10-05-2019, 01:19 AM
Mes´ele (Allah Azze Ve Celle´nin İsimleri Hakkında)
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Allah-u Teâlâ´mn isimlerinin lügat itibariyle anlaşılan manâlarına göre bizim nezdimızde bir kaç kısma ayrılmıştır.
Birinci kısım : Bizim kendisine vermiş olduğumuz isimlere rücu eder ki o isimler de Allah´ın gayri olanlardır. Çünkü bizim Allah-u Teâlâ´-ya «Âlim» dememiz, O´na «Kadir» dememizin gayridir. Bu rivayet edilen hususa göre Allah-u Teâlâ, şöyledir, böyledir´ diyerek kendisine isim verilir. Bu husus, tıpkı Allah-u Teâlâ, şunu ve bunu rahmet olarak yarattı, diye zikredildiği şeyin aynıdır. Yoksa Allah, o yaratılan rahmet ile «Ra-him»dir demek değildir. Çünkü Allah´ın, onu ilk yarattığında «Rahim» olmaması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Veyahut Allah böylece «Rahim değildi; tâ ki o rahmeti yarattı ve mahlûkatm arasında birini taksim etti, manâsına da değildir. Lâkin Alîah-u Teâlâ, ezeldeki rahmeti ile kendisine bu isim verildi. Yani «Rahim» denildi. Cennet, Yağmur ve benzeri olan isim de böylecedir. Bu minval üzere ibareler de Allah´ın emridir, denilmiştir. Evet gerçekten ibareler ancak Allah´ın emri idi, Allah´ın kendisi değil. Allah, ilmi ile ve kudreti ile mütekellimdir denildiğinde malum ve makduru olanı irade etmek üzere ilmiyle, kudretiyle mütekellimdir, demek de bunun gibidir. Çünkü bu onun sebebidir. Evvelkisi de bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
ikinci kısım : İsmin manâsı Allah´ın Zâtına rücu eder ki mahlûkat, Allah´ın zâtı´nm ne murad ettiğini bilmesinden aciz kalır. Ancak kendisi ile bilinen, isimleri bildiren harflerden Allah-u Teâlâ münezzeh olması ile beraber kendisi ile bilinen müstesna. Bu yine isimle zâtının hakikatinin iradesini bilmekte, lisanların ihtilâfı ile birbirlerine benzemez. Meselâ buna «Vahid, Allah, Rahman, mevcud, kadim, mabud» ve bunlara benzer isimleri Örnek verebiliriz.
Üçüncü kısım ise : Sıfatlardan çıkarılan isimlere rücu eder. Âlim ve Kadir gibi. Eğer bunlar tahkik ve tedkik neticesinde Allah´ın gayri olmuş olsalardı tebdile uğramaları muhtemel olurdu. Ve anlaşılan manâ tedkik edilmeksizin isim verilmiş olurdu[445]. İsmin manâsından anlaşılanın tedkik edilmesi kasdolunmadığı zaman da Allah´ın gayrine verilen her isimle Allah´a isim vermek caiz olurdu. Güç ve kuvvet ancak Allah´tandır.
Bu isimleri hadis kılanlara, sonra Allah´a ezelde ilim tahakkuk etmez, diyenlere sorulur : Denir ki; «Onun durumu yaratılmazdan önce nasıl idi O, zâtını veyahut ne yaptığını biliyor mu idi, yoksa bilmiyor mu idi » Allah´ın Zâtı´nm bir şeyi bilmesi veya bilmemesi[446] de böyledir. Eğer Allah bir şeyi bilmiyor idi ise[447] bu takdirde Allah, cahil olurdu tâ ki[448] ilmi kendisine icad ederek o ilimle âlim olmuş olur.
Eğer Allah eşyayı biliyorsa[449] bu takdirde ya zâtını bilmekle âlim olur; veyahut olmaz[450]. Eğer zâtını bilmekle âlim idi ise7 ezelde bu isimle isimlendiğini söylemek lâzımdır. Hayır, gayri ile biliyor idi ise ismin gayri olması tevhidi fesada uğratır.
Sıfatları inkâr edenlerin sözüne göre temel esas olarak, Allah´ın isim ve sıfatlarını nefyeden ve onların hadis olduğunu iddia eden Cehm bin Safvan´m[451] ifade ettiği şey vacip olur. Çünkü sıfatları inkâr edenlere göre Allah´ın bu ismi olmadığı gibi, ezelde zâtını bilen ilimden ibaret olan sıfatı da yoktur. Böylece Allah-u Teâlâ ezelde âlim ve kadir olmaz. Fakat sonradan bilir. Bu gibi hususlardan Allah-u Teâlâ yüce, berî ve münezzehtir.
Sonra sorulur; Allah nasıl idi Eğer Allah, ezelde böyle olduğunu biliyor idiyse, böylece kendisine isim verilmesi lâzımdır; veyahut, kendisinin ezelde böyle olmadığını yani ilim sıfatı ile mevsuf olmadığım bilirse bu takdirde kendisine cehalet ismi lâhik olur. O da onların sözlerine göre lâzımdır. Çünkü âlim kelimesinin tevili onların nezdinde cehli nefyetmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allah, ilim hakkında ne ile konuşur Çünkü Allah´da ilim yoktu. Onu var ettiği zaman vücud buldu. Bu görüşü her yerde tatbik etmek vacip olur. Bununla beraber denir ki; Allah´ın kudreti olmadığı halde kendisi ile veyahut kendisinin gayri ile nasıl ilim meydana gelir Böylece bu görüşleri ile tevhidleri batıl olur. Sonra geçen bölümde zikrettiğim gibi kendisine sorulup denir ki : Allah, ya yaratmadan önce zâtını biliyor idi veyahutta hakikatte Allah´ın ilmi yoktu. Allah, Zâtını nasıl biliyor idi Eğer[452] zâtını bilmek ile âlim" idi ise ismin hadis olduğunu söylemek batıl olur. Eğer âlim değildi; ilim üzerine kadir de değildi derse; zikrettiğimiz şeyin hepsine dahil olmuş olur. Bununla beraber Allah´ın ezelde ilim sı-fatiyle nıevsuf olması gerekir. Hadis olma hakkındaki beyan ettiğimiz şeyin fesada uğraması da bununla beraber zikredilir.
Eğer sonradan gayri ile âlimdir derse; onu kendisine gelen arazlardan beliren kimseden görür. Bununîa âlem var olur. Bunda 4ehrîle-rin[453] toprak hakkındaki görüşlerinde, heyûlâ´yı benimseyenlerin ve seviyelerin âlemin asıl maddeye gelen arazların varlığı ile olduğu hakkındaki görüşlerine muvafakat vardır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bu mesele gerçekte sıfatlar meselesidir ki biz bunu geçen bölümlerde açıklamış bulunuyoruz. [454]
Mes´ele (Arşın Açıklanması)
Ebu Mansur (r.lı.) diyor ki : Sonra müslümanlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Bazıları Allah Arşı istilâ etti diye vasfolunduğu iddiasında bulundular. Onların nezdinde Arş, meleklerin yüklendiği ve etrafında meleklerin seyrettiği bir tahttır. AUah-u Teâlâ, Kur´an-ı Kerîm´inde şöyle buyuruyor : «Melekler de semânın etrafmdadırlar. O gün Rabbi´nin Arş´ini, üstlerinde sekiz melek taşır» (El-Hakka, 17), «Bir de melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş´ın etrafım kuşatmışlardir...» (Zumer, 75), «Arş-ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler, Rablerine hamd ile teşbih ederler» (Gâfir, 7), Allah-u Teâlâ´nm Arş´ı istilâ ettiğine delil olarak Allah-u Teâlâ´nın : «O Rahman, (kudret ve hâkimiyeti ile) Arş´ı istilâ etti» (Tâhâ, 5) Kavl-i Cehlini gösterdiler.
insanların dua ederken, hayırlı olan hususları ümitle isteme anında ellerini göğe kaldırmalarını da delil göstererek şöyle diyorlar : «Arş yoktan var olduktan sonra Allah oraya varıp bulundu. Çünkü Allah ; «.....sonra Arş´ı istilâ etti (hükmü altına aldı).....»[455] buyurmuştur.
Bazıları da, Allah her yerdedir, diyor ve şu âyet-i Celîleleri delil olarak gösteriyor : «Görmez misin Allah hem göklerdeki, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın bir fısıltısı oluyor mu, mutlak o (Allah) dördüncüleridir.»[456], «.... Biz ona şah damarından daha yakınız (her halinden haberdarız ve´her an kudretimiz altındadır.)»[457], «Biz, ona, ilim ve kudretimizle sizden .çok yakınız. Siz (yapılmakta olan işleri) görmezsiniz, anlıyamazsmız.»[458], «Gökte tlâh olan O´dur; yerde de İlâh O´dur....»[459]
Onlar, Allah mekansız olarak bir mekândadır ifadesinin Allah´a had ve hudud icap ettirdiğini zannettiler; her hudud sahibi olan kendisinden büyük olana nisbetle küçük olur. Bu ise hem, ayıp ve kusurdur ve hem de varlığa zarar veren bir âfettir. Ve aynı zamanda bu husus makama muhtaç olmayı ve kendisinde bir hududun bulunmasını icap ettirir. Çünkü bir şeyin, bulunduğu mekândan, kendisinin daha büyük olma-smm ihtimal dahilinde düşünülmesi mümkün değildir. Bir kimsenin kendisini kapsıyamıyacağı bir mekânı seçmesinin akılsızlık olduğu, insanlar arasında bilinen bir gerçektir. Öyle ise mekânın hududu, kendi hududu olur. Allah-u Teâlâ bu gibi şeylerden beri ve münezzehtir. Bazıları da AUah-u Teâlâ´nm mekânla vasfedilmesini nefyediyor. Ve bütün mekânlarla dahi vasfedilmesi böyledir. Ancak onun koruyucusu ve onunla daim olan manâsını murad ederek mecaz olarak vasfolunması müstesna...
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunların hepsi şu hususu ifade etmektedir. Gerçekten AUah-u Teâlâ´ya bütün eşyanın izafe edilmesi ve Allah-u Teâlâ´nm eşyaya izafe edilmesi, kendisini, yani, Allah´ı yücelikle vasfetmek ve ona tazim etmek makamında mütaleâ edilmektedir.
Tıpkı şu âyetlerde ifadesini bulan Cenab-ı Hakk´ın mübarek sözleri gibi : «O Allah ki göklerin ve yerin tasarrufu hep O´nun...»,[460] «O, göklerle yerin ve aralarındakilerin Rabbi´dir. Güneşin doğduğu yerlerin de Rabbf-dir.[461], «işte bu sıfatlara sahip olan Rabb´imiz, Allah´tır. O´ndan başka hiç bir ilâh yoktur, herşeyi yaratan O´dur, o halde O´na kulluk (ibadet) edin. O, herşeye karşı (güvenilecek) bir vekildir»[462], «Hamd olsun âlemlerin Rabbi...»[463], «O, kulların üstünde (eşsiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden hakkıyla haberdardır.»[464], Daha buna benzer âyetler...
Hâs olanı, Allah´a izafe etmek, Allah-u Teâlâ´nın o hâs olanın cevheri üzerindeki üstünlüğü, yüce makamı ifade eden sıfatlarla mevsuf olması kendisine mahsus olduğu makamında ifade edilir. Aşağıdaki âyet-i celîlelerde beyan buyurduğu hususlar, bunun örneğini teşkil etmektedir. Yüce Allah, şöyle buyuruyor : «Gerçekten Allah, takva sahipleri ile ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[465], «Muhakkak ki bütün mescid-ler, Allah´a ibadet için kurulmuşlardır. O halde AJlah ile beraber başka birine ibadet etmeyin; (Ancak O´na ibadet edin.)»[466] «Allah´ın Peygamberi onlara şöyle demişti : "Allah´ın devesini kendi haline bırakın, su içmesine engel olmayın"»[467] «Bu beytin (Kabe´nin) Rabbine ibadet etsinler (Putlara tapmağı terketsinler)»[468], Daha başka âyetler de varid olmuştur. Mahlûkattan bazısını bazısına izafe etmekten anlaşılan örnekler, bu hususta beyan edilen şeyin dışına çıkmaz. Mahlûkat arasında bunun gibisinin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu kesinlikle ifade edilmez. Çünkü bazan olur ki bir şey tahsis etmek, gayrine üstün kılmak yerinde ifade edildiği gibi umumun izafesi de sultan ve velayetin üstünlüğünde kullanılır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu mevzuda asıl olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ, mekân yokken de vardı. Bütün mekânların yok edilip kaldırılması ve Allah´ın olduğu gibi bakî kalması mümkündür. O, ezelde olduğu gibi şimdi de aynı varlığı ile vardır. Allah-u Teâlâ, fesada uğramak, îstihâle ve zeval bulmak ve değişikliğe uğramaktan berî ve münezzehtir. Çünkü bunlar, kendisi ile âlemin hadis olduğu bilinen, sonradan var olmanın alâmet ve işaretleridir. Ve aynı zamanda fani olma ihtimaline de delâlet etmektedir. Çünkü ilk hâlinin zatında olmayan şeyin büinmesi için hâlden hale intikal etmekteki zeval arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü kendi zatına lâzım olan şeyin zeval bulması[469], ve o sıfatın´[470] kendi zatında bulunmadığını açıklaması muhtemel değildir. Zira böyle olsaydı, bir halden bir hale intikal etmesi ve arazları kabul etmesi ihtimali bulunurdu. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten Allah-u Teâlâ´ya bir mekân ta´yin etmek ve zâtı ile her mekânda bulunmakla kendisini vasfetmek, Allah´ın bir yere yerleşip orada karar kılmaya muhtaç olduğunu kendisine isnad etmek demektir ki, bu, mekânlarda yerleşen ve oralarda değişik hallere uğrayan arazlar ve cisimlerin tümü gibi olur. Oysa ki araz ve cisimlerin hepsi mekân ile vas-folunmanm dışındadır. Kim ki araz ve cisimleri yaratmış ve onların hepsini kendi kudreti altında bulundurmuş ise o, mekândan münezzehtir. Yüce olan Allah da mekâna muhtaç olmaktan veyahut âlemin bulunduğu hâl ile vasfolunmaktan beri ve münezzehtir. Gerçekten Allah´ın Zâtı´nm küllisi hiç bir mekânda değildir. O, bütün sıfatları ile de her yerdedir.
Sonra gerçekten eğer Allah-u Teâlâ bir mekânda bulunmuş olsaydı, âlemden bir cüz olduğu ifade edilirdi. Bu ise noksanlık eseridir. Hatta bütün âlemin hepsinin mekânlar ile olmaksızın kâim olmaları doğrulanınca Allah-u Teâlâ´nın mekansız olarak bizatihi kâim olması daha doğru ve evlâdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra Arş´m üzerinde olmasını ifade etmek, -ki Arş, bir yerdir, yani Allah-u Teâlâ´mn zatı ile Arş´da bulunması veyahut bütün mekânlarda bulunması-, §u hususları ifade etmekten öteye geçmez : Allah-u Teâlâ´nın Arş´ı olduğu gibi ihata etmesi; yahut Allah-u Teâlâ´mn Arş´ı istilâ etmesi; bir de Allah-u Teâlâ´mn Arş´ın dışına çıkması ve Arş´ın o´nu çevrelemesi.
Eğer birinci husus olursa böylece Allah Arş ile hudutlanıp çevrilmiş olur ki bu da yaratmaktan aciz olduğunu gösterir. Çünkü Arş, Allah´ın madunudur. Eğer Allah-u Teâlâ´nın zatını, mekânlardan kendisini kuşatan bir mekânda vasfetmek caiz olsaydı, zamanlardan kendisini kugatan bir zamanla vasfetnıek caiz olurdu ki bizatihî kendisi sonlu olup, yaratmasında da kusurlu olurdu.
Sğer İkinci vecih üzere olmuş olsaydı Allah, mahlûkatm üzerine ziyade kılındığında yine kendisinden bir şey eksik olmazdı. Fakat bu ikinci durumda birincisindeki hususların aynısının bulunduğu´ ifade edilir. Üçüncü görüşe göre olsaydı, ki bu da kendisinden üstün olmıyan bir şeyi yaratmaktan noksanlık ve ihtiyaca delâlet eden çirkin bir iş olurdu. Bununla beraber padişah ve sultanların teb´aları içindeki ileri gelen kimseleri kendilerinden üstün görmemeleri fiili, zem olunur. Sonra bu hususta parçalardan bir parça ile meseleyi cüz olarak ifade etmekte vardır. Halbuki parçaların biri diğerinden üstündür. Bunların hepsi ise mahlû-katın sıfatıdır. Allah-u Teâîâ bu tür sıfatlardan yücedir; beridir.
Sonra su bir hakikattir ki, oturmak için veyahut durmak için yüksek olan bir yere çıkmakta ne bir şeref ve yücelik anlamı vardır ve ne de azamet ve büyüklük sıfatı ile vasfolmak vardır. Bu tıpkı binanın terasına veyahut dağın tepesine çıkan kimsenin, bulunduğu yerdeki yüksekliği ve istilâsı anında kendisinden aşağıda bulunan kimseye nispetle bir büyüklük ve yüceliğe müstahak olmadığı gerçeği gibidir. Âyet-i Celîlede azamet ve celâlin zikredilen §ey[471]le beraber bu hususa âyetin te´vilinin sarfedilmesi caiz olmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ´nm şu âyet-i celîîesinde bu durum zikredilmektedir : «Muhakkak Rabbiniz, O, AUah´dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş´ı istilâ etti.»[472] Bu Âyet-i Celîle; Arş´m tazim edilmesini sana bildiriyor. Yani Arş, nurdan veyahut cevherden Öyle bir şeydir ki, mahlûkatm ilmi ve idrâki ona erişmez. Hakikaten Peygamber (s.a.v.) den Güneşi şu şekilde vasfettiği rivayet edilmiştir. Gerçekten Cebrail, her gün Arş´dan bir avuç ziya ile Güneş´e gelip sizden biriniz elbisesini giydiği gibi ona ziyayı giydirir ve sonra güneş doğar. Ay hakkında da Arş´m nurundan bir avuç kendisine verildiği hususu da zikredilmektedir. İstilânın Arş´a izafe edilmesi iki yönden mütalâa edilebilir. Birincisi : Allah-u Teâlâ´nın zikredilen şeylerden yarattığının ve Arş´m meydana getirilmesindeki hükümranlığının yad edilmesinin ardında arş hususunda zikredilenle kendisini yani Arş´ı büyüklemek. İkincisi : Mahlûkatm en büyüğü ve yücesi olan şeyle kendisini yadetmekle büyüklüğün kendisine mahsus olması. Bu husus, büyük işlerin eşyanın en büyüğüne izafe ve isnad edildiği bilinen bir şeydir. Tıpkı filân için şu ülkenin hükümranlığı tamamlanmıştır ve falan için şu yeri istilâ etnıiştir denildiği gibi. Gerçekte bu, O´na mahsus değildir. Fakat, bu mülk ve hükümranlığa sahip olan kimsenin bundan daha azma sahip olması, kendisine daha lâyık olduğu bilinen bir gerçektir. Allah-u Teâlâ´nın şu âyetleri, bu hususa delâlet etmektedir : «... Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak islâmı ihtiyar ettim...»´[473] Dînin kemâl bulması, Allah´ın nimetinin tamamlanması, Mekke halkının[474] kendisine iman etmeleri ve kâfirlerin de dinlerinden[475] ümitsizliğe düşmeleri sebebiyle meydana gelmiştir. Peygamberlerin, Firavunlara ve Mekke´Iilere gönderilmesi hususunda zikredilen şey de böyledir. Yani işin büyüklüğünü zikretmek ile hususiyet kaşanırlar. İşte Arş´m işi ve arş hakkında söylenilecek söz de bunun gibidir. Bu, tıpkı Allah-u Teâlâ´nm şu âyetlerdeki beyanı gibidir : «(Mekke´de olduğu gibi) her şehir ve kasabada da onların günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık etsinler diye, büyük olarak tanınmış adamlardan yaptık. Halbuki onlar, hilekârlığı başkasına değil, ancak kendilerine yaparlar da farkında olmazlar.»[476] «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberlerinin dili ile itaat emrederiz,..[477] Oysa ki bunlara başkaları da katılıyorlar. Bunun mekânın vasfedilmesini nefyetme olması da muhtemeldir. Çünkü o, mahlûkat katında mekânların en yücesidir. Onun üstünde akıllar hiç bir şey takdir etmezler, bütün mekânlardan yüce olduğunu ve ihtiyaçtan beri olduğunu bildirmek için oraya işaret etmiştir. Allah-u Teâlâ´nm : «Görmez misin Allah hem göklerdekini, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın, bir fısıltısı oluyor mu, mutlak o, (Allah) dördüncüsüdür...»[478] Kavl-i Celîli de bu hususa işaret buyurmaktadır. Fısıltı, mekâna izafe olunan bir gey değildir. Fakat fısıltı, fertlere[479] izafe edilen şeydir. Mekânlardan yüce olan ve kendisine bir şeyin gizli kalmasından beri ve münezzeh olduğunu haber vermiştir. Sonra Cenab-ı Hak, şu Âyet-i Celîle ile : «And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini de biliriz; biz ona şah damarından daha yakınız (Her halinden haberdarız ve heran kudretimiz altındadır.)[480] Kudretini, hükümranlığını ve mekânların hepsinin İlâhı olduğunu haber veriyor. Çünkü o yerler, kullarm mekânlarıdır. Allah-u Teâlâ, bu hususu, şu Âyet-i Celîlesi ile de beyan buyuruyor : «Gökte ilâh olan O´dur; Yerde de İlâh O´dur. O, hâkimdir, âlimdir.»[481]. Cenab-ı Hâk, «O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep onun...»[482] Kavl-i Celîli ile de herşeym maliki ve hâkimi olduğunu haber veriyor. Sonra su âyet-i celîleler ile de yüceliğini, azametini açıklıyor : «O, kullarının üstünde galiptir, O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden haberdardır.»[483], «... ve O, her şeyi hakkı ile bilendir.»[484], «Dönüğünüz ancak Allah´adır. O, herşeye kadirdir.»[485], Bu âyetlerde, Allah-u Teâlâ, diğerlerinde tefrik ettiğini kendisine verilen ismin kendisi ile ve sıfatların tümü ile yaratmış olduğu mahlûkatmdan bir şeyle değil, bizatihi kendisinde bu hususların var olduğunu[486] bildirmek için cem etmiştir. Allah-u Teâlâ´nın izzeti, meedi ve yüceliği de böyledir. Allah Celle ve Azze, bütün benzeyenlerden yücedir, beridir, kendisinden başka ilâh yoktur. Bazıları diyorlar ki; Arş ile mülkü murad ediyor. Çünkü o, eşyadan yükselen ve yüce olanın ismidir. Hatta ağaçların zirvelerine, evlerin teraslarına bu isim veriliyor. «îstivâ»ya üç vecihten manâ veriliyor :
Birincisi : İstilâ. Tıpkı, felan şu geliri[487] istilâ etti denildiği gibi. Onun üzerine galip geldi mânası da böyledir.
İkincisi : Yükselmek ve yüce olmak. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın «(Ey Nuh), sen beraberindekilerle geminin üzerine çıktığın zaman de kî; ,..»[488] Âyet-i Celîlesinde buyurulduğu gibi.
Üçüncüsü : Tamam mânasını ifade eder. Nitekim Allah-u Teâlâ «Musa, tam kemal çağma erip de dengesini bulunca, biz O´na Peygamberlik ve ilim verdik...»[489] Kasdetme, mânasına geldiği de rivayet edilmektedir. Bazı ehl-i edeb> Allah-u Teâlâ´nın «sonra (Allah), buhar hâlinde olan göğü yaratmağı kasdetti de ona ve Arz´a : «ikiniz de istiyerek, veya istemiyerek gelin meydana çıkın» dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik» dediler.»36, Ehl-i edeb âyet-i celîledeki «istiva» kelimesine kasdetti mânâsını vermişlerdir ki halk etti mânasına olduğunu ifade ettiler. Bu da insanların fiilleri kasd ile olur, diye söylenilen şeyde yaratma fiilini temsil ile ifade ediliyor. Her ne kadar Allah hakkında denmese de. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Şair dedi ki : «Tahtının devamlı kalıp değişikliğe uğramıyacağım sandın.»
Başka bir şair de şöyle diyor : «Mervan oğullarının tahtları yıkılıp yerle bir oldu; (düzensiz yaşiyan) insan ve bineklerin helak oldukları gibi, onlar da yıkılıp yok oldu.
Nabiğa ise şöyle der : Nice kıymetli ve şaşaalı tahtlar yok olmuştur;
Sahipleri de, refah ve esenliğe kavuştuktan sonra yok olup gitmiştir.
Diğer bir şair de der ki : İbn-i Cefne ve İbn-i Masil´in tahtlarını kaybettikten sonra; savaşçılar kurtuluş ve zafer ümitleri veriyorlardı onlara.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu vecih eğer istilâ mânasına göre ifade edilirse ve Arş da mülk mânâsına alınırsa o zaman Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatmı istilâ etmiş olur. Âyet-i Kerîme´nin te´vilinin hamlolunduğu, bu hususun dışında olanıdır. Bu iki manâya Allah-u Te-âlâ´nm (... Ben, ancak O´na güvendim ve O, büyük Arş´m sahibidir).[490], mealindeki âyeti celiîe delâlet etmektedir. Çünkü büyük Arş, büyük mülk manasınadır. Bu manâda ise Allah´dan başkasının arşları bulunduğunun ispatı vardır. Ve bunda ise melekler tarafından taşman ve etrafını meleklerin çevrelediği şeyin muhtemel olması görülmektedir. Tevfik Allah´tandır.[491]
İstivanın tamam olma ve yüce olma manasma, gelince; bu hususta Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : (Ey Rasûl´üm, de İd : «Arzı iki günde yaratanı, siz mi inkâr edeceksiniz ve O´na esler koşup duracaksınız O, bütün âlemlerin Rabb´idir. Allah, o arz üzerinde sabit dağlar ve bereketler yarattı. Arzda bulunanların rızkını da takdir etti; (arzm, içindekilerle beraber, kaç günde yaratıldığını) soranlar için tam dört günde... sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmayı kasdetti de ona ve arza : «İkiniz de istiyerek veya istemiyerek gelin meydana çıkın.» dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik.» dediler. Böylece gökleri, yedi kat gök olarak iki günde yarattı : (Arzın yaratılışı iki gün; içindekilerin yaratılışı iki gün, göklerin ki de iki gün. Böylece altı gün eder) .,.»[492] İşte böyle, Allah-u Teâlâ, adı geçen hususların ayrı ayrı altı günde yaratıldığını haber veriyor. Sonra bu hususu başka bir âyet-i celîlede mücmel olarak beyan buyuruyor : «Rabb´iniz o Allah´tır kî, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş´ı istilâ edip her şeyi hükmü altına aldı...»[493] Yani, yeryüzünde ve göklerdeki mahlûkattan mükellef olanları yarattı ve böylece onlarla mülkün tamam olduğu ortaya çıktı da kendisi yüceldi ve yükseldi. Çünkü beyân ettiğimiz şeyin yaratılmasından murad ve maksud olan onlardı. Yaratma fiili kendilerine ulaşıp meydana geîmce de mülkün ve yücelmenin manası bu suretle tamam olur.
Bazıları âyet-i celîlede ifadesini bulan «yaratmanın» özellikle insanın yaratılışı olduğunu söylüyor ve bu görüşüne şu âyet-i celîleleri delil getiriyor : «O, yaratıcıdır ki, yerde ne varsa (faydalanıp ibret alasınız diye) hepsini sizin için yarattı. Sonra semâyı (yaratmayı) kasdetti de onları (semaları), yedi gök halinde nizama koydu. O, herşeyi hakkı ile bilendir.[494]» Güneşi ve Ay´ı âdet ve görevlerinde devamlı olarak size o müsahhar kıldı; yine gece ve gündüzü sizin faydanıza bağladı.»[495] «Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katında sizin hizmetinize bağladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler var.»[496] İbni Abbas [497](r.a.) beşer, yedinci gün yaratıldı ve bununla «tamam olma» ve «yücelme» hasıl oldu diyor. Çünkü herşey insan için yaratılmıştır. İnsanlar da Allah´a ibadet etmek için yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ, «Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım»[498] ilahi ifadesiyle cinleri de insanlara ilhak etmiştir. Asıl maksud insandır. Çünkü zikrettiğim şeylerin hepsi onlara müsahhar kılınmıştır. Sonra onların menfaatlerine yönelen şey ile müsahhar kılınmıştır. Tevfik Allah´tandır.
Bu hususta bizim nezdimizdeki esasa gelince : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «O´nun (Benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[499] buyurarak kendi zâtından mahîukatma benzemeyi nefyetmiştir. Biz, gerçekten geçen mevzulara Allah-u Teâlâ´nın fiilinde ve sıfatında rnahlukata benzemekten beri ve münezzeh olduğunu açıklamıştık. Öyle ise Allah-u Teâlâ´nın Arş´ı istilâ etti ifadesinin Kur´ân-ı Kerîm´de beyan edilen Âyet-i Celîleys uygun olması gerekir. Bu husus aklen sabit olmuştur. Sonra Âyet-i Celîlenin bizim zikrettiğimiz peyden başkasına ihtimali olduğu için kesinlikle te´vil etmemiz mümkün değildir. Ve yine mahlûkata benzemesinin muhtemel olmadığım kendisi ile bilinen hu-´susun bizce bilinmemesi ihtimali de vardır. Öyle ise, biz Allah-u Teâlâ is-tîvâ ile neyi murad etti ise, ona inanırız. Allah´ı görmek ve bundan başka hususlar gibi hakkında âyet-i celîle vârid olan her husus hakkında böyle dememiz gerekir. Yani, bir şeyi terkederek başka bir şeyi.tahkir etmeksizin Allah-u Teâlâ´nın murad ettiği şeye inanmak suretiyle kendisine bir şeyin benzemesini nefyetmek gerekir. Tevfik Allah´tandır.
Bu mevzuda da esas olan şudur : Gerçekten[500] varlık içindeki mah-hıkatm anlaşılması hususunda, insanın takdir etmiş olduğu şeyi işitmesi ve anlaması çok zor olur. Öyle ise Allah-u Teâlâ´nın Zâtının ve fiilinin benzemelerden uzak, arınmış elmasım söylemek gerekir. Çünkü varlıkta kendisinden gayrinin anlaşılmasını, kendisinde izafe edilenden .anlamak caiz ve mümkün değildir. Bununla beraber insanın-o kelâmı işitmezden Önce mahlukatı onunla bitmesiyle kelâmın mahlukat hakkında edinilecek bilgiye sarfolunan manada durulması gerekir. Allah-u Teâlâ ise, mahlukatm bilindiği şey dışındaki kelâm işitilmezden önce bilinmiştir. Öyle ise âyet-i celile´riin mahiukatdan anladığı şeye te´vil sarfedil-mesi caiz değildir.
Çünkü onun sebebi kendisinden Önce var olan ilimdir. Oysa ki bu mananın, görünen âlemdeki «yüce, üstünlük», «Arş», «istiva», kelimelerinden birbirine benzemeyen manaların anlaşıldığı, bir manaya ihtimali olabilir. Binaenaleyh kelimenin taşıdığı manânın en kötü bir yöne sarfedilmesi caiz değildir. Orada bundan daha iyi[501] anlaşılan[502] mâna bulunur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, eşya hakkında fikir yürütmemekle kullarını imtihan eder. Tıpkı vaad, vaîd, hurûf´i. mukattaa ve kişinin, kat´etmekte değil, vakfetmekte mihnet olan şey olmasına iman eden hususlarda ve diğerlerinde olduğu gibi. Allah-u a´lem.
Bazen de Kâ´bî diyor ki : «Allah-u Teâlâ´yı mekânın ihata etmesi caiz değildir. Çünkü Allah vardı, O varken mekân yoktu. Allah´ın mekâna muhtaç olmasının sonradan belirmesi caiz değildir. Çünkü mekânı yaratan Allah´tır ve Allah´ın değişmesi de caiz değildir. Bundan sonra şöyle diyor : Allah, her yerdedir, bunu söylerken Allah her mekânı biliyor ve her yeri koruyor manasını kasdediyor. Tıpkı felân şu yapının bi-nasmdadır. Yani o yapıyı yapan odur denildiği gibi.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî´nin «Allah-u Teâlâ´yı mekân ihata etmez. Çünkü mekân yok iken O vardı, demesi hak ve gerçektir. Çünkü bunun aksini demek değişmekten ibaret olur ki Allah, bu gibisinden beri ve münezzehtir. Fakat «Allah´ın mekâna muhtaç olması caiz değildir» demesi yerinde kullanılmış değildir. Çünkü hasmı bunu söylemiyor, hasmının sözünü reddetmek için sözü buraya getirmek hatadır. Sonra Kâ´bî, şu iddiada bulunuyor : Allah yaratıcı ve rahman ve mütekellim değil idi. Sonra[503], yok iken sonradan var olmak suretiyle Hâlık, Rahman ve Mütekellim oldu, denmesiyle Allah´da değişmeyi sabit görmüştür. Hatta mekânda da değişmeyi ispat etmiştir. Çünkü kişinin bir yerde olması değişikliğe uğramaksızm hasıl olmaz. Kendisini ihata eden bir mekân ittihaz ettiği gibi. Görünen âlemde failin zâtında değişiklik bulunmazdan bir değişikliğin bulunması da caiz değildir. Mekânda böyle söylenmesi reddedilince fiilde aynısını söylemek daha evlâdır. Çünkü fiilde değişikliğin daha cok, daha şiddetli bulunduğu aşikârdır. Bununla beraber görünen âlemde kendisine gelen bir sıfatla değişikliğe uğramaksızm bir fail yoktur .O´nun, yani Allah´ın bir mekânda olduğunu söylemek caizdir, amma o mekân, değişikliğe uğramaksızih yaratmış olduğu mekândır; bunun içindir ki fiilde bulunan değişiklik manası daha çoktur. Tevfik Allah´tandır.
Kâ´bî´nin şaşılacak edilecek bir sözü de şudur : Allah her mekândadır, derken O´nun her yeri bilicidir, manasını ifade ettiğini Öne sürüyor. Âlim ise Allah-u Teâlâ´nın Zâti´nm ismidir. Allah, z .tı ile kendi nezdin-dedir, mekânda değildir. Allah-u Teâlâ için bir ilim tahakkuk etmemiştir ki Kâ´bî´nin Allah oradadır, dediği mekâna baliğ olsun. Kâ´bî´nin bu sözünün nekadar çelişkili olduğunu anlamanız için düşününüz.
Sonra şu iddiada bulunuyor; ve bazan Allah mekânı muhafaza ediyor, diyor; bazan da Allah, mekânı yaratıyor, diyor; Halbuki AÎIah-u Teâlâ´nın mekânlar hakkındaki yaratması ve koruması, mekânların gayrinde vukubulmuyor. Sözünün hülâsası şu : Allah, mekânlardan her mekândadır ki, bu da söylemiş olduğu sözün aksi olarak tecelli ediyor. Bilakis Allah-u Teâlâ, mekânların hepsini, mekânların var olmasından Önce ve var olduktan sonra da bilir idi. Tevfik Allah´tandır.
Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince bu, ibadet hâlinde vukubulur. Cenab-ı Allah kullarını istediği şeyle ibadet ettirir ve istediği yere de onları yöneltir. Allah, gök yüzünde de bulunduğu için göğe ellerin kaldırılması ve ellerin o cihete kaldırılması vukubuîuyor diye zanneden kimse namazda ve namaza benzeyen hususlarda Allah´a yönelerek yere başını koyan kimsenin bu hali ile yerin altına yöneldiğini iddiada bulunan kimsenin zannettiği gibidir.[504] Ve namazda Şark´a veya Garp´a veyahut Hacc´a çıktığı için Mekke´ye yö-nelindiği vakitte Allah´ın bu cihetlerle bulunduğunu iddia eden kimsenin zannettiği gibi...
Hacc farizasını edâ ederken kaybolanlar veyahut bir yerden bir yere geçmek isterken insanlar kendilerini kurtulmaları için kendisinden yardım umdukları yere yönelen kimse gibi kurtulma talebinde bulun-mayı kasd ederler. Bu gibi hususlardan Allah jüce ve beridir. Sonra A1-lah-u Teâlâ´dan, kendisine daha yakın bir yön yoktur, Allah-u Teâlâ´yı bir yönden bilmesi de daha isabetli ve gerçek olamaz. Mahlûkâtm, bir yönü terk ederek başka bir yönden Allah-u Teâlâ´ya ulaşmak yönünü tayin etmeğe gücü yetmez. Allah-u Teâlâ´nın zatını bilmesi mahlûkatm ibadetine muhtaç olmadığını, bu şeyden ihtiyaçsız olduğunu insan aklı idrak edemez.
Mahlûkattan mükellef olanlar, Allah´a, O´nun nimetlerinin şükrünü yerine getirmeleri için ibadet ederler.
Mihnet ve meşakkat, O´nun kudretindedir, dilediği gibi tasarruf eder. Hiç bir kimsenin bu hususla karşılaşması hakkında, geçmiş hiç bir bilgisi olmaz. Bu hususta bütün yönler müsavidir. Ancak Allah-u Teâlâ´yı hakkıyle bilen kimse müstesna.
Biz geçen konularda, Allah-u Teâlâ´ya olan yakınlığın vasfını açıklamıştık. Bu husus bir kaç şekilde açıklanabilir
Duayı kabul etmekle : Allah-u Teâlâ : «(Ey Resulüm) Kullarını sana benden sordularsa, muhakkak ki ben çok yakınımdır; bana dua edince, dua edenin duasını kabul ederim...»[505] buyurduğu gibi..
Yardım etmekle : Netekim Allah-u Teâlâ; «Gerçekten Allah, takva
sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[506] buyurmuştur.
Bir yere yaklaşmakla : Allah-u Teâlâ´mn : «... secdene (namazına) devam et de (Rabb´inin rahmetine) yaklaş.»[507] buyurduğu gibi.
Bu babda, rivayet edilen Hadis-i Şerif :
«Hakikat, kim bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir arşın yaklaşırım...»[508] Yine, Allah-u Teâlâ´mn : «Ey iman edenler : Allah´dan korkun ve onun rahmetine yaklaşmağa yol arayın»[509] mealindeki âyet-i celî-lesi de bu hususa delâlet etmektedir.
Korumak ve gözetmekle : A!Iah-u Teâlâ´mn «... senin Rabb´in her-şeyi göze/deyendir»[510], «Allah, lıerşeyi yaratandır ve o, herşeye vekildir,»[511], «Böyle herkesin iyi veya kötü, bütün yaptığına gözcü olan Allah´a küfredilir, ortak koşulur mu .»[512] âyeti celilelerinde ifade buyurduğu gibi.
İlim ve ilimden gayrî ile :
Aîlah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Halbuki göklerde ve yerde ibadete lâyık o AUah´dır. Sizin içinizi de biîir, dışınızı da. O, yapacağınız şeyleri de bilir.»[513]
Cisimlerin gelmesinden, onların intikal ettiklerinin anlaşılması ile beraber; oturmak, gitmek ve gelmek gibi hususlarda adı geçen şekil ve vecihlerin bazısı gibidir. Sonra Cenâb-ı Hakk´ın gelmesinden zahir olması anlaşılır. Netekim Allah-u Teâlâ : «De ki : (Hak geldi ve batıl yok oldu gitti...)»[514] buyurmuştur. Buna göre batılın gitmesi, yok olması, cismin gitmesi de intikal etmesi demektir. Bu araz ve cisimlerden bilinenlerden gitme ve gelme yeridir. Allah-u Teâlâ her iki anlamdan berî ve münezzehtir. Allah´a izafe edilenlerden bu mânanın anlaşılması asla caiz olmaz.
Meselenin başka bir izahı vardı; şöyle ki : Hiç bir cihet ve halet, yoktur ki, Allah-u Teâlâ´mn onlarda îaıllanna ihsan ettiği sayılması[515], mürakün olmayan nimetleri bulunmasın. Kendilerinde çeşitli ibadetler bulunan işbu nimetleri Allah, onlara hâs kılmıştır. Tıpkı mal ve azalarda Allah´ın nimetleri tezahür edip, onlarla ibadet edildiği gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bununla beraber; semâ, vahyin indiği bir yerdir. Dünyanın bereketlerinin esasları da semâdandır. Bunun içindir ki Allah´a niyazda gözler, duada eller yukarıya doğru kaldırılmaktadır. [516]
Mes´eles (Ku´yetuBah : Alüah´ı Görmek)
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bize göre de, Allah-u Teâlâ´mn görünmesi idraksiz ve tefsirsiz olarak ifade edilmesi hak ve lâzımdır. Allah-u Teâlâ´mn görünmesine delil ise : «Hiç bîr göz O´nu Dünyada ihata ve idrak edemez. Fakat O, (İlmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihata eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden haberdârdır.»[517] mealindeki âyet-i celîledir.
Eğer Allah-u Teâlâ, görünmez olsaydı idrâki nefyetmenin hiç bir hikmeti olmazdı; Çünkü Allah-u Teâlâ´dan başkası, görülnıeksizin de idrâk olunur. Bu yerde idrâki nefyetmenin, —yani, mahlûkattan Allah´ın gayrı ancak görülmekle idrâk olunur şeklinde anlaşılacak bir mânânın— hiç bir anlamı yoktur. Tevfik Allah´tandır.
İkinci delil : Mûsâ Aleyhisselâm´m niyazını beyan eden : «... (Mûsâ) şöyle dedi : ´Rabbim, cemalini bana göster, sana bakayım...´»[518] mealindeki âyet-i celîledir. Eğer Allah´ı görmek caiz olmasaydı Mûsâ aieyhis-selamdan böyle bir isteğin vuku bulması o´nun cehlini ve Eabb´ini bilmemesini ifade ederdi. Kim ki cahil olursa, o kimsenin Allah´ın vahyi´ni koruyan ve Peygamberlik görevini üzerine alan kimse olma imkân ve ihtimalinin dışında olurdu.
Sonra gerçekten Allah-u Teâlâ, Mûsâ aîeyhisselamı ne böyle istekten nehyetti ve ne de o´nu me´yûs edip ümitsiz bıraktı. Halbuki Nuh Aley-hisselam´a[519] bunun gayri bir istekte bulunmayı nehyetti. Adem Aleyhis-selâm [520]ve peygamberlerden başkalarına, bu tür istekte bulunmalarından dolayı sitem etti. Bu, yani Allah´ı görmek eğer caiz olmamış olsaydı bu çeşit hareket insanı küfre götürürdü. Allah-u Teâîâ, Mûsâ aleyhisseîamm niyazını reddetmeyip, isteğinin gerçekleşme imkânı dahilinde olduğunu beyanla şöyle buyurdu : «... Allah : "beni hiç bir zaman göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durursa sen de benî görürsün".»[521] Eğer, «belki Mûsâ Allah´tan kendisini bilmesi için bir alamet istedi» denirse, bu hususa şöyle cevap veriiir : Bu, bir kaç yönden mümkün değildir. Birincisi : Allah-u Teâlâ «beni hiç bir zaman göremezsin»[522] buyurdu ve fakat Musa´ya kendisini gösterdi[523].
İkincisi : Gerçekten alâmetleri istemek, inkârda inad etme noktasına götürür. Veyahut Allah, Musa´ya alâmetleri gösterdi. Bu husus, kâfirlerin inkârlarında ısrar etmeleridir. Çünkü kâfirler, kâfi derecede alâmetler sabit olduğu halde devamlı olarak alâmet ve işaretler talep ettiler. İşte Mûsâ Aleyhisselâm´ın Allah´tan alâmet istemesi bunun gibidir. Yani asla caiz değildir.
Üçüncüsü ise, şöyle ifade edilir : Allah-u Teâlâ, adı geçen âyet-i celî-lede «Eğer o, (dağ) yerinde duî*ursa sen de beni görürsün.» buyurmuştur. Dağın durması ile beraber meydana gelecek alâmet, durmaması ile meydana gelen gelecek alâmetin dışındadır. Öyle ise, Mûsâ aleyhisselâ-mm isteği ile alâmet kasdolunmamıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allah-u Teâlâ´nm görülmesinin hak ve lâzım olduğunu şu husus ifade eder : İbrahim Aleyhisselâm´m, kavmine, yıldızlarla ve yıldızların kaybolup batmasından zikrettiği şeyle delil getirmesi; İbrahim aleyhisselâm kavmine, görünmeyen Rabb´i sevmemesiyle delil getirmedi fakat batıp kaybolan[524] Rabb´i sevmemesiyle delil getirdi. Çünkü bu devamsızlığın delilidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine, Allah-u Teâlâ´nm «Nice yüzler vardır ki, o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar.»[525] mealindeki âyet-i celîlesi ile «(O yüzler) Rab´leri-ne bakarlar.»[526] mealindeki âyet-i ceîîlesidir.
Sonra bu, yani bakmak; intizar etmek, manâsına[527] olma ihtimali yoktur. Bu bir kaç yönle izah edilir :
1 - Ahıret, intizar vakti değildir. Bekleme ve intizar vakti ancak varlık ve vukubulma yeri olan Dünyadır. Ancak Ahıretteki korku ve ağlama, sızlanma vakti hariç. Bu hususta bazıları, «Onlara, vukuu hak olan şey gösterilir. Ve böylece onun vaki olmasını beklerler.» dediler.
2 - Allah-u Teâlâ´nm : «Nice yüzler vardır ki o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar.» Kavl-i Celîlidir. Bu ise, sevabın vaki olmasıdır.
3 - Allah-u Teâlâ´nm: «(O yüzler) Rab´lerine bakarlar.», âyet-i eeiîlesidir. «ilâ» harfi, bir şeyi beklemekte değil, bir şeye bakmağı ifade eden kelimede kullanılır.
4 - llah-u Teâlâ´yı görmenin caiz olduğunu söylemek, müminlerin nimetlerden nail oldukları şeyin büyüklüğünü ifade ve müjde yerine geçer. İntizar ise, nimetten değildir. Bununla beraber âyetin manâsım, hakikatinden başka cihete sarf etmek, Allah-u Teâlâ´nm emirlerine muhalif olarak hükmetmektir. Öyle ise Allah-u Teâlâ´mn buyurduğu gibi kendisine benzemeyi[528] ifade eden manâların hepsini nefyetmek üzere Allah´a bakmakla âyeti tefsir etmek lâzımdır.
Bunun gibi Allah-u Teâlâ´ya, kelâm, fiil, kudret ve iradeden izafe edilen şeyin benzerliği ifade eden manâların hepsini nefyetmek suretiyle Allah´ın vasfolunması vacip olur. Varlıklar hakkındaki söylenilecek söz de böyelcedir. Allah-u Teâlâ´nm her hangi birine görmeyi ikram etmeğe kadir olmadığını iddia eden kimse, görmeyi, mahîûkattan anlamış olduğu görmekle[529] takdir ediyor. Her nekadar Allah, Arş üzerine istilâ etti, demek caiz ise de. Bu ve buna benzer başka alâmetleri mahîûkattan anlaşılacak olan arazlarla reddetmek gerekmez. Bilâkis bu, benzemeyi nefyetmeyi gerçekleştirir. Ru´yet haberi de, yani Allah´ın görülmesinin caiz olması haberi de bunun gibidir. Tevfik Allah´tandır.
Yine Allah-u Teâlâ´nm kavl-i celîlidir ki, «îman edip güzel amel işleyenlere cennet ve bir de Allah´ın cemâlini görmek vardır. Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır ne de bir zillet.»[530] buyurulraaktadır. Bu husus Allah´a bakma haberinin gayrinde vârid olmuştur. Âyetin tefsirinde vâ-rid olan husustan dolayı bunun gayrine ihtimali de bulunur. Fakat Allah´ı görme hakkında vârid olan açık bir emir olmamış olsaydı âyetin zahirinin Allah´ı görmeye sarf edilmesi ihtimali bulunmazdı ve kendisi ile haber reddedilirdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Peygamberimizden (s.a.v.) haberin dışında rivayet edilen hadis-i şerifte, «Siz Kıyamet günü Rabb´inizi ay gördüğünüz gibi görürsünüz, bir araya toplanmazsınız.» buyurmaktadır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) «Sen Rabb´ini gördün mü » diye sorulduğunda «evet, kalbimle gördüm» diye cevap vermişlerdir: Denilir ki Peygamberimiz (aleyhisselâm) kendisine bu soruyu soranı tersleyip cevapsız bırakmamıştır. Soru soran kimse kalb ile görmenin ilim olduğunu bilmiştir. O, Allah´ı biliyordu, Peygamber aleyhisselâma bu hususu sormamıştır.
Allah-u Teâlâ müminlerin, nıenolundukları şeyler hakkında soru sormalarım yasaklamıştır. Bu hususta, «Ey iman edenler öyle şeylerden peygambere sormayın ki size açıklanırsa fenanıza gidecektir...»[531]buyurmuştur. Öyle ise, aynısını herhangi bir diriye sormak nasıl mümkün olur Bu ise gerçekte bazıları nezdinde küfürdür. Sonra ne onlara, hususu nehyetmiştir ve ne de onlara sitem etmiştir. Bilâkis yumuşak sözle karşılamıştır ve bunun parlak bir soru olmadığına işaret buyurmuştur. Tevfik Allah´tandır.
Ve yine gerçekten Allah-u Teâlâ müminlere dünyada yapmış oldukları amellerin en güzel bir şekilde mükâfatlandırılacağım vaadetti. Dünyada tevhidden daha güzel bir şey yoktur. Allah´a iman etmekten de şeref bakımından daha üstünü bulunmaz. Çünkü O, yani iman, aklen iyi ve güzel görünendir. Vaadolunan sevabın karşılığı ise Cennet´in cevhe-rindendir. Onun güzelliği ise, tabiatın güzel gördüğü bir güzelliktir. Bu ise aklın güzel gördüğünün gayridir. Çünkü bir şeyin aklen güzel olup da onu akıl sahibi olanın güzel görmemesi mümkün değildir. Tabiatın güzel gördüğü şeyin meleklerin yaratılışında olduğu gibi kendisi ile lezzetlenmemek üzere yaratılmış olması ise mümkündür.
Ukûbat hakkında öne sürülecek husus da bunun gibidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ´mn kullarına ikram etmiş oldu " şeyin en yükse bir dereceye ulaşan bir keramet olması için ru´yetîn caiz olduğunu söylemek gerekir. Bu ikram da gaipte olan mabudun onlara hazırda tecelli etmesiyle olur. Tıpkı sevaptan matlup olan ve görülmeyen şeyin Cennet´-te görülür olması gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten bunların hepsi Ahıret´te Allah-u Teâlâ´yı bilmek de toplanır. Öyle bir ilim ki kendisinde hiç bir vesvese arız olmaz. Bu ise istidlal ilmi değil, varlığı görmeden meydana gelen ilimdir. Âyet ve alâmetlerin çokluğu ise bu hususun kendisine arız olmadığı hakkı bilmeği tahakkuk ettirmez. Bunun delili ise Allah-u Teâlâ´mn «Eğer hakikaten biz onlara (diledikleri gibi) melekleri indirseydik, ölüler de kendileri ile konuşsaydı, bütün varlıkları karşılarında toplayarak senin doğruluğuna şahit ve kefil gösterseydik, Allah, dilemedikçe, yine şüphe yok ki imân edecek değillerdi. Fakat onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.»[532] Kavi-i Cehlidir. Ve Kâfirlerin Ahıret´te yalanlamak ve peygamberleri inkâr etmek suretiyle ve «Biz dünyada ancak gündüzden[533] bir saat kadar bekledik.» Ve bundan başka sözlerinden zikredilen hususlar da delil teşkil etmektedir.
Sonra varlıkları bilmenin, delillerle bilme gibi olması caiz olmadığı gibi istidlal ile bilinenin varlıkları müşahede etmek suretiyle bilmiş gibi olması da caiz değildir. Öyle ise ru´yetin bu hususu icabettirdiği sabit olur. Ve sonra bu zikrolunan vasıtalarla elde edilen ilimde kâfirle mümin müsavidir. Halbuki ru´yet ile müjdelenmek, mümine hâs kılınmıştır. Kuvvet Allah´tandır.
Fakın Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bii, Allah-u Teâlâ´mn idrâk edilmesi caizdir, demiyoruz. Çünkü Allah, «Hiç bir göz O´nu dünyada ihata ve idrak edemez...»[534] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ, ru´yeti nefyetmekle değil, idrâk ve ihatayı nefyetmekle medhu sena edilmiştir. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «Allah, onların geleceklerini de, geçmişini de bilir. Kulların ilmi ise asla bunu kavrıyamaz.»[535] buyurduğu gibi. Bu âyet-i ceîîle-nin anlamında ihatanın nefyî, ilmin de icabettiğine işaret edilmektedir. Bunun aynısını idrâk hakkında da öne sürebiliriz. Tevfik Allah´tandır.
Ve yine gerçekten idrâk, ancak hudutlanmış olanı ihata etmekten ibarettir. Allah-u Teâlâ ise had ve hududla vasfohmmaktan beri ve münezzehtir. Çünkü hudut, kendisinden üstün ve yüce olan şeye nisbetle noksanlıktır ve sonucu ifade etmektedir. Oysaki had ve hudud, zâtın fertlerinden biridir. Hadd´in intikal etmesini söylemekle beraber o, tamam oluncaya kadar cüzlerin bitişmiş olan vasfıdır. Yahut Allah vardı, hudud-lanan şey yok idi. Veyahut onunla hududlanmıştir. Buna göre had değişmez. Oysa ki herşeyin bir haddi vardır ki, onunla o şey idrâk olunur. Eşyaya hâs olan hududlardan koku, zevk, renk, tad ve başkaları gibi... Al-lah-u Teâlâ, bunların hepsi için bir yön yarattı ki onunla o şey ihata ve idrâk edilir. Hatta akıllar ve arazlar dahi...
A31ah-u Teâlâ, kendisinin hudud ve cihetler sahibi olmadığını haber verdi ki o hudud ve cihetler için konan sebeblerle idrâk olunamamasının bir yönüdür. Bu esaslar üzere ilim ve nı´yetin ikisi birden caiz olduğu söylenir.
Sonra ru´yetin caiz olmasının söylenmesi, bir kaç vecih üzere vaki olur ki bu vecihlerden her birinin hakikati ancak o vechi bilmekle bilinir. Hatta kendisinden ru´yet ile tabir olunduğu zaman ona izafe olunur. Ru´~ yet zikredilmeksizin kendi vechi bilinmeyen şeyin mahiyeti hakkında tahkik için durulması lâzımdır. İdrake gelince, o, şeyin hudutları üzerinde durmanın manâsıdır. Hakikat değil mi ki gölge incelendiğinde görülür. Fakat onun idrâk edilmesi ancak güneşle mümkündür. Şöyle ki gölge, Güneş´in seyrettiği vakit görülen bir cisim üzerinde görülmüş olur. Fakat Ru´yetle ancak kendisi için beyan edilen hadle idrâk edilir. Gündüzün aydınlığı da böyledir. Görülür, fakat haddi bizatihi bilinmez. Karanlık da böyledir. Onun bir tarafı görülmez ki idrâk olunsun ve kendisi ihata edilmiş olsun. Hududlarla her nekadar kendisi ile görülmez ise de o, şey idrâk olunur. Bunun içindir ki Ay´la örnek verilir. Şöyle ki : Ay´ın durdurulup yakînen görülmesi ve kendisinin ihata edilmesi için haddi, hududu ve genişliği bilinmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu konuda asıl olan, vârid olan deliller kadar bunun caiz olduğunu söylemek ve yaratmada bulunan manâlardan her manâyı nefyetmektir. Bu hususta tefsir olmadığı için tefsir cihetine gidilmemektedir. Tevfik Allah´tandır.
Sonra Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´nnı idrâk olunmasının caiz olduğunu ispat etmek için bu hususu delil olarak öne sürdü. Hakikaten biz bunu açıkladık. Sonra Kâ´bî, bu gibisi gaibi bilmektir, diye iddiada bulunup şöyle dedi : Çünkü bu husus, kendisi ile bilinen vecihlerden hariç değildir. Ve böylece Allah, ancak mesafe, karşı karşıya bulunma, yaklaştırma, ulaştırma, hava, küçük olma ve olmama ve uzaklık gibi görülene hulul eden bu gibi şeylerle görülen için mübâyenetten dolayı ancak yönleri ile görülür. Eğer ru´yet, bunun hilafına caiz olmuş olsaydı onu bilmek de caiz olurdu. Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ´bî bu bölümde bir kaç yönden hata etmiştir :
Birincisi; O, cevherinin görülmesini takdir etmiştir. Ve muhakkak biliyor ki kendi cevherinden başka cevherler[536] vardı ki gözü ile idrâk etmek şöyle dursun, cevherini ihata etmeğe kadir olmayan yönden görürler. Meselâ, melekler, cinler ve onların gayri, bizim onları görmediğimiz yönden bizi görenler bulunduğu gibi. Sinek ve sivrisinek ve benzeri olan görülen küçük cüsseli şeylerden her hangi birine bakıp anlamak istendiğinde o.nu idrâk etmek ihtimali bulunmaz. Bizim bütün sözlerimizi işiten ve yaptıklarımızın hepsini yazan melek de görür. Ama biz, yaratıldığımız hâl ile bunu takdir etmek istediğimiz[537] zaman bunların hepsini inkâr etmemiz lâzım gelir ki bu da çok büyük bir iştir.
Deri ve azaların konuşmasından zikrolunan da böyledir. Hatta bu ve bunların başkalarından meydana gelecek benzerleri ile görünen âlemde insan, aynısı ile imtihan olunsa muhakkak onu büyük bulurdu.
Sonra görünen âlemde basar[538] ile ru´yet ve temyizin arası kendilerine arız olan perdenin, birbirine eşit olmaması kadarmca ayrılır. Hatta bunlardan biri, diğeri ile karşılaştığı vakitte onu kabul olunmaz bir şekilde bulur. Bu böyle olduğu zaman adı geçen şeyle takdir etmek batıl olur. Tevfik Allah´tandır.
Yine, görünen âlemde bütün ilim sebebleri var iken insan araz ve cisimden başkasını bilmez. Sonra bundan hariç olarak gaiple bir ilim zuhur eder. Ru´yet de aynı bunun gibidir. Alîah-u a´lem.
Üçüncü olarak; geçen mevzuda zikredilen vecihlerden bir şey olmaksızın, karanlık, aydınlık ve gölgenin görülmesi hakkında açıkladığımız hususlardan ibarettir.
Dördüncüsü de; bazan ya bir perde ile veyahut bir cevher ile görünmemekle beraber o manâların hepsinin bulunması caiz olur. Bunun için o manâları nefyetmek üzere ru´yetin tedkik edilmesi caizdir. Tıpkı bir fail ve âlimle karşılaştığı vakit onlara cisimdir, diyen kimseye cevap verildiği gibi ki; o, cisimdir fakat böyle değildir denilmiştir. Bunun için onun cisim olmadığı halde bulunması caizdir. Ru´yet hakkında da aynı görüş ortaya atılabilir. Oysa ki, bizi görmekten engelliyen uzaklık ve lâtif olmasiyle bizden başkasının onu görmeye ulaşması caizdir. Öyle ise ru´-yeün kaldırılması, aradaki perde ile olur. Perde kalktığı vakitte ra´yetin vukuu caizdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra ru´yeti kabul etmeyen kimsenin sözü, cisimleri görmeyi takdir etmesiyledir. Görme kabiliyetini cisim ve arazların gayrinde tecrübe etmemiştir ki, ru´yetin yolu kendisine nasıl tahakkuk etsin! Ve sonra gerçekten, her ne kadar uzaklık ve latif olması, kendisini görmekten engelliyorsa da her cisim görülür. Bu iki engelin başkasının[539] gözünden kalkması caiz olur da Azrail´in yerin etrafında ve ortasında bulunan kimseleri gördüğü gibi görür. Eğer bu husus, beşerin görmesi ile itibar olunmuş olsaydı idrâkin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu söylenmezdi. Öyle ise, cisimlerin görülmesiyle takdir eden kimsenin bu işi görülen şeyin bilinmesine sebeb değildir. Lâkin görmeyi engelleyen şeyin bildirilmesine sebeb olur. işte bu perde kalktığı vakitte zatı için araz olanı görmeyi reddetmekle beraber görür. Yoksa her cisim görülür. Cisim olmayan veyahut zikredilenlerin dışında görülmeyen şeyin ru´yetinin inkâr edilmesi lâzımgelirse bunu ikrar etmek de elbette gerekir. Çünkü zâtı ile görünmeyen, arazın kendisidir. Yoksa her cisim görülür. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Dünya isiyle karşılaştı, yani içinden çıkamiyacağı mes´eleler kendisine yöneltildi. Bundan sıyrılmak mümkün değildir; fakat mihnet, belâ, yok olur, külfet ortadan kalkar. Halbu ise dünya bunlar için yaratılmıştır.
Sonra Mûsâ aleyhisselâmın hadisesini zikrederek, onun, alâmetleri ihatadan hasıl olan bir ilim olduğunu söyledi. Biz, bunun nekadar fasit ve gerçeğe aykırı bir görüş olduğunu açıkladık. O´nu, sorduğu şeyi bilmeye ne sevketmiştir[540] ki, kendisi mahlûkatm kurtulmasını ihtiva eden emirlerle peygamber olarak gönderilmiştir. Bu, seçilmeyen kimsede bulunmaz. Çünkü o, Allah´ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden ve insanları ibadete çağırandır ki, bu da bir mihnettir. Mûsâ aleyhisselâm, bilâkis Allah katındaki yerinin büyüklüğünün bilinmesi ve kendisinin kadru-şerefi bilinmesi için Allah´tan, kendisini göstermesini dilemiştir. Veyahut da bunun caiz olduğunu, mahlûkata bildirmesi için Allah-u Teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma bu hususu emretmiş olur. Tevfik Allah´tandır.
Sonra Kâ´bî, «Allah-u Teâlâ, kendisini akıl sahibi olan kimseye göstermemiştir. Kendisini ancak dağa göstermiştir. Dağda akıl yoktur ki Allah´ı görsün ve O´nu bilsin» diyor. Cevap olarak kendisine şöyle denir : Eğer ru´yet bir alâmet olsaydı, dağ, dediğin gibi O´nu ne görürdü ve ne de anlardı. Bu böyle olduğu vakitte alâmet ve işaret, dağın paramparça olmasıdır.25 Yoksa dağın paramparça olması için Allah´ın alâmeti ona göstermesi değildir. Evet, bu bir alâmet ve işarettir ki Allah, onu Mûsâ aleyhisselâma göstermiştir. O alâmet de dağın paramparça olmasıdır.[541] Allah-u Teâlâ, «Beni hiç bir zaman göremezsin» buyurmuş ve Mûsâ aley-hisselâmı görme alâmeti olan hadiseye sevketmiştir ki gerçekten Mûsâ aîeyhisselâm onu görmüştür. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kâ´bî, Mûsâ aîeyhisselâm kendisini değil, tövbesinin anlamını sordu kendisine dedi ve bu hususun iki yönden izah edileceğini iddia etti:
Birincisi : Mûsâ aîeyhisselâm, Allah´ın kendisine göstermiş olduğu delillerden anladı ki gerçekten bu küçük bir şeydir. Bunun için tövbe etti.
îkincisi : İnsanlar arasında cari olan âdet şudur ki, korkulu anlardan sonra günah istemeksizin tövbe yenilenir.
Ebu Mansur fr.h.) diyor ki : Eğer bu hadise küçük olmuş olsaydı onun terkedilmesmden delillerle kendisinin bilinmesi daha evlâ olurdu. Tövbenin, baygınlık hâlinin dışındaki alâmet ve işaretlerde olmasından, baygmhkdan ötürü bulunması daha evlâ ve lâyıktır.
İkinci izahata şöyle cevap veriyor Ebu Mansur (r.h.) hazretleri: Bu husus, korkuyu müşahede ettiğinde doğru olur. Yoksa korkunun, korkusuzluğa dönüşmesi, baygınlıktan ayrılması ve sükûnet bulması anında değil. Evet, Mûsâ aleyhisselâmm asasının deprendiğini müşahede ettiği vakitte ondan yüz çevirip çekilmesi daha doğru ve lâyıktır. Fakat, şu ihtimalin de bulunması mümkündür. Hani Aîlah-u Teâlâ, Mûsâ aleyhisse-îâma beni hiç bir zaman göremezsin, buyurmuştu. Musa aleyhisselâmm katında da Allah-u Teâlâ´mn Ahıret´te kendisini göstereceğini vaadetti-ğinden dolayı dünyada da buna gücünün yetmesi ihtimali bulunduğu için Allah´ı görmenin caiz olması kanaatmda idi. Bu kanaatından rücu´ ederek her nekadar kendi imanının aslında var idi ise de Allah-u Teâlâ´mn «Beni hiç bir zaman göremezsin», kavl-i celîline iman etti. Bu, müminlerin her âyetin gelişinde ve her farzın yenilenmesinde her nekadar hepsine umum olarak iman etmiş bulunuyorlar idi iseler de imanlarının tazelenmesi gibidir. Tevfik Allah´tandır.
Biz, geçen mevzularda Allah-u Teâlâ´nm nice yüzler vardır ki o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rab´lerine bakarlar. Kavl-i celîlindeki hususları açık-seçik olarak beyan ettik.
Fakîh Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Kelâm hakkında şu temel prensip benimsenmelidir : Kelâm, mahud olan bir ir üzere vârid olduğu veyahut maksud olana daha yakın bir mana üzere bulunduğu vakitte hakiki manâsından vaz geçilip raecazî manâsı ile kullanılır. Böyle olmazsa hakiki manâsının dışında mecaz olarak kullanılmaz. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nm şu âyet-i ceiîîeîerinde olduğu gibi. «Rabb´inin kudretine bakmaz mısın (fecirle Güneş´in doğuşu arasında) gölgeyi nasıl yayıyor (Ne karanlık var, ne aydınlık)[542],» (Ey Resulüm, Kabe´yi tahrip etmek isteyen) As-hab-ı Fîl´e (Fillerle teçhiz edilmiş Necaşi ordusuna) Rabb´inin ettiğini görmedin mi »[543]. Bunun aslı şudur; her hangi bir kimsenin, ben felanı gördüm, veyahut filâna baktım demesi, onun zâtının gayrına atfedilme-sinin imkân ve ihtimali yoktur. Halbuki onun şöyle dediğini, böyle işlediğini gördüm, dediği vakitte bununla zâtının görülmesini murad etmez. Bu âyet-i celîleler ve Mûsâ aleyhisselâmın kıssasının işi de bunun gibidir.
Sonra söylediklerini düşünen kimse, muhakkak bilir ki kendisi, cismi benzetenlerdendir. Zira o, kendisinde ru´yetin bulunması için ortaya atılan şartlarla ru´yetin vacip olduğu anlamım zikretmemiştir. O, ancak böylece bulduğunu haber vermiştir ki o da görünen âlemdeki her faili ve her âlimi cisim olarak bulduğunu ifade eden müşebbihenin[544] sözüdür. Bunlar, görünen âlemde olan hususun aynısının gaipte, yani görünmeyende de bulunması vaciptir, diyor. Daha sonra Kâ´bî, görünen cismin manâsım zikretti.[545] Ve fakat cisim olmayanın görünmesinin manâsını zikretmedi ki ona delil olsun.
Sonra o, Kâ´bî, uzaklık ve dikkati nefyetti. Çünkü, bunlar Allah´da bulunmaz, diyor. Sonra Allah-u Teâlâ´nm kendisini, «Hiç bir göz onu dünyada idrâk ve ihata edemez. Fakat O, (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları ihata eder)[546]Kavl-i celîli ile medh u sena buyurmuştur. Bunun zail olması caiz değildir, diyor. Ve Allah-u Teâlâ´nm «... Her şeyi yaratan O´dur...»[547], «... O, (Allah) hergeye kadirdir.»[548] Kavl-i celîlleri de böyledir. Yani, bu hususun Allah´tan zail olması caiz değildir. Sonra bazen de zikredilen şeyin düşürülmesiyle Allah-u Teâlâ´yı ru´yetle vasfetti. öyle ise şu husus sabit olmuştur; bu, öyle bir yoldur ki, bu yol, insanı görmeye sebeb olan şeyin künhünü anlamaya götürmez. Eğer Allah nasıl görünür, diye sorulursa, bu soruya şöyle cevap verilir : Allah, keyfiyetsiz olarak görülür. Çünkü keyfiyet, suret ve şekil sahibi için olur. Hatta Allah, ayakta durma, oturma, bir yere dayanma, bir yere bağlanma, bitişme, ayrılma, karşı karşıya bulunma, arka arkaya olma, kısa, uzun, ziya, karanlık, durgunluk, hareket, birbirine zıt olma, birbirine tutuşma, içerde bulunma, dışarda olma gibi sıfatlarla vasfolunmayarak görülür. Allah-u Teâlâ´nm bu ve buna benzer sıfatlardan beri ve münezzeh olduğu için O´nu takdir edecek veyahut da anlatacak hiç bir mâna yoktur. [549]