Thread Rating:
  • 215 Vote(s) - 3.2 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm
#7


Mes´ele (Mu´tezîleye Göre «Yok Olansın Bir «Şey» Olması Ve Ona Verilen Cevap)



Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra biz akıllı olana[550] bilgi ve­ren hususlardan mu´tezile mezhebinin ana prensipleri[551] ve onların ehli edyana benzemelerinin bir bölümünü zikrederiz ki gerçekten mu´tezile mezhebinin ehli edyanın mezhepleri sonucu meydana çıktığını, düşünen kimse bilebilsin.

Mu´tezile diyor ki : Yok olan, eşyadandır. Yaratıkların «şey» ol­ması Allah ile değildir. Allah, onları yokluktan varlığa çıkarmıştır.

Ebu Mansur (r.h.) cevaben diyor ki : Öyle ise bu hususu Öne sür­mek için ezelde eşyayı tahkik etmeleri gerekir. Fakat eşya ezelde yoktur, sonra yoktan var olmuştur. Eşya henüz yok olduğu için onları takdim etmekte tevhidi nefyetmek vardır. Böylece zahir olma ve meydana çak­mada ihtilâf vukubulmuştur. Oysa eşya, ezelde yok olan şeydir. Mu´te­zile ise, ezelde Allah´la beraber başkalarını da var saydılar. Bu da tev­hidi nakzeder.

Öne sürdükleri ve ifade ettikleri hususlarda âlemin kadim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü onlarca eşya, Allah´ın gayridir. Yok olan da Al­lah´ın gayri, sâil olmayan şeylerdir. Bu görüşleri ile bütün ehli tevhidin Allah-u Teâlâ´mn eşyayı bir şeyden olmaksızın yarattığı hakkındaki fikir ve görüşlerine muhalefet etmektedirler. Onların sözlerine göre, bu an­cak icad manâsına gelen yaratmaktır. Yoksa onların hepsi yaratılmamdan önce eşya idiler. Tevfik Allah´tandır.

Dehrîlerden bazılarının, Allah hakkında : «Allah, devamlı olarak eş­yayı yaratıyor.» demeleri, ezel hakkındaki görüşlerinin, nıu´tezilenin sö­züne daha yakın olmasındandır.[552]

Mu´tezİlenin öne sürdüğü bu husus; dehrîlerin, âlemin asıl maddesi kadimdir, sözlerine muvafakati icabettirir. «Heyula felsefesi»ni benim­seyenlerin ; arazlar, yoktan var oldu ve bunlarla âlem zuhur etti, sözü de böyledir. Sonra bunlar, yine eşyayı, yaratanı olmayıp sonradan bulunan şeyle husule geldiğini söylüyorlar. Halbuki bu görüş, Allah´ın gerçekten yarabcı ve icadedici olmadığım ifade etmektedir. Eşya, olduğu gibi mev­cut değildi, sonradan var oldu. Allah-u Teâlâ ise, bizatihi fail değil idi. Kendisi sonradan mahîûkatı yaratmak ile zahir oldu. Veyahut Allah, yaratıcı değildi, yaratıcı olması kendisinde sonradan bulunmuştur di­yorlar. Tevfik Allah´tandır.

Onlar, şu görüşü de öne sürdüler : Gerçekten Allah-u Teâlâ bizatihi var idi, âlem ve âlemden bir şey yök idi. Sonra âlem, Allah´tan kendisinin var olması için bir manâ bulunmadan var idi. Çünkü onlara göre, irade, âlemden ibarettir. Tekvin de böyledir. Öyle ise âlem, Allah-u Teâlâ´mn iradesi bulunmaksızın var olmuştur. Sonra âlemi, zikrolunan görüşleri ile Allah´ın varlığı için öne sürdükleri görüşe delil yaptılar.

Onların, âlemin Allah tarafından var edilmediğini söylemeleriyle, onun yok iken sonradan var olmadığını murad ettiklerini öne sürerek âlemi delil kılmalarını yalanlamalarına gelince; onların mezhepleri şunu ifade etmektedir : Gerçekten bir şeyi bilmek, o şeyi var etmeyi icabettir-mez. Kıdem, kendisinin Allah´la var olmasını icabettirmez. Onların katın­da Allah´tan bu iki şeyden başkası meydana gelmiş değildir. Bunlardan birisinin Allah´la olmasını icabettirmez. Bunun için, âlemin bir kimseden olmaksızın kendi kendine var olduğunun gerekliliğini öne sürdüler. Bu husus âlemin kadîm olduğunu söyliyenlerin sözüne göre ifade edilmekte­dir. Çünkü âlem, var idi; fakat gayri ile var olmamıştır. Onlar bu sözleri ile diğerlerinin sözlerine benzediler. Ancak ne var ki diğerleri kıyas için daha lâzımdır. Çünkü onlar, âlemin varlığı kendiliğinden olduğu için onu ezelî kıldılar. Bunlar ise âlemi başkası ile yoktan var olmayıp bizim yu­karıda açıkladığımız yönden var olduğunu ifade ettiler.

Sonra bundan daha taaccüp edilecek husus şudur ki, onlar âlemi hem hâlık, hem mahlûk hem sâni´, hem de mesnü´â kıldılar. Böylece âlem, âlem oldu fakat başkasının kendisini yaratmasıyle değil. Sonra âlem ken­disine her kötü ismi lâzım kıldığı gibi her iyi ismi de benimsedi. Eğer âle­min, ismini değiştirmiş olsaydı daha özürlü olurdu. Fakat bu kötü sonuç­ların alâmetidir.

Ve yine bu görüşlerinde senviyelerin görüşlerine ve sözlerine ben­zemektedirler. Gerçekten onlar, eşya yok idi, sonra Allah ile bulunmak­sızın var olmuştur. Sonra eşyanın icadedilmesi,9 yoktan meydana gelmiş olmanın dışındadır.

Senviye şöyle diyordu : Ziya ve karanlık birbirleriyle zıt varlıklar

idiler ve birbirleriyle imtizaç ettiler. Bu âlem de yok-olmadan vaç* idi. Sonra başkası ile çelişen bir hal aldı ve o başkası ile imtizaç etti ve böy­lece âlem yok iken sonradan kendiliğinden var olmuş oldu. Zira orada bunu icabettirecek bir başkası yoktur. Mu´tezİlenin zikrettiğimiz husus­lardaki sözü de böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezAle ve diğerleri, âlemin hadis olduğuna, onun bir mjıhdisten hâli kalmaması ile delil getirdiler. Onların bu husus için âlemin1´ var ol­masından başka bir şey değildir. Bunun için âlemin hadis olduğunu ica-bettirdiler de onun bir muhdisle var olduğunu söylediler. Sonra mu´tezile, Allah-u Teâîâ hakkında diycr ki : Allah, ne hâlık, ne rahman ve ne de rahîm´idî. Allah, bugün de Öyledir. Onlar, Allah´ı ilk hallerinde mah-lûkatın kendisi ilim sahibi olduğu şey olarak tasavvur ettiler.

Bu, sonradan var olanlardan hâli değildir. Tıpkı âlemi hisle bulup onun sonradan var olanlardan hâli kalmadığı gibi. Âlemin hadis olmasını kendilerine bildiren sebebin aynısını hâlık ve rahman sıfatlarının hadis olduğunu bildirenin aynı olduğunu söylediler. Allah, devamlı olarak ka­dimdir.

Sonra bundan başka iki vecih vardır :

Birincisi :. Âlemin sonradan var olduğunu -her nekadar kendi var­lığımızla onu müşahede etmiyorsak da- kendisini var edenden hâli ol­madığını müşahede ettiğimizden dolayı söylemek lâzım gelince, bu var edenin halik olan Allah olduğunu söylemek gerekir. Zira kendisine hadis ismini verdiğimiz şey olarak bizzat bizim varlığımız o Hâlık´m varlığına delâlet etmektedir.

îdncisi : Kendisinin ancak sonradan var olunanlarla bilinmesiyle beraber zâtının kadim olması vacip oluyor da sonradan yaratılanlardan hâli Almazsa da âlemin hepsinin kadîm olduğunu söylemek niçin vacip âlemden his olunmayan hâdiselerin bilinmesinin imkân ve ih­timal dahilinde bulunması âleme, sükûnet, hareket ayrılık ve içtima-dan kendisine izafe edilen şey ile olur. Onların sözüne göre Allah´a, rah­met, yaratmak, varetmek ve iade etmek izafe olunuyor. Bunların hepsi ise onların katında hadis olanlardır. Öyle ise, Allah hakkında, âlem hak­kında ´iacip olan şeyi ifade etmek gerekir. Bu sıfat, kendisinde bulunan kimsa de bunun dışında olan hâlık ve sâni´. Kuvvet ancak Allah´tandır.

/Mu´tesile diyor ki : Allah var idi, sonra kendisinden irade meydana gelpî İd bu irade ile Allah´tan yaratmak, varetmek veyahut irade etmek veyahut da irade için ihtiyaretmek bulunmaksızın âlem var oldu. Çünkü bunlar için Allah´ın zâtından başka bir şey yoktur. Allah´ın zâtı ise bu hususlardan önce var idi.

Mecûsîler de şöyle diyorlar : Aliah-u Teâlâ var idi. Sonra bir fasid fikir var oldu ki, ondan da şeytan hasıl oldu. O şeytan ki her kötü ve şer olan şey onunla meydana gelir. Mecûsîler, buna fasid fikir ismini veri­yorlar. Mu´tezile ise irade ve ihtiyaretrae, ismini vermektedir. O´nun ha­dis olması ihtiyar ve irade ile değildir. Mu´tezilelerin bu görüşü, mecûsî-lerin fasid fikri görüşüne çok benzemektedir. Sonra bu, serden başka bir şey değildir,[553] Mu´tezile´ye göre irade, âlemden başka bir şey değildir. İş­te bu husus, Allah-u a´lem, Resûl-i Ekrem Sallellahu Aleyhi ve Sellem´-in : «Kaderiye, bu milletin mecûsîsidir.»[554] hadis-i şerifinin ifade etmiş olduğu manâdır.

Ve sonra onların nezdinde- âlem, karar bulma, yok olma, var olma, birbirinden ayrı kalma ve bir arada toplanmadan hâli kalmaz. Bunlar öyle hallerdir ki Allah´ın gayri ile var olmaları mümkün ve muhtemeldir. Bu aynı binalarda toplanan tuğlalar,[555] gemilerde bir araya gelen malze­meler ve yazıda bir araya gelen kelimeler ve benzerlerindeki içtimadan meydana gelen şey gibi olur. Ayrılık da böyledir. Güneş´in ve Ay´ın sey­retmesi, mahlûkatm hareket etmesi ve sükûnette bulunması da böyle mütalea edilmektedir. Araz ve cisimlerden olan bu iki nevi bulunmazdan âlem var olmaz. Bu ifade, var olmanın Allah´la ve yaratmakla olması ihtimalini ortaya koyar. Böylece âlemin hepsinin Allah´la ve yaratmakla olmasını muhtemel kılar. Buna göre âlemin hepsi âdetle var olur ki, bu da iki Allah[556] olduğu fikrini kabul eden ve ikiden daha çok[557] ilâh olduğu­nu ve bunların da yıldızlar ve tabiatlardan ibaret olduğunu öne süren din­sizlerin sözüdür.

Gerçekten onların sözlerine göre Allah-u Teâîâ´mn âlemi yoktan var etmesine ve kendisinin kadim olduğuna âlemden başka bir delil yoktur. Sonra başkasının meydana getirdiği arazlarla kendisinin yarattığı ara­sında hiç bir fark ve ayrılık öne sürmemiştir. Çünkü içtima ve zeval bul­ma ve benzerleri mevcudatta bulunur ve fakat onu cem´ eden ve harekete geçiren görünmez.[558] Bunun her nekadar görünmezse de kendisi İçin de­ğil, gayri için olması muhtemeldir. Çünkü bu kendisinde görülenin bir benzeridir. Böylece bu ifade de senviye ve tabiat felsefesini benimseyen kimsenin sözü gibi olur; ki, onlar, eşya, kendisi ile gayrinin yaratması ayırt edilmeden ve her birinin yaratıcısına delil omlaksizm tabiatla mey­dana geldiğini söylerler. Bu ise aczin alâmet ve işaretidir. Allah-u Teâlâ´-nm âlemin hepsinin kendi kudreti ile meydana geldiğini delillerle ispat et­mesinin manâsı şu âyeti ceîîlede ifadesini buluyor; çünkü Allah, «Allah, hiç bir evlât edinmemiştir; beraberinde bir ilâh da yoktur. Eğer müşrik­lerin dediği gibi, Allah´la beraber bir takım ilâhlar olaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ay­rılıklar başgösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi...»[559] buyurmak­tadır. Onların sözlerine göre yine Allah-u Teâlâ, yarattığı ile bulunmaz. ´ Çünkü O, kendisinin bilinmesi için ona ilim vermemiştir.

Hakikat, lâtif olan cisimelrden her cüz´ parçalanmayan şeyden oldu­ğu halde cüzlerin birbirinden ayrılması düşünüldüğü zaman bu cüzün hisle idrak edilmesi mümkün olmaz ve bunun anlaşılması aklen olur. Bu cüzlerin hepsinin cevherlerin lâtif olma ve yoğun olma derecesi üzere Allah´ın gayri ile toplanması mümkün olur. Böylece cisimlerin idrâk ediîmesi hususundaki Alîah-u Teâlâ´nın beyan buyurduğu deliller, müm­kün olması bakımından Allah´ın gayrinin fiili olur. Allah-u Teâlâ, mah-lûkâtına -onların Allah tarafından olduğunu bilmeleri ile beraber- ken­disinin gayrinden mümkün olmayı reddedecek delili açıklamamıştır ki mahlûkâta hissettirmiş olduğu şeyin kendisinden var olduğunu onlara bildirsin. Müşahede ettikleri şeylerle böyle oldukları halde kendilerinden gaip olan hususta bu durum nasıl olur Böylece bununla senviye ve baş­kalarının görüşlerinden zikrettiğim şeye benzemiş olur ki, onlardan hiç biri âlemi Allah´ın fiiline delil kılmamıştır. Çünkü hiç bir şer yoktur ki birisi hakkında şer olduğunda diğeri için hayır olması mümkün olmasın. Hararet ve burudetten; yani, soğukluk ve sıcaklıktan, hatta tabiatın kendisinde son bulan diğer hususlardan cevherler de böyledir. Gezegen­ler hakkında söylenilecek sözler de aynıdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Tevhid ehli, senviyenin sözlerini red­detmek için iki hususla delil getirmişlerdir :

Birincisi : O ikiden her biri, diğerinden bir şeyi engellemeye kadir­dir. Ve diğerinin bilmediği şeyi yapmağa da kudreti vardır. Hatta on-alr bu hususa evet böyledir dedikleri zaman ikisini veyahutta ikiden bi­rini cahil yapmış olurlar. Eğer hayır dediğiniz gibi değüdir derlerse, her ikisinin aciz olduğunu ifade etmiş olurlar ki cehalet ve acizlik rububiyet sıfatını iskat ederler.

İkinci olarak, bunun ispat etmek, yani var etmek istediği şeyi diğe­ri, nefyeder ve böylece aralarında uyumsuzluk olur. Bu husus vücûd bul­manın bir olandan meydana geldiğine delâlet eder.

Sonra mu´tezile mezhebinde şu görüş yer almaktadır : Gerçekten kul, Allah-u Teâlâ´nın olmasını bildiği şeyin dışında bir iş yapmaya ka­dirdir. Çünkü Allah-u Teâlâ´nın kâfir olduğunu bildiği her kimsenin mümin olmasına o kimse kadirdir. Onun olmasının hakikati Allah´ın il­minin dışında bulunmasıdır. Böylece mu´tezile, kulu, fiilini Allah´tan giz­lemesine kadir olduğunu ispatla gerektirici bulmuştur. Sonra Allah´ın vah­daniyetini de nefyetmiyor. Orada eğer Allah´tan başka bir ilâh olsaydı. durum yine böyle olurdu. Bu hususları onların mezhebinin incelendiği vakitte dinsizlerin mezhebi olduğunu bilmen için[560] serdediyoruz. Çünkü kendisi ile tevhidin sabit olduğu şey, her iki mezhebin de görüşlerini nakzediyor. Tevfik Allah´tandır.

İkinci delil ; Onlar, kul için Alîah-u Teâlâ´nın, doğanların hepsinin meydana getirmesini nefyetmekte ve A13ah-u Teâlâ´nın «... And olsun ki, onlardan her kim sana (şeytana) uyarsa, Cehennemi hep sizden doldu­racağım.[561] kavl-i celîlindeki Allah´ın vaîdini reddetmek için kudrete sa­hip olduğunu söylüyorlar. Ve bütün kâfirlerin ve şeytanların Allah-u Te-âîâ´nm olmasını murad buyurduğu şeyin gayrini işlemeye kudretli ol­duklarını ifade ediyorlar. Hatta Allah´ın, olmamasını murad ettiği şeyin aksini bile yapabilirler, diyorlar. Bunu menetmek için Allah-u Teâlâ, ha­zinesinde olan şeyin hepsini harcar, hatta onun . üzerine bir şey ziyade kılmasını dilerse onu yerine getirmeye kadir olmaz. Sonra bir ilâhın var olduğunu söylemeyi menetmez. Ve mahlûkat, Allah´ın ilminde sabit olduğu gibi olur. Âlemin durumu hakkındaki görüşleri de böyledir. Bu husus, onların mezhebinin sonunun, müslümanların mezhebi değil, dinsizlerin ve materyalistlerin mezhebine varması hususundaki sana, bildir­diğimi açıklamış olur. Tevfik Allah´tandır.

Zındıkların mezhebi şöyledir : Gerçekten âlem, iki ilâhın fiili ile var olmuştur ki, bunlardan birinin, diğerinin fiilinde hiç bir dahil ve tedbiri ve kuvveti yoktur. Gerçekten bu iki ilâhtan her biri şer ve hayır çeşitlerini münferiden meydana getirir ki, buna, diğerinin kudreti yetmez. Mecûsî-lerin mezhebi de böyledir.

Mu´tezile mezhebine göre kulun, fiilin bir çeşidi üzerine kudreti var­dır ki, o da kesbden ibarettir. Allah´ın da fiilden bir nevi kudreti var­dır ki, o ise icad, yani var etmekten ibarettir. Allah´ın kulda bulunan fiil için ne takdiri ve ne de yaratması vardır. Kulun da Allah´da bulunan hu-susdan bir şeyi yoktur. Bu iki emir üzerine âlemin tedbiri ve var edilmesi cereyan-etmiştir. Böylece bu görüşle tafsilen zikrettiğimiz kimseye ben-zemişlerdir.

Sonra bu mezhebin salikleri Allah-u Teâlâ´mn hareket ve sükûnetten kulda bulunan şey üzerine kudretinin bulunmasını ifade etmeleri bakı­mından çirkinliklerini ziyadesiyle açıklamışlardır. Allah-u Teâlâ, kulu hareket ve sükûnete kadir kılmasmdandır ki, kendisinden kudret gitmiş­tir. Biz, senviyelerden iki ilâhtan birinin diğerinden daha kudretli oldu­ğunu ifade etmekle birinin kudretini azalttıklarını görmüyoruz. Bununla bilinir ki, senviyeler katında rububiyetin kendisine izafe edilendeki kud­retin manâsı, mu´tezile katındaki aynı kudretin manâsı ile olması daha gerçek ve lâyıktır. Bunda da Allah´ın bizatihi kudretinin bulunduğunu yok ve izale etmek tezahür ediyor ki, bu da en çirkin bir sözdür.

İkinci olarak, yalan söylemeleri ortaya çıkmıştır. Çünkü onlar, ya­ratıcı oîan Allah´a ispat ettikleri şeyin hepsinin fiili gibisini kula da ispat ettiler. Halbuki kula yaratma fiilinden kendisi ile Allah´ın bilindiği ulû-hiyet ismini vermediler. Hâlık ismi de böyledir. Bununla beraber mu´te­zile mezhebini benimsiyenler, kadir olan kulun kudretinin Allah-u Teâlâ´­mn kudreti üzerinde derece bakımından yükselttiler, ziyadeleştirdiîer. Çünkü onlar şöyle diyorlardı : Gerçekten Allah-u Teâlâ, vaadedilen şe­yin olmasına ve söz verdiği fiili yerine getirmesine kadir değildir. Bu sö­zü Allah-u Teâlâ´yı kudret sıfatıyla vasfetmeîeri ile beraber ifade edi­yorlardı. Buna şöyle bir örnek veriyorlar; meselâ diyorlardı ki, Allah-u Teâlâ, kullarına yardım etmesini vaadeder. Ve onlar için rızık takdir et­tiğini beyan buyurur. Sonra kullarından biri gelir, Allah´ın kudretinin

kendisiyle baki kalmasıyla beraber, sözünü yerine getirmezden ve kulun Allah-u Teâlâ´mn yardımından istifade etmezden Önce onu öldürür. Aî-Iah-u Teâlâ, kendi sözünü yerine getirmek için kulun kudretini kuldan yok etmiyor ve işlediği bu işlem kulu menetmeğe kadir olmuyor. Böylece kulun kudreti daha büyük, dilemesi daha nafiz oluyor. Rabbimiz, bu gibi sıfattan berî ve münezzehtir.

Senviye mezhebinden olanlar da şu batıl iddialarda bulunuyorlar : Gerçekten ziya, karanlığın hapsine ve tuzağına düşmüştür ki, bu yön­den salahını istediği ve kendi cevherinden karanlığın şerrinin defetme­yi başaramadı.

Karanlık da menetmenin başlangıcının ziyadan odluğunu söyliyen-îerin sözüne göre böyledir. Hepsi de fiilinin murad ettikleri şeyin hilafına meydana geldiğinden hataya düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi bir yön­den, diğerinin eli altında bulunmuş oldu. Bunun için ziya hakkında ha­talı, cehl ve acz ile bulunduğunu söylemeleri lâzım gelir. Hata, akıbe­tinin dilediği şey üzere olmamasındandır. Cehli ise düşmanının tuza­ğında ve hepsinde baki kalacağını bilmemesinden ileri gelmektedir. Aczi de, o, kurtulmak için çaba harcadığı ve tedbirler aldığı halde kendisi için işler kolaylaşıp karanlığın etkisinden kurtuîamamasıdır. Mu´tezile mez­hebinin sözü de böyledir; yani hakikatte Allah-u Teâlâ, kâfire ve her hangi bir kimseye ancak kendisine itaat etsin, diye kuvvet verir. Birini de her hangi birşeye sahip ve malik kılması onun kendisine şükretmesi içindir. Yarattığı her hangi bir şeyi de ancak kendisine boyun eğmesi için yaratır, işte Allah böyle murad ediyor. O´nun dilediği şeyi yapma­ğa hakkı vardır, kimse karışamaz. Eğer Allah da bundan başkası ol­muş olsaydı Allah, onu sefîh ve zalim olarak yaratırdı. Scnra Allah-u Teâlâ, düşmanlarına verdiği şeyin hepsini murad etmiş değildir. Al­lah´ın hataları vardır, o hatalardan bilinenin biri de emrettiği şeyin dilediği şeye uygun olarak meydana gelmemesidir. Sonra Allah´ın kud­reti Öyle olmayan şeye vukubulur ki eğer onu işlemiş olsa kendi ilminden hariç olurdu. Sonra ondan menettîği hakkındaki Allah´ın fiilin­den sonra meydana gelen şeyin fiil olduğu sabit olur. Bunların bu söz­leri[562] ve iyleri yukarıda zikrettiğimiz bütün kötü ve zem edilmiş ve-cihlere benzemektedir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki ; Zındıklar, yani dinsizler, benzerinin fikirde ve zihinde tasavvur olunmadığı için birşey olmadan bir şeyin var olması fikri ve sözünü inkâr ettiler. Müşebbihe mezhebinin taraftar­larının da cisim hakkındaki sözleri böyledir.

Mu´tezile de, kulların fiillerinin yaratıldığını inkâr etti. Çünkü on­lar akıllarda bulunmuyorlar ve zihinlerde de düşünülmüş değillerdir. Kaderiyeler ise, şu batıl iddiayı öne sürüyorlar ve diyorlar ki, gerçekten AHah-u Teâîâ, kadir olmuş olduğu hiç bir hayn bırakmıyor ki, onu iş­lemesin. Dinsizler de böylece iddiada bulunup Allah´ın hayrı işlediğini ve şerrin halikının Allah´tan başkası olduğunu söylüyorlar. Kaderiye mezhebinin sözü de böyledir. Yani onlar, serden mevcud olan her han­gi bir şeye Allah kadir değildir ve şerrin hepsi kulların işidir. Mu´tezi-le de söyle diyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, şerrin birisinden sadır ol­masını ve başka birisinde vaki olmasını dilemez. Şerri dileyen şeytandır. Sonra o şer vukubulur. Allah-u Teâlâ, onu murad etmese de. Bu tıpkı zın­dıkların şerrin şeytandan geldiğini ve Allah dilemese de şerri yaratan şeytan olduğunu ifade etmeleri gibi. [563]


Mes´ele (Allah´ı Vasfetmek Ve O´na İsim Vermek Benzemeyi İcap Ettirmez)



Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bir grup insanlar, Allah-u Teâlâ´nin zatî sıfatları olup onlarla vasfolunmasını veyahut zatî ismi olup onunla bilin­mesini inkâr ettiler. Bu hususun benzemeyi icabettirdiğini sandılar. Çünkü Allah´ın gayrinin ismi olduğu gibi kendisinin de ismi olur. Ve dediler ki : Kendisine işaret edilmek suretiyle mahlûkattan bir şeye Allah´ın muvafık bulunması caiz olmayınca her şey için kullanılan isme muvafakatinin in­celendiği vakitte bu hususun delillerle sabit olup caiz olmaması daha ev­lâdır. Bunun içindir ki, Allah´a şey, âlim ve kadir denmesini inkâr etti­ler. Ve bunun için mekânla örnek verdiler. Çünkü kendisi hakkında böyle söylenince benzetmek ve hududlu olmayı icabettirir. Allah, her mekân ile­dir. Bu husus da böyledir. Çünkü mekânların[564] nihayeti vardır. Mekân­larla vasfetmek veyahut da mekânlardan bir mekânla vasfetmek, birdir. İlk olanı, yani sıfat ve isimlerle Allah´ın vasfedilmesi ve Allah´a isim ve­rilmesi de böyledir. Tevfik Allah´tandır.

Bize göre aslolan ise şöyledir : Gerçekten Allah-u Teâlâ´nm zatî[565] isimleri vardır ki, kendisine bu isimler[566] verilir. Tıpkı «Er-Rahman» gibi. Ve Allah-u Teâlâ´nm zatî sıfatları[567] vardır. Eşyayı bilmek ve eşya üze­rinde kudret sahibi olmak gibi ki, Allah-u Teâlâ bu gibi sıfatlarla vasfo-lunur. Fakat Allah-u Teâlâ´yı bu sıfatlarla vasfetmek, bizim tarafımızdan olur. İsim ise bizim gücümüz ve takatimizin genişliğinin ihtimali ve za­rurî olarak sözlerimizin ifadeye ulaşabildiği şey ile olur. Zira bunun yolu ancak şahitde yani görünen âlemde bilinenden ibarettir. Ve bu ise sözde benzemeyi icabettirir. Çünkü görünen âlemde onunla takdir olunduğu bi­linmektedir. Fakat zaruret bize, kendisiyle benzemeyi nefyetmek için gö­rünen âlemden anlaşılan hususun nefyedilmeşini gerektirdi. Biz de bu zikrolunan şeye zaruret ismini verdik. Eğer bizden başkasına isim veril-miyen şey ile isim vermek, gücümüzün yetmesi imkân ve ihtimali olsaydı, biz onunla isim verirdik. Fakat, görünen âlem, kendi varlığına delil oldu­ğu ve onunla kendisinin bilinmesi vacip olduğu için kendisinin murad ettiği şey ile bilinene yakın olan bir isim ile ismi takdir olundu. Her ne kadar Allah-u Teâlâ´nın, benzerinin olmasından beri ve münezzeh ise de. Görmez misin ki[568], gerçekten bizim kendisine âlim ve kadir diye isim ver­diğimiz kelimeler, mânalarında hiç bir ihtilâf bulunmaksızın dillerde muh­telif şekillerde bulunmaktadırlar. Bu husus delâlet ediyor ki gerçekten bizim Allah´a vermiş olduğumuz isimler, anlamaya yaklaştıran şeylerden ibarettir. Yoksa onlar hakikatte Allah´ın isimleri değildir. Her ne zaman bu isimlerden insanın kalbine manâlar gelirse Allah-u Teâlâ, onlardan[569] Kelime-i Şahadetteki isim vermede, olumsuzluk harfi getirilerek tevhid, yapılan tefsire göre nefyin zımnında zâtın ispatı ve ispatın zımnında da nefyin ifade edilmesi hasıl olmuştur. Tevfik Allah´tandır.

Sonra bizim söylediklerimizin bir delili de peygamberlerin ve semavî kitapların bu isimleri ihtiva eden şeyle gelmeleridir. Eğer peygamber­lerin getirmiş olduğu ve bize tebliğ ettikleri şeyle, Allah´a isim vermekte benzerlik olsaydı, tevhid akidesinin bozulmasına sebeb olurlardı. Halbuki onların hepsi bir olan Allah´a ibadet etmeye ve Bari Teâlâ´nın vahdani­yetinin bilinmesine davet ettiler. Bu hususun, mahlûkata muvafakati is­pat eden adetin gerçekleşmesini sağlayan şeyden olması elbetteki caiz değildir.

Fakat, vakta ki o isimler, kendileriyle isim verenlerden, bilinenlerin dışına çıkması ihtimali kendilerinde bulunduğu için, peygamberlerin on­larla gelmeleri caiz oldu[570]. Peygamberlerin, Allah-u Teâlâ´nın «O´nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur» kavl-i celîli ile beraber o isimlerle gelmeleri [571]«cisimlerden ibaret olan, birleşik varlıkların sıfatlar ve arazları bilmekte basit idrâkle anlaşılacak olan eşyanın §ey olmasını kendisi ile nefyetmesi içindir. Yardım ancak Allah´tandır.

Sonra biz, âlemden görülenin hepsini olduğu halde, bulunmaya mec­bur olduğunu, kendini icadetmekten aciz bulunduğunu, durumunun baş­langıcından ve bulunduğu zaman ve mekânın hallerinin hepsinden almış olduğu miktarını bilmekten cahil olduğu halde ve bilinmediği mekân ve zamanın içinde değişikliğe uğradığını ve aynı yerde yaratılış itibariyle zıtları ile uyumsuz bir halde toplanmış olduğunu, bunu gördüğümüzde akıl anlar ki o, yani âlem kendiliğinden var olmamıştır. Ve yine akıl idrâk eder ki gerçekten kendisini takdir eden ve var eden, muhakkak ki ken­disini bilmek için ilme ve kendisini icadetmek için de kudrete sahiptir. Çünkü âlem kendi zâtı için ittifaka ihtimali olmak üzere meydana gel­miştir. Kendisini var etmek için bir kuvvete sahip olduğuna delalet eden bir şeyin bulunmadığını ve kendi hâlini bilmediğini ifade eden bir şekilde var olmuştur. Öyle ise görünen âlemde delil teşkil edecek bir mânanın tahkik edilmesi elbette lâzımdır. Çünkü onun bilinmesi ancak kendisi ile mümkündür. Yine böylece eğer kendisinin meydana gelmesi kendisin­den kuvvetçe aşağı olandan gelmiş olsaydı, ilk hasıl olan iş de kendisine raci´ olurdu. Bunların hepsinde az önce zikrettiğimiz hususlar vardır.

Batmıyye mezhebinden olanlar; isimlerden zikrolunanları ilk yara­tıcıya ve akıl, nefisten ibaret olan ikinci yaratıcıya yöneltiyorlar. Ve her âlemin akılda zahir olduğunu söylerler ki ondan da nefis meydana gelir ve nefis de heyulaya uzanır. Ve şöyle diyorlar : Akıl ibda´ (meydana ge­tirmek) ile var olmuştur. İbdâ´t akim illetidir. Kendisinde var olacak her şey bulunur. Olan şeyi bilmiyen kimsenin ibda´ ile bir şeyi ortaya çıkar­ması veyahut onu meydana çıkarmaya kadir olmayanın veyahut da mey­dana çıkmış olmasını istemeyenin kendisini meydana çıkarması mümkün değildir.

İbda´ akıldan, kendi üzerine sahip olduğu kudretle vasfolunmayan, kendisini bilmeyen, kendisi ile anlamayan bir şey olmak bakımından ta­biat sahibinin fiilinin çıktığı gibi meydana çıkar. Bunun nezdinde Allah´a benzemeyi iyi görmediğinden Allah´dan isimleri ve sıfatları nefyetmesi hareketsiz kılma durumunda olup üzerine bir delil bulunmayan şey ye­rinde olur. Ve ondan da bu söz taklid üzere hasıl olur ki, bu da çok uzak bir ihtimaldir. Tevfik Allah´tandır.

Bununla beraber şöyle de deniliyor : «Allah» O´nun, veyahut onun gayrisinin ismidir. Gerçekte onun, akim ismi olduğuna rücu´ eder. «Rahman» ise nefsin ismidir. İşte onların mezhebi bu görüştedir. Allah´a isim vermekten, O´na bir şey benzetmekten korktukları için çekiniyorlar. Son­ra onlar, mabut olana ilâh ismi verdiler. «Rahman» ve «Rahîm» ise adet­leri sayılmayacak, parçalarının sayılmasının pek güç olan ağyar, yani ilâh´m gayri olan şeylerdir. Onların katında peygamberler güya tevhid akîdesiyle değil birden fazla ilâha ibadet etmek sistemiyle geldiler. Yar­dım a,ncak Allah´tan istenir.

Sonra onlara Allah´ın ismi yoktur, dediklerinde sorulur; size göre, Allah´ın ne zatî ismi vardır ve ne de zâtı sıfatı. Bu sözünüzden neyi kas-dediyorsunuz Bu sorumuza cevap vermek için kendilerinde Allah´ın ismi yoktur, demelerinden başka çıkar bir yol bulamazlar. Ve ileri sürmüş ol­dukları görüşleri ve Allah´ın zatî ismi yoktur demelerinin hepsi bâtıl olur. Sonra onlar, şu iddiada da bulundular; gerçekten Allah´ın ibdâ´dan alın­ma, «nıubdî´ - yaratıcı» gibi gayri olan ismi vardır ki bu ibda´, mubdî´in il­leti olur. Mubdî´ ise, ne illetlidir ve ne de illettir. O, illeti meydana getire­nin kendisidir. Çünkü her ma´lûl´ün illet olmasının caiz olması mümkün değildir.

Kendisine denir ki; madem o, Allah´ın ismini, gayrinden kılmıştır[572] : Başkasının gayrinin kendisine tahakkuk ettirdiği şey!0 bu isim midir yok­sa bu isimle isim verilen midir Bu soruya eğer hayır diye cevap verirse o zaman Allah´a gayri olanlardan dilediği şeyle ve istediği gibi de illetle, mâ´lûlle isim verebilir. Çünkü Allah´ın gayrisi, bu hususlara müstahak­tır. Çünkü o, böyle diyor. Böylece Allah ver idi illet ve ma´lûl yok idi, di­yor. Öyle ise o, söz bizzarure hakiki manâsiyle değil, mecaz olarak ifade edilen bir sözdür. Bu ismi ona, kendisine müstahak ve lâyık olmadan gayri vermiştir. Eğer o isim, kendisinde ibda´ ile var idi derse; denilir ki, kendisinde yok iken sonradan ibda´ var idi. Hatta kendisine bu ismi hangi yönden olursa olsun gerçekleştirdi. Tâ ki bu ismi kendisine vacip kıldı. Böyle olursa ibdâ´ı onun için nihayetsiz olan bir şey kılması lâzım gelir ki, bu da mümkün değildir. Bunu kendisi de ifade etmiyor. Öyle ise ibdâ´m bizatihi olması vacip olur. Ve böylece de devamlı olarak mubdi´ olur. Bun­ların hepsinde zaruri olarak kendisine zatî olan bir isim vacip olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Sonra bize göre, meselenin esası şudur : Gerçekten mutlak olan isimde benzetmenin tahakkuk etmesi muhtemel değildir. Çünkü görünen âlemde her ismin kendisine hâs bir mâna ifade ettiği için iman-küfür, hayır-şer, karanlık-ziya ve ölüm-hayat gibi bir birine zıt olan her isim bulunur. Eğer mutlak olarak isimde bir­birine benzerlik bulunsaydı, zıt olanlar bilinmezdi ve isimlerde de ihtilâf ve benzersizlik görünmezdi. Eğer bir şeyin ismi olmamış olsaydı, ihtilâf ve ittifak yönünden bilinmemiş olurdu. Bu hususun bilinmesi murad olun­duğu içindir ki kendilerine isim verildiği sabit olmuştur. Eğer görünen âlemde birbirine benzeyen müsemmada ma´lûl olanın manâsını nefyet­mekte ismin muvafakati olmamış olsaydı sufiî ve ulvî olan âleme ve ilk ve ikinci mubdi´e isim verilmezdi Ve bütün eşyadaki ismi nefyetmekte Allah´ın ismi ile gayrinin ismi arasında muvafakat vardır, diye iddia ede­nin iddiası arasında muvafakat bulunurdu. Oysaki yaratmanın tek olma­sını söylemekte teşbihin nefyedilmesini görürdü. Her nekadar teklerin isim bakımından içtima´ı var ise de.

Sonra gerçekten onun katında ibda´, yani yaratmak, bir illettir ve «şey»le vasfolunmaz. Çünkü onunla eşya var olur. Arazların hepsi de âlim, kadir ve benzerleri ile vasfolunmaz, eğer ismin ispatında ve bulun­masında benzerlik olsaydı. Bu hususun da zikrettiğim yönden böyle ol­ması gerekirdi. Kuvvet ancak Allah´tandır. [573]


Rahman Ve Kahmı Olan Allah Adıyla
(İnsanların, Allah´ın, Mahlûkatı, Niçin Yarattı Sorusunu Sorana Verilen Cevap Hakkındaki İhtilâfı)




Hamd-ü sena ol Allah´a mahsustur ki bizde bulunan en büyük ve de­ğerli, bitmez-tükenmez nimetlere karşı yapılan sonsuz hamd ve şükür­lere müstahaktır. Bizi en doğru yollara yöneltmesini, o yollarda muvaf­fak kılmasını kendisinden niyaz ederiz.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar, birinin şu sorusuna verilecek cevap hakkında ihtilâf ettiler : «Allah, mahlûkatı niçin yarattı »

insanlardan bir grubu şöyle diyor : Bu soru batıl ve fasittir. Böyle bir soru sorulmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ, Hakimdir. Her yarattığını bir hikmete binâen yaratır. Devamlı olarak Âlimdir, her şeyi bilir; Ganî´dir, kimseye muhtaç değildir, bütün mahlûkat O´na muhtaçtır. O´nun fiilinin, hikmetinin dışında bulunmasına imkân ve ihtimal verilmez. Çünkü böyle olmamış olsaydı hikmetsiz olan fiilin meydana çıkması, hikmetin bilinmemesinden ileri gelirdi. Veyahut hikmetin yolu korunmuş olsaydı fay­danın yok olmasından korkardı. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Âlim olup kendisine asla ve kata cehalet arız olmayınca ve müstağni olup gidermesiyle faydalandığı bir ihtiyaç kendisinde bulunmayınca onun fiili­nin hikmet haricinde bulunması batıldır.

«Niçin » sorusunda hiç bir hikmet yoktur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ´yı kendi fiilinin bir eğlenceden ibaret olduğunun anlaşılmasını nef-yederek şöyle buyurmuştur : «Biz, gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri boş bir eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık. Hayır, biz, hakkı, batılın tepesine atarız da, o, onu parçalar. Bir de bakarsın, o anda mahvolmuştur. Allah´a isnad ettiğiniz vasıflardan ötürü size yazık­lar olsun. Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar, Allah´ındır, O´nun ka-tindakiler (melekler), kendisine ibadet etmekten ne çekinirler, ne de yo­rulurlar. Gece - gündüz, hep Allah´ı teşbih ederler, usanmazlar. Yoksa, kâfirler bir takım ilâhlar edindiler de yerden ölüleri onlar mı diriltecek­ler Eğer yer ile gökte Allah´tan başka ilâhlar olsaydı ikisi de muhakkak fesada uğrardı; yok olurdu. O halde Arş´ııı Rabb´i olan Allah onların vasfetmekte oldukları şeyden beri ve yücedir. Allah, yaptığından sorum­lu olmaz; kullar ise sorumlu olurlar.»´[574] Elhak yazıklar olsun ol kimse­ye ki, Allah´ın bir şeye muhtaç olduğunu veyahut Allah´ın fiilinde bir hikmet bulunmayıp yararsız olduğunu sanmıştır.

Mu´tezile mezhebinden bir zümre ise, şöyle der : Allah daha iyi olanı gördü ve öylece yaptı. O´nun fiilinden daha iyi olanı sorulmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki: Bu söz, daha iyi olanı ile hikmetin murad edilmesinden hâli Çalmaz. Eğer hikmet murad edilmişse bu ilkidir. Eğer bu sözden kendisinden başka bir manâ murad edildi ise daha iyiyi bilme hakkında ortaya atılan söz niçin söylendi, diye denilen söz gibidir. Yani ikisi de eşdeğerdedir. Bununla beraber fiil hakkında Allah´ın daha iyi yapmasının şart olduğu, nereden, nasıl vacip olur, diye sorulur. Oysaki bu gibi sözden haya duymakta, insanlar içinde onlar daha lâyıktır. Çün­kü hiç bir şey yoktur ki, daha iyi olan için şart kılınsın da onun aynısı­nın bir şeyin fesada uğraması için şart kılınması daha mümkün olmasın.

Bu ise daha büyük bir fesada uğramadır. Bir şeyin hikmet olup sonra onun hikmetsiz ve yararsız olması caiz değildir. Çünkü daha iyi olmanın teVili başkası için daha iyi olmaktır. Bu ise onların katında fesada uğra­ma olur. Hikmetin te´vili ise yapılanda isabettir. Bu da her şeyi kendi yerine koymak, ve her şeyi yerli yerinde yapmaktır, ki, bu adaletin ma­nasıdır. Allah-u Teâlâ´nın fiili bunun dışına çıkmaz. Ve sonra şöyle di­yor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, bizatihi yaratıcıdır. Çünkü «Halik» ismi öğme ve büyüklük ifade eden bir isimdir. Allah-u Teâlâ´nm kendisinden gayri ile buna müstahak olması mümkün değildir. Çünkü bunda kendisine yararı icabettiren husus vardır. Kim ki fiilinin vasfı bu olursa o kimse muhtaçtır. Ve Allah-u Teâlâ´nın bizatihi yaratıcı olması sabit olunca mu­hakkak yaratıcı olmaması caiz olmaz. Bu soruya cevap vermek mümkün değildir. Tıpkı Allah, «niçin âlimdir, niçin kadirdir » sorusuna cevap vermek mümkün olmadığı gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bir grup insanlar ise şöyle der : Allah-u Teâlâ, Kerîm, çok cömert olunca kendisine cömertlik izafe etmekle vasfolunması lâzım geilr. Bunun için muhakkak bir şey yaratmak gerekir ki, bu yaratması ile yaratüan´a çok nimetler versin, cömertliğinin eseri onun üzerinde bol bol görünsün ki, kendisi buna kadirdir. Kudret, elbetteki bir fiilin zayi olmasını gerçek-leştirmez. Yaratmak da böyledir. Tevfik Allah´tandır.

Başka bir grup insan da şöyle diyor : Soru sormak mümkün değildir. Çünkü soru sormak, yaratılan için bir illetin geçmesini icabettirir. îlîet ise ya yaratılmış olur ki, ondan sormak mahlûkatm tümünden sormanın aynısıdır. Veyahut ta illet, yaratılmış olmaz. O zaman ezel de ilansız kal­mış olur. Hatta açıklaması geçtiği gibi yaratma fiilinin bizatihi kendisi yarattığı ifade edilir. Tevfik edici Allah´tır.

Bir grup da şöyle diyor : Mahlûkatm yaratılışından sormak şu mâ­nalardan öteye geçmez. Ya şöyle sormamız gerekir; Allah-u Teâlâ, baş­kasını yaratmadı da niçin bu âlemi yarattı Kendisi hakkında bu soruyu sormak, bunun hakkında soru sormaktan ibarettir. Allah-u Teâlâ bulun­duğu zamandan önce olması için niçin mahlûkatı yaratmadı demek de böyledir. Oysa ki yaratmak vaktinin gayrinde vukubulmamıştır. Bilâkis o, var olduğu vakitte olmasını ifade eden var olmayı haber vermekten ibarettir.

Veyahut bu âlemin hakikatinden sorulur; ve suali de kendisinden olur. Güya o, sorup şöyle der : Ben niçin soruyorum Niçin ben sormayı düşünebildim Niçin ben akılsız değilim Bunların hepsi fasit ve batıl sözlerdir. Çünkü o, kendisinden suali men ediyor. Tevfik Allah´tandır.

Bazı insanlar da âlemin yaratılışının sebebi hakkında şöyle der : Al-lah-u Teâlâ, âlemi illetlere binaen yaratmıştır ki, âlem, o illetlerden, o illetlerin içinde ve o illetlerden sonra olan şeyde olur. Bu da bütün feyle­soflardan makul olarak işitilen sözdür ki, onlar, âlem maksatlara binâen yaratıldı ki, yaratan onu takip eder. Yapmış olduğu işi niçin yaptığını[575] o işin hikmete binâen yapılmadığını´[576] bilmiyerek yapmış olduğu işin akı­betlerini bilmiyen her fail böyledir. Sonra âlemin yaratılmış olduğu manâ hakkında da ihtilâf olundu. Bası kimse göyle der : Âlemin hepsi[577] âlemde imtihan olunmak için yaratılmıştır. Çünkü hikmet kendilerinde zahir olur. Ve yine böylece kendilerinde yücelik, sultanlık, yükseklik, celâl za­hir olur. Kendileriyle hikmet ve hikmetsizlikten ibaret olan sefeh zahir olur. Yaratmaktan maksud olan da onların kendileridir. Mahlûkattan başkaları kendileri için ve onların menfaati onlarla imtihan olunmaları ve Allah´ın varlığına delâlet etmeleri için yaratıldılar; ve kendilerine mu-sahhar kılındılar. İmtihan olunanlar ise, Allah´a ibadet için[578] yaratılmış­lardır. Veyahut kendi menfaatleri için yaratılmışlardır ki, Övünülecek ve zem olunacak hususların sonuçlarını elde etmek için çaba harcarlar. Bun­ların hepsi kendilerinde vaki olur. Onları yaratanın her iki vecihten de yüce ve berî olması zarurîdir. Çünkü mahlûkat, muhtaç olarak yaratıl­mıştır. Kendilerinde ihtiyaçlarını bildiren ve onun giderilmesinde yapacak oldukları şeyi Öğreten husus, kendilerinde var edilmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bazıları da şöyle diyor : Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatı illet için yaratmadı. Çünkü her şeyin ötesinde illet olacak bir şey yoktur. Bazı mahlûkat ise illet için yarattı. Bu tıpkı bütün mahlûkatı bir mekânda yaratmadığı gibidir. Çünkü mekân mefhumu bütün mahlukatm hepsin­de vardır. Allah-u Teâlâ, mahlukatm bazısını da bazısının yararına ya­ratmıştır, îşte meydana gelmeler, sonra ceza ve mükâfat ve mihnet, mu­sibet, bunun üzerine carî olur.Bu suâlin cevabında Hüseyin´[579] şöyle der : Allah-u Teâlâ, mahlûkatı sebeblere binâen yaratmıştır ki, o sebebler, alâmet ve delil olmakta, son­ra ibret ve öğüt, sonra nimet ve rahmet, sonra besin ve kuvvet ve ha­cetlerin giderilmesinde rol oynayan varlıklar halinde çoğalmıştır. Sonra mahlûkattan bazısını, biri için nimet ve rahmet olarak yarattığı halde diğeri için de belâ ve musibet olarak yaratmıştır. Sonra devamla şöyle dedi : Eğer Allah-u Teâlâ, mahlûkatı başlangıçta maslahatlar ve yarar­lar için yaratıp da başka bir şey için yaratmamış olsaydı bir şeyin takdim edilmesi ve aynı şeyin ertelenmesi caiz olmazdı. Ve yine bir şeyin mükel­lef olarak yaratılandan önce yaratılmazdı. Bir emrin bir halden diğer bir hale dönüşmediği gibi fazlalık ve noksanlık da kendisinde bulunmazdı. Allah-u Teâlâ, mahlûkattan zihinlerin ve fikirlerin onları anlamak bakı­mından kendilerini kuşatmıyan ve mahlukatm yardımından gizlenen şeyi yaratınca, yaratma işinin bu adı geçen hususlar gibi olmadığı sabit olur. Fakat Allah-u Teâlâ, mahlûkatı hikmetine binâen yaratmış ve herşeyi yerli yerine koymuş, bütün işleri fayda ve zarar, zarar ve fayda yönle­rine sarfederek yaratmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu bölümün hülâsası şudur ki, onların sözüne göre yaratma için fiilen gayri olmayınca onun fiilinden hiç bir şey üstün görülmüş olmaz. Çünkü o, her fiili ile zulüm sıfatını baki bırakmıştır. Yapacak olduğu şey için de kendisi muhtar olmazdı. Zira eğer kendisinde bunun gayri bulunmuş olsaydı müfsit olurdu. Başkasın­da düzeltme ve doğrultmayı yerine getirmekten aciz kalırdı. Bu ise, zem sıfatının son noktasından ibarettir. Tevfik Allah´tandır.

Eğer onun fiilinden gayrisini yapması caiz olmamış olsaydı; kendi fiili ile kendisi yararlanmış olurdu. Ve böylece o fiili ile övülmesi ve onun üzerine sena olunması için o fiile muhtaç olurdu. Çünkü hamd ü senaya, ancak başkası ile müstahak olan kimse, kendisine senanın vuku bulması ve onunla yararlanmasına muhtaç olurdu. Zira onların söyledikleri söz­lerden bazısı da şöyledir : Gerçekten onun fiili kendisinin dışındadır. Ve onu o terkedemez. Onun fiili, kendi fiilinin gayri de değildir. Çünkü baş­kası onun derecesini siler ve alçaltır.

Öyle ise işlediği şey ile yararlı olanın meydana geldiği anlaşılır ki, o da onların nezdinde kendisinin gayridir. Bu ise akıllıların örfünde muh­taçlığın bir sıfatıdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Hüseyin´in zikrettiği hususlardan kâfi derecede takdim olun­makla beraber emir, nehiy, terğib ve terhip hakkındaki söz, şöyle açık­lanıyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, mahlûkatı terbiye ile uslanmış zelil olmuş halde, yararlı ve zararlı olanları bilici olarak, delilden gördüğü ile görmediğine delil getirir bir halde yaratmıştır. Öyle ise Allah-u Teâlâ´ nın bilmeyi farz kılmaması[580] cehaleti mahlûka vermemesi .caiz olmaz. Çünkü böyle olmuş olsaydı her kötünün ve yalanın mubah olması gere­kirdi. Bununla beraber yaratmış olduğu her mahlûkun, yaratılışında bir nimet vardır, nimet için de şükretmek aklen lâzımdır.

Sonra vaad ve vaîd terğib olarak Allah´a ta´zim için ve Allah´ı kü­çümsemekten kaçınmak içindir. Sonra Allah, nıahlûkata, özellikle insana çeşitli nimetlerini verip insanı en üstün vasıflarla mükerrem kılınca Al­lah´ın bu nimetlerine şükretmesine karşılık Allah ona sonsuz sevap ve mükâfat verir. Küfür de isyanın son zirvesi olduğu için ona karşı verile­cek ceza da böylece sonsuz olur. Ve yine imân, sonu olmayan ve bitişi bilinmeyen bir şeyi tasdik etmektir. Küfür de sonu olmayan ve bitişi bu­lunmayan şeyi yalanlamaktır. Her ikisinin cezası da buna göre olur, Yani imânın karşılığı verilecek sevapla mükâfatın sonu ve bitişi olma­dığı gibi küfre karşı verilecek cesa ve azabın da sonu ve bitişi olmaz. Bu­nun içindir ki, küfürden başka olan günahın bağışlanması caizdir. Çünkü küfürden başka olan günah, sonu bulunmayan şeyin inkâr edilmesi de­ğildir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bize göre, emrin ve nehyin delili, em­reden ve nehyedeni bilmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ, hayvanlar arasın­dan beşere bu hususu bilmesini has kıldı ki, bunu ihmal etmeleri asla doğru değildir. Tıpkı kendisinde yarar bulunan bir şeyin ihmal edilmesi doğru olmadığı gibi. Her güzel olan şey, aklen güzel ve her çirkin olan da aklen çirkindir. Sonra fiilde çirkini işlemek çirkin olur, güzel iş de gü­zel bir fiil olur. Bunun için kendisinde emir ve nehiy olan[581] yerde emrin ve nehyin bulunması lâzım gelir. Çünkü gerçekten Cenabı Allah, kendi hikmetine, vahdaniyetine delâlet etmesi için mahlûkatı yarattı. Mahlûkatını bu hususları bilmekten hâli bırakması caiz olmaz. Böyle olsaydı mahlûkatı yaratması abes olurdu ve külfetin kaldırılmasında da mahlû-katm zevali olurdu. Çünkü mahlûkatm zevalinde yok olma meydana ge­lir. Her kim ki bir şeyi, her hangi bir maksad için değil, sırf yaptığını yıkmak için bina ederse o kimse abesle iştigal etmiş ve hikmetsiz bir iş yapmış olur. Sonra vaad ve vaîd, terğib ve terhib içindir. Çünkü böyle olmamış olsaydı, ibadetten yararlanma, isyandan da zarar görme mey­dana gelmezdi. Ve kendi fiilleri hakkında yaratılan için menfaat olmazdı. İbadet yapan için yararlanma, isyankâr olan için de zarar olmadığı va­kit emir ve nehyin manaları yok olup giderdi. Çünkü bu emredenin yara­rına değildir.

Bunun içindir ki, hikmet için vaad ve vaîd gerekmektedir. Bununla beraber emir ve nehiyde nefisle mücadele ve mücahede etmek ve onu ta-biatin istemediği ve nefsin istemeyip uzaklaştığı şeye sevketmektir. Mü­kellef olan buna galip gelmeyi ve onu dilediği şeye emrolunduğu hususa-götürmek için yol olarak ancak vaadi ve vaîdi getirmeyi bulur. Hatta bu­nu gördüğü vakitte lezzetli olunan şeyleri terketmek kendisine kolay ge­lir ve büyük külfetleri yüklenmeye de güçlü kesilir.

Sonra beşer, Öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kendisine sonuçlarında bir menfaat gözetilmeyen veyahut sonuçlarmdaki zarardan korunmayan şeyi işlemek kendisine çirkin gelir. Öyle ise amelleri için bunu yerine ge­tirmesi elbette lâzımdır[582]. Bu da vaad ile vaîdin gerçekleşmesidir. Eğer bu olmamış olsaydı, dost ve düşman tarafından gelecek olan işlerin sonuç­ları eşdeğerde olurdu. Ve muhtar olma, mecbur olma bakımından her iki­sinin birbiriyle çelişkili bir halde bulunmaları, sonuçlarının birbiriyle uyum sağlamamalarını vacip de kılar. Tevfik Allah´tandır.

Bizim, yapılan ibadetlere karşı verilen sevap ve mükâfatın hepsinin Allah´ın kullarına karşı olan lûtfu ihsanı olduğunu söylememiz mümkün­dür. Çünkü Allah-u Teâlâ´nm kullarına vermiş olduğu nimetlerin karşılığı öyle şükre lâyık ve müstahak oluyor ki, bunu insan oğlunun hayatı bo­yunca ödemesinin imkân ve ihtimali yoktur. Öyle ise sevap ve mükâfat, Allah´ın lütuf ve ihsanı olur. Sonra Allah-u Teâlâ´nm yapılan amellere karşı kat kat sevap vermesi de böylece Allah-u Teâlâ´nm lûtfu ve ihsa­nıdır. Nitekim Aîlah-u Teâlâ, bu hususda şöyle buyuruyor : «Kim bir ha­yırlı ve güzel amelle gelirse, ona, on misli sevap verilir. Kim de bir günah ile gelirse, ona ancak bir misli ile (günahı kadarla) ceza edilir. On­lar, haksızlığa uğratılmazlar.»[583] Allah-u Teâlâ, âyet-i kerîme´de günaha karşı cezadan hikmetin icabettirdiği şeyi, sevaba da kat kat vermekte de Allah´ın fazl u kereminin muhtemel olduğu şeyi zikretti. Çünkü bu, işin aslı ve esasıdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husus, emir ve nehyin gerektirdiği şeyden aklımızın yettiği ka­darca bir beyandır. Bununla beraber peygamberlerin, Allah´dan emir ve nehiy ile gelmelerinde kâfi derecede delil vardır ki, her ikisinde de büyük hikmet bulunduğunu söylemek gerektir. Bizim aklımız bu hususları bil­meye kâfi değildir. Bununla beraber aklın kullanılması terkedildiği va­kitte diğer azalar gibi kendi sebebi olan menfaatlerin durması muhtemel değildir. Akıl da bunun gibidir. Yani, diğer azalarda zikrettiğim husus­lar gerekmektedir ki, o da fiilin hakkı ve işaretidir. Kuvvet ancak Allah´­tandır. [584]

Tevhid Hakkında Mesele (Kim Ki, Nefsini Bilirse Rabb’ni Bilir)


Eğer biri çıkar da; gerçekten insanlar «kim ki, nefsini bilirse Rabb´ini bilir» sözünde ittifak etmişlerdir, fakat bilmenin şekli ve yönü hakkında ihtilâf ettiler, derse bu husus, şöyle izah edilir :

Seneviyye diyor ki : Allah-u Teâlâ´nm zatmm hayrı ve şerri kuşattığı bilinince, ondan her cihet için bir Rabb olduğu bilinir.

Yahudiler ise; Allah´ın cüzden biri olduğunu söylediler.

Müşebbihe mezhebine gelince; onlar da şöyle diyor : Allah bir cisim­dir. Çünkü görünen âlemde nefsin bilinmesi cisim için olur.

Celim de der ki; Allah yok iken sonradan var olduğu bilinince o, bir şeydir, cisimdir, âlimdir, semi´ (işitici) dir; basîr (görücü) dir. Böyle olunca bilinir ki, her kendisinde bu isimlerden biri bulunan hadis olanın tâ kendisidir. Halbu ki onu meydana getiren Rabb´isinin hadis olması mümkün değildir.[585] Bizce (ehl-i sünnet) ise bu husus şöyle ifade edilir : Gerçekten «kim ki nefsini bilirse o, Rabb´ini bilir.» Çünkü o, nefsini araz­lardan görme ve işitme ve başkalarından ihtimal dahilinde olanı bilmedi­ğini biliyor. Ve nefsinden fesada uğrayan şeyin ıslâhını da bilmediği gibi zamandan, mekândan almış olduğu1 nasibi kadarmca olanı ve kendisine gelen çeşitli ihtiyaçların nereden geldiğini ve o ihtiyaçları kendisi ile gi­derebileceği şeyin hakikat ve mahiyetini de bilemiyor. Bu, onun yaratılı­şında vardır. Bununla beraber kendi nefsinde gördüğü şey ile zeval bul­duğunu müşahede ediyor. Öyle ise onun geçmiş hallerinden olanlardan, tâa, bugünkü haline kadarını kendisinde bulunan zamana kadar, hal­lerin çeşitli merhalelerden geçtiği bilinmesi ile beraber, bu hususları bil­mesi uzak bir ihtimaldir. Bunu zihninde bile tasavvur etmesi çok güç­tür. Aklı, bunu kuşatması ihtimalinde bulunmaktan çok acizdir, işte bu noktalardandır ki o, bizzarure kendi nefsini, bulunmuş olduğu hal üzere kendisi icadetmediğini bilir. Hatta, eğer nefsinin icadetme işi kendisine ait olmuş olsaydı, geçen hususların tümünü bilecek şekilde meydana ge­tirirdi. Çünkü eğer bu hususlardan her hangi bir şeyi meydana getirmeye kadir olmuş olsaydı kendisinde sabit olan cehalete, sonra kendindeki ih­tiyaçları giderme babından haber verilen hususlarda ve kendisinde fesada uğrayanı ıslâhla acze itilmezdi. Bu takdirde bilinir ki o, yani Allah, his­settiği şeyi yaratma bakımından mahlûkatın en malik olanı kendisine verilen hakikatleri idrâk etmekte en üstünü ve adı geçen işlerden bilinen şeye vukuf bulmakta en süratli olanıdır. Böylece kendi nefsinin bir şeyi icadetme, var etme, baki kılma, yok etme gücünün dışında olduğunu bilir ve anlar. Sonra hissedilenlerin hepsinin ayan beyan olduğunu da bilir. Çünkü onlar kendi ihtiyaçlarında şaşkınlığa düşmüş olanlar gibi kendinin tedbir ve icadı altındadırlar.

Ve bilir ki, sebebleri anlamakla, hadiselere vakıf olma ve üzerinde bulunduğu ihtimallerden kendisi gibisi, ancak nefsinin bulunduğu halin bütün manalarının[586] dışında olan kimse ile olur. O hallerin içinde mana­lar değişikliğe uğrar. İşte yukardan beri izahına çalışılan hususlarla onun var olması aciz olmayıp her şeye kadir[587] olanla; cahil değil âlim olanla, ve tedbiri, icabında kendisine karşı çıkılması mümkün olmayan yüce4 Allah iledir. Ve yine bu hususlardan hiç bir şeyin yüce olan Allah´a ben­zemediğini de Öğrenir.

Öyle ise kendisine benzemesi yönünden, hadis veya kadîm olma ve­yahut, kendisini başkasının yaratmasından kendisinde bulunmasını ge­rektiren şeyin gerektiğini söylemesinin hiç bir anlamı yoktur. Eşyanın hepsi de böyledir. Zira eşyanın arasında, ihtiyaçlar, aczin ve sınıfın çe­şitleri itibariyle muvafakat ve mutabakat vardır. Sonra hadis olma ba­kımından bütün yönlerden aralarında muvafakat bulunur. Bununla, kendisinin, ona tüm yönleriyle benzemediğini bilmesi gerekir. Yönler, kendisini icâd edene değil; bilakis kendisi için bulunur. îşte bu hususlarda Allah´a yaraşan, ve lâyık olan şekliyle Rabb´in bilinmesi bulunmuş olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu ifadelere göre Cehm´in, «Allah, âlim ve kadir değildi; sonra böy­le, yani, âlim ve kadir» oldu sözü çürütülmüş oldu : Aynı zamanda «Al­lah fail ve mütekellim değildi; sonradan fail ve mütekellim oldu» diyen kimsenin sözü de batıl olur. Çünkü onlar, Allah´da, kulun hadis olması ve yaratılması bakımından kendisini bilmeye sebeb olan haller ve yön­lerin değişime uğradığını ifade ettiler. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Hallerin ihtiyarî olarak vuku bulmasının kabul edilmesinin müm­kün olması ve ilim, kudret, hayat, işitme ve görme gibi yüce sıfatlarla mevsuf olmasının imkân ve ihtimal dahilinde bulunmasından yukarda zikrettiğim şeylerde kendisinin, âlim ve halik (yaratıcı) olan Allah ile var olduğunu açıklayan hususlar vardır. Bütün gıda maddeleri de böy­ledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Hayra ve şerre muhtemel olması ve hallerinin muhtelif olmasında, kendisinin yaratılması; hayır ve şerre yorulmayan ve hallerinin de muh­telif olmamasına sarfedildiğinin bir delilidir. Bunun böyle olması herşe-yin bulunduğu hal üzere var olması Allah´m takdiri ile olduğunun beyan [588]edilmesi içindir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bir kısım insanlar da bu hususta şöyle diyor : Kim ki kendi gizli var­lığını bilirse Rabb´ini bilir. Gizli varlığı ise, kendisinde yüceliğe ulaşma ihtimali ve işlerin salâhı için yaratılan «iç âlenıi»nden ibarettir. Bu­nunla mahlûkatın idaresine ve sebeblere bakmanın küfürden ibaret olan işlerden gizli olanların idrakine sahip ve malik olur.

Bu söyledikleri şey[589] güzel bir sözdür. Yaratıcı olan Allah´ı bilme hakkında zikrettiğimiz şey, Allah´m hallerinden gizli olan şeyin gizliliği­ni[590] idrâk etmeğe kâfi derecede açık vaki olmuştur. Ve kapalı olan şeyin bilinmesine ulaşmış sebebler de zahir olmuştur. Bununla kendisinde giz­li kalan şey bilinir. O şeye nefis ismi verilsin veya verilmesin. O, açıklık kazanmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır. [591]


Mes´ele (Allah «Şey»Dir, Demenin Mânası)



Sonra «şey» ifadesi, ispatdan başka bir şey değildir. Ve dıs varlık­tan da ispatdır. Çünkü «şey olmayan», nefyi ifade eder. Bununla bilinir ki Allah-u Teâlâ şey´dir. O, kendi nefsinden şey olduğunu kendisinden nefyetmemiştir. Çünkü kendi nefsinin genel ahvali nefyolunnıuş olur. Kendi nefsini, onun şey olmasını nefyetmeksizin bilir. Böylece Rabb´isini bilmiş olur. Fakat Rabb´isinin şey olduğunu bilme yönünden değil. Bu­nun içindir ki, kendi nefsinin şey olduğunu bilmesi, Rabb´isinin gey oldu­ğunu bilmeyi menetmez. Çünkü Rabb´inin varlığına delâlet eden şey ol­mak değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır,

Cisme gelince : O, sınırlanmış herşeyin ismidir. Şey ise, ispatdan başka bir şey değildir. Âlemin olduğu hal üzere bulunması ispatın delili­dir. Bunun için âleme, «şey» denildi. Âlemde, Allah-u Teâlâ´nm sınırlı ol­masını nefyeden delil vardır. Çünkü âlemin sonu vardır. Fakat «şey» ol­ması bakımından değil, bilakis sınırlı olması bakımındandır[592]. Ancak sı­nır, manasına kullandığımız had ile vahdaniyet ve rububiyet murad edil­mesi müstesna. Allah-u Teâlâ´nm şey olması da böyledir. Allah hakkın­da sınırlı olma hususu yoktur. Çünkü bu husus, ekseriyetle araz yolun­dan şey´in nihayetine delâlet eder. Bu gibi şeylerden Allah-u Teâlâ yü­ce" ve beridir. İşte bu görünen âlemde cismin manasıdır. Cisimde, yine daha uzun, daha kısa ve daha geniş olması bakımından her yöne ihti­mali bulunan yönlerin bulunması icabolunmaktadır. Bunun içindir ki Allah´a cisim demek batıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm görünen âlemde, yani, dünyadaki bilinen ismi, varlığından kinayedir. Bunun te´vili ise, kendisinden yokluğu nef­yetmektedir. Allah-u Teâlâ, ezelde var idi. Varlığı ebediyyen hiç bir de­ğişikliğe uğramaksızm devam eder. Kendisine zeval ve bir halden bir hale intikal etme, hareket etme ve bir yerde karar kılma gibi şeyler gel­mez. Bu gibi sıfatlardan yücedir, beridir. Çünkü zikredilenler, durumla­rın, hallerin ihtilâf etmesinin bir vasfıdır. Kim ki kendisindeki haller bir­birine benzernezse o kimse, o hallerden ayrılamaz. Kim ki hallerden ayrı düşmezse, ki hallerin hepsi sonradan var olan hadis şeylerdir. Bunun için kendisinden ayrılmayan, sonradan var olmakla vasfolunur. Bu vasfo-lunmada da vahdaniyetin ve sonra da kıdemin sukutu vardır. Sonra «gayr»m kendi üzerinde tedbiri[593] cari olur Çünkü hallerden bir hal, eğer zatı için olmuş olsaydı, o halin, zatında bulunduğu müddetçe değişmesi, bozulması caiz olmazdı. Öyle ise bir halden bir hale nakledilmesi ve üze­rindeki9 hallerin değişmesi[594], «gayr»m bununla bulunduğu sabit olur. Bu ise onun mekânla vasfedilmesinden yüce ve berî olduğunun delilidir. Çünkü sabit olmuştur ki Allah vardı ve kendisi var iken mekân yoktu. Allah-u Teâlâ´nm Arş´ı istilâ etmesi ile bu hususun kendisine izafe edilmesinde mekân tesbiti yoktur. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nm «... Biz, ona şah dama­rından daha yakınız»[595] kavli celîlinde mekân tesbiti olmadığı gibi. Ve yi­ne Allah-u Teâlâ´nın «... Her hangi bir üç sırdaşın fısıltısı oluyor mu, mutlak o, (Allah) dördüncüleridir...»[596] ifadesi de böyledir.

Ve yine Allah-u Teâlâ´nın «Biz ise, ona, ilim ve kudretimizle sizden daha yakınız»[597] kavli celîli ile de bir mekân tesbit edilmemektedir. Çünkü Allah´a mekân isnat etmek, O´nu, tebcil ve ta´zîm etme cinsinden değil­dir. Bilakis mekânlar ancak Allah ile şereflenirler. Mekânların kadr u şerefleri, Allah-u Teâlâ´nın seçkin kullarından birine o mekânı mahsus kıldığı için, veyahut da o mekânın Allah´a ibadet etmek, veyahut da ken­disinde Allah´a ta´zim etmek için kılındığından başka bir mekâna Allah´ın onu üstün kılması ile vukubularak aralarında böyle bir benzersizlik ha­sıl olmuştur. Mahlûkattan olan yeryüzü sultanlarının veyahut seçkinle­rinin mekânla rütbesi ve derecesi yükselmiş olması bizzat mekândan sa­yılmayınca, bütün mevcudatın mâliki ve hâkimi olan Allah´ın mekânla yücelmesi nasıl düşünülebilir ki, mekânın kadr u şerefinin yükselmesi, derecesinin âli olması bile ancak Allah´la olur. Bu böyle olduğu vakitte mekânın Allah´a izafe edilmesinde Allah´a karşı bir ta´zim ifade eder, demek batıl olur. Sonra ta´zimin ardmda düşünülen şey, hacet için olur. Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan yüce ve beridir. Bunun içindir ki Aliah-u Teâlâ´­nın «O Rahman, Arş´ı istilâ etti.»[598] Kavli cemi ile Allah´ın mekânda var olması manası gerekmez. Çünkü bu kelime ile yücelik ve ululuk tabir olu­nur. Kendisinde bulunanın aynısının mahiûkatmda bulunması mümkün değildir. Bununla sabit olur ki, bu husus, Allah-u Teâlâ´nın zatına, yü­celik ve ululuk bakımından müstahak olur. Allah-u Teâlâ, zatı ile olduğu gibidir. Ve mahlûkatı yok iken de Allah böyle idi. Öyle ise, mahlûkattaki sıfatla vasfolunması caiz değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bununla beraber bu itikad Öyle bir ilimden[599] oluşmuştur ki, kendisi­ne her hangi bir ihtimal izafe edilmeden önce görünen alemde bunun kendisine izafe edilenin bir hali takaddüm etmiştir. Sonra Allah vardı; fakat var olduğu zaman mekân yoktu. îşte insanların itikadı bu hal üze­redir; yani, daha önce bulunan şeyden izafe edilmesi mahiyetinin anla­şılmasının değişmesi caiz olmaz. Mahlûkatina dair olan izafenin de an­laşılması Allah´a irca edilir. Görünen âlemde eşyanın hepsinin Allah´a izafe etmeye tahsis kılınması, Övülen haller, kendilerinden razı olunan işlerden olanla, Allah´a ta´zim edilme yerinde vukubulmuş olur. Öyle ise bunların arasında bulunan Arş´tn hal ve durumu ne ola! Tevfik Allah´­tandır.

Bu durumlara göre Allah-u Teâîâ´yı bütün mekân ile vasfedenin sö­zü batıl ve fasid olur. Çünkü hususi olarak Allah´a izafe edilen bir me­kânla bir çok mekânlar arasında hiç bir fark yoktur. Bilakis bir mekâ­nın Allah-u Teâîâ´yı ta´zim etmeyi beyan etmekte kullanılması daha ev­lâdır. Çünkü bu halde o şeyi özellikle zikretmek vardır. Zikıetmekte teş­rif ve tekrim bulunduğu için o şeyin yüceliğinin zikredilmesine raci´ olur. Mutlak olarak söylemekte ve hepsim Allah-u Teâlâ´nm sıfatının hakika­tini[600] izah etmeğe hâs kılmakta, Allah-u Teâîâ´yı ta´zim ve tebcil vardır. Tıpkı «herşeyin Rabb´i ve herşeyin ilâhı» denildiği gibi. «Muhammed´in Rabb´i, İbrahim´in ilâhı» denildiği vakitte bununla ancak her ikisinin şe­refli olduğu ve hürmete lâyık oldukları kasdoluntır. Buna kıyasla Arş´a izafe edilmesi, arşın ta´zimi ve onun büyütülmesini gerektirir. Her me­kâna izafe edilmek ise, Allah´ın mekânlarla vasfolunmasını icabettirir kî, bu da çirkindir. Çünkü Allah, ezelde bununla vasfohınmamıştır. Hiç bir şey mesafe ve sınırlı olmak bakımından Allah´a yakın olmakla vasfo-lunmadığı gibi; Allah da, bunlardan bir şeye yakın olmasıyla vasfolunmaz. Çünkü bunda mekânlar takdir etme ve sınırlamalar yönü vardır. Al­lah, gerçekten var idi ve mekân yoktu. O, ezelde olduğu gibi vardır. Za­man ve mekândan yüce ve beridir. Çünkü eşyanın sonuçları ve sınırlan zaman ve mekâna rücu´ eder. Kuvvet ancak Allah´tandır. [601]

Mes´ele (Allah´ın İsimleri Hakkında)


Biri şöyle der : Allah Teâlâ´ya bazan kendi ismi ile künye verilir. Tıpkı Firavun´un «Firavun şöyle dedi : ´âlemlerin rabbi de kimdir ´» âyet-i celîledeki sözü ve Mûsâ aleyhisselâmın «Mûsâ dedi ki: O, gök­lerle yerin ve aralarında bulunan her şeyin Rabb´idir...»[602] âyet-i celîlede gegen Mûsâ aleyhisselâmın Riravun´a verdiği cevaptaki sözü gibi. Allah-u Teâlâ´nm Mûsâ aleyhisselâma «Şu sağ elindeki ne, Ey Mûsâ »[603] kavl-i ce-Hli ve Mûsâ aleyhisselâmın «Musa şöyle dedi : ´O, benim asam (değne­ğim)´...»[604] cevabındaki sözü de aym şeyi ifade etmektedir. Birincisine ce­vap olarak şöyle denir :

Bazan «O, nedir ve O´nun sıfatı nedir » şeklinde sorulur. Bunun cevabı; «O, yani Allah işiticidir, görücüdür» şeklinde olur.

Bazan da «O, nedir » yani mahlûkat arasında kendisinin mahiyeti­ni bildiren şey nedir şeklinde olur. Allah-u Teâlâ, mahiyetten berî ve yücedir.

«O, nedir » bu soru ise «O, ne yapmıştır » deme ihtimalini taşımak­tadır. Bunun cevabı ise şöyledir : O, Allah bütün mahlûkatı yarattı. Ve herşeyi yerli yerine koydu. İşte bu da O´nun hikmetidir. Bazan «O, ne­dir » sorusu O, nedendir diye soru sorulmuş olmasına da muhtemel­dir. Cevabı ise; Allah-u Teâlâ, bir şeyden olmaktan yücedir, beridir. Bi­lâkis O, herşeyi var edendir; olur. Kuvvet ancak Allah´tandır,

Allah´ın keyfiyetinden[605] sual sorulması iki şekilde görülür : Birin­cisi; Allah-u Teâlâ´nm eşyadan bir şeye benzer olmasından kendisi için bir benzer talep etmektir. Böyle bir soruya; Allah birdir, bütün benze­meklerden yücedir, berî ve münezzehtir, diye cevap verilir. îkincisi ise; Allah´ın sıfatı nasıldır diye sorulması muhtemeldir. Bunun cevabı ise; tıpkı ilki gibidir. Yani Allah´ın sıfatının keyfiyeti yoktur. Çünkü O, ben­zerliği talep etmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ zatı ile ve sıfatı ile bir şeye benzemekten beridir. Ancak bu sorusu ile Allah vasfolunur mu diye sormayı murad etmesi müstesna. Böyle bir soruya da; evet, kendisini ilim, kudret, rahmet gibi sıfatlarla vasfettiği geyle vasfolunur. diye ce­vap verilir.

Birinin Allah nerededir diye sorması; mekâna dair sormasıdır. Biz, Allah-u Teâlâ´nm bu gibi hususlardan yüce, beri ve münezzeh oldu­ğunu geçmiş mevzularda açıkladık. Allah-u Teâlâ, eşyaya bitişmek ve ayrılmakla vasfoîunmadığı gibi, olduğu şey üzere mesafe yönünden eş­yaya hulul etmesi ve eşyadan çıkmış olması ile de vasfolunmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ vardı ve kendisinden başka bir şey yok idi. Öyle ise, Al­lah-u Teâlâ´nın bulunduğu halden[606] geçmişte beyan edilen şeye intikal etmesi mümkün değildir. Allah-u Teâlâ´nın mahlûkatın sıfatının dışına çıkması ve mahlûkata benzemenin dışında bulunması gibi tefsir ile bu gibi vasıflarla vasfolunması caizdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ, yardım etme, teşrif ve tahsis buyurma, ihsan ve rah­met etme, tevfik ve irşâd etme ki -bu bir çeşittir- yönünden yakınlıkla vasfolunur. Çünkü bu vasfın hepsi zatî bir vasıftır. Allah-u Teâlâ, veli­lerine devamlı olarak merhamet edicidir, onlar Allah dostları oldukları müddetçe Allah onları sever. Allah, düşmanlarına buğz eder, denmesi caizdir. Amma kendisinin gayrinde tahakkuk eden sıfatlan, yönlerinden kendi zatı ile vasfoîunmadığı için caiz değildir ve fasittir. Çünkü bu halde kendisi için bir medh, ta´zim ve yücelik olmaktan hâli kalmaz. Bu ise ken­disi için başkası ile olmuş olur.

Böylece mahlûkatı yaratması ile faydalanmış ve medholunmuş. olur. Halbuki Allah-u Teâlâ, binefsihî Ganî´dir, hiç kimseye muhtaç değildir. Her hangi birisinin kendisini medhetmesi ve kendisine yararlı olmasın­dan yücedir, bendir. Bunun içindir ki, bu gibi hususlarla Allah vasfolun­maz.

Sonra Allah´ın fiilinin, O´nun mef´ulu olmasını ifade etmek caiz de­ğildir. Çünkü görünen âlemde böyle bir şey bilinmez. Allah, bununla da, bunun gayrisiyle de vasfolunmaz. Ve çünkü biz beyan etmiştik kî, ger­çekten Allah-u Teâlâ´yı kendisinin gayri ile vasfetmek, O´nun muhtaç olduğunu icabettirir; O´nunla ezelde vasfolunur. Çünkü biz yine açık­lamıştık ki, ezelde vasfolunanm bozulması ve yok olması mümkün de­ğildir. Ve eğer gayrinde hâl olan ile Allah´ı vasfetmek caiz olsaydı kendi mahlûkatın dan her şey ile vasfolunması caiz olurdu. Bu ise mümkün de­ğildir; bunu biz geçen mevzularda izah ettik. Tevfik ancak Allah´tandır. [607]
Reply


Messages In This Thread
RE: imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 1. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 01:20 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)