Thread Rating:
  • 215 Vote(s) - 3.2 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm
#6


Mes´ele (Allah Azze Ve Celle´nin İsimleri Hakkında)



Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Allah-u Teâlâ´mn isimlerinin lügat iti­bariyle anlaşılan manâlarına göre bizim nezdimızde bir kaç kısma ayrıl­mıştır.

Birinci kısım : Bizim kendisine vermiş olduğumuz isimlere rücu eder ki o isimler de Allah´ın gayri olanlardır. Çünkü bizim Allah-u Teâlâ´-ya «Âlim» dememiz, O´na «Kadir» dememizin gayridir. Bu rivayet edilen hususa göre Allah-u Teâlâ, şöyledir, böyledir´ diyerek kendisine isim veri­lir. Bu husus, tıpkı Allah-u Teâlâ, şunu ve bunu rahmet olarak yarattı, di­ye zikredildiği şeyin aynıdır. Yoksa Allah, o yaratılan rahmet ile «Ra-him»dir demek değildir. Çünkü Allah´ın, onu ilk yarattığında «Rahim» olmaması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Veyahut Allah böylece «Rahim değildi; tâ ki o rahmeti yarattı ve mahlûkatm arasında birini taksim etti, manâsına da değildir. Lâkin Alîah-u Teâlâ, ezeldeki rahmeti ile kendisine bu isim verildi. Yani «Rahim» denildi. Cennet, Yağmur ve benzeri olan isim de böylecedir. Bu minval üzere ibareler de Allah´ın em­ridir, denilmiştir. Evet gerçekten ibareler ancak Allah´ın emri idi, Al­lah´ın kendisi değil. Allah, ilmi ile ve kudreti ile mütekellimdir denildiğin­de malum ve makduru olanı irade etmek üzere ilmiyle, kudretiyle müte­kellimdir, demek de bunun gibidir. Çünkü bu onun sebebidir. Evvelkisi de bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

ikinci kısım : İsmin manâsı Allah´ın Zâtına rücu eder ki mahlûkat, Allah´ın zâtı´nm ne murad ettiğini bilmesinden aciz kalır. Ancak kendisi ile bilinen, isimleri bildiren harflerden Allah-u Teâlâ münezzeh olması ile beraber kendisi ile bilinen müstesna. Bu yine isimle zâtının hakikatinin iradesini bilmekte, lisanların ihtilâfı ile birbirlerine benzemez. Meselâ buna «Vahid, Allah, Rahman, mevcud, kadim, mabud» ve bunlara benzer isimleri Örnek verebiliriz.

Üçüncü kısım ise : Sıfatlardan çıkarılan isimlere rücu eder. Âlim ve Kadir gibi. Eğer bunlar tahkik ve tedkik neticesinde Allah´ın gayri olmuş olsalardı tebdile uğramaları muhtemel olurdu. Ve anlaşılan manâ tedkik edilmeksizin isim verilmiş olurdu[445]. İsmin manâsından anlaşılanın tedkik edilmesi kasdolunmadığı zaman da Allah´ın gayrine verilen her isimle Allah´a isim vermek caiz olurdu. Güç ve kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Bu isimleri hadis kılanlara, sonra Allah´a ezelde ilim tahakkuk et­mez, diyenlere sorulur : Denir ki; «Onun durumu yaratılmazdan önce nasıl idi O, zâtını veyahut ne yaptığını biliyor mu idi, yoksa bilmiyor mu idi » Allah´ın Zâtı´nm bir şeyi bilmesi veya bilmemesi[446] de böyledir. Eğer Allah bir şeyi bilmiyor idi ise[447] bu takdirde Allah, cahil olurdu tâ ki[448] ilmi kendisine icad ederek o ilimle âlim olmuş olur.

Eğer Allah eşyayı biliyorsa[449] bu takdirde ya zâtını bilmekle âlim olur; veyahut olmaz[450]. Eğer zâtını bilmekle âlim idi ise7 ezelde bu isimle isim­lendiğini söylemek lâzımdır. Hayır, gayri ile biliyor idi ise ismin gayri olması tevhidi fesada uğratır.

Sıfatları inkâr edenlerin sözüne göre temel esas olarak, Allah´ın isim ve sıfatlarını nefyeden ve onların hadis olduğunu iddia eden Cehm bin Safvan´m[451] ifade ettiği şey vacip olur. Çünkü sıfatları inkâr edenlere göre Allah´ın bu ismi olmadığı gibi, ezelde zâtını bilen ilimden ibaret olan sıfatı da yoktur. Böylece Allah-u Teâlâ ezelde âlim ve kadir olmaz. Fa­kat sonradan bilir. Bu gibi hususlardan Allah-u Teâlâ yüce, berî ve mü­nezzehtir.

Sonra sorulur; Allah nasıl idi Eğer Allah, ezelde böyle olduğunu biliyor idiyse, böylece kendisine isim verilmesi lâzımdır; veyahut, kendi­sinin ezelde böyle olmadığını yani ilim sıfatı ile mevsuf olmadığım bilir­se bu takdirde kendisine cehalet ismi lâhik olur. O da onların sözlerine göre lâzımdır. Çünkü âlim kelimesinin tevili onların nezdinde cehli nef­yetmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah, ilim hakkında ne ile konuşur Çünkü Allah´da ilim yoktu. Onu var ettiği zaman vücud buldu. Bu görüşü her yerde tatbik etmek vacip olur. Bununla beraber denir ki; Allah´ın kudreti olmadığı halde kendisi ile veyahut kendisinin gayri ile nasıl ilim meydana gelir Böylece bu görüşleri ile tevhidleri batıl olur. Sonra geçen bölümde zikrettiğim gibi kendisine sorulup denir ki : Allah, ya yaratmadan önce zâtını biliyor idi veyahutta hakikatte Allah´ın ilmi yoktu. Allah, Zâtını nasıl biliyor idi Eğer[452] zâtını bilmek ile âlim" idi ise ismin hadis olduğunu söylemek batıl olur. Eğer âlim değildi; ilim üzerine kadir de değildi derse; zikrettiğimiz şeyin hepsine dahil olmuş olur. Bununla beraber Allah´ın ezelde ilim sı-fatiyle nıevsuf olması gerekir. Hadis olma hakkındaki beyan ettiğimiz şeyin fesada uğraması da bununla beraber zikredilir.

Eğer sonradan gayri ile âlimdir derse; onu kendisine gelen araz­lardan beliren kimseden görür. Bununîa âlem var olur. Bunda 4ehrîle-rin[453] toprak hakkındaki görüşlerinde, heyûlâ´yı benimseyenlerin ve se­viyelerin âlemin asıl maddeye gelen arazların varlığı ile olduğu hakkın­daki görüşlerine muvafakat vardır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu mesele gerçekte sıfatlar meselesidir ki biz bunu geçen bölümlerde açıklamış bulunuyoruz. [454]


Mes´ele (Arşın Açıklanması)



Ebu Mansur (r.lı.) diyor ki : Sonra müslümanlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Bazıları Allah Arşı istilâ etti diye vasfolunduğu iddiasında bulundular. Onların nezdinde Arş, meleklerin yüklendiği ve etrafında meleklerin seyrettiği bir tahttır. AUah-u Teâlâ, Kur´an-ı Kerîm´inde şöy­le buyuruyor : «Melekler de semânın etrafmdadırlar. O gün Rabbi´nin Arş´ini, üstlerinde sekiz melek taşır» (El-Hakka, 17), «Bir de melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş´ın etrafım kuşatmışlardir...» (Zumer, 75), «Arş-ı yüklenen melekler ve onun etrafında­kiler, Rablerine hamd ile teşbih ederler» (Gâfir, 7), Allah-u Teâlâ´nm Arş´ı istilâ ettiğine delil olarak Allah-u Teâlâ´nın : «O Rahman, (kud­ret ve hâkimiyeti ile) Arş´ı istilâ etti» (Tâhâ, 5) Kavl-i Cehlini göster­diler.

insanların dua ederken, hayırlı olan hususları ümitle isteme anında ellerini göğe kaldırmalarını da delil göstererek şöyle diyorlar : «Arş yok­tan var olduktan sonra Allah oraya varıp bulundu. Çünkü Allah ; «.....son­ra Arş´ı istilâ etti (hükmü altına aldı).....»[455] buyurmuştur.

Bazıları da, Allah her yerdedir, diyor ve şu âyet-i Celîleleri delil ola­rak gösteriyor : «Görmez misin Allah hem göklerdeki, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın bir fısıltısı oluyor mu, mutlak o (Al­lah) dördüncüleridir.»[456], «.... Biz ona şah damarından daha yakınız (her halinden haberdarız ve´her an kudretimiz altındadır.)»[457], «Biz, ona, ilim ve kudretimizle sizden .çok yakınız. Siz (yapılmakta olan işleri) görmez­siniz, anlıyamazsmız.»[458], «Gökte tlâh olan O´dur; yerde de İlâh O´dur....»[459]

Onlar, Allah mekansız olarak bir mekândadır ifadesinin Allah´a had ve hudud icap ettirdiğini zannettiler; her hudud sahibi olan kendi­sinden büyük olana nisbetle küçük olur. Bu ise hem, ayıp ve kusurdur ve hem de varlığa zarar veren bir âfettir. Ve aynı zamanda bu husus ma­kama muhtaç olmayı ve kendisinde bir hududun bulunmasını icap etti­rir. Çünkü bir şeyin, bulunduğu mekândan, kendisinin daha büyük olma-smm ihtimal dahilinde düşünülmesi mümkün değildir. Bir kimsenin ken­disini kapsıyamıyacağı bir mekânı seçmesinin akılsızlık olduğu, insan­lar arasında bilinen bir gerçektir. Öyle ise mekânın hududu, kendi hudu­du olur. Allah-u Teâlâ bu gibi şeylerden beri ve münezzehtir. Bazıları da AUah-u Teâlâ´nm mekânla vasfedilmesini nefyediyor. Ve bütün mekân­larla dahi vasfedilmesi böyledir. Ancak onun koruyucusu ve onunla daim olan manâsını murad ederek mecaz olarak vasfolunması müstesna...

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunların hepsi şu hususu ifa­de etmektedir. Gerçekten AUah-u Teâlâ´ya bütün eşyanın izafe edilmesi ve Allah-u Teâlâ´nm eşyaya izafe edilmesi, kendisini, yani, Allah´ı yüce­likle vasfetmek ve ona tazim etmek makamında mütaleâ edilmektedir.

Tıpkı şu âyetlerde ifadesini bulan Cenab-ı Hakk´ın mübarek sözleri gibi : «O Allah ki göklerin ve yerin tasarrufu hep O´nun...»,[460] «O, göklerle ye­rin ve aralarındakilerin Rabbi´dir. Güneşin doğduğu yerlerin de Rabbf-dir.[461], «işte bu sıfatlara sahip olan Rabb´imiz, Allah´tır. O´ndan başka hiç bir ilâh yoktur, herşeyi yaratan O´dur, o halde O´na kulluk (ibadet) edin. O, herşeye karşı (güvenilecek) bir vekildir»[462], «Hamd olsun âlem­lerin Rabbi...»[463], «O, kulların üstünde (eşsiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden hakkıyla ha­berdardır.»[464], Daha buna benzer âyetler...

Hâs olanı, Allah´a izafe etmek, Allah-u Teâlâ´nın o hâs olanın cev­heri üzerindeki üstünlüğü, yüce makamı ifade eden sıfatlarla mevsuf ol­ması kendisine mahsus olduğu makamında ifade edilir. Aşağıdaki âyet-i celîlelerde beyan buyurduğu hususlar, bunun örneğini teşkil etmektedir. Yüce Allah, şöyle buyuruyor : «Gerçekten Allah, takva sahipleri ile ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[465], «Muhakkak ki bütün mescid-ler, Allah´a ibadet için kurulmuşlardır. O halde AJlah ile beraber başka birine ibadet etmeyin; (Ancak O´na ibadet edin.)»[466] «Allah´ın Peygam­beri onlara şöyle demişti : "Allah´ın devesini kendi haline bırakın, su iç­mesine engel olmayın"»[467] «Bu beytin (Kabe´nin) Rabbine ibadet etsin­ler (Putlara tapmağı terketsinler)»[468], Daha başka âyetler de varid ol­muştur. Mahlûkattan bazısını bazısına izafe etmekten anlaşılan örnekler, bu hususta beyan edilen şeyin dışına çıkmaz. Mahlûkat arasında bunun gibisinin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu kesinlikle ifade edilmez. Çünkü bazan olur ki bir şey tahsis etmek, gayrine üstün kılmak yerinde ifade edildiği gibi umumun izafesi de sultan ve velayetin üstünlüğünde kullanılır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu mevzuda asıl olan şudur : Gerçek­ten Allah-u Teâlâ, mekân yokken de vardı. Bütün mekânların yok edi­lip kaldırılması ve Allah´ın olduğu gibi bakî kalması mümkündür. O, ezelde olduğu gibi şimdi de aynı varlığı ile vardır. Allah-u Teâlâ, fesada uğramak, îstihâle ve zeval bulmak ve değişikliğe uğramaktan berî ve münezzehtir. Çünkü bunlar, kendisi ile âlemin hadis olduğu bilinen, son­radan var olmanın alâmet ve işaretleridir. Ve aynı zamanda fani olma ihtimaline de delâlet etmektedir. Çünkü ilk hâlinin zatında olmayan şe­yin büinmesi için hâlden hale intikal etmekteki zeval arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü kendi zatına lâzım olan şeyin zeval bulması[469], ve o sıfatın´[470] kendi zatında bulunmadığını açıklaması muhtemel değildir. Zi­ra böyle olsaydı, bir halden bir hale intikal etmesi ve arazları kabul et­mesi ihtimali bulunurdu. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten Allah-u Teâlâ´ya bir mekân ta´yin etmek ve zâtı ile her mekânda bulunmakla kendisini vasfetmek, Allah´ın bir yere yerleşip ora­da karar kılmaya muhtaç olduğunu kendisine isnad etmek demektir ki, bu, mekânlarda yerleşen ve oralarda değişik hallere uğrayan arazlar ve cisimlerin tümü gibi olur. Oysa ki araz ve cisimlerin hepsi mekân ile vas-folunmanm dışındadır. Kim ki araz ve cisimleri yaratmış ve onların hep­sini kendi kudreti altında bulundurmuş ise o, mekândan münezzehtir. Yüce olan Allah da mekâna muhtaç olmaktan veyahut âlemin bulunduğu hâl ile vasfolunmaktan beri ve münezzehtir. Gerçekten Allah´ın Zâtı´nm küllisi hiç bir mekânda değildir. O, bütün sıfatları ile de her yerdedir.

Sonra gerçekten eğer Allah-u Teâlâ bir mekânda bulunmuş olsaydı, âlemden bir cüz olduğu ifade edilirdi. Bu ise noksanlık eseridir. Hatta bütün âlemin hepsinin mekânlar ile olmaksızın kâim olmaları doğrula­nınca Allah-u Teâlâ´nın mekansız olarak bizatihi kâim olması daha doğ­ru ve evlâdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra Arş´m üzerinde olmasını ifade etmek, -ki Arş, bir yerdir, yani Allah-u Teâlâ´mn zatı ile Arş´da bulun­ması veyahut bütün mekânlarda bulunması-, §u hususları ifade etmekten öteye geçmez : Allah-u Teâlâ´nın Arş´ı olduğu gibi ihata etmesi; yahut Allah-u Teâlâ´mn Arş´ı istilâ etmesi; bir de Allah-u Teâlâ´mn Arş´ın dı­şına çıkması ve Arş´ın o´nu çevrelemesi.

Eğer birinci husus olursa böylece Allah Arş ile hudutlanıp çevrilmiş olur ki bu da yaratmaktan aciz olduğunu gösterir. Çünkü Arş, Allah´ın madunudur. Eğer Allah-u Teâlâ´nın zatını, mekânlardan kendisini ku­şatan bir mekânda vasfetmek caiz olsaydı, zamanlardan kendisini kugatan bir zamanla vasfetnıek caiz olurdu ki bizatihî kendisi sonlu olup, yaratmasında da kusurlu olurdu.

Sğer İkinci vecih üzere olmuş olsaydı Allah, mahlûkatm üzerine zi­yade kılındığında yine kendisinden bir şey eksik olmazdı. Fakat bu ikin­ci durumda birincisindeki hususların aynısının bulunduğu´ ifade edilir. Üçüncü görüşe göre olsaydı, ki bu da kendisinden üstün olmıyan bir şeyi yaratmaktan noksanlık ve ihtiyaca delâlet eden çirkin bir iş olurdu. Bu­nunla beraber padişah ve sultanların teb´aları içindeki ileri gelen kimse­leri kendilerinden üstün görmemeleri fiili, zem olunur. Sonra bu husus­ta parçalardan bir parça ile meseleyi cüz olarak ifade etmekte vardır. Halbuki parçaların biri diğerinden üstündür. Bunların hepsi ise mahlû-katın sıfatıdır. Allah-u Teâîâ bu tür sıfatlardan yücedir; beridir.

Sonra su bir hakikattir ki, oturmak için veyahut durmak için yük­sek olan bir yere çıkmakta ne bir şeref ve yücelik anlamı vardır ve ne de azamet ve büyüklük sıfatı ile vasfolmak vardır. Bu tıpkı binanın terasına veyahut dağın tepesine çıkan kimsenin, bulunduğu yerdeki yüksekliği ve istilâsı anında kendisinden aşağıda bulunan kimseye nispetle bir bü­yüklük ve yüceliğe müstahak olmadığı gerçeği gibidir. Âyet-i Celîlede azamet ve celâlin zikredilen §ey[471]le beraber bu hususa âyetin te´vilinin sarfedilmesi caiz olmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ´nm şu âyet-i celîîesinde bu durum zikredilmektedir : «Muhakkak Rabbiniz, O, AUah´dır ki, gök­leri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş´ı istilâ etti.»[472] Bu Âyet-i Celîle; Arş´m tazim edilmesini sana bildiriyor. Yani Arş, nurdan veyahut cev­herden Öyle bir şeydir ki, mahlûkatm ilmi ve idrâki ona erişmez. Haki­katen Peygamber (s.a.v.) den Güneşi şu şekilde vasfettiği rivayet edil­miştir. Gerçekten Cebrail, her gün Arş´dan bir avuç ziya ile Güneş´e ge­lip sizden biriniz elbisesini giydiği gibi ona ziyayı giydirir ve sonra güneş doğar. Ay hakkında da Arş´m nurundan bir avuç kendisine verildiği hu­susu da zikredilmektedir. İstilânın Arş´a izafe edilmesi iki yönden müta­lâa edilebilir. Birincisi : Allah-u Teâlâ´nın zikredilen şeylerden yarattığı­nın ve Arş´m meydana getirilmesindeki hükümranlığının yad edilmesinin ardında arş hususunda zikredilenle kendisini yani Arş´ı büyüklemek. İkin­cisi : Mahlûkatm en büyüğü ve yücesi olan şeyle kendisini yadetmekle büyüklüğün kendisine mahsus olması. Bu husus, büyük işlerin eşyanın en büyüğüne izafe ve isnad edildiği bilinen bir şeydir. Tıpkı filân için şu ülkenin hükümranlığı tamamlanmıştır ve falan için şu yeri istilâ etnıiştir denildiği gibi. Gerçekte bu, O´na mahsus değildir. Fakat, bu mülk ve hükümranlığa sahip olan kimsenin bundan daha azma sahip olması, ken­disine daha lâyık olduğu bilinen bir gerçektir. Allah-u Teâlâ´nın şu âyet­leri, bu hususa delâlet etmektedir : «... Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak islâmı ihtiyar ettim...»´[473] Dînin kemâl bulması, Allah´ın nimetinin tamamlanma­sı, Mekke halkının[474] kendisine iman etmeleri ve kâfirlerin de dinlerinden[475] ümitsizliğe düşmeleri sebebiyle meydana gelmiştir. Peygamberlerin, Fi­ravunlara ve Mekke´Iilere gönderilmesi hususunda zikredilen şey de böy­ledir. Yani işin büyüklüğünü zikretmek ile hususiyet kaşanırlar. İşte Arş´m işi ve arş hakkında söylenilecek söz de bunun gibidir. Bu, tıpkı Al­lah-u Teâlâ´nm şu âyetlerdeki beyanı gibidir : «(Mekke´de olduğu gibi) her şehir ve kasabada da onların günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık etsinler diye, büyük olarak tanınmış adamlardan yaptık. Halbuki onlar, hilekârlığı başkasına değil, ancak kendilerine yaparlar da farkında ol­mazlar.»[476] «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberlerinin dili ile itaat emrederiz,..[477] Oy­sa ki bunlara başkaları da katılıyorlar. Bunun mekânın vasfedilmesini nefyetme olması da muhtemeldir. Çünkü o, mahlûkat katında mekânla­rın en yücesidir. Onun üstünde akıllar hiç bir şey takdir etmezler, bütün mekânlardan yüce olduğunu ve ihtiyaçtan beri olduğunu bildirmek için oraya işaret etmiştir. Allah-u Teâlâ´nm : «Görmez misin Allah hem göklerdekini, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın, bir fı­sıltısı oluyor mu, mutlak o, (Allah) dördüncüsüdür...»[478] Kavl-i Celîli de bu hususa işaret buyurmaktadır. Fısıltı, mekâna izafe olunan bir gey değildir. Fakat fısıltı, fertlere[479] izafe edilen şeydir. Mekânlardan yüce olan ve kendisine bir şeyin gizli kalmasından beri ve münezzeh olduğu­nu haber vermiştir. Sonra Cenab-ı Hak, şu Âyet-i Celîle ile : «And ol­sun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini de biliriz; biz ona şah damarından daha yakınız (Her halinden haberdarız ve heran kudretimiz altındadır.)[480] Kudretini, hükümranlığını ve mekânların hepsinin İlâhı olduğunu haber veriyor. Çünkü o yerler, kullarm mekân­larıdır. Allah-u Teâlâ, bu hususu, şu Âyet-i Celîlesi ile de beyan buyuru­yor : «Gökte ilâh olan O´dur; Yerde de İlâh O´dur. O, hâkimdir, âlim­dir.»[481]. Cenab-ı Hâk, «O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep onun...»[482] Kavl-i Celîli ile de herşeym maliki ve hâkimi olduğunu haber veriyor. Sonra su âyet-i celîleler ile de yüceliğini, azametini açıklıyor : «O, kulla­rının üstünde galiptir, O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şey­den haberdardır.»[483], «... ve O, her şeyi hakkı ile bilendir.»[484], «Dönüğünüz ancak Allah´adır. O, herşeye kadirdir.»[485], Bu âyetlerde, Allah-u Teâlâ, diğerlerinde tefrik ettiğini kendisine verilen ismin kendisi ile ve sıfat­ların tümü ile yaratmış olduğu mahlûkatmdan bir şeyle değil, bizatihi kendisinde bu hususların var olduğunu[486] bildirmek için cem etmiştir. Al­lah-u Teâlâ´nın izzeti, meedi ve yüceliği de böyledir. Allah Celle ve Azze, bütün benzeyenlerden yücedir, beridir, kendisinden başka ilâh yoktur. Bazıları diyorlar ki; Arş ile mülkü murad ediyor. Çünkü o, eşyadan yük­selen ve yüce olanın ismidir. Hatta ağaçların zirvelerine, evlerin teras­larına bu isim veriliyor. «îstivâ»ya üç vecihten manâ veriliyor :

Birincisi : İstilâ. Tıpkı, felan şu geliri[487] istilâ etti denildiği gibi. Onun üzerine galip geldi mânası da böyledir.

İkincisi : Yükselmek ve yüce olmak. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın «(Ey Nuh), sen beraberindekilerle geminin üzerine çıktığın zaman de kî; ,..»[488] Âyet-i Celîlesinde buyurulduğu gibi.

Üçüncüsü : Tamam mânasını ifade eder. Nitekim Allah-u Teâlâ «Musa, tam kemal çağma erip de dengesini bulunca, biz O´na Peygam­berlik ve ilim verdik...»[489] Kasdetme, mânasına geldiği de rivayet edilmek­tedir. Bazı ehl-i edeb> Allah-u Teâlâ´nın «sonra (Allah), buhar hâlinde olan göğü yaratmağı kasdetti de ona ve Arz´a : «ikiniz de istiyerek, veya istemiyerek gelin meydana çıkın» dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik» dediler.»36, Ehl-i edeb âyet-i celîledeki «istiva» kelimesine kasdetti mânâ­sını vermişlerdir ki halk etti mânasına olduğunu ifade ettiler. Bu da in­sanların fiilleri kasd ile olur, diye söylenilen şeyde yaratma fiilini temsil ile ifade ediliyor. Her ne kadar Allah hakkında denmese de. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Şair dedi ki : «Tahtının devamlı kalıp değişikliğe uğramıyacağım sandın.»

Başka bir şair de şöyle diyor : «Mervan oğullarının tahtları yıkılıp yerle bir oldu; (düzensiz yaşiyan) insan ve bineklerin helak oldukları gibi, onlar da yıkılıp yok oldu.

Nabiğa ise şöyle der : Nice kıymetli ve şaşaalı tahtlar yok olmuştur;

Sahipleri de, refah ve esenliğe kavuştuktan sonra yok olup gitmiş­tir.

Diğer bir şair de der ki : İbn-i Cefne ve İbn-i Masil´in tahtlarını kay­bettikten sonra; savaşçılar kurtuluş ve zafer ümitleri veriyorlardı on­lara.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu vecih eğer istilâ mânasına göre ifade edilirse ve Arş da mülk mânâsına alınırsa o zaman Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatmı istilâ etmiş olur. Âyet-i Kerîme´nin te´vilinin hamlolunduğu, bu hususun dışında olanıdır. Bu iki manâya Allah-u Te-âlâ´nm (... Ben, ancak O´na güvendim ve O, büyük Arş´m sahibidir).[490], mealindeki âyeti celiîe delâlet etmektedir. Çünkü büyük Arş, büyük mülk manasınadır. Bu manâda ise Allah´dan başkasının arşları bulunduğunun ispatı vardır. Ve bunda ise melekler tarafından taşman ve etrafını me­leklerin çevrelediği şeyin muhtemel olması görülmektedir. Tevfik Allah´­tandır.[491]

İstivanın tamam olma ve yüce olma manasma, gelince; bu hususta Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : (Ey Rasûl´üm, de İd : «Arzı iki günde yaratanı, siz mi inkâr edeceksiniz ve O´na esler koşup duracak­sınız O, bütün âlemlerin Rabb´idir. Allah, o arz üzerinde sabit dağlar ve bereketler yarattı. Arzda bulunanların rızkını da takdir etti; (arzm, içindekilerle beraber, kaç günde yaratıldığını) soranlar için tam dört günde... sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmayı kasdetti de ona ve arza : «İkiniz de istiyerek veya istemiyerek gelin meydana çıkın.» dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik.» dediler. Böylece gökleri, yedi kat gök olarak iki günde yarattı : (Arzın yaratılışı iki gün; içindekilerin yaratılışı iki gün, göklerin ki de iki gün. Böylece altı gün eder) .,.»[492] İşte böyle, Allah-u Teâlâ, adı geçen hususların ayrı ayrı altı günde yaratıldı­ğını haber veriyor. Sonra bu hususu başka bir âyet-i celîlede mücmel ola­rak beyan buyuruyor : «Rabb´iniz o Allah´tır kî, gökleri ve yeri altı gün­de yarattı. Sonra Arş´ı istilâ edip her şeyi hükmü altına aldı...»[493] Yani, yeryüzünde ve göklerdeki mahlûkattan mükellef olanları yarattı ve böy­lece onlarla mülkün tamam olduğu ortaya çıktı da kendisi yüceldi ve yük­seldi. Çünkü beyân ettiğimiz şeyin yaratılmasından murad ve maksud olan onlardı. Yaratma fiili kendilerine ulaşıp meydana geîmce de mülkün ve yücelmenin manası bu suretle tamam olur.

Bazıları âyet-i celîlede ifadesini bulan «yaratmanın» özellikle insa­nın yaratılışı olduğunu söylüyor ve bu görüşüne şu âyet-i celîleleri delil getiriyor : «O, yaratıcıdır ki, yerde ne varsa (faydalanıp ibret alasınız diye) hepsini sizin için yarattı. Sonra semâyı (yaratmayı) kasdetti de onları (semaları), yedi gök halinde nizama koydu. O, herşeyi hakkı ile bilendir.[494]» Güneşi ve Ay´ı âdet ve görevlerinde devamlı olarak size o müsahhar kıldı; yine gece ve gündüzü sizin faydanıza bağladı.»[495] «Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katında sizin hizmetinize bağladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibret­ler var.»[496] İbni Abbas [497](r.a.) beşer, yedinci gün yaratıldı ve bununla «tamam olma» ve «yücelme» hasıl oldu diyor. Çünkü herşey insan için yaratılmıştır. İnsanlar da Allah´a ibadet etmek için yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ, «Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarat­tım»[498] ilahi ifadesiyle cinleri de insanlara ilhak etmiştir. Asıl maksud insandır. Çünkü zikrettiğim şeylerin hepsi onlara müsahhar kılınmıştır. Sonra onların menfaatlerine yönelen şey ile müsahhar kılınmıştır. Tevfik Allah´tandır.

Bu hususta bizim nezdimizdeki esasa gelince : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «O´nun (Benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[499] buyurarak kendi zâtından mahîukatma benzemeyi nefyetmiştir. Biz, gerçekten geçen mevzulara Allah-u Teâlâ´nın fiilinde ve sıfatında rnahlukata benzemekten beri ve münezzeh olduğunu açıklamıştık. Öyle ise Allah-u Teâlâ´nın Arş´ı istilâ etti ifadesinin Kur´ân-ı Kerîm´de beyan edilen Âyet-i Celîleys uygun olması gerekir. Bu husus aklen sabit ol­muştur. Sonra Âyet-i Celîlenin bizim zikrettiğimiz peyden başkasına ih­timali olduğu için kesinlikle te´vil etmemiz mümkün değildir. Ve yine mahlûkata benzemesinin muhtemel olmadığım kendisi ile bilinen hu-´susun bizce bilinmemesi ihtimali de vardır. Öyle ise, biz Allah-u Teâlâ is-tîvâ ile neyi murad etti ise, ona inanırız. Allah´ı görmek ve bundan baş­ka hususlar gibi hakkında âyet-i celîle vârid olan her husus hakkında böyle dememiz gerekir. Yani, bir şeyi terkederek başka bir şeyi.tahkir etmeksizin Allah-u Teâlâ´nın murad ettiği şeye inanmak suretiyle ken­disine bir şeyin benzemesini nefyetmek gerekir. Tevfik Allah´tandır.

Bu mevzuda da esas olan şudur : Gerçekten[500] varlık içindeki mah-hıkatm anlaşılması hususunda, insanın takdir etmiş olduğu şeyi işitmesi ve anlaması çok zor olur. Öyle ise Allah-u Teâlâ´nın Zâtının ve fiilinin benzemelerden uzak, arınmış elmasım söylemek gerekir. Çünkü varlık­ta kendisinden gayrinin anlaşılmasını, kendisinde izafe edilenden .anla­mak caiz ve mümkün değildir. Bununla beraber insanın-o kelâmı işit­mezden Önce mahlukatı onunla bitmesiyle kelâmın mahlukat hakkında edinilecek bilgiye sarfolunan manada durulması gerekir. Allah-u Teâlâ ise, mahlukatm bilindiği şey dışındaki kelâm işitilmezden önce bilinmiş­tir. Öyle ise âyet-i celile´riin mahiukatdan anladığı şeye te´vil sarfedil-mesi caiz değildir.

Çünkü onun sebebi kendisinden Önce var olan ilimdir. Oysa ki bu mananın, görünen âlemdeki «yüce, üstünlük», «Arş», «istiva», kelime­lerinden birbirine benzemeyen manaların anlaşıldığı, bir manaya ihti­mali olabilir. Binaenaleyh kelimenin taşıdığı manânın en kötü bir yöne sarfedilmesi caiz değildir. Orada bundan daha iyi[501] anlaşılan[502] mâna bu­lunur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, eşya hakkında fikir yürütmemek­le kullarını imtihan eder. Tıpkı vaad, vaîd, hurûf´i. mukattaa ve kişinin, kat´etmekte değil, vakfetmekte mihnet olan şey olmasına iman eden hu­suslarda ve diğerlerinde olduğu gibi. Allah-u a´lem.

Bazen de Kâ´bî diyor ki : «Allah-u Teâlâ´yı mekânın ihata etmesi caiz değildir. Çünkü Allah vardı, O varken mekân yoktu. Allah´ın me­kâna muhtaç olmasının sonradan belirmesi caiz değildir. Çünkü mekânı yaratan Allah´tır ve Allah´ın değişmesi de caiz değildir. Bundan sonra şöyle diyor : Allah, her yerdedir, bunu söylerken Allah her mekânı bili­yor ve her yeri koruyor manasını kasdediyor. Tıpkı felân şu yapının bi-nasmdadır. Yani o yapıyı yapan odur denildiği gibi.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin «Allah-u Teâlâ´yı mekân iha­ta etmez. Çünkü mekân yok iken O vardı, demesi hak ve gerçektir. Çün­kü bunun aksini demek değişmekten ibaret olur ki Allah, bu gibisinden beri ve münezzehtir. Fakat «Allah´ın mekâna muhtaç olması caiz değil­dir» demesi yerinde kullanılmış değildir. Çünkü hasmı bunu söylemiyor, hasmının sözünü reddetmek için sözü buraya getirmek hatadır. Sonra Kâ´bî, şu iddiada bulunuyor : Allah yaratıcı ve rahman ve mütekellim değil idi. Sonra[503], yok iken sonradan var olmak suretiyle Hâlık, Rah­man ve Mütekellim oldu, denmesiyle Allah´da değişmeyi sabit görmüş­tür. Hatta mekânda da değişmeyi ispat etmiştir. Çünkü kişinin bir yerde olması değişikliğe uğramaksızm hasıl olmaz. Kendisini ihata eden bir mekân ittihaz ettiği gibi. Görünen âlemde failin zâtında değişiklik bulun­mazdan bir değişikliğin bulunması da caiz değildir. Mekânda böyle söy­lenmesi reddedilince fiilde aynısını söylemek daha evlâdır. Çünkü fiilde değişikliğin daha cok, daha şiddetli bulunduğu aşikârdır. Bununla bera­ber görünen âlemde kendisine gelen bir sıfatla değişikliğe uğramaksızm bir fail yoktur .O´nun, yani Allah´ın bir mekânda olduğunu söylemek caizdir, amma o mekân, değişikliğe uğramaksızih yaratmış olduğu me­kândır; bunun içindir ki fiilde bulunan değişiklik manası daha çoktur. Tevfik Allah´tandır.

Kâ´bî´nin şaşılacak edilecek bir sözü de şudur : Allah her mekânda­dır, derken O´nun her yeri bilicidir, manasını ifade ettiğini Öne sürüyor. Âlim ise Allah-u Teâlâ´nın Zâti´nm ismidir. Allah, z .tı ile kendi nezdin-dedir, mekânda değildir. Allah-u Teâlâ için bir ilim tahakkuk etmemiş­tir ki Kâ´bî´nin Allah oradadır, dediği mekâna baliğ olsun. Kâ´bî´nin bu sözünün nekadar çelişkili olduğunu anlamanız için düşününüz.

Sonra şu iddiada bulunuyor; ve bazan Allah mekânı muhafaza edi­yor, diyor; bazan da Allah, mekânı yaratıyor, diyor; Halbuki AÎIah-u Teâlâ´nın mekânlar hakkındaki yaratması ve koruması, mekânların gayrinde vukubulmuyor. Sözünün hülâsası şu : Allah, mekânlardan her me­kândadır ki, bu da söylemiş olduğu sözün aksi olarak tecelli ediyor. Bi­lakis Allah-u Teâlâ, mekânların hepsini, mekânların var olmasından Ön­ce ve var olduktan sonra da bilir idi. Tevfik Allah´tandır.

Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Ellerin göğe doğru kaldırılma­sına gelince bu, ibadet hâlinde vukubulur. Cenab-ı Allah kullarını istediği şeyle ibadet ettirir ve istediği yere de onları yöneltir. Allah, gök yüzün­de de bulunduğu için göğe ellerin kaldırılması ve ellerin o cihete kaldırıl­ması vukubuîuyor diye zanneden kimse namazda ve namaza benzeyen hususlarda Allah´a yönelerek yere başını koyan kimsenin bu hali ile ye­rin altına yöneldiğini iddiada bulunan kimsenin zannettiği gibidir.[504] Ve namazda Şark´a veya Garp´a veyahut Hacc´a çıktığı için Mekke´ye yö-nelindiği vakitte Allah´ın bu cihetlerle bulunduğunu iddia eden kimsenin zannettiği gibi...

Hacc farizasını edâ ederken kaybolanlar veyahut bir yerden bir ye­re geçmek isterken insanlar kendilerini kurtulmaları için kendisinden yardım umdukları yere yönelen kimse gibi kurtulma talebinde bulun-mayı kasd ederler. Bu gibi hususlardan Allah jüce ve beridir. Sonra A1-lah-u Teâlâ´dan, kendisine daha yakın bir yön yoktur, Allah-u Teâlâ´yı bir yönden bilmesi de daha isabetli ve gerçek olamaz. Mahlûkâtm, bir yönü terk ederek başka bir yönden Allah-u Teâlâ´ya ulaşmak yönünü ta­yin etmeğe gücü yetmez. Allah-u Teâlâ´nın zatını bilmesi mahlûkatm ibadetine muhtaç olmadığını, bu şeyden ihtiyaçsız olduğunu insan aklı idrak edemez.

Mahlûkattan mükellef olanlar, Allah´a, O´nun nimetlerinin şükrünü yerine getirmeleri için ibadet ederler.

Mihnet ve meşakkat, O´nun kudretindedir, dilediği gibi tasarruf eder. Hiç bir kimsenin bu hususla karşılaşması hakkında, geçmiş hiç bir bilgisi olmaz. Bu hususta bütün yönler müsavidir. Ancak Allah-u Teâlâ´yı hakkıyle bilen kimse müstesna.

Biz geçen konularda, Allah-u Teâlâ´ya olan yakınlığın vasfını açık­lamıştık. Bu husus bir kaç şekilde açıklanabilir

Duayı kabul etmekle : Allah-u Teâlâ : «(Ey Resulüm) Kullarını sa­na benden sordularsa, muhakkak ki ben çok yakınımdır; bana dua edin­ce, dua edenin duasını kabul ederim...»[505] buyurduğu gibi..

Yardım etmekle : Netekim Allah-u Teâlâ; «Gerçekten Allah, takva

sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[506] buyurmuştur.

Bir yere yaklaşmakla : Allah-u Teâlâ´mn : «... secdene (namazına) devam et de (Rabb´inin rahmetine) yaklaş.»[507] buyurduğu gibi.

Bu babda, rivayet edilen Hadis-i Şerif :

«Hakikat, kim bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir arşın yak­laşırım...»[508] Yine, Allah-u Teâlâ´mn : «Ey iman edenler : Allah´dan kor­kun ve onun rahmetine yaklaşmağa yol arayın»[509] mealindeki âyet-i celî-lesi de bu hususa delâlet etmektedir.

Korumak ve gözetmekle : A!Iah-u Teâlâ´mn «... senin Rabb´in her-şeyi göze/deyendir»[510], «Allah, lıerşeyi yaratandır ve o, herşeye vekil­dir,»[511], «Böyle herkesin iyi veya kötü, bütün yaptığına gözcü olan Al­lah´a küfredilir, ortak koşulur mu .»[512] âyeti celilelerinde ifade buyurdu­ğu gibi.

İlim ve ilimden gayrî ile :

Aîlah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Halbuki göklerde ve yerde iba­dete lâyık o AUah´dır. Sizin içinizi de biîir, dışınızı da. O, yapacağınız şey­leri de bilir.»[513]

Cisimlerin gelmesinden, onların intikal ettiklerinin anlaşılması ile beraber; oturmak, gitmek ve gelmek gibi hususlarda adı geçen şekil ve vecihlerin bazısı gibidir. Sonra Cenâb-ı Hakk´ın gelmesinden zahir ol­ması anlaşılır. Netekim Allah-u Teâlâ : «De ki : (Hak geldi ve batıl yok oldu gitti...)»[514] buyurmuştur. Buna göre batılın gitmesi, yok olması, cis­min gitmesi de intikal etmesi demektir. Bu araz ve cisimlerden bilinen­lerden gitme ve gelme yeridir. Allah-u Teâlâ her iki anlamdan berî ve münezzehtir. Allah´a izafe edilenlerden bu mânanın anlaşılması asla caiz olmaz.

Meselenin başka bir izahı vardı; şöyle ki : Hiç bir cihet ve halet, yok­tur ki, Allah-u Teâlâ´mn onlarda îaıllanna ihsan ettiği sayılması[515], mürakün olmayan nimetleri bulunmasın. Kendilerinde çeşitli ibadetler bulu­nan işbu nimetleri Allah, onlara hâs kılmıştır. Tıpkı mal ve azalarda Al­lah´ın nimetleri tezahür edip, onlarla ibadet edildiği gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bununla beraber; semâ, vahyin indiği bir yerdir. Dünyanın bere­ketlerinin esasları da semâdandır. Bunun içindir ki Allah´a niyazda göz­ler, duada eller yukarıya doğru kaldırılmaktadır. [516]


Mes´eles (Ku´yetuBah : Alüah´ı Görmek)



Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bize göre de, Allah-u Teâlâ´mn gö­rünmesi idraksiz ve tefsirsiz olarak ifade edilmesi hak ve lâzımdır. Allah-u Teâlâ´mn görünmesine delil ise : «Hiç bîr göz O´nu Dünyada ihata ve idrak edemez. Fakat O, (İlmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihata eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden haberdârdır.»[517] mealindeki âyet-i celîledir.

Eğer Allah-u Teâlâ, görünmez olsaydı idrâki nefyetmenin hiç bir hikmeti olmazdı; Çünkü Allah-u Teâlâ´dan başkası, görülnıeksizin de idrâk olunur. Bu yerde idrâki nefyetmenin, —yani, mahlûkattan Al­lah´ın gayrı ancak görülmekle idrâk olunur şeklinde anlaşılacak bir mâ­nânın— hiç bir anlamı yoktur. Tevfik Allah´tandır.

İkinci delil : Mûsâ Aleyhisselâm´m niyazını beyan eden : «... (Mûsâ) şöyle dedi : ´Rabbim, cemalini bana göster, sana bakayım...´»[518] mealin­deki âyet-i celîledir. Eğer Allah´ı görmek caiz olmasaydı Mûsâ aieyhis-selamdan böyle bir isteğin vuku bulması o´nun cehlini ve Eabb´ini bilme­mesini ifade ederdi. Kim ki cahil olursa, o kimsenin Allah´ın vahyi´ni ko­ruyan ve Peygamberlik görevini üzerine alan kimse olma imkân ve ih­timalinin dışında olurdu.

Sonra gerçekten Allah-u Teâlâ, Mûsâ aîeyhisselamı ne böyle istek­ten nehyetti ve ne de o´nu me´yûs edip ümitsiz bıraktı. Halbuki Nuh Aley-hisselam´a[519] bunun gayri bir istekte bulunmayı nehyetti. Adem Aleyhis-selâm [520]ve peygamberlerden başkalarına, bu tür istekte bulunmalarından dolayı sitem etti. Bu, yani Allah´ı görmek eğer caiz olmamış olsaydı bu çeşit hareket insanı küfre götürürdü. Allah-u Teâîâ, Mûsâ aleyhisseîamm niyazını reddetmeyip, isteğinin gerçekleşme imkânı dahilinde olduğunu beyanla şöyle buyurdu : «... Allah : "beni hiç bir zaman göremezsin, fa­kat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durursa sen de benî görürsün".»[521] Eğer, «belki Mûsâ Allah´tan kendisini bilmesi için bir alamet istedi» denirse, bu hususa şöyle cevap veriiir : Bu, bir kaç yönden mümkün değildir. Bi­rincisi : Allah-u Teâlâ «beni hiç bir zaman göremezsin»[522] buyurdu ve fakat Musa´ya kendisini gösterdi[523].

İkincisi : Gerçekten alâmetleri istemek, inkârda inad etme noktası­na götürür. Veyahut Allah, Musa´ya alâmetleri gösterdi. Bu husus, kâ­firlerin inkârlarında ısrar etmeleridir. Çünkü kâfirler, kâfi derecede alâ­metler sabit olduğu halde devamlı olarak alâmet ve işaretler talep etti­ler. İşte Mûsâ Aleyhisselâm´ın Allah´tan alâmet istemesi bunun gibidir. Yani asla caiz değildir.

Üçüncüsü ise, şöyle ifade edilir : Allah-u Teâlâ, adı geçen âyet-i celî-lede «Eğer o, (dağ) yerinde duî*ursa sen de beni görürsün.» buyurmuş­tur. Dağın durması ile beraber meydana gelecek alâmet, durmaması ile meydana gelen gelecek alâmetin dışındadır. Öyle ise, Mûsâ aleyhisselâ-mm isteği ile alâmet kasdolunmamıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nm görülmesinin hak ve lâzım olduğunu şu husus ifa­de eder : İbrahim Aleyhisselâm´m, kavmine, yıldızlarla ve yıldızların kay­bolup batmasından zikrettiği şeyle delil getirmesi; İbrahim aleyhisselâm kavmine, görünmeyen Rabb´i sevmemesiyle delil getirmedi fakat batıp kaybolan[524] Rabb´i sevmemesiyle delil getirdi. Çünkü bu devamsızlığın de­lilidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, Allah-u Teâlâ´nm «Nice yüzler vardır ki, o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar.»[525] mealindeki âyet-i celîlesi ile «(O yüzler) Rab´leri-ne bakarlar.»[526] mealindeki âyet-i ceîîlesidir.

Sonra bu, yani bakmak; intizar etmek, manâsına[527] olma ihtimali yoktur. Bu bir kaç yönle izah edilir :

1 - Ahıret, intizar vakti değildir. Bekleme ve intizar vakti ancak varlık ve vukubulma yeri olan Dünyadır. Ancak Ahıretteki korku ve ağ­lama, sızlanma vakti hariç. Bu hususta bazıları, «Onlara, vukuu hak olan şey gösterilir. Ve böylece onun vaki olmasını beklerler.» dediler.

2 - Allah-u Teâlâ´nm : «Nice yüzler vardır ki o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar.» Kavl-i Celîlidir. Bu ise, sevabın vaki olmasıdır.

3 - Allah-u Teâlâ´nm: «(O yüzler) Rab´lerine bakarlar.», âyet-i eeiîlesidir. «ilâ» harfi, bir şeyi beklemekte değil, bir şeye bakmağı ifade eden kelimede kullanılır.

4 - llah-u Teâlâ´yı görmenin caiz olduğunu söylemek, müminle­rin nimetlerden nail oldukları şeyin büyüklüğünü ifade ve müjde yerine geçer. İntizar ise, nimetten değildir. Bununla beraber âyetin manâsım, hakikatinden başka cihete sarf etmek, Allah-u Teâlâ´nm emirlerine mu­halif olarak hükmetmektir. Öyle ise Allah-u Teâlâ´mn buyurduğu gibi kendisine benzemeyi[528] ifade eden manâların hepsini nefyetmek üzere Allah´a bakmakla âyeti tefsir etmek lâzımdır.

Bunun gibi Allah-u Teâlâ´ya, kelâm, fiil, kudret ve iradeden izafe edilen şeyin benzerliği ifade eden manâların hepsini nefyetmek suretiy­le Allah´ın vasfolunması vacip olur. Varlıklar hakkındaki söylenilecek söz de böyelcedir. Allah-u Teâlâ´nm her hangi birine görmeyi ikram et­meğe kadir olmadığını iddia eden kimse, görmeyi, mahîûkattan anlamış olduğu görmekle[529] takdir ediyor. Her nekadar Allah, Arş üzerine isti­lâ etti, demek caiz ise de. Bu ve buna benzer başka alâmetleri mahîûkat­tan anlaşılacak olan arazlarla reddetmek gerekmez. Bilâkis bu, benze­meyi nefyetmeyi gerçekleştirir. Ru´yet haberi de, yani Allah´ın görül­mesinin caiz olması haberi de bunun gibidir. Tevfik Allah´tandır.

Yine Allah-u Teâlâ´nm kavl-i celîlidir ki, «îman edip güzel amel işle­yenlere cennet ve bir de Allah´ın cemâlini görmek vardır. Onların yüz­lerine ne bir leke bulaşır ne de bir zillet.»[530] buyurulraaktadır. Bu husus Allah´a bakma haberinin gayrinde vârid olmuştur. Âyetin tefsirinde vâ-rid olan husustan dolayı bunun gayrine ihtimali de bulunur. Fakat Al­lah´ı görme hakkında vârid olan açık bir emir olmamış olsaydı âyetin za­hirinin Allah´ı görmeye sarf edilmesi ihtimali bulunmazdı ve kendisi ile haber reddedilirdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Peygamberimizden (s.a.v.) haberin dışında rivayet edilen hadis-i şerifte, «Siz Kıyamet günü Rabb´inizi ay gördüğünüz gibi görürsünüz, bir araya toplanmazsınız.» buyurmaktadır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) «Sen Rabb´ini gördün mü » diye sorulduğunda «evet, kalbimle gördüm» diye cevap vermişlerdir: Denilir ki Peygamberimiz (aleyhisselâm) ken­disine bu soruyu soranı tersleyip cevapsız bırakmamıştır. Soru soran kimse kalb ile görmenin ilim olduğunu bilmiştir. O, Allah´ı biliyordu, Pey­gamber aleyhisselâma bu hususu sormamıştır.

Allah-u Teâlâ müminlerin, nıenolundukları şeyler hakkında soru sormalarım yasaklamıştır. Bu hususta, «Ey iman edenler öyle şeylerden peygambere sormayın ki size açıklanırsa fenanıza gidecektir...»[531]buyur­muştur. Öyle ise, aynısını herhangi bir diriye sormak nasıl mümkün olur Bu ise gerçekte bazıları nezdinde küfürdür. Sonra ne onlara, hu­susu nehyetmiştir ve ne de onlara sitem etmiştir. Bilâkis yumuşak söz­le karşılamıştır ve bunun parlak bir soru olmadığına işaret buyurmuştur. Tevfik Allah´tandır.

Ve yine gerçekten Allah-u Teâlâ müminlere dünyada yapmış olduk­ları amellerin en güzel bir şekilde mükâfatlandırılacağım vaadetti. Dün­yada tevhidden daha güzel bir şey yoktur. Allah´a iman etmekten de şe­ref bakımından daha üstünü bulunmaz. Çünkü O, yani iman, aklen iyi ve güzel görünendir. Vaadolunan sevabın karşılığı ise Cennet´in cevhe-rindendir. Onun güzelliği ise, tabiatın güzel gördüğü bir güzelliktir. Bu ise aklın güzel gördüğünün gayridir. Çünkü bir şeyin aklen güzel olup da onu akıl sahibi olanın güzel görmemesi mümkün değildir. Tabiatın güzel gördüğü şeyin meleklerin yaratılışında olduğu gibi kendisi ile lezzetlen­memek üzere yaratılmış olması ise mümkündür.

Ukûbat hakkında öne sürülecek husus da bunun gibidir. Bunun için­dir ki Allah-u Teâlâ´mn kullarına ikram etmiş oldu " şeyin en yükse bir dereceye ulaşan bir keramet olması için ru´yetîn caiz olduğunu söy­lemek gerekir. Bu ikram da gaipte olan mabudun onlara hazırda tecelli etmesiyle olur. Tıpkı sevaptan matlup olan ve görülmeyen şeyin Cennet´-te görülür olması gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten bunların hepsi Ahıret´te Allah-u Teâlâ´yı bilmek de top­lanır. Öyle bir ilim ki kendisinde hiç bir vesvese arız olmaz. Bu ise istid­lal ilmi değil, varlığı görmeden meydana gelen ilimdir. Âyet ve alâmetle­rin çokluğu ise bu hususun kendisine arız olmadığı hakkı bilmeği tahak­kuk ettirmez. Bunun delili ise Allah-u Teâlâ´mn «Eğer hakikaten biz on­lara (diledikleri gibi) melekleri indirseydik, ölüler de kendileri ile konuş­saydı, bütün varlıkları karşılarında toplayarak senin doğruluğuna şahit ve kefil gösterseydik, Allah, dilemedikçe, yine şüphe yok ki imân edecek değillerdi. Fakat onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.»[532] Kavi-i Cehlidir. Ve Kâfirlerin Ahıret´te yalanlamak ve peygamberleri inkâr etmek sure­tiyle ve «Biz dünyada ancak gündüzden[533] bir saat kadar bekledik.» Ve bundan başka sözlerinden zikredilen hususlar da delil teşkil etmektedir.

Sonra varlıkları bilmenin, delillerle bilme gibi olması caiz olmadığı gibi istidlal ile bilinenin varlıkları müşahede etmek suretiyle bilmiş gibi olması da caiz değildir. Öyle ise ru´yetin bu hususu icabettirdiği sabit olur. Ve sonra bu zikrolunan vasıtalarla elde edilen ilimde kâfirle mümin müsavidir. Halbuki ru´yet ile müjdelenmek, mümine hâs kılınmıştır. Kuvvet Allah´tandır.

Fakın Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bii, Allah-u Teâlâ´mn idrâk edilmesi caizdir, demiyoruz. Çünkü Allah, «Hiç bir göz O´nu dünyada iha­ta ve idrak edemez...»[534] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ, ru´yeti nefyet­mekle değil, idrâk ve ihatayı nefyetmekle medhu sena edilmiştir. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «Allah, onların geleceklerini de, geçmişini de bilir. Kul­ların ilmi ise asla bunu kavrıyamaz.»[535] buyurduğu gibi. Bu âyet-i ceîîle-nin anlamında ihatanın nefyî, ilmin de icabettiğine işaret edilmektedir. Bunun aynısını idrâk hakkında da öne sürebiliriz. Tevfik Allah´tandır.

Ve yine gerçekten idrâk, ancak hudutlanmış olanı ihata etmekten ibarettir. Allah-u Teâlâ ise had ve hududla vasfohmmaktan beri ve mü­nezzehtir. Çünkü hudut, kendisinden üstün ve yüce olan şeye nisbetle noksanlıktır ve sonucu ifade etmektedir. Oysaki had ve hudud, zâtın fert­lerinden biridir. Hadd´in intikal etmesini söylemekle beraber o, tamam oluncaya kadar cüzlerin bitişmiş olan vasfıdır. Yahut Allah vardı, hudud-lanan şey yok idi. Veyahut onunla hududlanmıştir. Buna göre had değiş­mez. Oysa ki herşeyin bir haddi vardır ki, onunla o şey idrâk olunur. Eş­yaya hâs olan hududlardan koku, zevk, renk, tad ve başkaları gibi... Al-lah-u Teâlâ, bunların hepsi için bir yön yarattı ki onunla o şey ihata ve idrâk edilir. Hatta akıllar ve arazlar dahi...

A31ah-u Teâlâ, kendisinin hudud ve cihetler sahibi olmadığını haber verdi ki o hudud ve cihetler için konan sebeblerle idrâk olunamamasının bir yönüdür. Bu esaslar üzere ilim ve nı´yetin ikisi birden caiz olduğu söy­lenir.

Sonra ru´yetin caiz olmasının söylenmesi, bir kaç vecih üzere vaki olur ki bu vecihlerden her birinin hakikati ancak o vechi bilmekle bilinir. Hatta kendisinden ru´yet ile tabir olunduğu zaman ona izafe olunur. Ru´~ yet zikredilmeksizin kendi vechi bilinmeyen şeyin mahiyeti hakkında tahkik için durulması lâzımdır. İdrake gelince, o, şeyin hudutları üze­rinde durmanın manâsıdır. Hakikat değil mi ki gölge incelendiğinde gö­rülür. Fakat onun idrâk edilmesi ancak güneşle mümkündür. Şöyle ki gölge, Güneş´in seyrettiği vakit görülen bir cisim üzerinde görülmüş olur. Fakat Ru´yetle ancak kendisi için beyan edilen hadle idrâk edilir. Gündüzün aydınlığı da böyledir. Görülür, fakat haddi bizatihi bilinmez. Karanlık da böyledir. Onun bir tarafı görülmez ki idrâk olunsun ve ken­disi ihata edilmiş olsun. Hududlarla her nekadar kendisi ile görülmez ise de o, şey idrâk olunur. Bunun içindir ki Ay´la örnek verilir. Şöyle ki : Ay´ın durdurulup yakînen görülmesi ve kendisinin ihata edilmesi için haddi, hududu ve genişliği bilinmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu konuda asıl olan, vârid olan deliller kadar bunun caiz olduğunu söylemek ve yaratmada bulunan manâlardan her manâyı nefyetmektir. Bu hususta tefsir olmadığı için tefsir cihetine gidilmemektedir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´nnı idrâk olunmasının caiz olduğunu is­pat etmek için bu hususu delil olarak öne sürdü. Hakikaten biz bunu açıkladık. Sonra Kâ´bî, bu gibisi gaibi bilmektir, diye iddiada bulunup şöyle dedi : Çünkü bu husus, kendisi ile bilinen vecihlerden hariç değil­dir. Ve böylece Allah, ancak mesafe, karşı karşıya bulunma, yaklaştır­ma, ulaştırma, hava, küçük olma ve olmama ve uzaklık gibi görülene hulul eden bu gibi şeylerle görülen için mübâyenetten dolayı ancak yönleri ile görülür. Eğer ru´yet, bunun hilafına caiz olmuş olsaydı onu bil­mek de caiz olurdu. Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî bu bölümde bir kaç yönden hata etmiştir :

Birincisi; O, cevherinin görülmesini takdir etmiştir. Ve muhakkak biliyor ki kendi cevherinden başka cevherler[536] vardı ki gözü ile idrâk et­mek şöyle dursun, cevherini ihata etmeğe kadir olmayan yönden görür­ler. Meselâ, melekler, cinler ve onların gayri, bizim onları görmediğimiz yönden bizi görenler bulunduğu gibi. Sinek ve sivrisinek ve benzeri olan görülen küçük cüsseli şeylerden her hangi birine bakıp anlamak isten­diğinde o.nu idrâk etmek ihtimali bulunmaz. Bizim bütün sözlerimizi işi­ten ve yaptıklarımızın hepsini yazan melek de görür. Ama biz, yaratıl­dığımız hâl ile bunu takdir etmek istediğimiz[537] zaman bunların hepsini inkâr etmemiz lâzım gelir ki bu da çok büyük bir iştir.

Deri ve azaların konuşmasından zikrolunan da böyledir. Hatta bu ve bunların başkalarından meydana gelecek benzerleri ile görünen âlem­de insan, aynısı ile imtihan olunsa muhakkak onu büyük bulurdu.

Sonra görünen âlemde basar[538] ile ru´yet ve temyizin arası kendileri­ne arız olan perdenin, birbirine eşit olmaması kadarmca ayrılır. Hatta bunlardan biri, diğeri ile karşılaştığı vakitte onu kabul olunmaz bir şe­kilde bulur. Bu böyle olduğu zaman adı geçen şeyle takdir etmek batıl olur. Tevfik Allah´tandır.

Yine, görünen âlemde bütün ilim sebebleri var iken insan araz ve cisimden başkasını bilmez. Sonra bundan hariç olarak gaiple bir ilim zu­hur eder. Ru´yet de aynı bunun gibidir. Alîah-u a´lem.

Üçüncü olarak; geçen mevzuda zikredilen vecihlerden bir şey ol­maksızın, karanlık, aydınlık ve gölgenin görülmesi hakkında açıkladığı­mız hususlardan ibarettir.

Dördüncüsü de; bazan ya bir perde ile veyahut bir cevher ile gö­rünmemekle beraber o manâların hepsinin bulunması caiz olur. Bunun için o manâları nefyetmek üzere ru´yetin tedkik edilmesi caizdir. Tıpkı bir fail ve âlimle karşılaştığı vakit onlara cisimdir, diyen kimseye cevap verildiği gibi ki; o, cisimdir fakat böyle değildir denilmiştir. Bunun için onun cisim olmadığı halde bulunması caizdir. Ru´yet hakkında da aynı gö­rüş ortaya atılabilir. Oysa ki, bizi görmekten engelliyen uzaklık ve lâtif olmasiyle bizden başkasının onu görmeye ulaşması caizdir. Öyle ise ru´-yeün kaldırılması, aradaki perde ile olur. Perde kalktığı vakitte ra´yetin vukuu caizdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra ru´yeti kabul etmeyen kimsenin sözü, cisimleri görmeyi takdir etmesiyledir. Görme kabiliyetini cisim ve arazların gayrinde tecrübe et­memiştir ki, ru´yetin yolu kendisine nasıl tahakkuk etsin! Ve sonra ger­çekten, her ne kadar uzaklık ve latif olması, kendisini görmekten engelli­yorsa da her cisim görülür. Bu iki engelin başkasının[539] gözünden kalk­ması caiz olur da Azrail´in yerin etrafında ve ortasında bulunan kimse­leri gördüğü gibi görür. Eğer bu husus, beşerin görmesi ile itibar olun­muş olsaydı idrâkin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu söylenmezdi. Öyle ise, cisimlerin görülmesiyle takdir eden kimsenin bu işi görülen şe­yin bilinmesine sebeb değildir. Lâkin görmeyi engelleyen şeyin bildiril­mesine sebeb olur. işte bu perde kalktığı vakitte zatı için araz olanı gör­meyi reddetmekle beraber görür. Yoksa her cisim görülür. Cisim olma­yan veyahut zikredilenlerin dışında görülmeyen şeyin ru´yetinin inkâr edilmesi lâzımgelirse bunu ikrar etmek de elbette gerekir. Çünkü zâtı ile görünmeyen, arazın kendisidir. Yoksa her cisim görülür. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Dünya isiyle karşılaştı, yani içinden çıkamiyacağı mes´eleler kendi­sine yöneltildi. Bundan sıyrılmak mümkün değildir; fakat mihnet, belâ, yok olur, külfet ortadan kalkar. Halbu ise dünya bunlar için yaratıl­mıştır.

Sonra Mûsâ aleyhisselâmın hadisesini zikrederek, onun, alâmetleri ihatadan hasıl olan bir ilim olduğunu söyledi. Biz, bunun nekadar fasit ve gerçeğe aykırı bir görüş olduğunu açıkladık. O´nu, sorduğu şeyi bil­meye ne sevketmiştir[540] ki, kendisi mahlûkatm kurtulmasını ihtiva eden emirlerle peygamber olarak gönderilmiştir. Bu, seçilmeyen kimsede bu­lunmaz. Çünkü o, Allah´ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden ve insan­ları ibadete çağırandır ki, bu da bir mihnettir. Mûsâ aleyhisselâm, bilâkis Allah katındaki yerinin büyüklüğünün bilinmesi ve kendisinin kadru-şerefi bilinmesi için Allah´tan, kendisini göstermesini dilemiştir. Veyahut da bunun caiz olduğunu, mahlûkata bildirmesi için Allah-u Teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma bu hususu emretmiş olur. Tevfik Allah´tandır.

Sonra Kâ´bî, «Allah-u Teâlâ, kendisini akıl sahibi olan kimseye gös­termemiştir. Kendisini ancak dağa göstermiştir. Dağda akıl yoktur ki Allah´ı görsün ve O´nu bilsin» diyor. Cevap olarak kendisine şöyle denir : Eğer ru´yet bir alâmet olsaydı, dağ, dediğin gibi O´nu ne görürdü ve ne de anlardı. Bu böyle olduğu vakitte alâmet ve işaret, dağın paramparça ol­masıdır.25 Yoksa dağın paramparça olması için Allah´ın alâmeti ona gös­termesi değildir. Evet, bu bir alâmet ve işarettir ki Allah, onu Mûsâ aleyhisselâma göstermiştir. O alâmet de dağın paramparça olmasıdır.[541] Allah-u Teâlâ, «Beni hiç bir zaman göremezsin» buyurmuş ve Mûsâ aley-hisselâmı görme alâmeti olan hadiseye sevketmiştir ki gerçekten Mûsâ aîeyhisselâm onu görmüştür. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kâ´bî, Mûsâ aîeyhisselâm kendisini değil, tövbesinin anlamını sordu kendisine dedi ve bu hususun iki yönden izah edileceğini iddia etti:

Birincisi : Mûsâ aîeyhisselâm, Allah´ın kendisine göstermiş olduğu delillerden anladı ki gerçekten bu küçük bir şeydir. Bunun için tövbe etti.

îkincisi : İnsanlar arasında cari olan âdet şudur ki, korkulu anlar­dan sonra günah istemeksizin tövbe yenilenir.

Ebu Mansur fr.h.) diyor ki : Eğer bu hadise küçük olmuş olsaydı onun terkedilmesmden delillerle kendisinin bilinmesi daha evlâ olurdu. Tövbenin, baygınlık hâlinin dışındaki alâmet ve işaretlerde olmasından, baygmhkdan ötürü bulunması daha evlâ ve lâyıktır.

İkinci izahata şöyle cevap veriyor Ebu Mansur (r.h.) hazretleri: Bu husus, korkuyu müşahede ettiğinde doğru olur. Yoksa korkunun, kor­kusuzluğa dönüşmesi, baygınlıktan ayrılması ve sükûnet bulması anında değil. Evet, Mûsâ aleyhisselâmm asasının deprendiğini müşahede ettiği vakitte ondan yüz çevirip çekilmesi daha doğru ve lâyıktır. Fakat, şu ih­timalin de bulunması mümkündür. Hani Aîlah-u Teâlâ, Mûsâ aleyhisse-îâma beni hiç bir zaman göremezsin, buyurmuştu. Musa aleyhisselâmm katında da Allah-u Teâlâ´mn Ahıret´te kendisini göstereceğini vaadetti-ğinden dolayı dünyada da buna gücünün yetmesi ihtimali bulunduğu için Allah´ı görmenin caiz olması kanaatmda idi. Bu kanaatından rücu´ ede­rek her nekadar kendi imanının aslında var idi ise de Allah-u Teâlâ´mn «Beni hiç bir zaman göremezsin», kavl-i celîline iman etti. Bu, mümin­lerin her âyetin gelişinde ve her farzın yenilenmesinde her nekadar hep­sine umum olarak iman etmiş bulunuyorlar idi iseler de imanlarının taze­lenmesi gibidir. Tevfik Allah´tandır.

Biz, geçen mevzularda Allah-u Teâlâ´nm nice yüzler vardır ki o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rab´lerine bakarlar. Kavl-i celîlindeki hususları açık-seçik olarak beyan ettik.

Fakîh Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Kelâm hakkında şu temel prensip benimsenmelidir : Kelâm, mahud olan bir ir üzere vârid olduğu veyahut maksud olana daha yakın bir mana üzere bulunduğu vakitte ha­kiki manâsından vaz geçilip raecazî manâsı ile kullanılır. Böyle olmazsa hakiki manâsının dışında mecaz olarak kullanılmaz. Tıpkı Allah-u Teâlâ´­nm şu âyet-i ceiîîeîerinde olduğu gibi. «Rabb´inin kudretine bakmaz mı­sın (fecirle Güneş´in doğuşu arasında) gölgeyi nasıl yayıyor (Ne karan­lık var, ne aydınlık)[542],» (Ey Resulüm, Kabe´yi tahrip etmek isteyen) As-hab-ı Fîl´e (Fillerle teçhiz edilmiş Necaşi ordusuna) Rabb´inin ettiğini görmedin mi »[543]. Bunun aslı şudur; her hangi bir kimsenin, ben felanı gördüm, veyahut filâna baktım demesi, onun zâtının gayrına atfedilme-sinin imkân ve ihtimali yoktur. Halbuki onun şöyle dediğini, böyle işledi­ğini gördüm, dediği vakitte bununla zâtının görülmesini murad etmez. Bu âyet-i celîleler ve Mûsâ aleyhisselâmın kıssasının işi de bunun gibidir.

Sonra söylediklerini düşünen kimse, muhakkak bilir ki kendisi, cis­mi benzetenlerdendir. Zira o, kendisinde ru´yetin bulunması için ortaya atılan şartlarla ru´yetin vacip olduğu anlamım zikretmemiştir. O, ancak böylece bulduğunu haber vermiştir ki o da görünen âlemdeki her faili ve her âlimi cisim olarak bulduğunu ifade eden müşebbihenin[544] sözüdür. Bunlar, görünen âlemde olan hususun aynısının gaipte, yani görünme­yende de bulunması vaciptir, diyor. Daha sonra Kâ´bî, görünen cismin manâsım zikretti.[545] Ve fakat cisim olmayanın görünmesinin manâsını zikretmedi ki ona delil olsun.

Sonra o, Kâ´bî, uzaklık ve dikkati nefyetti. Çünkü, bunlar Allah´da bulunmaz, diyor. Sonra Allah-u Teâlâ´nm kendisini, «Hiç bir göz onu dünyada idrâk ve ihata edemez. Fakat O, (ilmiyle) bütün gözleri (var­lıkları ihata eder)[546]Kavl-i celîli ile medh u sena buyurmuştur. Bunun zail olması caiz değildir, diyor. Ve Allah-u Teâlâ´nm «... Her şeyi yaratan O´dur...»[547], «... O, (Allah) hergeye kadirdir.»[548] Kavl-i celîlleri de böyle­dir. Yani, bu hususun Allah´tan zail olması caiz değildir. Sonra bazen de zikredilen şeyin düşürülmesiyle Allah-u Teâlâ´yı ru´yetle vasfetti. öyle ise şu husus sabit olmuştur; bu, öyle bir yoldur ki, bu yol, insanı görme­ye sebeb olan şeyin künhünü anlamaya götürmez. Eğer Allah nasıl görü­nür, diye sorulursa, bu soruya şöyle cevap verilir : Allah, keyfiyetsiz olarak görülür. Çünkü keyfiyet, suret ve şekil sahibi için olur. Hatta Al­lah, ayakta durma, oturma, bir yere dayanma, bir yere bağlanma, bitiş­me, ayrılma, karşı karşıya bulunma, arka arkaya olma, kısa, uzun, ziya, karanlık, durgunluk, hareket, birbirine zıt olma, birbirine tutuşma, içer­de bulunma, dışarda olma gibi sıfatlarla vasfolunmayarak görülür. Al­lah-u Teâlâ´nm bu ve buna benzer sıfatlardan beri ve münezzeh olduğu için O´nu takdir edecek veyahut da anlatacak hiç bir mâna yoktur. [549]
Reply


Messages In This Thread
RE: imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 01:19 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)