetler işlemek gibi.

Bu fiili işleyene fiilinin gerçekte vuku bulmasından sonra kaatil, cani ve katle ve cinayete uğramış, isminin verilmesi kendisine müstehak olur. Bunun gibisinin Allah´tan vukubuîması her nekadar Allah´ın fiili, yaratılma ve doğma vasıfları ile vasfoiunnıazsa da Allah´tan olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü görünen âlemde iki vecihten birinin mey­dana gelmesi fiilin[381] tahkikini menetmez. Bunun aynısı görünmeyen âlem hakkında da caridir. Her nekadar bizim bir şeyin cisim olmadığını ispat etmede[382] açıkladığımız husus üzere açıklanan bu vecihten değilse de. Bu söz Allah´a şey, demenin caiz olmasma binaendir. Her nekadar araz de­ğilse de o gey. Görünen âlemde cisim olmıyan her şey, varlık hakkında arazdır. Yoksa o şey, varlığın ismi değildir. İlk zikredilen aynı bunun gi­bidir. Kuvvet ancak Allah´tandır. Ve yine acizlik alâmeti olma hususun­da ileri sürülen görüş, Allah hakkında değil, bilâkis bul hakkında ileri sü­rülebilir. Çünkü kul, kendisiyle tahakkuku mümkün olmıyan bir şeyin yapılmasına kadir olmaz. Tıpkı hareket ve hareketsizlik fiilini icra et­mek suretiyle kendini kuîlanmaksizın yapılanın meydana gelmesine kadir olmadığı gibi. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.

Bundan sonra hiç bir kimse yoktur ki kendisinin memur kılındığı ve nehyedildiği vakitte bu hususta bir emrin aynı vakitte gelmediği sözünü kabul etmesin. Memur ve menhiy olduğu husus hakkında aynı vakitte bir emrin geldiğini kabul etmek zorundadır. Vaad ve vaid de böyledir[383]. îşte bu suretle Peygamber (s.a.v.) gönderilen ile o halde memur veya menhiy olan odur. Binaenaleyh olduğu zamandaki var olmasının ezeldeki tekvin sıfatının bir tecellisi olduğu inkâr olunamaz, tşte böylece Allah-u Teâlâ her olan ile, onun olacağını bilmesiyle vasfolunması da böyledir. Her nekadar daha önce Allah´ın ilmi ile vasfohmdu ise de. Var olma, ha­dis olmanın hepsi Allah´tan başkasmdaki varlıkta düşünülebilir. Tevfik Allah´tandır.

Ne var ki tekvin´in manâsı her nekadar beşer anlayışının ulaşama­dığı bir husus ise de «kün-ol»[384] sözünün imkân ve ihtimali dahilinde olan en kolay sözle edası mümkün olur. Zira Allah-u Teâlâ, var olmasını bil­diği ve dilediği her şey´e ol dediği vakitte o şey bu emirle var olur. O var olan her şey, bulunduğu hal üzere var olması gerektiği vakitte tekrarsız olarak var olur. İşte bu noktaya emrin hepsi, nehiy, vaad ve vaid dahil olur. Bu suretle, devamlı olarak kâinatın vakitleri ve mekânlarında]´! muhtelif halleri üzere olmuş ve olacak şeyden haber verilmiş olur. Fakat, mahlûkatm aklî kapasitesi meşgul etmiyen ve yormiyan[385] tekvin sıfatını anlama vüsatmda değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu bölüm öyle bir bölümdür ki eğer bunda uzun uzadıya araştırma ve analiz etmeğe kalkışılırsa maksud olanın sonucuna ulaşmaktan insan aciz kalır. Biz işaret etmiş olduğumuz gey´in akıl ve iyi anlayış sahibi için ikna edici bir yer olmasını dileriz. [386]

Mes´ele (Kâbi´nin1 Zatî Ve Fiili Sıfatlar Hakkındaki Görüşleri Ve Bu Görüşlerin Reddedilmesi.)

Kâ´binin, Allah´ı bilmekte ulaştığı mevkii bilmemiz için, ileri sür­düğü fikir ve görüşlerinin bazısını zikredeceğiz.[387] Bununla mutezile mez­hebinde ulaştığı makamı iyice anlaşılmış olur. Çünkü o, mutezileler nez-dinde yeryüzü halkının imamı olarak kabul edilmiştir.

Kâ´bi diyor ki : Hâl ve şahsın ihtilâfına ihtimali bulunan şey, fiilin sıfatıdır. «Felân´a rızık verir», «ve şu halde merhamet eder, bu halde de merhamet etmez» sözü gibi. Kelâm hakkındaki söz de böyledir. Şahıslar hakkında öne sürülecek fikir de aynı bunun gibidir. Kudret, ilim ve hayat sıfatları hakkında bu gibi sözlerin söylenmesi imkân ve ihtimal dahilin­de olmaz. Çünkü bunlardan herbiri zâtın sıfatıdır.

Ve yine Kâ´bi der ki : Üzerine kudretin vaki olduğu her şey, fiilin sıfatıdır. Rahmet ve kelâm gibi. Üzerine kudret vaki olmıyan ise, zâtın sıfatıdır. Meselâ «bilmeye veya bilmemeye kadir olur mu » denilmediği gibi. Sonra zâtın sıfatından sorulur : Allah´ın niçin zıddı ile vasfolunması vacip olmuyor Bu soruya cevaben diyor ki : Çünkü o, zâtına rücu´ eder. Zâtı ise muhtelif değildir. Zıttı ile vasfetmek ise ihtilâfı icabettirir. Sonra diyor ki : Allah´ın zâtı, muhtelif olmayınca nefsinin baki kalmış olduğu şeyin muhtelif olması caiz olmaz. Tıpkı illetin devam etmesiyle kendisi­nin de devam etmesi ület için vacip olan şey gibi.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin sözlerinden bazısı da şöyledir : Allah-u Teâlâ´nın hakikatte sıfatı yoktur. Allah´ın sıfatı, an­cak vasfedenin kendisini vasfetmesi veyahut isim verenin isim vermesin­den ibarettir. Bu ikisi birden vasfedenlerin vasfında, ne zaman Allah´ı ilim, kudret, ve fiil sıfatları ile vasfederlerse, vasıf bakımından hiç bir ihtilâf olmaksızın vasfedenlerin vasfında bulunur. Sonra Allah, hakikat­te Âlim, Kadir ve Hâlık isimleri ile isimlenmiş bulunuyor. Artık Allah´ın vasfedilmesi bakımından bülnmesinin bir veçhi yoktur. Çünkü bu her iki­sinin, yani vasıfla ismin her ikisi kendisinde muvafakat bulunan şeye rücu´ eder.

Sonra bazen denir ki : Allah, felânın duasını işitti, filânın duasını da işitmedi. Ve adamın biri, kalkıp söyle diyor : Allah, bunu benden bilmedi. Diğer biri de Allah bunu benden şu vakitte bildi, bu vakitte ise bilmedi, der. Sonra bununla işitme ve bilme sıfatlarının zâtın sıfatından olmama­ları vacip olmaz. Kelâm ve rahmet hakkında bu şekildeki ifadeyi hiç bir şey menetmez.

Eğer «bununla bilinen ve işitileni nefyetmeği nrarad ediyor» derse kendisine şöyle cevap verilir : Birincisinde yani hâl ve şahsın ihtilâfı ih­timali olan şeyin fiilin sıfatı olduğundaki ileri sürülen fikrin kelâm hak­kında aynı olduğu da böyledir.[388] Yani kelâmı nefyetmeği zikretmekle Fir´avuna ikram ve ihsanını esirgediğini murad ediyor ki; bu da Allah´ın ih­sanını murad eden şeyin kendisidir. Bu hususta kelâm ile müminleri müj­deleyen ve kâfirleri meyus bırakan şey olarak bilinmektedir. Bu husus, bizim katımızda böyle telâkki edilmektedir.

Bundan sonra gerçekten mesele kıymetini kaybetmiştir. Çünkü o, hükmü sözün caiz olmasına bağlamıştır. Biz meseleyi beyan ettik4. Biz, geçen ifadelerle Allah-u Teâlâ´nm hadis olma .sıfatıyla mevsuf olmasının caiz olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü eğer bununla vasfolunması caiz olsaydı Allah, muslihtir, mufsittir, hayırlıdır, şerlidir diye vasfediî-mesî caiz olurdu ki bu asla doğru değil, batıldır. Böylece mesele onun zannettiği ve düşündüğü gibi değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine gerçekten her sessiz olan, işittirmek için konuşmaz. O´nun ilim­le konuşması caizdir. Sonra her ikisinin arasının ispat harfindeki ihtilâf ile tefrik edilmesi vacip olmaz. Ve Allah´ın Zâtında da ihtilâfı icabettir-mez. İşte böylece nefyi hakkında nıeneden bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten Allah-u Teâlâ´yı adaleti kendisinden nefyetmek suretiyle vasfetmek caiz olmaz. Sonra onun, yani adaletin kendileri indinde zâtın sıfatı olduğunu söylemez. Bunun içindir ki onun takdirinin fasid ve batıl olduğu sabit olur.[389]

Sonra kendisine denir ki : Sen fiil sıfatiyle fiilin bizzat kendisini kas-dediyorsun ki, o da yaratma fiilidir. O senin katında[390] fiil midir, yoksa fiilden başka bir şey midir Eğer yaratmak fiildir, derse kendisine : Ni­çin yaratma fiildir dedin denir. O, kimin sıfatıdır Çünkü sıfat ancak mevsuf için bulunur. Eğer o, Allah´ın sıfatıdır derse; yaratmayı Allah´a sıfat kılmayı ifade ederse, bu ne büyük bir sözdür. Çünkü yaratmak fii­linden meydana gelen, fesada uğrayan, çirkin olan, mecburi ve zaruri olan, aciz olan.necisler olan ve pislik olan vardır. Bunların hepsini kendi sıfatı ile mevsufdur. Bu sıfatlar öyle bir sıfatlardır ki her akıllı olan kim­se bunlarla mevsuf olmaktan çekinir. Nasıl oluyor da bu sıfatlarla [391]Allah vasf olunuyor

Eğer yaratma değildir derse, gerçekten kastedilen Allah´ın sıfatı, fiilin kendisidir demesi lâzım gelir. Biz bu hususu açıklamıştık. Allah-u Teâlâ yarattığı ile vasıflanmaktan yücedir, beridir. Böylece sabit olur ki fiilden7 ibaret olan Allah´ın sıfatı kendi zâtının sıfatıdır.

Böylece Allah, Haliktır; Rahmandır; Rahimdir denir. Bu isimlerle ancak Allah´ın Zâtına isim verilir. Fiilin sıfatı da bunun gibidir, yani fii­lin kendisi. Onunla Allah´ın Zâtı vasfolunur. Bu, tıpkı «hikmetli kelâm­dır, doğru kelâmdır, yalan sözdür» denildiği gibi. Gerçekten bu böyledir. Aynı zamanda sahibinin sıfatıdır. Bunun gibisinin aynı Allah´a izafe olunur.

Sonra, kendisine denir ki : Rahmet ve mağfiret fiilin sıfatıdır diyor­sun. Lanet, ve küfretmek de sence fiilin sıfatıdır. Rahmet ve lanetle ken­disine isim verilen fiil nedir ki; Allah onunla vasfolunsun

Eğer o, Cennettir-Cehennemdir, kabul; reddetme ve benzeridir der­se; daha doğrudur, adaletlidir, zulümkârdır deyimleri hakkında zikredi­len meselelerdeki sözü batıl olur. Gerçekten Allah-u Teâlâ Rahimdir; bu­nu kullarına karsı işlemez. Halbuki bunların hepsi kullarına yaptığı şey­lerdendir. Eğer bunun gayrı bir manâ ispat ederse o takdirde Allah´ın yarattığının gayri olurlar ve onlarla vasfolunur. Oysaki onun «küfreden»8 sözü kötü ve çirkin bir sözdür. Allah-u Teâlâ asla onunla vasfolunmaz.[392]

Sonra kendisine denir ki : niçin bu zat ve fiilin sıfatı hakkında zik­rettiklerini nazarı itibara aldın Hakikaten ispat etme yönünden, kullan­mada zâtın sıfatlarının muhtelif olduğunu görüyorsun. Meselâ; eşya hak­kında ilim ile ifade edilmek istendiğinde, eşya kudret ile vasfoîunmaz. Ve eşya üzerine kudretin hükmü caridir, dendiği zaman, egya ilimle vasfo­lunmaz. Keza egya görülme ile vasf olunduğunda, kerem ile vasfolunmaz. Cûd ve hikmet ile vasfolunduğu zaman da eşya işitme sıfatı ile vasfolun­maz. Kendisi ile ihtilâfın caiz olduğu şey de bunlar gibidir. Bununla her hangi bir farkın bulunması gerekmez. Bilâkis, Allah ezelde bu sıfatlarla mevsuftur.

Sen niçin Allah´ın kendisiyle vasfohınan şeyin hepsinde böyle demi-yorsun. Zira Allah, değişikliğe uğramadan ve fesad bulmadan beri ve münezzehtir. Bunların her ikisi de hadis olmanın alâmetleri ve yok iken sonradan var olmanın işaretleridir.

Yine kendisine şöyle denir : Sen yaratmanın bir çok kısma ayrıldı­ğını görüyorsun. Sence bunların bir kısmı ile Allah´a isim verilir. Bir kıs­mı ile verilmez. Sonra sıfat hakkında bir ihtilâfa da delâlet etmez. Öyle ise bu sıfatların ifade edilmesini meneden nedir Tevfik Allah´tandır.

Fakîh Ebu Mansur diyor ki : Sonra onun «üzerine kudret sıfatının cari olanla vasfolunan şey, zâtın sıfatlarından değildir» sözüne göre hasmı ve muhalifi nezdinde Allah, sıfatlarından bir şey üzerine kudret­le vasfolunmaz. Ancak, bunda yapılan şeyin murad edilmesi ile mecaz olarak vasfolunur. Tıpkı yarattığı şeyi itibar ederek onunla kendisine isim verilmesi gibi.[393]

Ve sonra biz, gerçekten onların zâtm sıfatları olduğu hakkında itti­fak olduğu halde eşyada genişlik ve darlık bakımından sıfatların durum ve envalinin muhtelif olduğunu beyan etmiştik. Bu zikrolunan şeylerde de aynısını ifade ediyoruz.

Sonra şu görüş de Kâ´bî´nin mezhebinin görüşüdür. Gerçekten Allah ne yaratıcı idi ve ne de Rahman. O, kendi zâtını, yaratıcı ve merhamet edici yapmıştır. Öyle ise bizim bu manâdaki yaratıcı (halik) ve merha­met edici (Rahman) ye ibadet etmemiz caiz olur. Böylece onun sözüne göre : «Şu, yaratma fiili için bir mabud takdir etti»; ifadesi ortaya çık­mış olur. Halbuki üzerine kudretin vaki olduğu isimdir. Bu durumda, Al-lah´dan başkasına ibadet etmiş olur. O, yine üzerine kudretin vaki oîdu-ğu şey olması bakımından bu isimler muvacehesinde sonradan var ol­muştur.

Sonra kendisine şöyle de denir : Allah, mahlûkatı yaratmamağa kadir olur mu

Eğer bu sorumuza; hayır derse : Allah´ı zaruri olarak ve yahut biza­tihi yaratıcı yapmış olur ve ileri atmış olduğu fikir ve sözü batıl olur.

Eğer Allah mahlûkatı yaratmamağa kadirdir, derse o zaman kud­retin üzerine vaki olmasiyle yaratılmamış olanın yaratılmış olduğunu söylemek zorunda kalır. Bunda ise fiilin ve yaratılanın kadim olduğunun ispat edildiği görülür. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kâ´bi, kelâmın hadis olması hakkında, gelmek ve getirmeği zikre­derek delil getirmeğe çalışıyor, bu bakımdan kelâm, sonradan var olma­dır, diyor. Biz geçen bahislerde açıklamıştık. Hakikaten Allah, kelâm sıfatıyla vasfolununca kelâmın, fiilin ve diğer adı geçen sıfatların tümü hakkında söylenecek şey aynıdır. Çünkü Allah-u Teâlâ değişme ve zeval bulma ihtimalinden beri ve münezzehtir. Ne var ki gerçekten Allah, gel­meyi kendisine izafe etmiştir. Sonra gelmenin hadis olması gerekmez. Bilâkis o, Allah´a lâyık olan yöne[394] sarfedümiştir. îlki de yani getirme de bunun gibi olup Allah´a lâyık olan yöne tevcih edilmesi vaciptir[395]. Yoksa bozulma, değişme ve zeval bulma gibi kendisi ile mahlûkatin bilindiği ci­hete yöneltilmez. İbrahim Aleyhisselâm´m kelâm ve fiil hakkındaki Kur´-an´ı Kerim´de zikredilen «Ben öyle batanları sevmem..»[396] sözü de bunun gibidir. Kim ki bir hal ve vaziyette olup da sonra başka bir hal ve vazi­yete girerse o, gerçekten batanlardandır. Allahu a´lem.

Kâ´bi, korunan şey ile de delil getiriyor : Gerçekten AUah korur,[397] bu, Allah´ın kendi hududunu yani buyruklarını koruması üzere olur. Ke-lâm´ın manâsının kapsamına giren[398] ve mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah´a izafe edilen şey, Allah´ın sıfatı olan kelânı´m kendisi ile bilinen şeye muvafakati olduğundan mecazdır. Bu, aynı bizim gelme ve gayrini zikrettiğimiz gibidir. Allah´ın ahdi, yardımı[399]ve benzerleri, Allah´ın Zâtı ad, bu manâyı, gerçekleştirmiyen şeydendir. Kur´an-ı Kerîm de bunun gibidir.

Yine bir çok nevilerle delil getirdi ki bu yönden Kur´an´ın hadis ve mahlûk olduğunu öne sürdü ve delillerinden olmak üzere nesih, sûreler, âyetler ve benzerlerini öne sürdü. Ve bu bakımdan Allah bu sıfatla mev-suf olmaz iddiasında bulundu.

Sonra kendisine «kelâm, ilim gibi zâtın sıfatıdır» denildiğinde dö­nüp hakikatte Allah´ın İlmi vardır, demediğini iddia ediyor.

Pakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin sözü batıldır. Çünkü o, kendi ifadesi olan, zâtın sıfatıdır sözü ile karşılaştırıldı. Bu hususta da âlim hakkında söylediğim gibi hiç bir hakikate dayanimyarak söy­lesin. İşitme[400], ve benzeri de böyledir. Biz, Allah´a hamd olsun ki buna yakın olarak, akıl sahibine kifayet edecek şey´i beyan ettik.

Sonra Kâ´bi, kelâmı fiille karşılaştırdı. Halbuki hasmının nezdinde fiille kelâmın arasında hiç bir fark yoktur. Yine sonra görünen âlemde hali kalmıyan bir şeyle karşılaştırdı : Kendisinden kelâmın sadır ol­ması caiz olan kimse, aynı zamanda kendisinden[401] sükût etmek veya­hut dilsiz olmak da caizdir, diye bir konu ortaya attı. Halbuki bu ko­nuda hata yaptı ve o, ancak acizlikten ve sükût etmekten ileri geliyor dedi. Fiille de karşı karşıya getirdi. Haîbu ise hasmının indinde fiil de böyledir. Çünkü o, fiil ve terki kendisinde zikretti. Oysaki terketme, fiilden başka bir şey değildir.[402] Fakat adı geçen hususu ancak şaşkın olan kimse yapar. Sonra sabi ile işi karşılaştırıp sabinin dilsiz olmadı­ğını öne sürer. Biz, sabinin kelâmdan aciz olduğunu beyan ettik. Bu­nunla beraber kendisinin cismen büyük olmasına rağmen kendi nefsi için Allah´ı bilmeğe vesile olacak çocuklar ve delillerden başkasını bula­mamıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kâ´bî, karşılaştığı bu hususlara; fiilin vukuunda kudretin meydana gelmesi halindeki Allah´ın fiil ve kelâmı icra etme kudreti ile mevsuf clduğu için kadir sıfatının hali kalmadığı noktayı nazarı ile cevap ver­meye yöneldi. Bu husus mu´tezilece bilinmiyen rnu´tezilerün cehaletini ortaya koyan bir husustur ki bu delilini kabullenerek tevhid akidesi içinde bulunduğu için kendisi tebrik olundu.

Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki, gerçekten AI!ah-u Teâlâ´yı kelâm, ilim, fiil sıfatları ile vasfetmek ve kendisine hamdü senada bulunmak, Ailah-u Teâîâ´nm eksikliklerden yüce vg beri, âfetlerden de münezzeh olmakla vasfetmektir. Allah, ezelde de böyledir. Bununla beraber eğer Allah, kendisinden başkası ile, Halik Rahman ve Mutekellim olmuş olsaydı böyle olmaması yani yukarıda arzodilen sıfatlarla muttasıf olmaması caiz olurdu.

«Ey, Rahman olmıyan, Rahim ve Halik olmıyan»18 diye söylemek zem ve mahlukatdan başkasına katmak olduğu içindir ki, Allah-u Teâlâ, bizatihi Rahman, Rahim ve Hâlık[403] olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Eğer Allah-u Teâlâ´nın kendisinden başkasına verilmesi caiz olan bir şeyle isim verilmesi doğru olsaydı gayrinde bulunan her şey ile ken­disine isim verilmesi vacip olurdu. Bununla beraber eğer Allah hak­kında bu husus caiz olsaydı görünen âlemde birisinin kendisi gibi isim­lenmesi caiz olurdu. Değişiklik ihtimali kendisinde bulunduğu için bu hususun gerçekleşmesi mümkün değildir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ´yı adı geçen sıfatla vasfetmek, Allah´ın yüceliğini ve benzerinden münez­zeh olduğunu ispat etmek demektir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra diyor ki : O, sıfatlarla, Allah´ın gayri hiç bir sıfat sabit ol­madığını mıırad ediyor. Fakat sıfatlar Allah´ın zâtının aynı olduğunu da kasdetmiyor. Bilâkis kadîm için olsun, hadis için olsun her sıfat Al­lah´ın gayridir diyor.

O sıfatlar söz olur veyahut kitap olur. Allah´ın sıfatları bizim ken­disini vasfettiğimiz sözlerimizdir, veyahut Allah´ın sözü ve kitabıdır. Bunların her ikisi de hadistir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin Allah ve onun sıfatları hak­kındaki ilminin ne derece olduğunu bilmeniz için onun meselelerinin bitim ve sonucunu teşkil eden görüşlerinin cümlesini zikrettim. Kâ´bî, bazan : «Allah´ın gayri olarak sıfat sabit olmaz ve Allah´ın sıfatlan,[404] Allah´ın Zâtı´nın aynıdır diye nıurad etmediğini» söyler. Eğer Kâ´bî, Al­lah´ın sıfatlarının ne Allah´ın Zâtı´dır ve ne de gayrıdır, demek murad ediyorsa; o, bilmiyor mu ki bu görüş Allah´ın sıfatlarım ispat eden kim­selerin sözü ve görüşüdür. Sonra kalkmış bu söz, bizim sözümüzdür di­yor. Biz diyoruz ki : sıfatlar,[405] Allah´ın gayrı değildir ki,[406] Allah´ın gay­rında bir sıfat yoktur, diyelim. Sonra, gerçekten Allah´ın sıfatlarının zikrolunan hususlar olduğuna işaret edildi. Kâ´bî, sıfatların tümü Al­lah´ın Zâtının sıfatlarıdır, dedi. Öyle ise zikrolunan sıfatların hepsi Al­lah´ın Zâtı´nın sıfatlarıdır. Allah, bu sıfatlarla devamlı olarak mevsuf-tur. Bu sıfatlar Allah´ın gayrıdır, diyor. Batıl ve sapık kimselerin vas-fettiği hususlardan Rabbimiz berî ve münezzehtir.

Sonra şöyle diyor : Biri çıkar da derse ki; siz, Rahim demeksizin hakikatte «Rahmet»i niçin sıfat yapmadınız Böyle iddia ederek rah­met bulunmaksızın «Rahim»in sıfat olduğunu öne sürdü. Zira her kim ki bir şeyin sıfatını yaparsa onunla vasfolunur. Tıpkı başkasına söven veyahut onu karalayan kimseye o, ona küfretti ve onu karaladı dendiği gibi. İşte «rahmet»in yaratılması da böyledir. Rahmeti yarattığı için onunla, vasfoluhması caiz değildir. Tâ ki gerçekten ben, «Rahîm»im, de­yinceye dek. İşte bununla anlıyoruz ki gerçekten sıfat, Allah-u Teâlâ´-nın «ben Rahîmim» sözüdür.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu abtal ve şaşkın kimseye sıfatları bildiren şey nedir ki Allah´ın sıfatlarını tefsir etmeye girişiyor. Allah-u Teâlâ, bu gibi şaşkın,[407] ve hayalperestlerin[408] görüşlerinden beridir, yüce ve münezzehtir. Hakikatte sıfat, eğer vasfedenin sıfatı olsaydı mahlu-katm cevher ve sıfatlarının yaratık olduklarını söylemesi batıl olurdu. Ve onun, tariflerini yapmak için mahlukatın hâli kalmadığı, sükûnet, hareket, tefrika ve içtima hakkındaki sözü de batıl olurdu. Çünkü mah-1 hık at, kendisini vasfedenin vasfından hâlidir. Öyle ise bunların zikro-lunduğu şeye değil, mahlukata lâzım olan sıfatlar olduğu sabit olmuş olur.

Sonra, kardeşlerimden meydana gelen topluluk size diyorum; Al­lah-u Teâlâ´nın kendisini bilmeniz babında size olan ikramından dolayı Allah-a Hamd-ü Senada bulunmanız ve Allah-u Teâlâ´nın dinde kılmış olduğu yararlardan kendi katındaki nimetlerin hepsini elde ettiğini iddia eden kimseye karşı Allah´ın gadap (öfke) ve azabının büyüklüğünü bil­meniz için bu adamın abdallığmdan olan şu konuyu[409] tamamlamak is­tiyoruz. O adam o kadar Üeri gidiyor ki, hatta eğer Allah ona ihsan etmiş olduğu nimetleri daha fazla olması için bir şey ziyade etse, artık onu hazmetmeğe gücü yetmez. O, yararlı hususu taşımaya da kadir ol­maz.[410] Bilâkis onunla her şeyi fesada uğratır. Şu hususu açık seçik ola­rak bilesiniz ki o, düşmüş olduğu kötü düşüncelerden meydana gelen zararları ve zillet ve hüsranını dinde yararlı bir şey olarak ortaya attı­ğı gibi saçmış olduğu sapıklığı yüce olan Allah´ın nimetinden bir nimet olduğunu öne sürüyor.

Kâ´bî diyor ki : Biz, gerçekten Allah-u Teâlâ, elbisede kırmızılık yarattığı vakitte onu elbiseye sıfat kıldı demiyoruz. Eğer kırmızılık, el­biseye sıfat olsaydı Allah-u Teâlâ´nın kırmızılığı yaratmasında onunla elbiseyi vasfetti denmesi caiz olurdu. Hareket ve sükûnet hakkındaki görüş de aynı böyledir ve birine mektup yazıp uzunluğu vasfeden[411] kim­se hakkında «o, bize kitabında uzunluğu vasfetti» denmesi caiz olur ve bu sözlerin çok açık olduğunu iddia etti.

Sonra diyor ki : Biz kırmızılığın, kırmızı olan adama sıfat oldu­ğunun, rahmetinde fülin sıfatı olduğunun söylenmesinin caiz olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat bu sözün mecaz olduğunu, hakikat ise bizim aikretiğimiz husus olduğunu söylüyoruz.

Sonra şöyle bir tezatla karşılaşıyor : Bu dediğiniz gerçek olsaydı sıfatın sıfat olmasının caiz olduğunu söylemek gerekirdi.

Buna şöyle cevap veriyor Kâ´bî : Evet, sıfatın sıfatı bulunması de­rnek, sıfat vasfolunur[412] manasına gelir demektir. Lâkin, vasfedenin bu vasfı söylediği müddetçe bulunur. Söylemediği vakitte ise bulunmaz.

Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Siz, mu´tezilenin sıfat, mevsuf, me­caz ve hakikat hakkındaki ilmî derecesinin bu şekilde tezahür eden kişi Allah-u Teâlâ´yı birleyen, ehli tevhidin en cahili ile mükârene edildiğin­de mu´tezilenin tutunmuş olduğu büyük tavrı düşününüz ki onlar, bunu daha büyük görürler. Sonra gidişatının vasfı bu olan kimse kıyamet gü­nünde kavminin önüne geçerek onları ateşe, Cehenneme götürecektir. Allah´tan, bizi bu gibi kimse ve onun gidişatından korumasını dileriz.[413]

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Gerçek ve asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ´nm kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu aklî ve nakil delille sabit ol­muştur. Aklî delil Cenab-ı Hakk´ın : «... ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitap etti.»[414] Kavl-i Celîlidir. Allah-u Teâlâ; halk arasında Allah´ın ke­lâmı ve temanu olmamakla beraber mastar olarak zikredilmiştir. Al­lah´ın Kelâmı hakkında her nekadar görüş ihtilâfı var ise de hakikatte Allah´ın Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu ve kendisinin Mutekellim oldu­ğu hakkında ittifak bulunmaktadır.

Allah-u Teâlâ, müşriklerden «... Allah, bize senin hak Peygamber olduğunu söyleyeydi...»[415] demelerini red ve inkâr buyurmadî. Ancak, onların kendilerini büyüttüklerinden ve cehalete düşmelerinden meyda­na gelen sıfatı red ve inkâr etti. Allah-u Teâlâ´nm «... halbuki onlardan bir zümre vardı ki, Allah´ın Kelâmını (Tevrat´ı) dinlerler ve duyar­lardı da, ...»[416] Kavl-i Celîli de böyledir.

Allah-u Teâlâ´nm Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğuna dair aklî delil : Gerçekten her âlim ve kadir olan bir musibetten dolayı konuşmazsa onun aciz kaldığından veyahut konuşmaktan men edildiğinden Ötürü konuşmadığı anlaşılır. Allah-u Teâlâ, bundan berî ve münezzeh olduğu içindir ki Allah´ın Mutekellim olduğu sabit olmuştur. Görünen âlemde konuşmayan kimse ancak işitmez, görmez mânâsına gelen âfetten do­layı konuşmaz. Allah-u Teâlâ, sağır olma, kör olmayı iktiza eden mânâ­dan berî ve münezzehtir. Böylece Allah-u Teâlâ´nın dilsizliği iktiza ede­cek mânâdan berî ve münezzeh olması daha evlâdır. Çünkü, dünyada kendisi ile hamcî olunan şeyin en yücesi ve âlâsı olan kelâmdır. Bunun la, beşer diğer hayvanlardan ayırdedilmiştir. Bununla beraber her ke­lâm sahibi olan, ya acizlikten veyahut da sükût etmekten dolayı konuş­maz.

Sonra başkasının kelâmının takdir edilmiş olmasından hâli kalmaz. Böyle olunca da kelâmda benzeme husule gelmiş olur. Halbuki Allah-u Teâlâ´nm : «O´nun (benzeri olmak şöyle dursıınn) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[417] Kavl-i Celîii, Zâtında olsun, sıfatında olsun kendisine benze­meyi nefyettiğine delâlet etmektedir. Bunu Allah-u Zülcelâl´in : «... yok­sa Allah´a, O´nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yarat­ma, kendilerince birbirine benler mi göründü »[418] mealindeki âyeti ce» lile teyid ediyor. Fiilin benzemesi, birbirine benzemeye delâlet eder. Hal­buki eğer ins ve cin bir araya gelmiş olsa, Allah´ın Kelâmının benze­rini[419] getiremez, ifade edemezler, sözü varid olmuştur. İşte bu benze­meyi nefyetmiştir. Çünkü benzemekte karşılıklı birbirine benzeme var­dır. Böylece, Cenab-ı Hakk´m Zâtında sabit olanla, kendi kelâmının bü­tün mahlûkatm kelâmına muhalif olduğu, onların hiç birine benzeme­diği sabit olur. Bununla beraber, kelâmın mânâlarının son haddine ka­dar idrâk edilmesi için mahlûkatm kelâmının hepsini imtihana koyma­mıştır. Allah-u Teâlâ, karmca´nm,[420] hüd´ün,[421]kelâmını ve dağların teş­bihini[422] ve bunlardan başka harflerle anlaşılmıyan ve beşerin kelâmın­dan dahi anlaşılmıyan şeyi zikretmiştir.

Gerçekten, kelâmdan bazısından beşerin takatinin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği kelâmın, olduğu sabit olunca, Alemlerin Rabbi olan Allah´ın kelâmını anlamağa heveslenen kimse aptalın tâ kendisidir. Yüce olan Allah´ın fiili de böyledir. Yani mahlûkatm vasfının haricinde­dir. Allah´ın kelâmının bütün yönleriyle kullarm kelâmma benzemediği sabit olması da, o´nun hadis olmasını nefyetmektedir. Çünkü hadis ol­makla aralarında eşitlik vaki olur. Ve ayni zamanda, Allah´ın kelâmında, araz, tefrika, içtima, had-hudud, gaye, fazlalık ve noksanlık gibi mânâ­ların bulunması da giderilmiş olur. Çünkü bu adı geçen sıfatlar beşer ke­lâmının sıfatıdır. Tevfik Allah´tandır.

Sonra kelâmın, Allah´ın zatının gayrisi olması veyahut zâtının gay­risi olmamasından hâli kalmaz. Zâtının gayrisi olduğunda zikrettiğimiz âfet ve gayrîsi ile kendisinden zail olur ki bu da hadis ve muhtaç o´imamtı alamet ve işaretidir. Eğer zatının gayrisi olmazsa o zaman kendi nefsi ile mutekellim, âlim ve kadir olur. İste Cenab-ı Allah´ın sıfatı olan kelâm sı­fatı ve ne Allah´ın gayrı ve ne de zatının aynıdır. Tevfik Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nın kelâmının, beşerden igitilenle muvafık olduğunu söylemek caizdir. Tıpkı risaleler, kasideler ve makalelerde olduğu gibi. Böyle demenin caiz olmasının delili ise, o kelâmm mahlûkattan bir mah­lûk olmasıdır. Fakat, aynı kelâma bakarak Allah-u Teâlâ´nın bizatihi mu-tekellim olması mümkün değildir. Çünkü böyle olunca işitilen kelâmın araz olmasından hâli kalmaması icap eder. Allah´ın kelâmının iki yerde olması müstahildir. Allah´ın kelâmının cisim olması veyahut, araz ve ci­sim[423] olmaması da böyledir. Bunun içindir ki, Allah´ın kelâmının bir yer­de olması ve bir yerden işitilmesi mümkün değildir. Öyle ise, mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah´a izafe edileni, Allah´ın sıfatı olan kelâmın kendisi ile bilinene muvafakat ettiği için mecaz olarak ifade edildiği sa­bit olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nın bize kelâmını, kendi kelâmı olmayanla işittirmesi caiz olur. Tıpkı bizden her birimizin diğerine[424] ke­lâmını işittirdiği gibi. Her nekadar o, işittirdiği kelâmın aynı kendi ke­lâmı olmasa da. Ve tıpkı Allah-u Teâlâ´nın bize, mahlûkatm aynı olma­dığı halde, kudretini, ilmini ve rububiyetini mahlükatı ile bildirdiği gibi.

Biri sorar ve derse ki : Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm´a kelâmını işittirdi mi Çünkü Allah «..-. ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitap etti.»[425] buyurmuştur. Bu soruya şöyle cevap verildi : Allah-u Teâlâ, Musa Aley­hisselâm´a kendi kelâmını Musa´nın lisanı ile ve yaratmış olduğu harfler, meydana getirmiş olduğu sesle işittirdi. Evet Allah-u Teâlâ, Musa Aley­hisselâm´a mahlûk olmayan bir şeyle kelâmını işittirdi.

Bu mevzuda bir şey söylemeyip durmak gerektir, demek, iki yönden caiz olabilir. Birincisi; şöyle denir : Kelâm sıfatı ne Allah´ın Zâtı´nın ay­nıdır ve ne de gayridir. Böylece bu hususta her hangi bir şeyi ´bilmediği­ni ifade etmiş olur. Bu husus, ilim ve kudret sıfatları hakkında sabit olan şeyde ifade etmek hak ve gerçek olur. İkincisi; Kelâm sıfatını Allah mı yarattı[426] veyahut Allah´ın gayri mi yarattığını bilmemesi ile hasıl olur. Bu çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu durum taklid mezhebine gitmekten hâli kalmaz. İnsanların çoğu nefyeder. Hatta insanların çoğu, kelâmın mah­lûk olup olmamasının bilinmesi gerektiği hususunda görüş birliğine var­mışlardır.

Sonra, Allah-u Teâlâ´nın bizatihi mutekellim olmasının veyahut bi­zatihi mutekellim olmamasının bulunmasından öte bir düşünce bulunmaz. Eğer Allah, bizatihi mutekellimdir, diye bilinirse bu husus, bizim zikret­tiğimiz manâya göre olur. (Yani Mûsâ Aleyhisselâm hakkındaki sorulan soruya verilen cevaptaki manâya göre olur.) Eğer Allah, bizatihi mute­kellim değildir, diye ilim hasıl olursa, o zaman Allah´ın kelâmı kendisinin gayri olur. Allah için gayrî olanların hepsi ise mahlûktur. Bu husus, ri­vayet edilen naklî delille bilinsin veyahut naklî delilsiz bilinsin. Allah´ın gayridir, denmesi sabit olunca bu söz, hadis olmaya icabettirir. Bu hadis olma, mahlûk olma, Alllah´dan olduğu bilinsin veya bilinmesin. Ve Allah-u Teâlâ*nın bizatihi mutekellim olduğu bilinsin veyahut bilinmesin. Bu nok­tada durmak cehaleti yani bilmemeyi ifade eder. Bunun gibisinin hakkı ise öğrenmektir. Çünkü onu bu noktaya iletip bu. mevzu hakkında ko­nuşması için cehlinden başka hiç bir sebeb yoktur. O, bu mevzudaki görü­şünü ancak bilmediğinden ötürü ortaya atabiliyor. Veyahut duraklama­nın Allah´ın kelâmı hakkında soran kimsenin muradının bilinmemesinden o kimse Alalh´m kelâmı ile ve Kur´an´ı ile neyi kastettiği bilinmemek su­retiyle olur : Allah´ın Kelâmı olan Kur´an-ı Kerîm bu, parça parça, cüz cüz, âyet âyet, kelime kelime olanı mıdır Yoksa bunlardan bir şeyle vas-folunmayan mıdır Bu husus, bizim açıkladığımız vasfa göre olur ki o da kendisine yönelen kelâm hakkında soru sorana kelâm ile neyi murad ettiğini bilinceye kadar cevap vermemesinde haklı olmasıdır. [427]

Mes´ele (Kâ´bî´nin Allah´ın Fiilleri İhtiyarîdir, Demesinin Tartışılması)

Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´nın fiilleri ihtiyarîdir; çünkü yaratılmış olanın fiili bir nevi´den ibaret olur, diyor.

Ebu Mansur (r.h.) da şöyle diyor : Kâ´bî´nİn bu sözü doğru ve güzel olan bir sözdür. Tevhid ehlinin mezhebi de budur. Fakat, Kâ´bî´nİn mez­hebinde bu sözünün anlamı yoktur. Çünkü denir ki; yaratma Allah´ın ih­tiyarı[428] ile midir, yoksa ihtiyarının gayri ile midir Allah´ın fiilleri hak­kında söylenilen husus da aynı böyledir. Eğer Kâ´bî, Allah´ın fiilleri ihti­yarı iledir, derse; öyle ise Allah´ın fiillerinin mânâsı, Allah´ın ihtiyarıdır, demek olur. Bunun için Allah´ın fiilleri ihtiyarı iledir, demek hatadır. Bilâkis o, Allah´ın ihtiyarından başka bir şey değildir. O noktada Kâ´bî´nin dediği gibi söylemek te mümkün olur.

Hayır, Allah´ın ihtiyarı ile değildir, derse; ya o, mahlûkun fiili olur ve kendisinin sonu olmayan bir ihtiyarı ile olması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Çünkü mahlûkatm sonu vardır. Veyahut o fiil ihtiyari olmayan bir fiildir ki bununla Kâ´bî´nin sözü batıl olmuş olur. işte bu hu­sustur ki şeyin vaktinde olmasının ihtiyar edilmesinden ibaret olan ezel­deki irade sifatıyle Allah´ı vasfedenin böyle söylemesini gerektirir[429]

Sonra bizce Allah-u Teâlâ´nın fiillerinin kendi ihtiyari ile olduğuna, mahlûkatın kendisinde bulunan hikmete binaen mahiyetinin birbirine muhalif olarak yaratılması ve aynı zamanda Allah-u Teâlâ´nın vahdani­yetine delil teşkil ettiğine delâlet etmesidir. Bu ise herşeyin kendi "bulun­duğu hâl üzere Allah-u Teâlâ´nın ihtiyarı ile olduğuna delâlet eder. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Sonra bazı kimseler, mahlûkatın bulunduğu hâl üzere olmasının al­mış olduğu gıda maddeleri sebebiyle ve tabiatîyle olduğunu öne sürerler. Bazıları[430] ise mahlûkatın meydana gelmesinin yıldız, Ay ve Güneş´in işi olduğunu öne sürerler. Bazıları da, mahlûkatın âlemin yani seyyarelerin[431] devranı ile meydana gelir diyorlar. Bir kısım insanlarda ana ve babaların tedbiri neticesindeki doğumlardan meydana geldiğini ileri sürerler. Bun­ların hepsi, bir şeyin bir şeyden olmasına rücu´ eder. Meydana gelenin-başlangıcı sabit olmadığı zaman bu söz, adı geçen delillerle batıl olur. Onun veyahut bundan, her cinsin evveliyeti sabit olduğunda ise kendi nefsi ile sonradan olması müstahil olur. Çünkü bu, yok olduğu zaman kendisini icad etmiş olur ki bu yok elanı icad etmek mümkün olmaz. Bununla be­raber eğer kendisine herşeyin tedbiri ulaşmış olsa, kendisine yokluğun gelmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Çünkü eğer kendisini var etmek caiz olsaydı aynı vakitte veyahut var olduktan sonra kendisini yok etmek te caiz olurdu. Bu ise tenakuz teşkil eder. Öyle ise gayri ile var olduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.

Gerçekten zikredilenlerin hepsi ölüler nev´indendir. Ancak adı ge­çen ana ve babalar müstesna. Çünkü onlar bilirler ki gerçekten kendi­lerinin tedbirleri, evlâtların başlangıçlarına" ulaşmaz. Ve çocuklar, ana babaların ümit ettiklerinin gayri olarak meydana gelirler. Ve çocuklar eğer fesada uğrarlarsa kendilerinin ıslâh edilmesi mümkün olmaz. Şu da bir gerçektir ki ana - babaların bu husustaki takdirleri şöyle dursun, eş­yadan gizli kalanlar bilmeğe ulaşmaları için bir kapasiteye sahip değil­lerdir. Bu Eİkredilen vecihlerden başka evlâtların ana ve babanın tedbiri ile olduğunu iptal edecek hususlar vardır. Ölüler çeşidi ise, yararlı olan şeylerden kendisinde bulunanı bilen olmaz. Ve onlardan bu yararları menetme ihtimali olan şeyi de bilmez. Bununla sabit olur ki beslenme ile ve tabiatiyle olan ancak kendilerinde bulunanı Hâkim ve Âlim olan Al­lah´ın yaratması ile olur ki o, her şeyi[432] zararlı ve menfaatli bir hâl üsere yaratmıştır.

Gerçekten hayvanda öyle manâlar vardır ki bunlardan hiç biri işit­me, görme ve yalnız insanoğluna mahsus olan konuşma, ayırt etme ve eşya üzerinde vukufiyet kesbetme gibi vasfolunan eserlerden hiç bir şey kendisinde bulunmaz. Bununla beraber bu husus ilk hallerinde mevcut değil idi. Bu ancak, babaların ve annelerin aldıkları gıda ile beslenip bü­yürdü. Sonra bu husus ana ve babalarda etkili olmazdı. Nasıl olur da çocuklarda etkili olur.

Sonra gerçekten her şeyin kendine göre bir haddi, hududu vardır. Bu hududa ulaştığı zaman kendisinde, ne uzunluk, ne genişlik ve ne de işitme, görme ve akıl ziyadeleşir. Bilâkis o noktaya ulaştıktan sonra her şey, gıda maddelerinin bulunması, terbiyenin devam etmesiyle beraber noksanlaşmaya doğru gider. Bu, gerçekten böyle olduğu bilinir. Fakat adı geçen şeyle değil, lâkin kendi zâtı ile âlim olan hattâ kendisinden hiç bir şey gizli olmayan, binefsihî kadir olan, hiç bir şeyin kendisini acze dü­şürmeyen, şanı yüce olan Allah´ın bildirmesi ile bilir. Ve yine adı geçen cevher nevilerinden hiç bir şey yoktur ki kendisinde bozulma ve salâh bulmanın ikisi birden bulunma ihtimâli bulunmasın. Ve bunların hepsi birbirine zıt olan ve yardımlaşma için bir araya gelme ihtimali bulunma­yan şeylerdir. Öyle ise bulunduğu hâl üzere kendilerinin başkası ile oldu­ğu sabit olur. Çünkü kendi nefsi yönünden olan her şey kendisi bulun­duğu müddetçe bozulması, ihtimal dahilinde olmaz. Her türlü kötülükten korunmak Allah´ın hıfzı ile hasıl olur. Yine görünen hâli ile her canlı ken­dilerine galebe çalan ve kendisini mahkûm eden şehevi istek ve ihtiyaçlar üzere yaratılmıştır. Eğer böyle olmasalardı gıda maddelerine muhtaç ol­mazlardı. Sonra bunlar bulundukları vakit zenginliğe (muhtaç olmama­ya) sebep oldular. Şehevî isteklerin bunlardan doğması, ihtiyaçların bun­lardan meydana gelmesi ihtimal dahilinde olması mümkün değildir.

Bunların binefsihî şehvetler ve ihtiyaçlar olmaları bir kaç yönden caiz değildir.

Birincisi : Gayriye muhtaç olmaksızın, bizzat kendi kendine kaim olmak zenginliğe delâlet eder.

İkincisi : Başkası bulunmadan ihtiyacın kendi kendine bulunması caiz değildir.

Üçüncüsü : Çünkü bir yönden kendi zâtı ile kaim olanın zeval bul­ması muhtemel olmaz. Kendisine zenginlik başkası ile vukubulur.

Dördüncüsü : Var olan şeyin kendi nefsi bakımından ihtiyacının[433] başkasına havale edilmesi. Hattâ kendi nefsi bakımından başkasına muh­taç olduğu zaman kendisi baki kaldığı müddetçe başkasına, olan ihtiyacı da devam eder. Öyle ise onları ihtiyaç üzerine yaratan ve kendilerinde şehevî istekleri yerleştiren, sonra onlar için zenginliğin elde edilmesine sebep olan şeyi ve şehevî isteklerin yerine getirilmesini yaratan bir baş­kasının bulunduğu sabit olur. Ve böylece de âlemin müdebbirini (idare­sini) kendisi ile nefyetmek istenen, kastedilen şey, bizatihi âlemin mü­debbirinin varlığını tesbit etmiş olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Âlemin cevherleri ve sıfatlarından hiç bir şey bulunmaz ki zelil ve musahhar olmasın. Eğer bunlar ile bulunmamış olsa idi kendi yaşamı ve başkalarının yaşaması kendisi ile hasıl olan şeyden sürekli olarak hare­kette bulunmak ve devamlı olarak bir şeyde karar kılmak gibi daha kolay ve zevkli olan şey üzere bulunur idi. Öyle ise âlem, tümü ile bizim zikret­tiğimiz manâyla varolduğu kabul edilir ki bu manâda bütün bu sıfatları kendisine veren ve yaratan bir müdebbirin var olması vacip olur. Musah­har ve zelil kılmanın icad etmeye malik ve sahip olmakla olması caiz de­ğildir ki, bununla gayrın zengin olması ve gayri ile kıyam bulması varid olsun. Böylesi kimse kendi nefsinden zületi ve musahharlığı izale etmeğe malik olmaz. Öyle ise bunların her birinin kendi zenginlikleri ve hacet­lerinin bütün yönlerini bilen bir âlimi, bir müdebbiri var olup, kendilerini bulundukları bu hâl üzerine yaratmıştır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, kimimizi kimimize, var olma ve hayatı idame ettirme bakımından muh­taç kılmıştır. Bu Öyle bir şekilde meydana gelmiştir ki, kimin kime ne yönden muhtaç olduğunu ve kendi nefsinden hangi ihtiyacı giderilmesini idrak etmekten aciz olduğunu bilmez. Bunun içindir ki bunların hepsi­nin bir âlim ve müdebbiri olduğu sabit olur ve O´nun, yani Allah´ın ted­biri üzerine bütün işleri cari olur.

Sonra mahlûkatm en büyüğü ve en akıllısının, tedbiri ile kendilerine lûtf ve ihsan edilen şeyde, mekân ve zaman itibariyle fiilleri ve hâllerinin takdiri arasında serbest bırakılmış olsaydı, mahlûkatm hiç birinin gücü­nün vûs´atı bu hususları yerine getirmeğe yetmez. Bu böyle olunca en akıllı ve en büyük olmayanın böyle olmamasının daha gerçek olduğu aşi­kârdır. Sonra âlemden hiç biri kendi nefsinden zamanın kahrım gidere­mez ve mekânın ihatasını da önleyemez. Öyle ise âlemin bulunduğu hâl üzere, muhtaç olduğu şeyin kendisini ihata etme manâsının dışında var olması caiz değildir. Bilâkis onun var olması bizatihi kaim olan, âlim ve kadir olan Allah´ın yaratması iledir.

Sonra bazıları âlemin toprağının kadim olduğunu söylerler. Ya âle­min toprağı bu manâların cevherinden[434] olur, o zaman âleme katılan şey, kendisine de ilhak olur ve bu cevheri, kendisinin aczini ve ihtiyacını or­taya koyar. Acizlik ve ihtiyaç ise âlemin başkası ile var olması ve hadis olmasının delilleridir. Gayrinde bulunması gereken ve lâzım olan şey, kendisinde de bulunması lâzım gelir. Veyahut bu cevherin dışında olup kendisi zengin ve kuvvetli olduğu için hiç bir ihtiyaca düşmez ve kendisi ile zenginlik ve kuvvet elde edilmesi düşünülen başkasına yalvarma ve yakarma[435] hilelerine başvurmaya sebep olacak şehevî istekler kendisinde bulunmaz.

Veyahut9 âlem, kendisine vaki olan hadisler ve bulunduğu hâlden[436] kendi cevheri ile değişikliğe uğrıyan şekli ile topraktan meydana gelmiş­tir.

Böylece kendisindeki bu ihtiyaçlar ve şehevî isteklerle vücut bul­muştur. İşte kendi cevheri ile her ihtiyacı ve şehevî isteği yüklenmiş[437] olup istihale ve değişikliğe müsait bir hâlde bulunmuş olur. Böylece ken­disinde bulunan zengin ve kuvvet sıfatlarının hepsi yok olur; ve kendisi ihtiyaçların asıl kaynağı ve şehevî isteklerin nıenbaı olur. Bunun içindir ki, kendisinin icadı, Âlim ve Hâkim olan Allah´a raci´ olması lâzım gelir. Binaenaleyh bu hususun âlemin hepsinde bulunması gerekir.

Yahut toprak kendi haliyle vardı; fakat âlem kendisinde zorla var olup bilfiil zahir olmuştur. İşte bu da heyula, sözünün sahibi olanların görüşüdür.

Sonra âlemde bulunan eşyanın hepsinin telef olup yok olması ken­disinden bilfiil çıktığında, bir şeyin bir şeyde bilkuvve var olduğuna de­lâlet etmektedir. Meselâ insanın varlığının meniden, her hayvanın me­niden veyahut yumurtadan, yeşil ekinin[438], daneden, ve ağacın da çekirdek­ten meydana geldiğini söyliyenlerin sözlerinde görüldüğü gibi. Bütün cevherler de onların katında böyledir. Ve besin maddeleri, büyüyüp ge­lişme ve benzeri hususların devam etmesi onların nezdinde adı geçen hu­sus gibidir. Öyle ise onların ileri sürdükleri toprağın durumu ve benim­sedikleri heyûlâ´nm hâli böylece olması gerekmektedir. Çünkü bu ikisi bütün[439] âlemin aslını teşkil etmektedir.

Böylece Karâmite´lerin[440] öne sürdükleri görüşte, ilk yaratıcının te­lef olup yok olduğunu söylemeleri gerekir. Çünkü onların ilk yaratıcı maddo olduğunu ve bütün âlemin orada meydana çıkıp bütün mahlukatı kendisinden meydana çıkardığını ve onun da heyulaya doğru uzandığını ve heyûlâ´dan da âlemin terkip edildiğini söylüyorlar. Çünkü bu, her şe­yin bir şeyde bil kuvve var olması ve bilfiil zahir olması için her şeyin hakkıdır.

Bunlar, bütün varlığın hali hazırdaki durumunu evveliyetin delili yaptılar. Fakat birincisi külün cevheri, ikincisi de cüzün cevheridir. Kü­lün cevheri, cü^ün cevheri ile bilinmiş oldu. Çünkü hiç bir kimse, hisle bunu anlamaya varamaz. Tevfik Allah´tandır.

Bu sabit olduğu zaman hacet ve hadiselerden beyan ettiğimiz şey­lerin tümü de sabit olmuş olur ki onlar, zikredilen asim hadis olduğunun delilleridir. Zira bunlar telef olup yok olma ihtimali dahilinde olurlar. Ve yine Karâmite´lerin ileri sürdükleri görüşleri muvacehesinde her nekadar âlemin yok iken sonradan icad ile var olduğunu söylerlerse de bu icadın ebedi [441]olduğunu söylemelerini gerektirir. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

Şeyin kendisinde olanın kimden olduğunu, kendisinde bilkuvve olanı ve kendisinde hâllerle olanı, kendisinde ne olduğunu ve kendisinden ne meydana geldiğini bilmemesi cehlin delilidir. Tıpkı meni, daneler ve bun­lardan başkalarını bilmeme hususunda zikrettiklerimiz gibi. Böylece he-yûlâ, toprak ve söyledikleri ve ileri sürdükleri şeylerde bulunduğu lâzım gelir. Ve söylediklerinin bir müdebbiri olmadığını ve kendisi ile ondan bir şey hasıl olmadığım kabullenmeleri lâzım gelir. Lâkin eğer öne sürülen­ler olursa muhakkak ki o, olanı bilenle olur. Bu bilen, onun aslını kendi­sinde bil kuvve bariz olarak kılar. Bilfiil de kendisini icad ettiği madde­lerden ve yaşayıp büyümesini sağlayan imkânlarla kılmak suretiyle bil­fiil izhar eder.

Bu hususlarda tevhidi ifade etme ve her şeyin onların dedikleri şey üzere olması için bunların hepsinin yaratıcısı olduğunu ifade etmek ge­rekir. Veyahut her şey için bir muhdis olur ki, o şey, muhdisin dilediği gibi asimda ve başlangıcından itibaren ebedi olması tahakkuk eder. Veya ehli tevhidin söylediği veçhile nasıl dilerse öyle icad eder. Çünkü Allah-u Teâlâ, kendisinde her şeyin bariz olarak bulunduğu bir aslı icadetmeğe kadirdir. Kadir olduğu gibi her şeyi bil kuvve zahir olmaksızın ve bilfiil meydana çıkmadan dilediği gibi yaratmasına da kadirdir. Lâkin AUah-u Teâlâ, bunları takdir ve tekvin ile icra kılar. Onlar, eşyanın aslında cevhe­ri ile gizli olup sonradan bilfiil zahir olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüş yine bizim söylediklerimize rücu´ eder. Çünkü onlarm meni ve daneler hakkındaki sözleri bunun gibidir. Bununla beraber bu söyledikleri aklen reddedilir. Çünkü kendisinde şsyin cevheriyle[442] kat kat kılma imkânına sahip olmaları ihtimali yoktur. Çünkü aralarında tenakuz, fesat bulma ve mevcudatı yalanlama olur. Veyahııtta onların toprak veya heyula ve­yahut mubdi´ veyahut hepsinin aynı diye isim verdikleri o asıl âlemin ica­dına malik olur. Bu kendisinde olmak suretiyle değil, fakat bilfiil ve na­sıl dilerse, neyi dilerse onu icad etmeğe malik olması ile olur. Onun hük­münü kabul etmiyen, onun tedbirini nakzeden bulunmaz. Bu ise ehli tev­hidin fikri ve sözüdür. Fakat onlar, öyle bir isimler verdiler ki ehli tevhidîn katında âlemin mubdii[443] ve mucidine ehli tevhidin verdiği isimlerin gayridir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [444]
Reply


Messages In This Thread
RE: imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 01:18 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)