Welcome, Guest |
You have to register before you can post on our site.
|
|
|
Sadaka vermenin önemi |
Posted by: SeliM35 - 09-09-2019, 09:12 AM - Forum: Sadaka ve Fitr
- No Replies
|
 |
Sadakanın önemi nedir?
Sual: Sadakanın önemi nedir?
CEVAP
Allah rızası için yapılan, maddi ve manevi her iyiliğe, sadaka denir. Şeytan verdirmek istemese de sadaka vermelidir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Şeytan sizi [Allah yolunda infak ederken] fakir olursunuz diye korkutur ve [sadaka vermemenizi] emreder.) [Bekara 268]
Sadakanın faydaları hakkında, hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Gizli açık çok sadaka verin ki, rızkınız bollaşsın, yardıma mazhar olun ve duanız kabul edilsin.) [İbni Mace]
(Hastalarınızı sadakayla tedavi edin. Sadaka, her hastalığı ve belayı defeder.) [Beyheki]
(İlmi olan ilminden, malı olan malından sadaka versin.) [İbni Sünni]
(İyilik ömrü artırır, sadaka günahları giderir ve kötü ölümden korur.) [Taberani]
(Sadaka kibri yok eder.) [Tirmizi]
(Sadaka verenin rızkı artar ve duası kabul olur!) [İbni Mace]
(Sadaka vermeye engel olana, lanet olsun.) [Isfahanı]
(Sadaka, kabir azabından korur. Kıyamette de himaye altına alır.) [Beyheki]
(Sıkıntılarınızı sadakayla önleyin.) [Deylemi]
(Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da günahları yok eder.) [Tirmizi]
(Vallahi, sadaka vermekle mal eksilmez. O halde sadaka verin!) [İ. Ahmed]
(Sadaka malı artırır. Öyleyse sadaka verin.) [İbni Ebiddünya]
(Sadaka 70 çeşit belayı önler. Bunların en hafifi cüzzam ve barastır.) [Hatib]
(Sadaka şeytanın belini kırar.) [Deylemi]
(Gizli verilen sadaka, Allah'ın gazabını söndürür.) [Beyheki]
(Sırf Allah rızası için sadaka verene, kıyamette Allahü teâlâ, "Ey kulum, sen benim rızamı gözettin, ben de seni hakir etmem ve vücudunu Cehenneme haram kılarım. Haydi, Cennete istediğin kapıdan gir" buyurur.) [Deylemi]
(Az da olsa sadaka verin. Parayı saklayıp vermeyene, Allah da ihsanını keser.) [Müslim]
(Rızkının bol olmasını isteyen sadaka versin.) [Deylemi]
(Sadaka vererek rızkınızı bollaştırın.) [Beyheki]
(Sadaka malı çoğaltır.) [İbni Adiy]
(Sadaka vermede acele edin; çünkü bela, sadakayı geçemez.) [Taberani, Beyheki]
(Sadaka verin. Çünkü sadaka Cehennemden kurtuluşunuza sebep olur.) [Taberani]
(Bir hurma tanesi de olsa, sadaka olarak verin; çünkü o, az da olsa açlığı dindirir ve suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları yok eder.) [İbni Mübarek]
(Güne başlarken sadaka vermek, felaketleri önler.) [Deylemi]
(Sadaka, nafile oruç tutmaktan daha faziletlidir.) [Beyheki]
(Sevabı Müslüman ana babasına niyet edilerek verilen sadakanın sevabı, onlara da gider, kendi sevabından da bir şey eksilmez.) [Taberani]
(Sadaka olarak verilen bir parça ekmek, Allah katında Uhud dağı kadar büyür.) [Taberani]
Sadaka vermek
Sual: Her gün sadaka vermek gerekiyormuş. Bulamayan ne yapar?
CEVAP
Resulullah efendimizle Eshab-ı kiram arasında şöyle bir konuşma geçer. Peygamber efendimiz buyurur ki:
- Her müslümanın sadaka vermesi lazımdır.
- Ya Resulallah, bulamayan kimse ne yapar?
- Çalışır, kazanır ve sadaka verir.
- Çalışacak bir iş bulamazsa ne olur?
- İhtiyacı olan kimseye herhangi bir şekilde yardım eder.
- Yardım edilecek bir kimse de bulamazsa?
- Herhangi iyi bir iş yapması [malım olsaydı ben de verirdim demesi, birine yol göstermesi, yoldaki sıkıntı veren bir şeyi kaldırması, ölümü hatırlaması, zararı dokunmaktan sakınması, ilim öğrenmesi ve öğretmesi gibi hususlar] da onun için bir sadakadır. (Buhari, Müslim, Nesai)
Kime vermeli
İlim tahsili yapılan yerlere, gerek zekât, fıtra, adak ve akika, gerekse sadaka şeklinde yapılan yardım, insanı kazalardan belalardan korur. Dünyada, sıhhat ve afiyet içinde bir ömür sürmeye sebep olur. Ayrıca farz olan cihad ve ilim yayma sevabına kavuşulur. Böylece yardım yapan kişi, hem dünyada hem de ahirette çok büyük nimetlere kavuşmuş olur. İlim yaymanın sevabını Peygamber efendimiz şöyle ifade buyuruyor:
(Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda cihada verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihad sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anilmünker sevabı [dinin emir ve yasaklarını öğretme] yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) [Deylemi]
İhlas Vakfı, öğrenci yurtlarında binlerce üniversiteli fakir öğrenciyi ve bilhassa Türk dünyasından gelen muhtaç öğrencileri barındırmaktadır. Onların birçok ihtiyacı, hayırseverlerin yardımları ile sağlanmaktadır. İhlas Vakfı senelerdir, hayırsever vatandaşlarımızın yaptıkları yardımları, en iyi şekilde değerlendirmektedir. İhlas Vakfı, Türk Dünyası’ndan gelen fakir öğrencilere her türlü yardımı yapmaktadır. Azerbaycan, Türkmenistan, Çeçenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Kırım, Doğu Türkistan ve diğer Türk topluluklarından gelen öğrencilere Türkiye’nin büyük şehirlerinde açtığı öğrenci yurtlarında her türlü maddi ve manevi yardımı yapmaktadır.
Yurtlarda üç öğün yemek çıkmakta, İhlas Vakfı, öğrencilere sevgi ve şefkat kucağını açmaktadır. İhlas Vakfı öğrenci yurtlarının bir yıllık et ihtiyacı hayırseverlerin verdikleri kurban vekaletleri ile karşılanmaktadır. Vakfa verilen kurban vekaletleri ile hayırseverler adına, kurbanlıklar satın alınmakta ve dinimize uygun olarak kesilen kurbanlar, soğuk hava depolarında muhafaza edilmektedir. Bir yıl boyunca da, bu etler yurtların yemek ve et ihtiyacında kullanılmaktadır.
Yıllardır ülkemizin ve Türk dünyasının binlerce gencine, öğrenci yurtlarında bir aile ortamı sıcaklığında sevgi ve şefkatle muamele eden İhlas Vakfı’na kurban vekaleti vererek yardım etmek, destek vermek gerekir. Çünkü hadis-i şerifte, (Hayra vesile olan hayır yapan gibidir) buyuruluyor.
70 yıllık komünizm zulmünden kurtularak ülkemize gelen misafir öğrencilere en iyi ev sahipliği yapan İhlas Vakfı, ülkemizin yüz akıdır. Eğitime ve devletimize verdiği hizmet ve destek ile en iyi şekilde kamu hizmeti yapmaktadır. Dünya tarihinde vakıf medeniyetini kuran dedelerimizin torunu olarak vakıfları, hayır kurumlarını ve ilim yuvalarını kurban vekaleti vererek veya başka şekilde desteklemek, bilgili, kültürlü öğrencilerin yetişmesine katkıda bulunmak milli ve dini bir vazifedir.
Arzu edenlerin zekât ve sadaka-i fıtraları da, fakir öğrencilere verilmek üzere vekaleten kabul edilmektedir. Bu hayırlı hizmete değerli okuyucularımızın da katkıda bulunmasını önemle tavsiye ediyoruz.
İhlas vakfına kurban vekaleti veren, İhlas Vakfı’nın hizmetlerine iştirak etmiş olur. Kurban vekaleti vermek isteyenler, herhangi bir İhlas Vakfı öğrenci yurduna veya Türkiye Gazetesi bürosuna giderek veya telefon ederek, kurban vekaleti verebilirler. İhlas vakfı ile irtibat için, (0 212) 513 99 00 numaralı telefona veya (0 212) 513 68 57 numaralı faksa başvurabilirler. Her türlü yardım, İhlas Vakfının, Vakıflar Bankası Nuruosmaniye Şb. (2007042) numaralı TL hesabına yapılabilir.
NOT: Kurban bedelleri yukarıdaki (0 212) 513 99 00 numaralı irtibat telefonundan öğrenilebilir.
Neler sadakadır?
Sual: Neleri yapmak, sadaka olur?
CEVAP
Allah rızası için yapılan her iyilik, sadakadır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kendine ve çoluk çocuğuna harcadıkların birer sadakadır.) [Beyheki]
(Her iyilik, sadakadır.) [Tirmizi]
(Güzel söz, sadakadır.) [İ. Ahmed]
(Güler yüzle selam vermek, sadakadır.) [Beyheki]
(Din kardeşine güler yüz göstermek, sadakadır.) [Tirmizi]
(Bir ağaçtan yenilen veya çalınan şeyler, o ağacı diken için sadaka olur.) [Müslim]
(Birine iyi şeyler öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, sorana yol göstermek, sokaktaki zararlı şeyleri temizlemek, birer sadakadır.) [Tirmizi]
(Herkesin eklem yeri kadar sadaka vermesi gerekir. Sübhanallah, Elhamdülillah, La ilahe illallah veya Allahü ekber demek, birer sadakadır. İyiliği tavsiye etmek, kötülüğe önlemeye çalışmak, birer sadakadır. İki rekât kuşluk namazı kılmaksa, bütün bunları karşılar.) [Müslim]
(Emr-i maruf, nehy-i münker yapmak sadakadır.) [Müslim]
(Müdara etmek sadakadır.) [Deylemi]
(Hastanın nefes alıp vermesi sadakadır.) [Hatib]
(Camiye giderken atılan her adım da bir sadakadır.) [İ. Ahmed]
(Ölümü hatırlamak sadakadır.) [Deylemi]
(Borçlu fakire, ödemesi için mühlet verenin, her günü, bir sadaka olur.) [Taberani]
(Yolunu kaybetmişe yol göstermek bir sadakadır.) [C. Sagir]
(Zevcine hizmet sadakadır.) [Deylemi]
(Nikâhlısıyla beraber olmak sadakadır.) [Müslim]
(Haramdan sakınanla, istişare etmek sadakadır.) [Deylemi]
(Kötülük yapmaktan sakınmak bir sadakadır.) [İbni Ebiddünya]
(Ödünç vermek bir sadakadır.) [Taberani]
(Selam vermek sadakadır.) [Buhari]
|
|
|
Sadakayla ilgili çeşitli sual cevaplar |
Posted by: SeliM35 - 09-09-2019, 09:09 AM - Forum: Sadaka ve Fitr
- No Replies
|
 |
Sadakayla ilgili çeşitli sual cevaplar
Sual: Borcu olan bir kimsenin sadaka vermesi caiz olur mu?
CEVAP
Ödünç alınan ve acil verilmesi gereken borçlar ise sadaka vermek caiz olmaz. Fakat taksitli borçlar ise mahzuru olmaz.
Sual: Taksitli borçlarım var. Muntazaman ödüyorum. Borçlunun önce borcunu ödemesi lazım olduğu için, cüzi miktarda da olsa sadaka versem olur mu?
CEVAP
Evet, kabul olur.
Sual: Hediye mi, sadaka mı daha sevaptır?
CEVAP
Önce aileye nafaka, sonra sadaka, sonra hediye.
Sual: Sadaka niyetiyle yapılan para yardımları vekaleten de olur mu?
CEVAP
Olur.
Sual: Sadaka verirken sevabını Peygamber efendimize göndermeye de niyet etmek caiz mi?
CEVAP
Sadaka verenin, sadaka sevabını Resulullah efendimize ve bütün müminlere göndermeye niyet etmesi iyi olur. Çünkü, kendi sevabından bir eksilme olmadığı gibi, hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevap verilir. (Redd-ül Muhtar)
Sual: Dilenmek haram olduğuna göre, birinden bir tek sigara istemek caiz midir?
CEVAP
Caizdir. Alan kimse fakir ise sadaka olur, zengin ise hediye olur.
Sual: Bir arkadaş, şeker, gofret gibi bir hediye verirken, yakala diyerek uzaktan atıyor. Bu kibir alameti değil midir?
CEVAP
Belki, samimi olduğu için veya hediyeye önem vermediği için olabilir; çünkü İslam Ahlakı kitabında deniyor ki:
(Sadaka verenin kibirli görünmesi, fakire karşı değildir. Verdiği malı küçültmektir. Mala kıymet vermediğini gösterir.)
Hediye veren de, hediyesine önem vermediği için öyle yapmış olabilir; ama samimi değilse, öyle yapmak doğru değildir.
Hayır kurumu
Sual: Cami için verilen parayı, daha önemli bir hayır kurumuna vermek caiz midir?
CEVAP
Daha önemliyse, daha iyi olur
|
|
|
Zekatla ilgili Fetvalar - Fetavayi- Hindiyye Zekat |
Posted by: SeliM35 - 09-09-2019, 09:07 AM - Forum: Mal ve Zekat
- No Replies
|
 |
Zekatla ilgili Fetvalar - Fetavayi- Hindiyye Zekat
1- ZEKATIN MANASI, SIFATI VE ŞARTLARI
Şefcât: Bir müslümanın, Hâçmıî veya bir Hâşİmî´nin kölesi olmayan, müsliiman bir fakire, ondan hiç tir menfaat beklemeksizin, sırf Allah nzasi için, i malını verniesidir. Zekâtın şerif şerifteki tarifi budur. Tefeyîn´ de de bökedir. [1]
Zekâtın Sıfatı :
Zekât, muhkem bir farzdır. Onu inkâr eden Jcalir olur. Ver meyen ise öldürülür. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Malın üzerinden tam bir sene geçince, zefcâtını^hemen ve-mek vacip olur. Özürsüz olarak, zekâ*, vermeyi geriye bırakan kimse ise günahkâr olur.
Râzî´nin rivayetinde, zekâtın verilntesi fevrî değildir, (yani, farz olur olmaz, hemen vermek gerekmez.) Bir kimse onu Ömrünün sonuna kadar tehir edebilir. Ancak, evvelki kavil esahhtır ve zekâtını tehir edip ölürken veren kimse günahkâr olur. Telızîb´de de böyledir.
Veya, bir kimse verilmesi gereken zekâtını,-malından Sırırken, ^-onun zekât olduğuna— niyyet etmelidir: Kenz´de de böyledir.
Zekât vermeye niyyeıt eden kimse, maluıdan bit-şey ayırmadan, senenin sonuna kadar, zaman zaman tasaddıakta bulunsa ve bu sadakaları verirken, zekâta niyyet etmiş olmasa, verdiği bu sadakalar, zekât olarak caiz olmaz. Tebyîn´de de böyledir.
Bir kimse, bu sadakaları verdiği sırada, kendisine, «bunu ne için veriyorsun » denilse ve o kimsenin de, hiç düşünmeden: »Zekât olarak veriyorum.» demesi mümkün olsa, o şahsın bu hali niyyet olur.
Ancak, bir kimsenin : «Senenin sonuna kadar verdiğim sadakaları, zekâtıma niyyet ettim.» demiş olması caiz olmaz. SSrâciyye´de de böyledir.
Zekâtını vermek üzere, birisini vekil eden kimsenin —zekât için ayırdığı malı—o kimseye verirken, zekât için niyyet etmesi caiz olur. Şayet, bu şahsı vekil tayin ederken değil de, bu vekile, zekâtı verirken niyyet etmiş olsa yine bu niyyeti caiz olur. Mî´râcü´d - Dirâ-ye´de de böyledir.
Bir kimse, başka bir şahsa zekâtını verip onu fakirlere vermesini emretse, o kimse de verirken niyyet etmese, bu da caiz olur. Çünkü, bu durumda, âmirin niyyeti bulunmaktadır. Serahsî´nin Mu-hıyt´inde de böyledir.
Bir kimse, zekâtını vermek üzere vekil tayin ettiği şahsa, zekâtını verdikten sonra, henüz o vekil zekâtı fakirlere dağıtmadan önce, zekâtın, sahibi niyyetini değiştirip yenilemiş olsa, ikinci niyyeti ne ise o, caiz olur.
Bu kimse, malının zekâtından vekiline bir kaç dirhem vermiş olsa, memur (= vekil) onu fakire vermeden önce, amir, o miktarın, , nezri yerine verilmesine nıyyet etse, verilen o şey zekât değil, nezir olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Zekât vercek olan bir kimse, bir şahsa : «Eğer, şu eve girersem, Allah için, sana şu yüz dinarı vereceğim.» demiş olsa ve o kimse de, mezkur eve girse, zekât verecek olan kimse de, o yüz dinarı zekâtı yerine vermeye niyyet etse; bu yüz dinar, zekât olarak caiz olmaz. Serahsî´nin Muhiyt´inde de böyledir.
Kendisine emanet olarak konulmuş -bir malı zayi etmiş bulunan bir kimse, emanetin sahibi olan fakir kimsenin düşmanlığından kurtulmak için, zayi olan emânetin bedelini, o fakir şahsa zekât niyyeti ile verse bu, caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdîbân´da da böyledir.
Bir kimse, niyyetsiz olarak fakire vermiş olduğu bir malı, henüz fakir harcamadan zekât olarak niyyet etmiş olsa, bu caiz olur. Fakat, fakir harcadıktan sonra, böyle niyyet etmiş olması caiz olmaz. Aynî´de de böyledir.
Bir kimse, başka bir şahsın malından, mal sahibinin haberi olmadan, bir fakire zekât vermiş olsa ve mal sahibi de buna razı olsa; eğer bu durumda ayiu mal, aynı fakirin elinde bulunmakta İse, bu zekât caiz olur. Aksi takdirde caiz olmaz. Sirâciyye´de de böyledir.
Bir kimse, ihtiyacından fazla olan malının hepsini tasad-duk eylese de, bu halde zekâta niyyet etmemiş bulunsa, bu kimseden zakâtm farziyyeü düşer. Bu istihsandır. Zâhidî´de de böyledir.
Nafile tasaddukta, niyyetin bulunmuş olması ile olmaması arasında bir fark yoktur.
Bir kimse, nisabının tamamını nezir veya başka bir vacip niyyeti ile, fukuraya vermiş olsa, neye niyyet etmişse onu vermiş olur. Diğerine ise borçlu kalır.
İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, nisabının bir kısmını fakire hibe etmiş olan, mal sahibinden zekât sakıt olur. Tebyîn´de de
böyledir.
İmâmı A´zam Ebû Hanîfe CR.A.) ´den de bunun gibi bir rivayet gelmiştir. Bu kavil, eşbehtir. Zâhîdî´de de böyledir.
Bir fakirde alacağı olan bir kimse, bu alacağından vaz geçmiş olsa; zekâta niyyet etsin veya etmesin vazgeçmiş bulunduğu bu malın zekâtı kendisinden düşer. Çünkü o,*helak olmuş mal hükmündedir.
Fakat, bu kimse, bu alacağından bir kısmından vaz geçmiş olsa, vaz geçtiği kadarının zekâtı zimmetinden sakıt olur.
Bu kimse, vaz geçtiği miktarı, kalan alacağının zekâtına niyyet etmiş olsa bile kalan alacağının zekâtı, bu şahsın üzerinde kalır. (Yani onun da zekâtını vermesi^ gerekir.) Tebyîn´de de böyledir.
Bir kimse, bir zenginde olan ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunan alacağını o zengine bağışlamış olsa, Câmî´in rivayetinde, esahh olan kavle göre, o kimse bağışlamış bulunduğu bu malm zekâtını da borçlu olur. Serahsî´nin Mııhıyt´inde de böyledir.
Bir kimse, bir fakire başka bir fakirde olan alacağının zekâtı niyyeti ile bağışlamış olsa veya kendisinin yanında bulunan ma-Jımn. zekâtı niyyeti ile bağışlamış olsa, bu caiz olmaz. Kâfi´de de böyledir.
Bİf kimsenin, bizzat yanında bulunan malının zekâtını, bizzat yanında bulunan malı ile veya alacağının zekâtım, bizzat yanında bulunan malının zekâtı yetine sayması caiz olmaz. Ancak, alacağını, almamış bulunduğu! alacağının yerine zekât olarak verse caiz olur. Seraibsî´nm Muhiyt´inde de böyfödir.
Zekât verecek kimsenin zekâtını açıktan vermesi, nafile sadakalarını ise gizli vermesi daha efdaldir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bir fakire; bağış veya bprç diyerek para veren kimsenin, zek&ta niyyet etmesi caiz olur. Esahh olan görüş budur. Bahrü´r -Râık´ta da da böyledir. [2]
Zekâtın Vücubunün Şartları:
Bir kimseye zekâtın farz olması için şu şartlar vardır : [3]
Hürriyet :
Bir kimseye zekâtın farz olması için, o kim-senin hür olması şartır. Köleye zekât,, —kendisine
ticaret izni verüL miş olsa bile-^- farz değildir.
Mükatep, ümm^ü veled ve müdeber de böyledir. Yani, bunlann da zekât vermeleri farz değildir. Ebû Hanîfe (R.A.) ye göre, müstes´-â*mn hükmü de mütkâtebin hükmü gibidir. Bedâî´de de böyledir. [4]
İslâm
Bir kimseye zekâtın farz olması için, o şahsın müslüman olması gerekir. Kafirin zekât vermesi faiz değildir. Be-dât´de de böyledir.
Bize göre, islâm, zekâtın, vücubünun şartı olduğu gibi, bekasının, da şartıdır. Mesela: Kendisine zekât farz olduktan sonra, irtidâd eden bir kimseden, —Kİlümde olduğu gibi— zekâtın farziyyeti düşer. Ve bu kimse, senelerce irtidad halinde kaldıktan sonra,.yeniden müslüman olsa, mürted olarak kaldığı o senelerin zekâtı kendisine farz olmaz. Mİrâcü´d - Dirâye´de de böyledir.
es - Sıyr, Fîmâ´da : Dâr-ı harbde müslüman olan bir kâfir, müslüman olduktan sonra, orada senelerce yaşasa, sonra da çıkıp îslâm Diyarına gelse; bu kimseden îmâm, (=: veliyyül-emr) zekât namına hiç bir şey almaz. Çünkü, bu kimse, o veliyyü´l - emrin velayeti altında değildi ki, kendisine zekât vermek vacip olsun
Ancak, bu kimse îalâm Diyarına gelmeden önce zekâtın: farz olduğunu biliyor idiyse, onun zekât vermesi ile fetva verilir. Btt nu bilmiyor idiyse, zekât vermesine fptva yoktur; onun zekât vermesi vacip olmaz.
İslâm Diyarında müsiüman olan kimselerin durumu; bu kaidenin hilafınadır. Çünkü, bu kimselerin zekât! vermesi, zekât vermenin farz olduğunu bilseler debilmeseİer de— farzdır. Sirâcu 1 - Y«h-hâc´da da böyledir. [5]
Akıl Ve Bulûğ :
Bir kimseye zekâtın fa^z olması için, o kimsenin, akıllı ve bulûğa ermiş olması şarfctır.
Çocuğun ye delinin; zekât vermeleri farz değildir. Ancak, delaliğin/, sene boyunca devam etmesi gerekir. Cevheretü´n-Neyyire´de de böyledir.
Bir mecnun (= deli), nisaba ulaşacak mala sahip olduktan sonra, senenin bazı günlerinde delilikten çıkmış olsa, ^-bu günler, ister senenin başında, ister senenin sonunda bulunsun; ister çok, isterse az olsun—, o delinin/zekât vermesi farz olur. Aynî´de de böyledir. Zahirü´r - rivaye budur. Kâfî´de de böyledir. SadruH - İslâm Ebû´l* Yüsr : «Bu esahhtır,» demiştir. Ebî´1 - Mekârim´in Nikâye Şerhi´nde de böyledir.
Bu, anzî cinnetlerdedir. Bu ise, bulûğdan sonra ve geçici olarak meydana gelir.
Fakat, Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, deli olarak bulûğa erişen kimse için, iyileşmiş olduğu zaman senenin başlarına itibar edilir. Kâfî´de de böyledir.
Çocuk da böyledir. Bulûğa eriştiği zaman, senenin evveline itibar olutıur. Yani, bulûğa erdiği günden itibaren, zaman işlemeye başlar. Bu andan itibaren, bir yıl dolunca, o çocuğa zekât farz olur. Tebyüı´de de böyledir.
Baygın olan bir kimsenin, baygınlığı bir yıl devam etse bile kendisine zekât farz olur. Fetâvâyi Kİidîhân´da da böyledir. [6]
Nisab Miktar! Mal :
Zekâtın farz olmasının şartlarından biri de, malın nisab miktarına baliğ olmasıdır. Nisap miktarından az olan mal için, zekât farz olmaz. Kenz Şerhi Aynî´de de böyledir.
Bir kimse, bir sene tamamlanmış olduğu için mevcut ikiyüz dinarının zekâtı olarak, bir fakire veya zekâtını dağıtmak üzere kendisine vekil ettiği bir şahsa, beş dinar vermiş olsa; sonradan da, dinarlarının iki yüz değil ide, altmış dinar olduğu anlaşılsa, zekâta konu o ian malm nisaptan az olması sebebi ile, bu beş dinar zekât olmaz. Fakat, o kimse, bu beş dinarı, fakirden geri almayı istese, geri de alamaz. Vekilinden almak istediğinde, şayet vekili o beş dinarı fakire vermişse, ondan da alamaz. Ancak, vekil fakire vermemişse, bu dinarları sahibi geri alır. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir. [7]
Mala Tam Malik Olmak :
Zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de, tanT temellük yani kişinin mala tam sahip olmasıdır.
Tam temellük, malın kişinin elinin altında bulunmasıdır. Mal, bulunduğu halde, kişinin elinin altında olmazsa, (eline almadan önce, kaidının kocasında olan mehri gibi) veya mal elinde olduğu halde, kişi ona tam sahip olmazsa, (mükatep veya borçlu gibi) bu kibi kimselere zekât vermek farz olmaz. Slrâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Teslim alınmadan Önce parası Ödenmiş bulunan mala gelince, «Bu mal nisaba -^dahil— değildir.» diyenler olmuşsa da, esahh olan, onun nisab (a dahil) olduğudur. Yani, bu malın da zekâtı verilir. Serahsî´nin Muhiyt´inde de böyledir.
Bir kimse, ticaret için kölesine mal vernüş olsa ve o köle de kaçsa, o mal için zekât farz olmaz. Mecma´ Şerhin´de de bövle-dir.
Bir kadının, kocasından bin dinar mehir alacağı olsa da, seneler geçmesine rağmen, bu kadın, kocasından bu parayı almamış bulunsa; kadına, bu bin dinardan dolayı zekât farz olmaz. Muzma-rât´da böyledir.
Rehine verilmiş olan bir mal, kendisine rehin olarak bırakılmış olan kimsenin elinde bulunduğu müddetçe, rehine bırakan kimsenin bu maldan dolayı zekât vermesi gerekmez. Bahrü´r -Râık´ta da böyledir.
Kendisine ticaret yapmak için izin verilmiş olan bir kölenin, elinde bulunan mal, borcunu karşılamıyorsa, bu mal için de zekât yoktur.
Eğer, bu kölenin borcu yoksa, kazancı efendisinindir. Bu malın üzerindne bir sene geçince, zekâtını vermek, o kölenin efendisine farz olur. Mi´râcü´d- Dlrâye´de de böyledir.
«Münasip olan, almadan önce, zekâtını vermektir.» denilmiş ise de; sahih olan, almadan önce zekâtının verilmesinin lazım gelmiyeceğidir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Yolcu olan kimselere de, mallarının zekâtını vermeleri farz ölür. Çünkü, o yolcu, naibi vasıtası ile harcamada bulunma yetkisine sahiptir. Fetâvâyi Kâdîhân in Ticaret Malı Bölümü´nde de böyledir. [8]
Havaic-İ Asliyeden Fazla Mal :
Zekâtın farz olmasının şartlarından biri de, malm havaic-i asliyeden (— aslî ihtiyaçlardan) fazla olmasıdır.
İçinde oturulan eve, giyilen elbiseye, evin zarurî eşyalarına, binek hayvanlarına, hizmet gören kölelere, kuiamlan silahlara, aile fertlerinin bir senelik yiyeceğine, altın ve gümüşten olmayan kap kaçağa zekât gerekmez. Keza, cevahir, inci, yakut, zümrüt ve benzeri şeylere de, —şayet bunlar ticaret îçin kullamlmıyorlarsa— zekât gerekmez. Keza, nafaka temini için bulundurulan para için de zekât gerekmez. Hidâye Şerhi Aynî´de de böyledir.
İlim ehlinin kitaplarına, sanatkârların aletlerine veya evde kullanılan aletlere de zekât gerekmez.
Fakat, elbise boyacısı olan bir kimsenin, başkasının elbisesini boyamak için satm almış bulunduğu boya ve zaferân gibi şeylerin kıymeti, nisap miktarına ulaşır ve bunun da üzerinden bir sene geçerse, bu gibi şeylerin zekâtlarının verilmesi farz oîür.
Keza, bir iş yapmakta kullanmak için satın alman ve yapılan işte tesiri ve izi kalan, (dibagatta kullanılan yağ gibi) şeylerin üzerinden sene geç$e ve bunların miktarı da nisaba baliğ olsa, bunların da zekâtının verilmesi lazım gelir.
Şayet, o şeyin kullanıldığı işte, bir eseri ve bir izi kalmazsa, (sabun gibi veya çöğen gibi) bu gibi şeylere zekât gerekmez. Kifâye´de de böyledir. [9]
Borçlu Olmamak :
Zekâtın farz olmasının şartlarından biri de, borçlu olmamaktır.
0 Alimlerimiz - «Kullar tarafından talep edilen borçların hepsi zekâtın farz olmasına manidir. Bu borç; ister kulların her hangi birinin, ödünç gibi; alınmış olan bir şeyin bedeli gibi, telef olunmuş bir şeyin ödenmesi gibi, yaralama diyeti gibi bir alacağı olsun; isterse nakitlerden, ölçülebilen, tartılabilen şeylerden veya elbise, hayvan kan bedeli ve emsali gibi şeylerden olsun; isterse bu borçlar, te´cil edilmiş olsun veya isterse bu borç, zekât borcu gibi Allah için bir borç olsun, bunların hepsi, —zekâtın farziyyetine mani olma bakımından— müsavidir.» demişlerdir.
Bu borç, şayet saimenin zekâtından dolayı bir borç olursa, âlimlerimiz arasında bir ihtilaf olmaksızın, zekâtın vücubuna mani olur, İsterse bu borç, bir kimsenin bizzat yanında bulunan mal gibi, ayni mal olsun; isterse, nisabın helak olması sebebi ile zimmette kalmış olan bir borç olsun, müsavidir.
Eğer bu borç, meyvelerin ve ticaret mallarının zekâtı sebebi ile meydana gelmiş bir borç olursa, bunlar4 hakkında âlimlerimiz arasında ihtilâf vâki olmuştur. İmâm Ebû Hanîfe CR.A.) ile İmâm Afu-hammed (R.A.)´in görüşlerine göre, bunlar da sahne gibidir. Eğer borç, toprağın haracı gibi olursa, miktarı kadarının zekâtına mani ölu£. Bu kaide, haraç hakkı ile alındığı ve buğday zamanına eriştik-ten sonra senenin tamam olduğu zaman geçerlidir. Eğer, buğday zamanına erişihnemişse haraç vermek yoktur.
Haksız olarak alınmış olan mallar, sene tamam olmadan önce alınmadığı müddetçe, zekâtın vücubuna mani olmaz.
Öşür arazisinden mahsul çıktıktan sonra, zekâtı verilmeden helak olsa, mislini ödemek gerekir. Bu, dirhemlerin üzerinden sene geçerse, üzerine zekât yoktur. Tatarhâniyye de de böyledir.
Keza, mehir de, ister müeccel olsun, ister muaccel olsun zekâtın vücubuna manidir. Çünkü mehir, istenilerek bir borçtur. 3e-rahsî´nin Muhiyt´inde de oöyledir. Zahirî mezhepde sahih olan budur.
el - Bezdevî, Câmiu´l - Kebîr Şerhinde : «Âlimlerimiz şöyle demişlerdir : Bir kimsenin üzerinde, karısının mehr-i müecceli olsa ve bu kimse de onu vermek istemese, bu hâl, zekâtın vücubuna mani olmaz. Çünkü, bunu istemek adet değildir. Bu, yukarıda da geçi İği gibi güzeldir.» demiştir. Cevâhirü´I - Fetâvâ´da da böyledir.
Fakat, hanımların nafakaları borç değildir. Bu borç, hakimin karârı ile veya iki tarafın rızasrile olsa bile, .zekâtın vücubuna mani değildir. Hakimin kazası veya iki tarafın rızası olmasa da durum aynıdır. Mahremlerin nafakaları da böyledir Hakimin bir aydan aşağı olan kısa bir müddetle hüküm verdiği zaman durum böyledir. Nafakanın müddeti uzun olursa, durum yine böyledir. Fakat; bu takdirde, bu miktar nisabtan çıkarılır. Bedâi´de de böyledir.
Bunların tamamı, zekât kendisine vacip olmadan önce, zimmetinde bu borçlar bulunduğu zamandadır. Fakat zekât vacip olduktan sonra, br kimse borçlanmış olursa, bu borç, zekâtın farziyyetini düşürmez. Cevheretü´n - eyyire´de de böyledir.
Fakat, bu borç, senenin içinde arz olmuş ise, bu hususta, Uyûn´da : «Bu, durumda, İmâm Mujıammed (R.A.), zekâtı men eder; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.). ise, zekâtı men etmez.» denilmiştir. Serah-sî´nin Muhiyt´inde de böyledir.
Bir kimsenin, ticaret için bir kölesi olsa ve bu köleden dolayı da bir miktar borcu bulunsa, malından, bu borç miktarı kadarın m zekâtı gerekmez.
Bir kimsenin, başka bir şahıstan bin dirhem alacağı olsa, borçlu olan şahsın da, kendi emri ile veya emri olmadan bir de kefili bulunsa; asıl borçlunun ve kefilinin de Ijiner dirhemleri bulunsa ve bu dirhemlerinin üzerinden de bir sene geçmiş olsa, borçluya da, kefile de, —bu biner dirhemlerinden dolayı— zekât vermek farz olmaz.
Bir-kimse, başka bir kimsenin bin dirhemini gasfaetmiş olsa, ikinci bir şahıs da, geüp onun elinden bu bin dirhemi gasbetse ve bu bin dirhemi harcasa; bu iki gasıbında şahıslarına ait biner dirhemleri bulunsa ve bunların da üzerlerinden birer yıl geçmiş olsa; birinci gasıb, bin dirheminin zekâtını verir. îkinci-gasıb içinse —bu bin dirheminden dolayı zekât vermek gerekmez. Fetâvâyİ Kâdîhân-da da böyledir.
Bir kimsenin, bin dirhemi ve bin dirhem de borcu olsa: ticaret için olmayan hizmetçisi ve evi de bulunsa, bunların kıymetleri on bir dirhem bile olsa, o kimsenin zekât vermesi´gerekmez. Çünkü elindeki, borcunun karşılığıdır. Borç, bunlara harcanmıştır. Ev ile hizmetçi ise, o kimsenin hacet-j asliyesindendir. Ve borç, bunlara harcanmamıştır.
Bu ev ile hizmetçi, o kimsenin zekât almasına da mani değildir. Çünkü bunlar, ihtiyacını gidermez; bil-akis ihtiyacını artırır. Bu, Ha-san-ı Basrî´nin kavlinin manasıdır. O : «Şüphesiz ki, sadaka (= zekât), on bin dirheme sahip olan kimseye bile helal olur.» demiştir. «Bu nasıl olur. » diye soranlara İse : «Evi, hizmetçisi ve silahı bulunup, bunları satamayan kimselerin durumu böyledir.» demiştir.
Keza, âlimlerimiz : «Çok kıymetli kitaplara sahip olan bir âlim, eğer onlara muhtaç ise, ve başka bir şeyi yoksa bu âlimin zekât alması helal olur. Ancak, bu kimse, ihtiyacından başka, iki yüz dirhem bir fazlalığa sahip bulunursa, bu durumda, o âlimin zekât alması,haram ölür.» İmâm Serahsî´nin Mebsût Şerhi´nde de böyledir.
Kitabın ihtiyaçtan fazla olması, her tasniften, iki nüshadan fazla olmasıdır. «Üç nüshadan fazla olmasıdır.´) da denilmiştir. Fa.kat, muhtar olan, birinci kavildir. Yani, iki nüshadan.fazlası, fazla demektir. Fethü´l - Kadîr´de de böyledir.
Bir alacaklı, alacağından vaz geçip, borçlunun borcu´ düştüğü zaman, İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, borcun düştüğü güne itibar edilir. O günden itibaren, üzerinden tam bir sene geçince, borcundan vazgeçilmiş olan kimsenin üzerine zekât farz olur. Fethü´l - Kaclîr´de de böyledir.
Nezirler, keffaretler, fıtır sadakaları ve hac gibi, kullar tarafından istenilmeyen her borç, Allah borcu gibidir ve bunlar zekâta mani değildir. Serahsî´nin Muhlyt´inde de böyledir.
Bulunmuş eşyaların, tazminatı ile hak sahibine vermeden Önceki Ödemelerin tazminatı da zekâta mani değildir. Tatarhânîyye´-de de böyledir.
Âlimler : «Ödemelerin tazminatı, sene içinde olursa, zekâta manidir; sene çıktıktan sonra olursa, mani değildir.» demişlerdir. Bedâî´de de böyledir.
Bir kimse, eğer dirhemler, .dinarlar, ticaret malları ve ev hayvanüarı gibi muhtelif nisablara sahip olursa ve bu şahsın borcu da bulunursa; bu; kimse borcunu, önce dirhem ve dinarlarına karşılık tutar. Eğer borcu, bunlardan fazla olursa, ticaret mallarını da borcuna karşı tutar. Ondan da fazla gelirse, hayvanlarını karşılık tutar. Şayet hayvanları muhtelif cinslerden ise, en az olanların, borcuna karşılık tutar. Eğer, mallar değerce müsavi olurlarsa, dilediğini borcuna karşılık tutar ve bu kimse, borcunu karşıladıktan sonra, kalan malının zekâtını verir. Tebynvde de böyledir.
0 Bu ^hükum—, âmil (= zekât toplama memuru) hazır bulunduğu zaman içindir. Amil hazır bulunmazsa, mal sahibi serbesttir. D:lerse, alacağını sâimeye sarfeder ve zekâtını sâimeden verir. Çünkü mal sahibinin, ikisinde.de eşit hakkı yardır. İhtilaf, âmildedir. Çünkü onun, dirhemlerden değil, sâimeden zekât almaya velayeti´ vardır. Bunun içindir ki, alacağını dirhemlere harcar ve zekâtı sâimeden alır. İmâm Serahsî´nin Mebsût Şerhî´den de böyledir.
İkiyüz dirhemi ve hizmetçileri bulunan bir kimse, hizmetçilerini evleııdirse ve ihtiyacı kadar da borç buğday alsa, bu durum-da, iki yüz dirhemi de durmakta olsa, bu kimsenin zekât vermesi lazım gelmez. Çünkü, malı yok demektir.
İmâm Züfer ise : «Bu kimse, alacağını, cinsine sarfederse, zekât verir.» demiştir. Kâfi´de de böyledir. [10]
Nisabın Namı Olması :
Zekâtın farz olmasının şartlarından bivi de, nisabın namî (= çoğalıcı) olmasıdır.
Nema (= çoğalma) ´ya, doğma, doğurma,, kazanma, kâr etme gibi hakiki olur; veya bir kimsenin kendisinin veya naibinin elinde malın temekkünü (= durması) sebebi ile artıma el verişil olan mal gibi takdirî olur. Hakikî nema da, takdirî nema da, hılkî ve fi´li olmak üzere ikişer kısma ayrılırlar. Tebyîn´de de böyledir.
Hılkî olanlar*/ allın ve gümüştür. Çünkü bunlar, bizzat intifa için, yani havaic-i asliyyeyi gidermek bakımından elverişli değildirler. Ticaret için niyyet edilsin veya edilmesin, bu gibi malların zekâtı verilir. Nafakaya niyyet edilmiş olsa bile bunların zekâtı verilir. Fiilî olanlar ise, altın ve gümüşün dışında kalanlardır.
Fiilî olanlarda nema ise, ticarete niyyet etmekle olur. Ticaret mallarına veya otlak hayvanlarına ilave edilmezlerse, bunlara itibar edilmez.
Ticarete niyyet ise, ya sarahaten (açıkça) olur veya delaleten olur. Sarih olan ticaret, bu alış verişin akdi esnasında, ticarete niyyet etmekle olur. Memlûkün ticaret için olması da böyledir. Bu akdin, satın alma veya kiralama olması ve bedelinin de nakid veya uruz olması da müsavidir.
Öelâleten ticarete niyyete gelince : Serahaten ticarete niyyet edilmemiş olsa bile, bir malın kendisini, ticaret sebebi ile satın almak veya ticaret için bir evi kiraya vermek gibi durumlardır. Bu durumlarda ticarete niyyet edilmemiş olsa bile, yapılan işlem ticaret olmuş olur.
Sedâü´de : «Burada ihtilaf, bu malın bedeli hususundadır, Menfaatler ticaretin aynıdır.» denilmiştir. Kitebü´z - Zekât´ta ; «Bu ihtilaf, niyyetsiz ticaret hakkındadır.»; CâmTde ise : «Durmak, niyyete delalet ´eder.» denilmiştir. Bu mesele hakkında iki rivayet vardır. Belh´li âlimler, Cami´in rivayetim doğru bulmuşlardır.
Bir kimsenin, hibe, vasiyyet, nikâh, mehir, hulû´ (= bir kadının kocasına, kendisini boşaması için talâk karşılığı olinak üzere, uzlaşarak verdiği para veya mal), bir kimsenin kasden Öldürülen bir yakınî için, suih sebebi ile kısas yolu ile sahip olduğu şey, veya azat olma bedeli gibi şeyleri, ticarete niyyet etmesi sahih olmaz. Esahh olan görüş budur, Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Bir kimsenin, varis olduğu malı da, ticarete niyyet etmesi sahih olmaz. Tebyîn´de de böyledir.
0 Bir varis, mirasım aldığı adamın ölümünden sonra, otlak hayvanlarını ve ticaret malarını üsaraeye veya ticarete niyyet etse, bu malların zekâtım vermek, p varise farz olur. Böyle bir niyyeti olmaması halinde ise, bazı âlimler : «O kimseye/ zekâtı farz olur.»; bazıları ise : «farz olmaz» demişlerdir. Serahaî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Bir kimse, ticaret için bir cariye alsa, sonra da da onu hizmetinde kullanmaya niyyet etse, o cariyenin bedeline zekât düşmez. Zahidî´de de böyledir.
Bir malın zekâtının verilmesi için, o malın, ya sahibi olan kimsenin veya naibinin elinde bulunması ve bu malın artması veya temekkün etmesi şarttır. Artması olmayan ve temekkünü bulunmayan mal için zekât yoktur. Nitekim, mâl-i zımâr (= tahsili mümkün olmayan alacak böyledir. Tebyîn´de de böyledir.
Mâl-i zımâr : Aslında, bir kimsenin malı plan ve önün mülkine dahil bulunduğu sırada elinden çıkıp, bir daha geri dönmesi umulamayan mal, demektir. Muhiyt´te de böyledir.
inkâr edilen borç ye zoraki alman mal, üzerlerine, beyyine-leri, şahitleri, senetleri veya benzeri şeyleri yoksa, mâl-i zımâr´dan-dır. Ancak, bunların beyyineleii, şahitleri veya senetleri varsa, ze-kâttarını vermek farz olur.
Ancak, gasbedilnüş olan otlak hayvanları için, gasbeden kimse durumu ikrar etse bale, zekât verilmez.
Kaybolan mal, kaçan köle, müsadere ile alınmış olan mal, denize düşen veya sahraya gömülüp yeri unutulan mal da, mal-i zımâr hükmündedir.
Fakat, eve gömülen, mal, gömülen ev başkasının evi olsa bile, yerinin unutulmasından dolayı, mâl-i zunâr sayılmaz. Bahrü´r - Râik´ ta da böyledir
«Mal, bir kimsenin kendi arazisinde veya bağında gömiÜtt ise, bu malın zekâtını vermek farzdır.» denilmiştir. Çünkü, o kimsenin, malını bulmak için, arazisini kazması mümkündür.
«Bu durumdaki malın zekâtı, farz olmaz» da denilmiştir. ÇUn-kü, arazinin tamamım kazmak zordur.
Fakat, ev, bunun hilâfınaidır. Ancak> ev çok büyükse, gömülü bulunan o mal, nisap olarak hesaba alınmaz.
«Borç, inkarcının üzerinde olduğu halde, şahit ve senet, sağlam ve âdil değilse, o mal için zekât farz olimaz.» denilmiştir. Sahih olan İse, bu durumda zekâtın farz olmasıdır. Kâfî´de de böyledir.
Üzerine bir beyyine, bir delil olmadığı için inkâr edilen bir borç için, yıllarca sonra —borçlu olan kimsenin insanlar arasında borcunu ikrar etmesi gibi— bir .beyyine olursa, bu durumda bile, o alacağa zekât gerekmez. Tebyîn´de tde böyledir.
Eğer kadı, bu alacağı biliyorsa, bu alacağın geçmiş senelere ait zekâtının da verilmesi farz olur. Borçlu olan kimse, borcunu ikrar ediyorsa, bu alacağın zekâtının mutlaka verilmesi lâzımdır. Bu durumda, borçlunun fakir olması, zengin olması veya müflis olması müsavidir. Kâfî´de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R^J ve İmâm Ebû Yûsuf İKA.) ´un kavillerine göre, borç, bir müflisin üzerinde olsa, kadı da ondan tahsil etmiş Munsa ve alacaklıya gönderse, fakat bu, alacakılya senelerce sonra ulaşmış olsa, bunu alan kimsenin, bu alacağının geçmiş senelere ait zekâtlarını da vermesi icabeder. Kâdîhân´m Câmiu´s - Sağîr´-inde de böyledir.
Bir borçlu, borcunu, gizlide ikrar ve açıkta inkâr etse, bu alacak nisaba dahil edilmez.
Bir borçlu, borcunu ikrar etse, fakat bunu hakimin huzurunda inkâr etse; sonra borçlu olduğuna dair şahidter getirilse; şahidlerin ta´diîi için (=; âdil olup olmadığını araştırmak için) zaman geçse; sonra da bu kimsenin borçlu olduğuna hükmedilse, borçlunun, ka-dı´nıh huzurunda, borcunu inkâr ettiği zamanüar için, bu alacağın zekâtı hükmdluriduğu zamana kadar, gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân-da da böyledir.
fe Bir kimsenin borçlusu kaçsa, alacaklı olanın da bu kimseyi bulmaya gücü yetse; veya kaçan adamın bir vekili bulunsa, bu durumda alacaklı olan şahsın, bu alacağının zekâtını vermesi gerekir. Fakat, alacaklının, bu alacağını almaya gücü yetmezse, bu alacağı için zekât vermesi gerekmez. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
İmâm-i A´zam Ebû Hanîfe (R.A.)N*e göre, diğer borçlar üç mertebededir :
a)- Zayıf Alacaklar : .Bunlar, vasiyyet gibi, asla hiç bir şeyin karşılığı olmayan borçlarla; mehir, muhalaa, dem-i amd´den musâla-ha, diyet ve kitabet gibi mal olmayan şeylerin bedelleri olarak sabit ve hasıl olan ve talep edilen borçlardır. Bunlar. alınıp, üzeri^t^1 bir yıl geçmedikçe, zekâtlarının verilmesi gerekmezi;
b)- Vasat Alacaklar : Ticaret malları veya hayvanlar gibi olmayan malların bedelleri (yani, havaic-i asliyeden olan, yenilen, içilen, giyilen ve benzeri malların bedelleri ile, kiralanan ev ve akarların ücretleri gibi şeylerden dolayı olan alacaklar, Vasat Alacaklardır. Sahih olan rivayete göre, bu borçların bir sene geçmesinden sonra, alınan nisab miktarının zekâtı verilir.
c.- Kuvvetli Alacaklar : Ticaret mallarının bedeli (yani, yanında biı- sene baki kalarak zekâtı´lazım gelen paralar, emsali mallar ve sevâimin" bedeli olan alacaklar da, Kuvvetli Alacaklaradır. Bunla-
nn miktarı, nisaba baliğ olur ve üzerinden de bir yıl geçerse, alındığı zaman zekâtı yerilir. Zâhidî´de de böyledir.[11]
Malın Üzerinden Bir Sene Geçmesi :
Zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de, malın üzerinden bir sene geçmesidir.
Zekâtta kameri seneye itibar edilir. Gunye´de de böyledir.
Nisâb, senenin başında ve sonunda tamam olursa, zekât verilir. Nisabın, sene içinde noksanlaşrnış olması, zekâtı düşürmez. Hidâye´de de böyledir.
Ticaret malı veya nakit, kendi cinsi ile veya kendi cinsinden. olmayan bir şeyle değiştirilmiş olsa, bu durum, sene ilgili hükmü kesmez.
Otlak hayvanları, kendi cinsleri ile veya kendi cinsinden olmayan bir şeyle değiştirilmiş olsa, sene ile ilgili hüküm kesilir. Yani, bir senelik müddet, bu değiştirilme zamanından itibaren sayılır. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Nisab miktarı mala sahip olan bir kimse, sene içinde, elinde olan malın cinsinden, yeni mallara nail olmuş olsa, bunları, önceki mallarına ilave ederek zekâtını—hesaplar ve— verir. Nail olduğu fazlalık, ister kendi malının artmasından olsun, ister başka şekilde artmış bulunsun, bu fazlalık önceki malına eklenir. Bunun, miras, hibe veya başka bir yolla artmış olması da müsavidir-
Sene içinde nail olunan fazlalık, şayet bir kimsenin nail olduğu mal cinsinden değilse, bu fazlalık, önceki malın üzerine ilave edilmez. Koyunu olan bir kimsenin, sene içinde develerinin de olması gibi... Cevheretü´n - Neyyiire´de de böyledir.
Bir kimse, sene tamamlandıktan sonra, bu yeni mallara nail olursa, bunlar eski mallarının üzerine ilâve edilmezler. Bu yeni mal için, senenin yeniden bağlıyacağında ittifak vardır. Tahâvî Şerhi´nde ide böyledir.
Bize göre, asıl mal, nisab miktarında ise, sonradan elde edilen mal, bu asıl mala İlave edilir.
Fakat, asıl mal nisab miktarından az ise, sonradan sahip olunan mal buna ilave olunmaz.
Yeni elde edilen malla, önceki inal, nisab miktarım buluyorsa, nisabın meydana gelmesinden itibaren bir sene geçince, bu maHann zekâtı verilir. Bedai´de de böyledir.
Sonradan elde edilenlerle birlikte, otlak hayvanlarından, nisab miktarı mal meydana gelirse ve bunların üzerinden de bir sene geçerse, bunların zekâtını, sahibi olan kimse verir.
Bir kimse, daha sonra bu hayvanları satar ve. bundan dolayı, dirhemleri olur ve bu dirhemlerle diğer dirhemleri, nisab miktarını -doldururca, îmânı Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, bu kimsenin hayvanlardan elde ettiği para, önceki parasına ilave edilmez. Bil-akis, bu paranın zekâtının, senesinin başlangıcı elde edildiği zaman olur. Diğer iki imâiriimıza göre ise, bu para, önceki paraya ilave edilir ve hepsinin birden zekâtı verilir. Bu —kaide— satılan hayvanların parasının tek başına nisab miktarına ulaştığı zaman geçerlidir. Fakat, bu para. nisap miktarı yoksa, bil-icmâ´ önceki paraya ilave edilir. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.
Öşrü verilmiş olan yiyeceklerin ve sadaka-i fitri verilmiş bulunan kölenin bedellerinin. Önceki paraya ilave edileceği hususunda ittifak vardır.
Bir kimse, sene başından önce hayvanlarım satmış olsa, bedellerini bil-ıcmâ´ kendi cinsi üzerine ilave eder; bu bedel dirhem ise, onu dirhemlerine; hayvan ise, onu hayvanlarına ilave eder.
Bir kimse, hayvanının zekâtını verdikten sonra, o hayvanını elde beslese, yani onu —kendisine zekât düşmeyen— ulufe hayvanı haline getirse ve sonradan da satsa, bü-icmâ* bu hayvanın bedeli olarak aldığı parayı, önceki parasının üzerine iüave eder. Sirâcül - Veh-hâc´da da böyledir.
Bir kimse, haracını vermiş bulunduğu arazisini satarsa, bedelini aslî nisabına ilave eder. Bedâi´de de böyledir.
İmâm-ı A zam Ebû Hanîfe (RÂ, şöyle buyurmuştur : «Bir kimse, dirhemlerinin zekâtını vermiş olsa, sonra da bu dirhemlerle oÜak hayvanları .satın alsa, bu hayvanları, daha önceki hayvanlarına ilâve etmez. Çünkü, son aldığı hayvanlar, bedellerinin zekâtı verilmiş olan hayvanlardır.
Kendisine, bin dirhem hibe edilen bir kimse, sonradan da bin dirhem elde etmiş ofsa; sene tamamlanmadan önce, kendisine bibede bulunmuş olan kimse, kadı´mn hükmü ile, bu hîbesioden geri dönmüş olsa, bu kimsenin sonradan elde ettiği bin dfrhem için de, bu andan itibaren bir sene geçmedikçe, zekât vermesi gerekmez. Çünkü, hibe edilmiş olan bin dirhemin başlangıcı olan zaman sene batıl olmuştur. Ona tabi olarak, sonradan elde ettiği bin dirhem için de bu başlangıç batıl olmuş olur.
Bir kimsenin tikiyüz dirhemi bulunsa, üzerinden üç sene geçse, ancak bir gün noksanı olsa; sonra bu şahsın eline beş dirhem daha geçse, birinci sene için beş dirhemi zekât olarak verir. Diğer seneler içinse, zekât vermez. Çünkü, ikinci ve üçüncü senelerde, zekât, borcundan dolayı, elindeki nisabdân noksan olmuş oîur.» Serahsî nin Muhıyt´inde de böyledir.
Bir kimsenin, ticaret mali olarak, değeri iki yüz dirheme eşit koyunları olsa ve bu koyunlar sene tamamlanmadan önce ölse-ler. Bu kimse, ölen koyunların derilerini yüzse ve onları tobağlasa; bu derilerin parası ise nisabı doldursa, sene tamam olunca, bunların zekâtını vermesi farz olur.
«Çünkü, o yünler, ilk aylarda koyunların üzerinde idi. İkinci bölümde ise, ayrı yünler, derilerinin üzerinde idiler. Fakat, sene tamamlanmadan önce, koyunların ölümü ile senenin hükmü batıl- olmuştur. (Derilerin bedeli, nisab miktarına ulaştığı -günden itibaren bir sene geçmedikçe, zekât farz olmaz.» denilmiştir. Fetâvâyi Kâdî-hân´da da böyledir.
Bir kimsenin, ticaret malı olarak bulundurduğu şırası, sone tamamlanmadan önce şaraplaşmış olsa; sonra da sahibi bu şarabı sir-keleştirse, bedeli nisaba ulaşsa bile, sene sonunda onun zekâtının verilmesi gerekmez.
Bir mal nisaba baliğ olunca, zekâtını vermekte acele etmek caiz olur; nisaba erişmeden acele etmek ise^ caiz değildir. Hulâsa´da da böyledir.
Bu durumda acele etmek, ancak şu üç şartla caiz olur :
Acele edildiği zaman, sene tamamlanmış olmalıdır.
Sene sonunda nisap tamam olmalı, öncekinden eksilmiş bulunmamalıdır.
Bu malın aslı, sene içinde zayi olmamalıdır.
Nisab, altından, gümüşten veya ticaret maiındac olsa ve lamamı iki yüz dirhemden az bulunsa ve bu malın zekâtının verilmesinde acele edilse; sonra da nisab tamamlansa; sene tamamlanana kadar nisap yine noksanlaşsa; veya zekât acele olarak verilirken nisab tam olmuş bulunsa da, daha sonra malın tamamı helak olsa; vermiş olduğu o miktar, zekât değil, nafile bir sadaka olur. Tehâvî Şerhi´-nde de böyledir.
Bir kimsenin, nisaba mâlik olduktan sonra, zekât vermekte acele etmesi caizdir. Bu durumda, bütün nisablarda acele etmek caiz dir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Yanında iki yüz dirhemi olan bir kimse, aceleten. bin dirhemlik zekât vermiş olsa ve sene içinde eline yeniden dirhemler geçse veya kâr etse; böylece mali sene sonuna kadar bin dirheme ulaşmış olsa; önce vermiş bulunduğu zekât, bu bin dirhemin zekâtı yerine geçer ve bu bin dirhemin zekâtı düşer.
Şayet, bu durumda sene tamamlandığı halde, eline yeni dirhemler geçmez veya kâr etmezse; fakat, ikinci senede bu artım olursa, önceki verdiği miktar, bunun zekâtı yerine ceiz olmaz. Ancak, sene, sonradan elde ettiği dinarları eline,geçirdiği zaman tamamlanmış olursa, bıi, zekâtı yerine caiz olur. Böyle değilse, sonradan elde ettiği dirhemlerin zekâtını, ayrıca vermek farz olur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Sebepleri mevcut olduğu için, seneler önceye ait zekâtları, acele vermek caiz olur. Hİd&ye´de de böyledir.
Bîr kimse, bin dirhemi var iken, iki bin dirhemlik zekât vermekle acele etse; şayet o sene iki bin dirhemi olursa, önce verdiği zekât, bu iki bin dirhemin zekâtı yerine geçer. Değilse, ikinci senenin bin dirheminin zekâtı yerine geçer ve bu caiz olur.
Bir kimsenin, dört yüz dirhemi olsa, bunu beş yüz dirhem zannederek, beş yüz dirhemlik zekât verse; sonradan da durumu anlasa, bu kimse, vermiş bulunduğu fazlalığı, gelecek senenin zekâtına mahsup edebilir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Bir kimsenin, nisab miktarı altını ve nisab miktarı gümüşü olsa; o kimse bunlardan birinin zekâtını acele verse (yani, birinin hem de gelecek yıla ait zekâtını verse), bu verdiği zekât, ikisinin yerine de vâki-olur. Çünkü bu durumda ilave edilmesi ve cinslerinin bir olması sebebi ile, ta´yin geçersizdir. Eğer bu nisablardan birisi helak alsa, verilen zekât değerine ta´yin edilmiş olur. Kâfi´de de böyle dir.
Daha açık bir ifade ile: Bir kimsenin yirmi miskal altını ve iki-yüz dirhem gümüşü bulunsa ve bu şahıs — meselâ — yirmi miskal altının zekâtını, bu sene için verdiği gibi, gelecek sene için´ de verse; o sene içinde de yirmi miskal altını zayi etse, önceden vermiş oMu-ğü zekât gümüşün zekâtı yerine mahsup olur.
Bir kimse, muhtelif hayvanlardan ayrı ayrı nisaba mâlik olsa, bunlardan bir kısmının zekâtını da aceleten (yılın sonunda değil de başında) vermiş olisa, zekâtını vermiş olduğu hayvanlar da sonradan helak olsa, vermiş bulunduğu bu zekât, diğer hayvanların zekâtı yerine sayılmaz. Serahsî´nin Muhıyt´iride de böyledir.
Bir kimse, zekâtını bir fakire vermede acele etse, (malının zekâtım, yıl tamamlanınca değil de, yılın başında vermiş olsa), sonra da bu kimse fakir düşse, ölse veya irtidât eylese; sene tamam olmadan verdiğ zekât, zekât olarak caiz olur. Sîrâcü´l - Veibhâc´da da böyledir.
Âlimlerimiz: «Üzerinde zekât borcu olduğu halde ölen bir kimsenin, ölümü sebebi ile üzerindeki zekât borcu düşer. Muhryt´te de böyledir. [12]
2-OTLAK HAYVANLARIN ZEKÂTI
Mukaddeme
Zekât, sadmenin/erkeklerine de, dişilerine de farzdır.
Siaime: Kırlarda, seniîzlenip etüeriniii, yadlarının artması ve nesillerinin çoğalması için otlktiİan hayvanlar demektir. Meselâ, yük taşımak veya binmek vçtiı beslenen ve sadece nesli için beslenmekte olmayan hayvanlar İçin zekât vermek gerekmez. Muhiyt´ı Serahsî´de de böyledir.
Keza, eti için otlatilân hayvanlar da zekâta tâbi değildir. Ancak, bu hayvanlar, ticaret için beslenmekte* iseler, sâime olmasalar bile, onların zekâtının verâmesi gerekir. Bedâi´de de böyledir.
Senenin bazı aylarında kırlarda otlatılan, bazı aylarında ise, evde beslenen hayvanlar; şayet senenin çok kısmında kırlarda otla-tdiyorlarsa, bunâar sâimedir. Böyle olmayan hayvanlar ise, sâime değildirler. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir
Senenin yarısında evde bakılıp beslenen ^hayvanlar da sâime değüidirler ve onların zekâtöu vermek farz olmaz. Tebyîn´de de böyledir.
Ticaret fçüi, altı ay veya daha fazla otlatılmış olan hayvanlar da sâime olmazlar. Aacak, bunların sâime olmasına niyyet edilirse, sâime olurlar.
Ticaret için olan köle, senelerce hizmette kullanılsa, bu durunv da yine o ticaret içindir. Ancak bunun hizmette kullanılmasına niyyet edilirse, bu durumda o köle, hizmet için olmuş olur. Hulâsa´dâ da böyledir.
Sâime sahibi olan bir kimse; eğer o malları sâime olarak kullanmayı veya evde beslemeyi istese fakat bunu sene geçene kadar yapmasa, bunların zekâtları sâime ol&rafc verilir. Fetâvfiyİ cHhAn´da da böyledir.
Bir kimse, ticaret için satın almış olduğu hayvanları saat dan sâime yapsa, bunlar, o andan itibaren sâime olurlar ve sene tamamlanınca, zekâtları ona göre hesap edilir ve verilir.
Sâime ile ticaret için olan hayvanlar arasında, —zekât bakımından.— fark vardır. Meselâ : Sâime olan bin koyunun zekâtı, bir yılda on köytian. iken, ticaret liçin olan bin koyunun bir yıllık zekâtı, yirmi beş koyundur. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir. [13]
Develerin Zekâtı
Beş adetten ,az olan develer için zekât yoktur. Hidâye´de de böyledir.
25 deveden az olan develer için, her 5 deveye 1 koyun zekât verilir. Aynî´de de böyledir.
Bu koyunların ise, bir yaşını bitirmiş, iki yaşma basmış olması gerekir. Cevheretü´jı - Nfeyyire´de de böyledir.
Deve adedi 25 e ulaşınca, zekât olarak iki yaşma girmiş dişi bir deve verilir. Deve adedi otuz beşe varıncaya kadar durvm böyledir.
Deve sayısı otuz altı olunca, zekât .olarak üç yaşına girmiş dişi bir deve verilir. Durum deve sayısı kırk beşe varıncaya kadar aynıdır.
Deve sayısı 46´ya varınca, zekât olarak, dört yaşına girmiş dişi bir deve-verilir. Altmış deveye varıncaya kadar durum yine böyledir.
Deve sayısı 61 olunca, zekât olarak beş yaşma basmış dişi bir deve verilir. 75 deveye kadar dunun yine böyledir.
Deve sayısı, 76 olunca, zekât olarak üç yaşma basmış iki adet dişi deve verilir. Deve sayısı 90 oluncaya kadar durum yine böyledir.
Deve sayısı, 91 olunca, zekât olarak dört yaşma girmiş iki adet dişi deve verilir. Deve sayısı 120 ye varıncaya kadar durum yine böyledir. Hidâye´de de böyledir.
Bundan sonra, 120 deve üzerine ilave edilen her beş deve için, dört yaşma basmış iki dişi deveye ilâve olarak— birer koyun ilave edilerek zekât verilir. 145 deveye kadar, durum yine böyledir.
145 den 150 ye kadar olan develer için ise, dört yaşına basmış iki dişi deve üe iki yaşma basmış bir dişi deve zekât olarak verilir.
Deve sayısı tam 150 olunca da, zekât olarak dört yaşma girmiş üç dişi deve verilir.
Bundan sonra, develerin sayısı 175 e varıncaya kadar, her beş deve için -^-dört yaşına girmiş üç dişi deveye ilâveten— birer koyun verilir.
175 den 186 deveye kadar, zekât olarak, dört yaşma basmış üç dişi deve ile ıUci yaşma basmış bir dişi deve yerilir.
186´dan 196 ya kadar, dört yaşma basmış üç dişi deve ile üç yaşına basmış bîr dişi deve, zt^kât olarak verilir.
196 dan 200 e kadar, zekât olarak, dört yaşını bitirmiş, 4- adet dişi deve verilir. Hüdâye Şerhi Aynî´de de böyledir.
200 den sonra, her elli deve için, sahibi isterse zekât olarak dört yaşma girmiş bir dişi deve verir; isterse de, her kırk deve dçin, üç yaşma basmış bir dişi deve verir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyle-idr.
Bundan sonra da, 150 adedden sonraki elli adedde yapılan muamele, 200 adetten sonra gelen her 50 aded için de tatbik edilir. Bu bize göredir.
Devenin tek hörgüçlü olması ile çift hörgüçlü olması müsavidir. Hidâye´de de böyledir.
îmânı-ı A zam Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Muhammed (R. A.) ´in kavillerine göre, sâime olan develerin, zekâtı olarak verilecek olan devenin, en az iki yaşma basmış olması gerekir. Bu deveye «bint-i mehâd» denir. Tahâvî Şeriıi´nde de böyledir.
Zekâtı verilecek develet sayılırken, küçük ve kör olan develer de sayılır. Ancak, bunlar zekât olarak verilmezler.
Yavrusu oilan deve, yenilmek için beslenmekte olan deve, doğum yapacak deve ve erkek deve ide zekât olarak verilmez. Sâimenin zekât hususunda en hayırlı olanı, orta halli olanıdır. Sei-ahsi´nin Mu-hıyt´inde de böyledir.
Zekâtın, orta halli olan develerden verilmesi gerekir. Eğer o vasıfta deve bulunmazsa, zekât verecek kimse, daha üstün olan bir deveyi verir ve fazlasını geri alır. Veya ondan aşağı durumda olan bir deveyi verir ve bunun fazlasını da verir. Veyahut da, orta halli bir devemin kıymetini zekât olarak verir. «Fazlasını da verir» demekten maksat, «o devenin yavrusunu da verir.» demektir.
Zekâtı alan kimse, durum itibarı ile vasatın altında olan bir deveyi, zekât olarak almaz. Ya verilmesi gerekenin aynını ister veya onun kıymetini ister. Ancak, bu hususta, zekât veren kimseyi zorlamaz. [14]
Sığırların Zekâtı
Sığırın iırisabı 30 dur. Yâni, 30 dan az olan sığırlar İçin zekât icabetmez.
Sâime olan sığırkrin sayısı 30 a ulaştığı zaman, zekât olarak, iki yaşma girmiş erkek veya dişi bir buzağı verilir. Hidâye´de de
böyledir.
Sığırların sayısı 40 a varıncaya kadar, ilâve olarak bir şey vermek îcab etmez. Talıâvî ŞerKi´nde de böyledir. (Yani 30 - 40 sığır için, iki yaşma girmiş, erkek veya dişi bir buzağı verilir.)
Sığırların sayısı 40´a ulaşınca, zekât olarak üç yaşına girmiş, erkek veya dişi bir dana verilir.
İmâmı Azam İR´A.)´a göre, 40 dan 60a kadar; artan miktarın da zekâtını vermek icabetler. Fazla olan her bir sığır için, üç yaşındaki bir donanın kıymetinin kırkta biri, (fazla olan tiki sığır için, mezkur dananın değerinin yirmide biri...) verilir. Bu kavi, el-Asü isimli "eserde rivayet edilmiştir.
60 sığır için, zekât olarak, iki yaşına girmiş erkek veya dişi 2 buzağı verilir. Hklâye´de de böyledir.
Sığırların zekâtının hesaplanmasında, 60´dan sonra otuz veya kırk sayılarına itibar edilir. Yani, 60´dan sonra her 30 sığır için bir, iki yaşma girmiş buzağı; veya her 40 sığır için üç yasına girmiş bir dana hesabı ile zekât verilir.
Meselâ : 70 sığır için, bdr buzağı ile bir dana; 80 sığır için, iki dana; doksan sığır için üç buzağı; 100 sığır için de, iki buzağı ile bir dana zekât olarak verilir. Tahavî Şerhi´nde de böyledir.
Verilecek zekâtın buzağı ile de, dana ile de karşılanma ihtimali olunca, zekât verecek olan kimse muhayyerdir; dilerse zekâtı buzağılarla verir, dilerse danalarla verir.
Şöyle ki : 120 sığın olan bir kimse, isterse, bunların zekâtı olarak, üç dana verir; isterse dört buzağı verir. (Çünkü, 120 de 3 tane 40 veya 4 tane 30 vardır. Yani 4 x 30 = 120 olduğu gibi 3 x 40 = 120 dir.) Tebyîn´de de böyledir.
Zekât hususunda manda (camız) da sığır gibidir. Bunlar karışık bulundukları zaman, birbirine ilâve edilirler. Nisabın tamamlanmasında da, zekâtın hesaplanmasında da durum böyledir.
Bu iki cinsden hangisi çoksa, zekât ondan verilir.
Bunların sayıları eşit-olursa; zekât ya.ednamn âlâsından veya âlânın ednasından ödenir. Zekât, sığırdan verilecekse, onların en kuvvetlisi (âlâsı); mandadan verilecekse, onların en zayıfı (ednâsı) verilir. Böylece itidal temin edilmüş olur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Nafî´da : «Zekât olarak verme hususunda, sığırın, erkeği üe dişisi müsavidir, denilmiştir.
Fetâvâyi İtâbiyye´de- : «Sığırın, erkek olanlarının zekâtını, erkek buzağı veya danalardan; dlşd olanlarının zekâtını ise, dişi buzağı veya danalardan vermek efdâldir.» denilmiştir. Fetâvâyi Tatar-hâniyye´de de böyledir.
İmâmı Azam Ebû Hanîfe (R.Â.) ile İmâm Muhammed (R A.) ´e göre, zekât olarak verilecek sığırın, en az iki yaşma girmiş olması gerekir. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir. [15]
Koyunların Zekâte
Sâirne olan koyunlarda nisab, 4O´tır. 40´dan aşağı olan koyunlar için zekât yoktur.
40 adet sâime koyunun, üzerinden bir yıl geçerse, zekât olarak
bir koyun verilir. 120 ye kadar durum aynıdır.
Koyunların sayısı —120 den 1 fazîa yâni— 121 olunca, zekât 201 koyundan 4O0 koyuna kadar olunca da, 3 koyun zekât ola-
olarak 2 koyun verilir. 200´e kadar durum aynıdır.
rak verilir.
Koyunların sayısı tam 400 e ulaşınca, zekât olarak 4 koyun verilir.
400 den sonra ise, zekât olarak her 100 koyun için, 1 koyun daha verilir.
îşte bunlar, Allah Resulü (S.A.VJ´nün kitabında ve Hz. Ebû Bekir (R.Â.)´in kitabında variddir. İcma´da bunun üzerinedir.
İmâm-i A´zam Efoû Hanîfe (R.AJ ile İmâm Muharûmed (R.A.)´ in kavillerine göre, koyunlarda zekâtın farz olması için, bunların en âz bir yaşında olmaları gerekir,
Davarla geyiğin birleşmesinden doğan yavrular, analarına tabidirler. Eğer anaları davar ise, bunlar da nisaba dahil´edilirler ve zekâttan verilir. Oncak, anaları geyik ise, nisaba dahil edilmezler ve zekâtları da yerilmez.
Keza, ehli olian sığırlarla, vahşî sığırların birleşmesinden doğan yavrular da analarına tabidirler. Eğer, anaları ehli ise, zekâtları verilir; ehli değilse zekâtları verilmez. Serahsî´nin Muhıyt´inde de
böyledir.
Zekât hususunda, koyunlarla keçiler müsavidir. Bunlar, bdr cins sayılırlar. [16]
Zekâta Tabî Olmayan Mallar
İmâm Ebû Hanîfe CR.A.) ile İmâm Mu ha mm e d (R, A.) ´e
yöre, atlar için zekât yoktur. Fetva için seçilmiş oJan kavil de budur.
Ancak, ticaret için olan atlar, zekâta tabidirler. Kâft´de de böyledir.
Ticâret dçin olan atların hükmü, diğer ticaret eşyasının hükmü gibidir. Eğer, bunların değeri nisab miktarına ulaşırsa, bunlar ister sâime olsun, ister evde beslensinler, zekâta tabî olurlar. Muz-ınarat´ta da böyledir.
Eşekler, katırlar, parslar ve av köpekleri de eğer ticâret için olurlarsa, zekâta tabidirler. Sirâciyye´de de böyledir.
Kuzular, oğlaklar, buzağılar ve deve yavruları için de zekât yoktur. Bu, İmâm-ı A´zam CR.A.) ´m son kavli olduğu gibi, İmâm Mu-hammed (R.A.Vm de kavlidir.
Ancak, bu saydıklarımızın içinde, bir tane, yaşını doldurmuş olan varsa, bunların hepsi de ona tâbi olarak, nisaba sayılırlar. Fakat, bunlardan birisi" zekât olarak verilemez. Ancak, yaşı müsait bulunan, o bir hayvan, zekât olarak verilebilir. Hidâye´de de böyledir.
Meselâ : Kırk kuzunun içinde bir de koyun bulunsa, bu duramda, orta halli bir koyun zekât olarak verilir.
Eğer kuzular arasındaki koyun, orta halli ise veya daha aşağı derecede ise, zekât olarak o koyun verilir.
Şayet, sene tamamlanmadan o koyun ölürse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, —bunların hepsinden zekâttan düşer.
Keza, elli tane deve yavrusu olsa da, aralarında, dört yaşına girmiş orta halli bir deve bulunsa, o deveyi zekât olarak vermek gero´ .
Eğer deve yavrularının yarısı ölmüş olsao devenin kıymetinin yansı da zekâttandüşer, ve —onun değerinin— yarai zekât olarak kahr. Kâfi´de de böytedir.
Zekât olarak o yavrulardan birini almak caiz değildir. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.
Çalıştırılan, evde beslenen ve yük taşıyan hayvanlar için de zekât yoktur. Hidâye´de de böyledir. [17]
3- ALTININ, GÜMÜŞÜN VE TİCARET MALLARININ ZEKÂTI
Altının Ve Gümüşün Zekâtı
Her iki yüz dirhem için, beş dirhem zekât vermek farzdır. Her yirmi mâskâl için de, yarım miskal zekât vermek gerekir. Bunların, sikkeli olup olmaması; masnû´ bulunup bulunmaması; erkekler veya kadınlar için, zînet eşyası olup olmaması, darb edilmiş olması veya olmaması hallerinde de durum değişmez, (Bunların hepsi zekâta tâbidir Hulâsa´da da böyledir.
Altın ve gümüşün zekâtları, itibarî kıymetlerine göre değil, vezinlerine (= ağırlıklarına) göre verilir .Bu, İmâm Ebû HanSfe (R. A.) ile İmâm Yûsuf CR.A.) ´a göredir.
Meselâ : Bir kimse, beş taze dirhem yerine, kıymeti dört dlrv hern edecek olan, eskimiş ve kullanılmış olan beş dirhem vermiş olsa; bu, her iki imâma göre de caizdir. Lâkin bu mekruh olur.
Yeni olan, dört dirhemin kıymeti, eski olan beş dirheme eşit olsa, zekât olarak bu dört dirhemin verilmesi caiz olmza.
Bir kimsenin, gümüşten bir ibriği bulunsa ve bunun ağırlığı da 200 dirhem gelse, üzerindeki kuyumculuk işlemelerinden dolayı, kıymeti ise üç yüz dirhem etse, bu kimse, bu ibriğin zekâtını aynından verecekse kırkta birini (= rub´u uşrunu) verir ki bu da beş. dirhemdir. Bunun zekâtım kıymetinden verecek olursa, 7 Va ( = yedi buçuk) dirhem zekât vermek gerekir. Kırkta birinin değeri, beş dirhem tutarsa, zekât olarak da beş dirhem vermesi caizdir.
Bir kimse, bir malın zekâtını, o malın cinsinden değil de başka bâr şeyden verecek olursa, zekâtı verilecek malın kıymetine itibar edilir. Tebyîn´de de böyledir.
Keza, altın ve gümüş gibi mallarda, nisab olma yönünden, ağırlıklarına itibar edilir; nisab olma bakımından,´bunların değerine itibar edilmez. Bu hususta icmâ´ vardır.
Meselâ : Bir gümüş ibriğin ağırlığı yüz elli dirhem gelse fakat kıymeti ise 2O0 dirhem olsa, bu ibriğe zekât farz ilmaz. Aynî´de de böyledir.
Bize göre, bu gibi şeyler satıldıkları zaman 200 .dirhem edecek olsa, tartıldıklan zaman ise, ço kaz bir noksanları olsa bile, 200 dirhem gelmedikçe bunlara zekât îcâbetmez. Fetâvâyi Tatarhâniyye -de de böyledir,
Altında, miskaîlerin ağırlığına itibar edilir.
Dirhem´de ise, yedi vezin ağırlığına itibar edilir. Yani, her on dirhem, yedi mıskal ağırlığına eşittir. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.
Bir dinar da, ölçü itibari ile miskaîle aynıdır. Her ikisi de 20´şer kırattır.
Dirhem ise, 14 kırattır. 1 kırat ise —orta boy— beş arpa ağırlığıdır. Tebym´de de böyîödir.
Dirhemler karışık olduğu zaman, şayet gümüşü fazla olursa, bu durumda olanlar, halis gümüş gibidirler. Eğer katkı maddesi fazla ise, bu gümüş gibi değildir. Meselâ : îki: tarafı gümüşle kaplanmış olan bakır böyledir.
Böyle durumlarda bakılır; eğer bu eşya ticaret eşyası ise, kıymetine itibar edilir. Bu şey nisaba ulaşırsa, dirhemleri az olsa büle, zekâta tabi olur. Şayet, bedeli nisaba ulaşmazsa, veya bu mal ticaret eşyası olmazsa, zekâta tâbi olmaz. Ancak, bu ezyanm içindeki gümüş, 200 dirheme baliğ olur ve katkısından ayrılabilfirse, onun zekâtını vermek icabeder. Fakat, ayrılmazsa, buna bir şey icabetmez. Keza, altın ve gümüş kakmalı çok sayıdaki kitap da, içinde başka katkı maddesi bulunan gümüş gibidir. Katkı maddesinin müsavi olması halinde ihtilâf vardır. Haniyye´de ve Hulâsa´da bunun zekâtının verilmesinin ihtiyata daha uygun olacağı görüşü belirtilmiştir. Bahrü´r - Râak´ta da böyledir.
Altınla gümüş birbirine karışmış olsa; eğer bu karışımda bulunan altın, altın için gerekli olan nisaba ulaşmış olursa, bu karışımın zekâtı altına göre verilir. Şayet, bu karışım içindeki gümüş, gümüş nisabına ulaşırsa ve bu karışım da gümüş altından daha fazla bulunursa, bu karışımın zekâtı da gümüşe göre verilir. Fakat, bu kandımda gümüş az olursa, karışımın tamamı, altın gibi olur. Çünkü o, kıymet bakımından daha yüksek ve daha değerlidir. Tebyîn´de de böyledir.
Paraya gelince, ticaret için olmadığı müddetçe ona zekât gerekmez. Ancak, ticaret için olunca, 200 dirhem gümüş bedeline ulaşınca, para için de zekât vermek gerekir. Muhıyt´te de böyledir.
İmâm-ı A´zam Ebû Hanife (R.A.) ´ye göre, 200 dirhemden veya 20 miskalden fazlası için zekât gerekmez. Ancak, bu fazlalıklar altında 4 miskale, gümüşte ise 40 dirheme ulaşınca bunların da zekâtım vermek iicabeder.
Fazla olan, her dört miskal altın için, iki kırat altın ve her kırk dirhem gümüş için de, bir dirhem gümüş zekât olarak verilir. Hİdâ-ye´de de böyledir.
Ticaret mallarının kıymeti, altın ve gümüşün bedellerine ilâve edilir. Altın ve gümüşün kıymetleri de birbirlerine ilâve edilir. Yani, zekâtta nisabın temininde ve zekatın hesaplanmasında bunların değerleri birbirleri ile toplanır.
Meselâ : 100 dirhem gümüşü bulunan bir kimsenin, beş dinar da parası olsa ve ikisinin kıymetlerinin toplamı 200 dirheme ulaşsa, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre bu kimsenin zekât vermesi icabeder. Diğer iki imamımız ise, buna muhaliftirler.
Bir kimsenin, 100 dirhem gümüşü ile 10 dinar değerinde altını veya 150 dirhem gümüşü ile 5 dinarı bulunsa veyahut da, 50 dirhem gümüşü ile 15 dinarı olsa, bunları, —zekât hususunda— birbirine ilâve edeceği hususunda ittifak vardır. Kâfî´de de böyledir.
Bir kimsenin, 100 dirhem gümüşü ile 10 dinarı olsa, fakat bunların değeri 200 dirhemden az olsa, İmâmeyne göre, bu kimseye zekât farz olur. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre ise, bu mesele ihtilaflıdır. Fakat, sahih olan, bu durumdaki şahsın zekât vermesidir. Serahsî´nin Mtıhıyt´inde de böyledir.
Nisabdan fazla, fakat altında, dört miskâl´den; gümüşte ise, 40 dirhemden az olan bu fazlalıklar, birbirlerine ilâve edileerk, 4 miskûl altın veya 40 dirhem gümüş değerine tamamlanırlar. Muz-marât´ta da böyledir.
İki nisap, birbirine katılmış olursa, hepsinin zekâtını altından veya gümüşten vermekte bir beis yoktur. Fakat, fakirlerin menfaati bakımından hangisi daha elverişli ve dana kıymetli ise, ondan verilir. Yoksa, zekât olarak, hurbirinin ayrı ayrı kırkta biri verilir. Serahsî´nin Muhiyt´inde de böyledir. [18]
Ticaret Mallarının Zekâtı
Ölçülüp tartiimayan; altın, gümüş ve sâirae gibi de olmayan ticaret mallarına «URUZ» denir.
Uruzun (== ticaret mallarının) kıymeti, gümüşün veya altının nisabına erişince, zekâtının verilmesi icabeder. Hidaye´de de böyledir.
Ticaret mallarının kıymeti paraya göredir. Tebyîn´de de böyledir.
Ticaret mantarının,´sene sonundaki kıymetine itibar edilir. Senenin başındaki kıymetinin ise, gümüşü fazla olan dirhemlerden 200 dirhem olması gerekir. Muzmarât´ta da böyledir.
Bir kimse, ticaret mallarının zekâtını, dilerse gümüş nisabını esas alarak, dilerse altın nisabını esas alarak verir. Ancak> ticâ^ ret malları, bunlardan birisinin nisabına ulaşmazsa, hangisinin nisabına erişiyorsa, zekâtının ona göre verilmesi gerekir. Bahrü´r -Râık´ta da böyledir.
Bir kimsenin, 200 dirhem kıymetinde 200 ölçek buğdayı olsa, bu buğdayın üzerinden de bir sene geçmiş bulunsa, bu durumda da piyasa, artsa veya eksilse; eğer zekâtı, buğdayın aslından verecekse, zekât olarak 5,ölçek buğday verir. Eğer, zekâtı buğdayın kıymetinden verecekse, kendisine zekât vermenin .farz olduğu günkü «kıymetinden verir. Çünkü, burada farz, ya aynı üzerinedir veya kıymeti üzerinedir. Bundan dolayı, zekât âmiline, zekât toplarken, bunlardan biri ile zekâtı alması emredilir.
Ölçülen, tartılan veya sayılan şeylerin zekâtları toplanırken de durum yine böyledir.
Zekâtı verilecek malın, değerindeki artış, yaşlığının kuruması gibi, bizzat malın kendisinde olursa; bu durumda, malın zekâtının farz olduğu zamandaki kıymeti ne ise, zekâtın o değerden verileceği hususunda ittifak vardır. Çünkü, senenin tamamlanmasından sonra meydana gelen kısmet artışı, bu kıymete ilâve edilmez.
Eğer, zekâtı verilecek malın değeri, ıslanmak gibi bir sebeple, bizzat eksilmiş olursa; bu durumda, malın zekâtının ödendiği gündeki değerine itibar olunur. Âlimlerimüzin ve imamlarımızın görüşü budur. Kafî´de. de böyledir.
Mal sahibi, malının kıymetini, o malın bulunduğu yerdeki fiatına görfe değerlendirir.
Meselâ : Bir kimse, bir kölesini ticaret için, başka bir beldeye göndermiş olsa, aradan bir sene geçince, bu kölenin kıymeti, bulün-duğu beldedeki kıymetidir. Eğer bu köle, çölde, sahrada olmuş olursa, kıymeti bulunduğu yere en yakın olan şehirdeki kıymetidir, Fet-hüİ - Kadîr´de de böyledir.
Cinsleri ayrı oîsa bile, ticaret´ eşyaları, birbiri üzerine ilave edilerek, zekâtlan hesaplanır.
Yakut, inci ve cevahir, süs eşyası olarak kullanılıyorsa, bunlar için zekât yoktur. Ancak, bunlar, ticaret eşyası olarak bulundurulu-yorsa, kıymetlerine göre zekâtları verilir. Cevheretü´n - Neyyîre´de de böyledir.
Bir kimse, kulanmak veya kiraya vermek için, bakır kazanlar satın almış olsa, kiralık evlere zekât olmadığı gibi, bunlara da zekât yoktur.
Bir kimse, arazisinden, kıymeti nisaba baliğ olacak kadar buğday hasad etse ve bu buğdayı bir müddet yanında tuttuktan sonra, satmak nityeti Üe anbanna koysa, bunun üzerinden de bir sene geçmiş olsa, bu buğdaya zekât lâzım gelmez. Fetevâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bir tüccar, hayvanlar ve bunlarla birlikte hayvanların boynuna takılan çanlar, yularlar ve benzeri şeyler de satın almış olsa; sonra hayvanları satsa, eğer hayvanlarla birlikte mezkur şeyler de satılırsa, bunların da zekâtlan verilir. Fakat, bunlar satılmaz da, hayvanların muhafazasında kullanılırlarsa, bunlar için zekât gerekmez. Zehıyre´de de böyledir.
Keza, bir attâr (= koku, baharat satan kimse) kiraya vermek için şaseler veya torbalar satın alsa, bunlar için de zekât yoktur. Çünkü, bunları satmak için değil, gelir, getirmeleri için satın aü-mıştır. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Fırıncının, ekmek için satın almış olduğu odun ve tuz için de zekât yoktur. Fırıncının, ekmeğin üzerine ekmek içdn satın almış olduğu susam için zekât vermesi gerekir. Zehryre´de de böyledir.
Sermaye sahibi olmayan, ancak sermayeyi çalıştıran bir kimse, bir köle veya elbise veyahut da yük taşımak için bir deve satın almış olsa, bunların hepsi içfin zekât vermesi gerekir. Mal sahibi ise, bunun hilâfmadır; Çünkü o, bunların hiç birisi için zekât vermez. Bu kimse, bunları ticaretin dışında kullanmak üzere satın almaya yetkilidir. Kâfİ´de de böyledir.
Bir müdanb (= sermaye başkasından, emek kendisnden olmak üzere» biri ile ortak olmuş kimse), ticaret kölelerinin nafakaları için yiyecek almış ve bunun üzerinden de bir yıl geçmiş olsa, bu yiyeceklerin de zekâtlarının verilmesi gerekir.
Fakat, mal (= sermaye) sahibi olan kâmse, ticaret köleleri için. nafaka olarak yiyecek almış olsa, bunların üzerinden de bir sene geçmiş bulunsa, bu durumda, mal sahibinin zekât vermesi îcâbetmez. Serahsî´nin Muhryt´inde de böyledir.
Kendisinden zekât verilmesi gereken mal için, kendi cinsinden olmayan bir şeyden zekât verilecek olsa, bunun aynı değil de kıymeti verilir. Bu hususta ittifak vardır.
Keza, zekât kendi cinsinden verilirse, on da riba câri oîmaz; yani, artan kısmı için, bu kısım nisaba erişmedikçe ona aynı cinsden zekât gerekmez. İmâm Ebû Hanife (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R. A.) ´a göre, artan cinsin, kıymetinden değil de, kendi cinsinden zekât verilir.
Mesedâ : 240 dirhem gümüşün zekâtı olarak, 6 dirhem gümüş zekât olarak verilir. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.[19]
Zekâtla İlgili Bazı Mes´eleler
Zekâtını verip vermediğini hatırîamıyan bir kimsenin, zekâtını yeniden vermesi lazımdır. Vâkıât´tan naklen Bahrü´r - Râik´ta, Siraciyye´de ve Muhıyt´te de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göre, zekât, nisab miktarında olan mala gerekir. Nisabdan fazla olan mal helak olsa da, nisab baki kalsa, onun zekâtı da baki kalır. Çünkü,
fazlalık nisaba tâbidir. Bunun içindir ki, İmâmı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle demiştir : «Eğer, zekât farz olduktan sonra, mal helak olsa, zekât sakıt olur. Malın tamamı değil de, bir kısmı helak olsa, helak olan kısmın zekâtı düşer. Hidâye´de de böyledir.
Zekât icabettikten sonra, nisap helak olsa, zekât helak olmaz. Sirâciyye´de de böyledir.
Bir kimse, bir ticaret malını, başka bir ticaret malı ile değiştirse, bu durumda mal helak oîmuş sayılmaz. Değişen malın, aynı cinsten olmas; ile ayrı cinsten olması müsavidir ve bu hususta ihtilaf yoktur. Bahrü´r - Râik´ta da böyledir.
«Bir kimse, sadmeyi (= Otlak hayvanını) hapsedip, aç ve susuz bırakırsa, bu istihlâktir ( = helak etmedir) ve bu kimse, bu şekilde helak ettiği hayvanların zekâtını öder.» denilmiştir, «...ödemez» diyenler de olmuştur.
Bir kimsenin nisap miktarındaki malı, bibe gibi bir sebeple, karşılıksız olarak zail olup gitse; veya mehir gibi bir sebeple zâü olup gitse; veya karşılığı mal olmas´a veya hizmet kölesi gibi, zekâta tâbi bir mal olmasa, istihlâk ederse, elinde karşılık kalsın veya kalmasın— o şahsın zekât miktarını ödemesi gerekir. Bu şahıs, hibesinden bir hüküm sebebi ile dönse veya malını geri alsa, zekât borcu da düşer. Keza, hibeden dönüş, hâkimin hükmü ile olmasa bile, zekâttan muaf ölür. Sahih olan budur. Zâhidî´de de böyledir.
Tağlib Oğullarının sâimelerinden, zekât olarak, müslüman-lardan almanın iki katı alınır. {Tağlib Oğulları, hristiyan bir arap kabilesidir.) Tağlib Kabilesinin, fakirlerinden ve kölelerinden, cizyeden başka bir şey alınmaz. Serahsî´nin MuhıytMnde de böyledir.
Tağlib Oğullarının çocuklarından bir şey alınmaz. Kadınlarından ise, erkeklerinden almanın aynı alınır. Hidâye´de de böyledir.
Kitab´da : «Toplanmış olanlar dağıtılmaz; dağınık bulunanlar da bir araya getirilmez.» denilmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir. Meselâ :
80 koyunu olan bir kimsenin, zekât olarak 1 koyun vermesii icabeder. O, 80 koyun, sanki iki adamınmış gibi bölünmez ve zekât olarak iki koyun alınmaz.
Eğer, bu 80 koyun iki adamın olursa, o zaman, bunların zekâtı iki koyundur. Bunlar da, bir adaminmış gibi bir araya toplanmaz ve bunlardan da zekât olarak —sadece— bir koyun verilmez. Serahsî*-nin Muhıyt´inde de böyledir.
îki kişinin, birbirlerine karışmış olan hayvanları, karışmamış olan hayvanlar gibidir. Bu şahıslardan her birinin hissesi, niisab miktarına erişirse, kendilerinin zekât vermeleri icabeder. Aksi takdirde zekât vermeleri gerekmez. Bu şahıslar, bir sözleşme ile veya veraset yolu ile ortalr olmuş bulunsalar da, durum yine aynıdır. Otlaklarının da bir veya ayrı ayrı olması da müsavidir.
Bu iki şahıstan birinin hissesi nisaba baliğ olur; diğerininkH ise baliğ olmazsa; hissesi nisaba baliğ olan kimsenin, zekât vermesi icabeder. Diğerinin ise, zekât vermesi gerekmez.
Çocuğun malı, nisab miktarım geçse bile, ona zekât farz olmaz.
Bir kimse, kendisi ile 80 kişi olan bir toplulukla, 80 koyuna ortak olsa, bu şahıs, her koyuna, bir başka şahısla yarı yarıya ortak bulunsa; bu durumda her biri, koyunun yansı toplanınca 40 koyun yapsa bile, İmâmı Azam Ebû Hanîfe (R.A.) $e İmâm Muhammed (RJL) ´e göre bu kimseye bir şey lazım gelmez.
Kendisi ile altmış kişinin, aynı şekilde ortak bulundukları 60 sığırın durumu da böyledir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Ortakların hisseleri ınüsavî olmayabilir; meselâ : îki şahsın ortaklaşa 61 develeri olsa ve —hisse itibarı ile— birinin 36, di-ğerintin de 25 devesi bulunsa; zekât âmili bunlardan, iki yaşına basmış dişi bir deve ile üç yaşına girmiş bir dişi deveyi zekât olarak alır. Bu durumda ortaklardan her biri, hisselerine göre zekâtlarını kabullenirler. fÜç yaşındaki deve 36 deveran, 2 yaşındaki deve ise 25 devenin zekâtı olmuş olur.) Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
îmâm (= Devlet Başkam) zekâtı istediği halde, mal sahibi vermese ve sonra da bu mal helak olsa, bu kimse, bu zekâtı tazmin etmez. Sahih olan budur ve umum da bu görüş üzeredir. Tebyîn´de de böyledir.
Bir sene içinde, harâc da, sâimenin zekâtı da iki defa alm-r rnaz. IBdâye´de de böyledir.
Tuhfe´de : «Zekât olarak verilecek devenin, dişi olması va-cibtir.» denilmiştir. Erkek devenin, zekât olarak verilmesi caiz olmaz. Zekât olarak, erkek devenün ancak bedeli caiz olur. Tatarhâ-itfyye´de de böyledir.
Koyunun zekâtı, erkeğinden de dişisinden de alınabilir. Çünkü, bu isim ikisini de içine almaktadır. İbil (= deve) ise böyle değildir. Bu, Özel isimdir ve bint-u mahad ve bint-ü lebün manalarını ihtiva eder. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Bize göre, zekât olarak verilecek şeylerin, bedellerini vermek de caizdir.
Keza, keffâretUerde, fıtır sadakasında, öşürde ve nezirde de, verilmesi gereken şeylerin bedeleri de verilebilir. Hidâye´de de böyledir.
Bir kimse, zekât olarak, dört koyun yerine, iyi beşlenmiş üç koyun veya üç yaşında orta halli bir deve yerine, iki yaşında kuvvetli bir deve verse, bunlar caiz olur. Fethü´l - Kadîr´de de böyledir.
Bir kimsenin, kıymeti 200 dirhem edecek 200 ölçek buğdayı olduğu zaman, bu kimse muhayyerdir; isterse bu buğdaydan zekât olarak5 ölçek verir, isterse, bu 5 ölçeğin bedellini verir. Tahâvî .Şerhi´nde de böyledir.
Otîak hayvanları satıldığı sırada, zekât âmili orada hazır bulunsa; bu durumda âmil muhayyerdir : İsterse alınması icabeden malm kıymetini alır; böyle yapması halinde yapılan alim - satım, hayvanların tamamı için caiz olur; isterse, bizzat zekât olan ve satılmış bulunan hayvanları alır;, bu durumda ise, zekât olarak alınan hayvanlar kadarının alım - satımı bâtıl olur.
Eğer, zekât âmili orada hazır bulunmaz da, alıcı ile satıcı birbirlerinden ayrıldıktan sonra gelirse, bu durumda zekât âmili, satılmış bulunan hayvanlardan —zekât olarak— alamaz; ancak alınması .icabeden zekâtın kıymetini satıcıdan alır.
Bir kimse, öşrü icabeden yiyecekleri satmış olsa, bu dununda âmil serbesttir : İsterse bunları satıcıdan, isterse alıcıdan alır. Burada, âmilin hazır bulunup bulunmaması, satıcı ile alıcının birbirlerinden ayrılmış olmaları veya almamaları da müsavidir. Bah-rüRâık´ta da böyledir.
Bir kürrıse, arazisini, her seneliği üç yüz dirhem olmak üzere, üç seneliğine kiraya verse; aradan sekiz ay geçince, iki yüz dirheme sahip olsa; o zamandan itibaren bir sene geçince, beş yüz dirhemin zekâtını verir.
Bir şahsın, 1000 dirhemden başka malı olmasa, buna karşılık olarak, seneliği 100 dirhemden 10 senelik bir ev icarlasa ve bu 1000 dirhemi de ev sahibine verse; bu evde de senelerce oturmasa ve ev kiraya tufamn elinde kalsa; kiracı, ilk sene için 900 dirhemin zekâtını; ikinci sene için de 800 dirhemin zekâtını venir. Yalnız, birinci senenin zekâtını vermez. Sonra, her sene için 100 er dirhem düşerek, geri kalan kısmın zekâtım verir.
Evini kiraya veren kimse ise, birinci ve ikinci yıllar için zekât vermez. Çünkü, bu durumda nisab noksan bulunmaktadır. Sonra da, her sene için 100 dirhem artırarak, ona göre zekâtını verir. Ancak, aldığı kira bedelini artıriniyorsa (biriktiremiyorsa), bu kimsenin zekât vermesi gerekmez.
Bu durumda, evi kiraya tutan şahsın, ticaret için bir cariyesi bulunmuş olsa, bunun da değeri 1000 dirhem etse; sahibi, evin kirasına karşılık olarak bu cariyeyi verse, bu halde nıes´ele değişir. Kiralayan adama zekât düşmez. Çünkü bu, durumda, cariyenin zatı yok olmuştur. Ev sahibinin ise, yukarıda anlattığımız şekilde zekât vermesi* gerekir.
Kira, tartılan ve ölçülenin aynı olmaz ise, dirhemler gibidir; aynı olunca ise câriye gibi olur. Ev sahibi, evi teslim ettiği halde kirasını peşin almazsa, bu durumdaki hüküm değişiktir. Fetâvâyi Kâdîiân´-da da böyledir.
Bir adam, 200 dirhem gümüş kıymetimde olan bir köleyi, ticaret için satın alsa ve bedelini de peşin ödese; fakat köleyi bir sene geçene kadar teslim almasa ve bu köle satan şahsın yanında ölse, bu 200 dirhemin zekâtını, köleyi satan şahıs öder. Keza, köleyi alan şahıs da zekâtını öder.
Eğer kölenin kıymeti, 100 dirhem olmuş olsa, satan şahsın, 200 dirhemin zekâtını vermesi gerekir; alıcısına ise zekât düşmez. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bir kimse, 100 dirheme, hizmet için bir köle satmış olsa, parasının üzerinden bir sene geçtikten sonra, ya hâkimin hükmü veya kendi rızası ile, ayıbından dolayı köle geri verilse; bu kimse, 1000 dirhemin zekâtını öder.
Bir kimse, bir malı, ticaret için satmış olsa, bu mal bir sene sonra, ayıbından dolayı ve hâkiimin hükmü ile iade edilmiş olisa; satmış olan kimsenin, o malın zekâtını vermesi gerekmez. Bu şekilde, sattığı kölenin de zekâtını vermesi gerekmez. Alan kimsenin de, bu malın zekâtını vermesi gerekmez. Fakat, bu mal, satan kimseye, hâkimin hükmü olmadan geri verilirse zekâtım vermesi gerekir. Çünkü o, yeni alım - satım gibidir. Kâfî´de de böyledir.
Malmın zekâtını, kendisi hasta oluncaya kadar ödememiş olan kimse, varislerinden gizlice bu zekâtını öder.
Eğer, bu kimsenin yanında, zekâtım Ödeyecek kadar malı olmaz ve zekâtım vermek için borçlanmayı isterse; bu durumda, borçlanıp, zekât borcunu ödedikten sonra, bu yeni borcunu da Ödemeye gücünün yeteceğine kalbi kanat getirirse, borçlanıp zekât borcunu öder. Böyle yapması efdâl olur. Şayet, böyle yapar ve fakat borcunu ödemeden ölürse, bu borcunu âhirette Allâhu Teâlâ´nın ödemesi ümid edilir.
Şayet, borçlandığı zaman, bu borcu ödeyebileceğine kalbi kanaat getirmezse, bu durumda efdal olan ise, borçlanrnamasıdır. Çünkü, kula borçluluğun husumeti daha fazladır. Serahsî´nin Mu-htyt´inde de böyledir.
Bir kimse, 1000 dirhem karşılık vererek, t—câriye olduğunu bülmeden —bir kadınla evlenmiş olsa ve o kadın yanında olduğu halde bir sene geçse; sonra da onun câriye olduğunu anlasa; o kadın, efendisinden izin almaya ihtiyaç duymadan evlenmiş ve aldığı 1000 dirhemi de kocasına vermiş olursa; Ebû Yûsuf (R.A.)´m rivayetine göre, bu durumda her ikisine de zekât düşmez.
Keza, bir kimse, başka bir kimsenin sakalını kesse de, bu durumda hâkim, kesen şahsın diyet ödemesine hükmetse ve o şahıs da bu diyeti ödese, aradan bir sene geçip, bu şahsın sakalı aynen yerine gelince, aldığı diyeti iade etmiş olsa, bu halde her ikisine de zekât lazım olmaz.
Keza, bir kimse, başka bir kimseye, 1000 dirhem borcunun olduğunu ikrar etse ve ödese; aradan bir sene geçince, borcunun olmadığı ortaya çıksa —ve parasını geri alsa— bu durumda, her ikisine de zekât lazım gelmez.
Keza,-bir kûnse, diğer bir kimseye 1000 dirhem hibe etse ve bunu verse; aradan bir sene geçince de, bu hibesinden hâMmin hükmü veya iki tarafın rızası ile geri dönse ve bu 1000 diürhemi geri alsa, bu durumda, her ikisine de zekât lazım olmaz. Fetâvâyî Kâ-dihân´da da böyledir.
200 dirhemin zekâtını vermesi dcabeden bir kimse, bunun için malından 5 dirhem ayırmış olsa ve sonra da bu 5 dirhem zayi olsa; bu kimseden zekât sakıt olmaz.
Ancak, bu kimse o 5 dirhemi ayırdıktan sonra ölürse, bu 5 dirhem, mirasçının malı oîur. Zahîröyye´den naklen Tatârhânİyyede de böyledir.
Sâime olan 40 koyun karşılığında bir kadınla evlenmiş olan kimse, kadın bu 40 koyunu aldıktan ve aradan bir sene geçtikten sonra, duhûl vâki olmadan o kadını boşamış olsa, bu şahıs geriye kalan ve bu 40 koyunun yansı olan 20 koyunun zekâtım verir. Fetâ-vâyü Kâdîhân´da da böyledir.
Zekât vermesi icabettiği halde onu ödemeyen bir kimsenin malından, fakirlerin ona haber vermeden* almaları helâl olmaz. Şayet, fakirler almış öfea mal sahibi geri alır. Şayet bu mal, fakirin elinde durmamakta ise, mal sahibi Ödetir. Tatarhâniyye´de de böyledir.
Devlet başkanının zorla almış olduğu mala, mal sahibi verirken zekâtına nivyet eylese, bu durum ihtilaflıdır. Sahih olan, bu kimsenin zekâtının sayılması ve zekâtın düşmesidir. Muzmarât´ta
da böyledir.
Birbirleri´ ile değiştirilen, zekâta tâbi maÜarm hükümleri aynıdır.
Meselâ : Hiç bir şeye niyyet etmeden, iki köle birbirleri ile de-ğiştirilse, eğer bu ik köle de, ticaret içinse, yine ikisi de ticaret için olmuş oîur. Şayet, ikisi de hizmet için iseler, yine hizmet için olurlar. Eğer, değişilen bu kölelerin biri hizmet için, diğeri de ticaret için olursa; yine, ticaret için olanı ticaret için, hSzmet için olanı da hizmet için olur.
İki şahıs, senenin ortasında, ticaret için olan ütü köleyi de-ğişseler, bu kölelerden birinin kıymeti 1000; diğerinin kıymeti ise 200 dirhem olsa; 200 dirhem değerindeki kölenin kıymeti, bir Özründen dolayı 100 dirhem noksanlassa, nisabı doldurmadığı için bu kölenin sahibinin senenin başında zekât vermesi gerekmez. Eğer, sattıktan sonra, sene tamamlanırsa, kıymeti yüksek olan kölenin sahibi zekâtmı verir. Çünkü o köle, sahibinin elinde 1000 dirhem değerle, bir sene kalmış olmaktadır. Diğer şahıs ise, nisabı tamam olmadığı için zekât vermez.
Şayet, özürlü köle, hâkimin hükmü olmadan geri verilirse, geri veren kimse bunu satın aldıktan sonra, bir sene geçmiş olsa bile, zekât vermez. Geri alan. kimse ise, İ000 dirhemin zekâtını verir. Çünkü bu, yeni alım - satım gibi olur ve helak etmiş sayılır.
Eğer bu köle, hâkimin hükmü ile geri verilmişse, bunu geri alan kimse, zekâtım verir.
Eğer değeri yüksek olan kölenin, senenin yarısından sonra ve satım vaktinde, bir özürü ortaya çıkar ve değeri 200 dirhem noksan-laşırsa, diğer kölenin de bir özürü yoksa, ister mahkeme yolu ile isterse rizâen geri verilmiş olsun, geri veren de, geri alan da, bunun zekâtım verirler. Kâfî´de de böyledir.
İki kişi, mallarının zekâtını, dağıtmak üzere başka biir şahsa verseler; bu şahıs da bunları birbirine kat&a, sonra da zekât olarak dağıtsa; bu şahıs, zekâtı dağıtmak üzere kendisine verilmiş olan iki şahsa borçlu.kalır. Dağıttığı ise, kendisinin sadakası olmuş ofaır. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bir kimsenin, zekât olarak dağıtmak üzere eline koyduğu şeyi fakirler yağmalayıp kapişsa bu zekât olarak caiz olur.
Bu şey, o kimsenin elinden düşse v6 bir fakir onu alsa, bu şahıs da buna razı olsa, yine zekât olarak caiz olur. Ancak bu durumda o şahsın, fakirin aldığı malın, kendi malı olduğunu bilmesi gerekir. Hulâsa´da da böyledir. [20]
4- ÖŞÜR TOPLAYAN KİMSELERİN DURUMU
Öşür toplayan kimse, devlet başkanının, sadakaları (zekâtları, devlet gelirlerimi) toplamak ve tüccarı hırsızdan korumak üzere tayin ettiği kimsedir.
Âşir (= öşür toplayan kimse =âmil), açık malların sadakasını (= zekâtını) aldığı gibi, tüccarın yanında bulunan gizli malların da sadakalarım (— zekâtlarını) alır. KâB´de de böyledir.
Âmil´in´ (= Âşir´in), hür olması, müslüman olması ve Ha-şimî olmaması şart kılınmıştır. Gâye´den naklen Bahrü´r Râık´ta da böyledir.
Bir müslüman, yanında ticaret malı bulunduğu halde bir âmile (= âşir´e) uğrarsa, havM havelan (= senenin tamam olması) ve nisabın tam olması şartı ile, âmil o malın 40 da birini, zekât olarak alır. ve zekât konulmakta olan yere kor.
Bu âmile, bir zımmî îslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslim vatandaş) uğrarsa; âmiil, bu kimseden yanında bulunan ticaret mallarının yirmide birini alır. Bunu da, cizyelerin konulduğu yere kor. Bu zımmîden cizye alınmış olmasından dolayı, onun harâc borcu düşmez. Zımmîden de, bir senede, bir defadan fazla —vergi—• alınmaz. Şirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir,
Bir âşire, yanında 200 dirhemden daha az malı bulunan bir kimse uğrayınca; bu kimse, müslüman olsun, zımmî veya harbî olsun; âmil bu kimseden evinde başka malı olduğu bilinse de, bilinmese de— bir şey almaz. Serâhsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Bir âşir´in yanına, malı ile uğramış olan kimse : «Bu malın üzerinden sene geçmedi. Aynı cinsten, üzerinden sene geçmiş olan başka malım da yok» dese; veya : «Üzerimde insanların isteyip alacakları borcum var.» veya :.«Ben yolculuğa çıkmadan önce, sadakayı zekâtı, vergiyi) başka fakirlere ödedim.» veya : ´<... bu sene için de başka âşir´e ödedim.» der ve yemin ederse; o kimsenin sözlerine inanılır.
Câmi-i Sağîr´de : «Bu kimsemi beraatını vesikasını, delilini) çıkarması şart değildir. Sahih olan budur.» denilmiştir. Ancak, o sene, bu âşirden başka âşir yoksa, o kimsenin sözüne inanılmaz.
Keza, yolculuğa çıktıktan sonra verdiğini iddıia edenin de, sözü doğru görülmez. Kâfî´de de böyledir.
Bu kimse, zekâtım verdiğini iddia ettiği âmil´in ismine uymayan, başka bar isimle berât çıkarıp göstermiş olsa ve verdiğine yemin etse, sözüne inanılır. Zahirü´r- rivâye´de böyledir. Çünkü, beraat şart değildir. Bedâi´de de böyledir.
Bir kimse, başka bir âmü´e verdiğine dair yemin ettiği halde; senelerce sonra yalanı ortaya çıkmış olsa bile, kendisinden bu zekâtı alınır. Câmiu´l - Cevâmi´den naklen Tatarhâniyye´de de böyledir.
Müslümanların doğru söylediklerinin kabul edildiği her şeyde, zımmîlerin de doğrulukları kabul edilir ve onlara da inanılır. Koız´de de böyledir.
Âmilin bu hususu umum hakkında icrası caiz olmaz. Meselâ : Zımmî´den alman cizye hususunda, o zımmî : «Ben verdim.» dese, sözü doğru bulunmaz. Çünkü, fakir olan zımmîlere, bu hak —cizye— verilmez. Onların bunu almaya, ehliyetleri ve veren zımmînin de bunu yermeye velayeti yoktur. Bu, müslümanlann alacağı bir şeydir.
Eğer, bir zımmî, sahnelerinin vergisini, şehrin fakirlerine verdiğini iddia ederse; bu iddiası kabul edilmez. Bil-akis, verdiği bilinse bile, ikinci defa yeniden aîimr.
Bu durumda, ikinci defa alman, zekât yerine geçer; birincisi ise nafile olmuş olur. Sahih olan budur. Tebyîn´de de böyledir.
Ebû´l-Yüsr, Cami´de : «Eğer, devlet başkanı, onlara, vergilerini diledikleri kimseye vermeleri hususunda izin vermişse, o zaman bir beis yoktur. Çünkü, devlet başkanının, başlangıçta onlara izin vermiş olması halinde, fakire vermelerinin caiz olduğu gibi, bunlar fakire verdikten sonra devlet başkanı izin vermiş olsa; bu durum yine caiz olur.» demiştir. Bahrü´r - Râık´ta da böyledSr.
Bir âmil. sâimelere veya nükuda uğramış olsa da, sahibi : «Bunlar benim değildir.» dese, u kimseye inanılır. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Bir âmile, ticaret malı ile uğrayan bir kimse : «Bu ticaret malı değildir.» dese, onun sözüne de inanıür. Tahâvî Şerfıi´nde de böyledir.
Âşir, 200 dirhem değerinde, bulunmuş olan bir mala rast-lasa, bunun öşrünü almaz.
Keza, bu durumda müdâribden de zekât alınmaz. Ancak, mü-dârîb (.= sermaye başkasından, emek kendisinden olmak üzere ortaklık yapan kimse) kendi öz hissesinden kâr eder de, bu kân nisab miktarına baliğ olmuş bulunur, bununda da, üzerinden bir sene geçmiş olursa; bu müdâribden o malının zekâtı alınır. Çünkü, o şahıs, bu malin sahibi olmuştur. Hidâye´de de böyledir.
Keza, mal sahibi olma izin ve yetkisine sahip olan bir köleye uğramış olan âmil, o köleden ide zekâtını alır.
Fakat, mal —böyle izni olmayan— bir kölenin olursa; kazancı olsa bile, âmil, ondan zekât almaz. Bu görüş sahihtir.
Eğer, efendisi bu köle ile beraberse, âmil bu efendiden zekâtı alır. Ancak, bu efendinin malından, kulların alacağı varsa, (yani, bu mal sahibi başkalarına borçlu ise) ve bu mal da borcunun karşılığı ise, o zaman âmil bu kimseden de zekât almaz. Kâfî´de de böyledir.
Ticaret malı olan şarap ve domuzu bulunan bir zımmı, âmil´e gelse; bu ticaret mallarının değerleri de 200 dirheme eşit veya ondan daha fazla bulunsa; bu âmil, şarabın kıymetinin onda birini alır. Zahirü´r - rivâye´ye göre, domuzun değerinden bir şey almaz. Bu, İmâmı A´zam (R.A.) ve İmâm Mvihammed (R.A.)´e göredir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
İmâm Muhammed CR.A.), ölmüş hayvanların derilerinin hükmünü zikretmedi. «...Böyle bir metâı olan, bir zımmî, âşire uğradığı zaman, münasip,olan, âşirin onların da öşrünü almasıdır.» denilmiştir, Muhıyt´te de böyledir.
Harbîden de öşür alınır. Ancak, harbîden öşür alınması için, onların da müslüman tüccarlardan az veya çok öşür almakta olmaları gerekir.
Keza, onlar bizim tüccarlarımızdan bir zey almazlarsa; biz de, onlardan hiç bir şey almayız. Yani, onlar bize nasıl davranırlarsa, biz de onlara öyle davranırız.
Eğer onlar, bizim tüccarlarımızın elinden mallarının tamamını alırlarsa; biz de onlardan mallarının tamamını alırız. Ancak, bu cUit rumda, ona emân verene kadar olan miktar müstesnadır.
Harbîlerin mukatep kölelerinden ve çocuklarından bir şey alınmaz. Ancak, onlar bizim mükâtep kölelerimizden ve çocuklarımızdan alırlarsa, o zaman biz de onların mükâtep koie ve çocuklarından —vergi— alınz. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Hiç bir hususta harbîlere inanılmaz. Ancak, cariyelerinin ümm-i veled (= evlâdlarının anası) olduğunu iddia ederlerse ve çocukları hakkında onların kendi çocukları olduklarını iddia ederlerse bunlara inanılır. Çünkü, nesebe ikrar ve çocuğunun anası olmakla ikrar sahihtir.
Harbîler, eğer : «Bunlar müdebbirdirler,» derlerse, bu sözlerine inanılmaz. Çünkü, tedbiri ikrar etmeleri sahlih değildir.
Harbîler, şayet 50 dirhemle gelirlerse, bu durumdaki harbîden bir şey alınmaz. Ancak onlar bizim tüccarlarımızdan bunu alırlarsa, biz de onlardan alırız.
Eğer, harbîlerin bizden öşür alıp almadıklarını bilmezsek veya aldıklarını bilir fakat ne kadar aldıklarını bilemezsek, biz de onlardan öşür ahriz. SÜrftcül - Vehhâc´da da böyledir.
Eğer bir harbî, âşire uğrar; o da bu harbîden alınması gerekeni alırsa; bu harbî başka bir âşire uğramış olsa bile, bir yıl tamam oluncaya kadar, ondan yeniden hiç bir şey alınmaz. Fakat, bu harbî öşrünü verdikten sonra, dâr-ı harbe gitse de, sonra aynı gün geri gelse, önce olduğu gibi —tekrar— öşrü alınır. Hidâye´de de böyledir.
Bir harbî, âşire uğrasa; âşir de onun harbî olduğunu bilmese ve bu harbî dâr-i harbe dönse; sonra da geri gelse, önceki uğramasından dolayı ondan öşür alınmaz. Tebyln´de de böyledir.
Bir müslüman ve bir zımmî âşire gelseler, âşir de onları tammasa —-ve alması gerekeni almasa—, ikinci sene âşâr onları tamsa, ikisinden de, geçen senenin zekâtını alır. Sirâcül - Vehhâc´da da
böyledir.
Bir kimse, yanında 40 koyun olduğu halde, âşire varsa, —bu koyunların da— üzerinden iki yıl geçmiş bulunsa,
senenin zekâtını alır; ikinci seneninkini almaz. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.
Tağlib Oğullarından, cizye yerine, öşrün yarısı alınır. Eğer Tağli bililerin çocukları veya kanlan âşirin yanına varırsa; çocuklardan bir şey alınmaz. Kadınlardan ise, erkeklerden alman kadar alınır. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.
Bir kimse, hâricilerin âşirine uğrasa; o âşir de, bu kimseden Öşrünü alsa; bu kimse, daha sonra, adi ehlinin âşirine uğrasa; bu âşir de ikinci defa o kimseden zekâtını alır. Ancak, haricîlerin çoğunlukta bulunduğu belde bunun hilafın adı r. Bu şahsın otlak hayvanlarının zekâtını hâricilerin âşiri almış olursa, ehl-i adtfn âşiri bunların zekâtını yeniden almaz. Kâfî´de de böyledir.
Âşirin yanına, 3´aş meyve, sebze veya süt gibi çabuk bozulacak btr şeyle varan kimse, bunların değeri nisaba baliğ olsa bile, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.AJ´ve aöre, bunlardan bir sey alın-maz. tmâmeyne göre ise, bunların öşrü alınır. Sh-âcü´I - Vehhâc´da da böyledir. Bu, Serahsî´nin Muhıyt´inde ve Kâfî´de de böyledir.
Bir kimse, nisab miktarına, ulaşmamış hayvanlarla, âşirin yanına gelir; evinde de onları nisab miktarına ulaştıracak başka hayvanları bulunursa; âşir o şahıstan, vermesi icabeden kadarını alır. Çünkü, bu hayvanların hepsi himaye altındadır. Sirâcül-Vehhâc´da da böyledir. [21]
5- DEFİNELERİN VE MÂDENLERİN ZEKÂTI
Mâden ocaklarından çıkan mâdenler üç türlüdür: 1 — Ateşte eriyen mâdenler, 2 — Mâi (= akıcı) olan mâdenler, Akıcı olmayan ve erimeyen mâdenler.
Ateşte eriyen mâdenler : Altın, gümüş, demir, bakır ve kalay gibi mâdenlerdir. Bunların zekâtı ise beşte birdir. Tehaâb´de de böyledir.
Mâdeni çıkaranın hür, köle, zımmî, çocuk veya kadın olması müsavidir.
Beşte birden geriye kalan mâden, bulan kimsenindir.
Eman verilmiş olan harbî, devlet başkanının izni olmadan mâden çıkarırsa; bu mâdenden kendisine hiç bir şey veirlmez- Eğer, devlet başkanının izni ile çikarmışsa, anlaşmalarındaki şartlara göre hareket edilir.
Mâdenlerin öşür arazisinde veya harâc arizisinde bulunması müsavidir. Serahsî´nin Mııhıyt´inde de böyledir.
îki kişi, mâden arasa ve define birisine rastiasa, o bulanın olur.
Bir kimse, mâden aramak için ücretle adam çalıştırsa; bulunan mâden müste´cire (= ücretle çalıştıran şahsa yani iş verene) ait olur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir,
Akıcı olan mâdenler : Petrol, zift ve sudan eMe edilen tuz
gibi madenlerdir.
Akıcı olmayan ve ateşte erimeyen madenler ise : Alçı, kireç,
cevahir ve yakut taşlan gibi mâdenlerdir. Bunlara zekât yoktur. Tehzîb´de de böyledir.
Civanın zekâtı, beşte birdir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böv´edir.
Bir kimsenin kendi evinde veya arazisinde bulduğu mâdenden bir şey alınmaz. Bu, İmâmı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre böyledir. İmâmeyne göre ise, bunlardan da beşte biri alınır. Tebyîn´-de de böyledir.
Bir kimse, İslâm ülkelerinde, sahra gibi gayr-i memlûk olan {= hiç kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan) bir yerde, define bulsa; eğer, bulduğu şeylerin üzerinde kelime-i şehadet gibi müslü-manlâra ait bir yazı varsa; bu define «bulunmuş mal» menzil´esindedir.
Eğer, bulunan şeylerin üzerinde put veya salip nakşı varsa; bunların beşte biri —zekât olarak— alınır; beşte dördü, bulanın olur. Serahsî´nin Muhıyt´ânde de böyledir.
Bulunan şeylerin üzerindeki işaret kesin belli olmazsa; bunlar cahüiyye alâmetlerine benzemese bile, zâhir-i mezhebe göre, cahiliyyeye ait kabul edilir. Kâfî´de de böyledir.
Bunları bulan kimsenin küçük, büyük, hür, köle, müslüman veya zimmî olması müsavidir.
Fakat, bunları´eman sahibi bir harbî bulmuş olursa; kendisine hiç bir şey verilmez. Ancak, bu harbî, imâmın ( — devlet başkanının) izni ile hareket etmişse ve aralarında bir şart koşulmuşsa; o şart yerine getirilir. Muhıyt´te de böyledir.
Eğer, define memlûke olan birinin mülkiyeti altında bulunan) bir yerde bulunmuşsa, bulunan şeyin beşte birinin ekât olarak alınacağında ittifak vardır.
Kalan beşte dört hususunda ise, görüş ayrılığına düşülmüştür. İmâm-x A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) .: «Bu beşte dört, mülk sahibinindir.» demiştir. Tahâvî Şerhî´nde de böyledir.
Fetâvâyi İtâHİyye´de : «Eğer, mülk sahibi zimmî ise, bulunan şeyden kendisine bir şey verilmez. Eğer, mülk sahibi bilinmezse ve vârisi yoksa, kalan beşte dört o mülkün sahibini uzaktan tanıyan bir müslümana verilir.» denilmiştir. Tatarhâniyye´de de böyledir.
Veya, -r-bu beşte dört— onun varislerine verilir, Becİâi´ ve Tahâvî Şerhi´nden naklen Bahrü´r - Râık´ta da böyledir. Varisi olmazsa, beyfü´1-mâle verilir, Serahsî´nin Mufaıyfinde de böyledir.
Bir müslüman, dâr-i harbte, sahipsiz bir yerde bir define veya mâden bulmuş olsa; bulduğu bu şeyin tamamı kendisinindir. Ondan beşte bir alınmaz.
Eğer, bu müslüman, mezkûr şeyleri sahipli bir yerde bulmuş ise ve dâr-i harbe de eman ile girmiş olursa; bulduklarını, o harbîlere verir.
Eman ile girmemişse, bulduğu şeyleri dâr-i İslâm´a çıkarır ve —tamamı— kendisinin olur; fakat bu, temiz bir şey olmaz. Bulduğu bu şeyleii, satması da caizdir ve fakat yukarıda söylediğimiz gibi, bu alan kimse için de temiz bir şey olmaz. Tahâvî Şerhî´nde de böyledir.
Bu hususta takip edilecek en doğru yol, bu gibi şeyleri fakirlere sadaka olarak dağıtmaktır. Barhü´r - Râık´ta da böyledir.
Bu müslüman, dâr-i harbe, emansız girmiş ise, beşte bir de vermeden, —bulduğu şeyin— tamamı kendisinin olur. Serahsî´nin Muhıyt´indetde böyledir.
Bulunan şeyler, silâhlar, âletler, ev eşyaları, yüzük kaşlan veya kumaş gibi şeyler olsa bile, bunların hepsi de hazine (= defî-ne) gibidirler ve beşte biri alındıktan sonra, kalan beşte dördü, kim bulmuşsa ona verilir. Tebyîn´de de böyledir.
Anber, inci ve balık gibi, denizden çıkartılan şeylerden —zekât olarak— hiç bir şey alınmaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bir kimse, denizden altın veya gümüş çıkarsa; kendisinden —zekât olarak— hiç bir şey alınmaz. Tehzîb´de de böyledir.
Dağlarda bulunan, fîrûzec denilen şeylerden de, beşte bir almak yoktur. Hidâye´de de böyledir. [22]
6- ZİRAÎ MAHSULLERİN VE MEYVELERİN ZEKÂTI
Ziraî mahsullerden ve meyvelerden zekât vermek farzdır.
Bunun farz olmasının sebebi : Arazînin verimli olması ve harâc arazisi olmamasıdır.
Arzın C= yerin) hakîkaten veya takdîren temekkün (= yerleşme) sebebi ile verimli olması, öşür (= zekât) almanın sebebidir. Temekkün olur da, ekip - biçme olmazsa, bu araziden öşür alınmaz; ancak haraç alınır.
Zirâate bir âfet dokunduğu zaman, öşür alınmaz.
Ziraî mahsullerden ve meyvelerden zekât almanın rüknü : Tem-likdir. (Yâni, arazînin sâhibd olmaktır.)
Bunun edasının şartı ise, «Zekât» bahsirlde geçmiştir.
Bu zekâtın, vücubunun şartı ikidir ;
1- Ehliyet sahibi olmak (Yani, müslüman olmak.) Bu ilk şarttır ve bunda ihtilaf yoktur.
Öşrün farz olduğunu bilmek de gereklidir.
Akü ve Bulûğ, öşrün vücubunun şartlarından değildir. Hatta, öşür, çocukların ve delilerin arazilerinden de alınır. Çünkü o arazide de nzık olma manası vardır. Bundan dolayıdır ki, öşrü devlet başkanının cebren alması caizdir. Böyle alınınca, arazi sahibinin öşür borcu kalkar; fakat sevap olmaz.
Keza, üzerinde öşür borcu var iken Ölen kimsenin terekesinden bu borç olınır. Zekât dse, böyle değildir.
Keza arzın (= yerin) mülk olması da, öşrün vücûbu için şart değildir.
Mevkuf (= vakfedilmiş) arazilerin de öşrü alınır.
Me´zûn ve mükâteb kölelerin arazilerinden de öşür alınır.
2- Arzın mahallî olması da, öşrün vücûbu için şarttır. Bu ise, arazinin öşür arazisi olması demektir. Hariçde bulunan, haraç arazileri için öşür yoktur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Odun, ot, kamış, yılgın ağacı ve hurma dalı için de, öşür yoktur. Çünkü bunlardan dolayı arazinin verimi artmaz. Aksine bunlar araziyi ifsad ederler. Ancak, bunlardan istifade edilirse veya arazide olan çınar ve benzeri gibi ağaçlar kesilip satılırsa; bunların da öşürünü almak icabeder. Serahsî´ndn Muhıyt´inde de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, yerden çıkan her şeyin öşrünü vermek icabeder. Buğday, arpa, darı, pirinç ve her çeşit hububat ile bakliyat; reyhanlar, güller, şeker kamışları, tutyalar, kavun, karpuz, hıyar, patlıcan, boya otu ve bunlara benziyen şeyler; meyve ağaçlarının meyveleri az olsun, çok olsun, bunların hepsinin de öşrü verilir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bunların yağmur suyu ile veya akar su ile sulanmaları da müsavidir. Keza bunların bir vesk´e baliğ olup olmamaları da müsavidir. (Bütün bunlar İmâmı A´zam Ebû Hanîfe CK.A.´ye göredir.)
Pamuktan ve pamuk tohumundan da öşür almak icabeder. Çünkü, bunlardan her biri, aranılan şeylerdendir. Mecnıa´ Şerhi´nde de böyledir.
Cevizden, bademden, kimyondan ve kişniş otundan da öşür almak icabeder. Muzmarât´ta da böyledir.
Bal, öşür arazisinden elde ediliyorsa; ondan da, öşür alınır. Hizânetü´l - Müftîn´de de böyledir.
Dağlarda biten ağaçların meyveleri toplandığı zaman, onların da öşrü alınır. Zahîriyye´de de böyledir.
Yere tabi olan ağaçlardan çıkan katran ve ağaç sakızlarından Öşür alınmaz. Çünkü, bunlardan faydalanmak maksud değildir. Bahrü´r-Râik´ta da böyledir.
Sadece ziraat ve tedavi için kullanılan tohumların hepsi (Karpuz tohumu, kavun tohumu, anason tohumu ve çörek otu tohumu gibi) Öşre tabidir. Ziraat veya tedavi için olmayan tohumlar için ise, Öşür yoktur. Muzmarât´ta da böyledir.
Keten, kenevir, pamuk sapları, patlıcan, kendir, muz ve incir gibi şeylere de öşür yoktur. Hızânetü´l - Müftîn´de de böyledir.
Evinin önünde (ki avlusunda) meyveli ağacı olan kimsenin, o ağacın meyvesinden dolayı, öşür vermesi gerekmez. Mecmâ´ Şerhİ´nde de böyledir.
Dolaplarla veya kovalarla sulanan arazilerden elde edilen bitkilerden nısıf öşür (yani yirmide bir) alınır.
Bir öşür arazisi,hem yağmur veya nehir suyu ile; ( hem de dolap veya benzeri bir aletle sulanılıyorsa, hangisi ile daha çok sulanıyorsa, ona itibar edilir. Eğer, müsavi bir şekilde sıilanıyoras, —bu durumda, mükellefin lehine olarak— öşrün yansı (= mahsulatın yirmide biri) alınır. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Öşür almaya —veliyyü´l - emrin— hak kazanmasının zamanı, İmâmı Azam Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, mahsulün çıkıp olgunlaştığı, meyvelerin de yetiştiği zamandır. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Arazinin öşrünü vaktinden önce vermek caiz değildir. Ancak, bir kimse tohumu ektikten sonra, öşrü verirse caiz olur.
Eğer bir kimse, tohumu ektikten sonra ve fakat bu bitmeden önce, öşrü verirse, açık olan durum bunun caiz olmamasıdır.
Meyveler çıkıp, kendini gösterdikten sonra öşür verilmiş olursa, bu durumdaki acele verme hali caiz olur; bundan önce, öşrün verilmiş olması caiz değildir. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.
Öşür arazisinin mahsulâtı, hasaddan sonra; sahibinin sun´u olmadan, haricî bir sebeble telef olsa veya çalınsa, bu mahsulatın öşrü sakıt ölür.
Bu mahsulatın, bu şekilde, bir kısmı helak olmuş olsa; o nis-bette Öşrü de azalmış olur.
Bu mahsulâtı, şayet njal sahibinden başkası helak etmiş, olursa; o şahsa ödettirilir. Bu durumda, mezkûr mahsulâttan Öşür de alınır.
Bu mahsulât, mal sahibi tarafından imha edilmiş olursa, öşrü mal sahibine ödettirilir. Bu kimse, şayet bü borcunu ödemeden ölür ve bu hususta da bir vasiyyeti bulunmazsa, bu öşür ondan sakıt olur. Bahrü´r - ftâık´ta da böyledir.
Benî Tağlib Kabilesinin, öşür arazilerinin mahsulâtından, öşür olarak, müslümanl ardan almanın iki katı alınır.
Bir TağlibUnin arazisini, bir zımmî satın almış olsa; durum yine değişmez. Yani, bu zımmî de öşrü iki kat verir.
Keza, bir Tağlib´linin arazisini müslümanlar satın almış olsa veya bir Tağlib´li müslüman olmuş bulunsa; bunun arazisinden yine iki kat Öşür alınır. Bu, îmâm-i A´zam Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göredir.
Bir müslüman, sahibi bulunduğu arazisiyi, Tağlib´li olmayan bir zımmî´ye satarsa; Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, o arazi haraç arazisi olur.
Bu müslüman, sattığı bu araziyi, şuf´a yolu ile veya satışın fa-sid olmasından dolayı, geri alırsa; bu arazi yine öşür arazisi olur.
Kendi beldelerinde bulunan mecûsilerden bir şey alınmaz. Hİ-dâye´de de böyledir,
Bahçesine, bostan ekmiş bulunan bir müslüman, eğer onu öşür suyu ile sularsa, mahsul öşrî; haraç suyu ile sularsa, mahsul haracî olur.
Zımmî ise: böyle değildir. Bostanım ne ile sularsa sulasm, mahsulü haracîdir. Tebyîn´de de böyledir.
Kabristan da, böyledir. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Müslüman ıda, zımim de, bostanını bir defa öşür suyu ile, bir defa da haraç suyu ile sulamış olsalar; bu durumda müslüman Öşür, zımnî ise haraç verir. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir. [23]
Öşür Suyu :
Öşür arazisinde kazılan kuyuların, öşür arazisinden çıkan kaynak ve pınarların suları ile, başkaları tarafından
kazılmış bulunan kanallardan gelen yağmur, deniz ve nehir sulan Öşür suyudur. [24]
Haraç Suyu :
Haraç arazilerinde kazılmış bulunan kuyuların suyudur. Muhıyt´te de böyledir.
Ebû Hanîfe (R.A.) ve Ebû Yûsut (R.A.)´a göre, Seyhun, Dicle ve Fırat Nehirlerinin sulan da, Haraç Suyu´dur. Kâfî´de de böyledir.
Bir öşür arazisi kiraya verilmiş olursa; buranın Öşrünü, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A,)´ye göre, kiraya vermiş olan şahıs verir. İmâmeyne göre ise, bu arazînin öşrünü, kiralayan şahıs verir. Hulâsa´da da böyledir.
Bu araziyi kiralayan şahıs, hasaddan önce ölmüş olsa; öşrünü, kiraya veren şahsın vermesi icabetmez.
Ancak, bu araziyi kiralayan şahıs, hasaddan sonra ölürse; o zaman, öşrü kiraya veren şahsın vermesi gerekir.
İmâmı A´zam (R.A.)´a göre, hasaddan önce veya hasaddan sonra, Ölmüş olması durumunda da, o kimseden, Öşür sakıt olmaz. Ta-hâvî Şerhi´nde de böyledir.
Bir kimse, araziyi, bir müslümandan emanet, olarak alır ve ekerse; bu arazinin Öşrü, Ödünç alan şahsa aittir.
Araz1!, bir kafirden emaneten alınmış ve ekilmiş olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, yine öşrü, emaneten alan şahsa aittir, îmameyn´e göre ise, kafire aittir. Bu durumda, kafir, İmâm Muham-med (R.A.) ´e göre bir öşür; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göre iki öşür verir.^Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Öşür arazisi, müzarea sureti ile işlendiği zaman, İmâm-ı A´zam (R.A.) ´a göre mahsulâtının öşrü, arazi sahibinden alınır. İmâ-meyn´e göre ise, tarlayı işleyene aittir. Ancak, bu durumda arazi sahibinin, kendi hissesine ait öşrü vermesi vacip olur; tarlayı işleyen kimsenin hissesine ait olan öşürden do,layı da, borçlu bulunur; bu onun zimmetinde olmuş olur. Bahrü´r - Râik´ta da böyledir.
Mal sahibi olmayan, fakat tarlayı işlemekte olan kimse ölse; îmâmeyne göre, hem kendisinden hem de tarlanın sahibi olan ortağından Öşür sakıt olur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre
Ekilmiş bulunan bir mahsulü, sulandıktan sonra ve hasaddan önce, bir kimse helak etmiş veya çalmış bulunsa; bu kimse, bunları ödiyene kadar, mal sahibinün Öşür vermesi gerekmez. Serahsî´-nin Muhıytlnde de böyledir.
Bir kimse, bir öşür arazisini gasbeder ve orada ziraat yaparsa; eğer, mahsulde bir eksilme olmazsa; arazi sahibi için öşür gerekmez; eğer mahsul ııoksarJaşırsa; araai sahibinden öşür alınır. Hulâsa´da da böyledir.
Bir kimse´, içindeki ekini ile beraber, bir araziyi satarsa; bu tarladaki mahsulün öşrü, tarlayı satan kimseye aittir; satın alana ait değildir.
Bakliyat efeili bir yer, satıldığı zaman, eğer, müşteri pazarhk-ta kesmişse yine— öşrü saJtan kimseye aittir. Ancak, pazarlıkta böyle bir şart koşulmamışsa; öşür, alıcıya ait olur. Tahavî ŞerM´nde de böyledir.
Öşür arazisinden elde edilen mahsulât, satılmış -olsa; bakılır : Eğer, mahsulât yetişmiş ise, âşir (= âmil — öşür toplayan görevli) dilerse, öşrü; satan kSmseden, dilerse satın alan kimseden alır.
Bu mahsulâtı satan kimse, kıymetinden fazlaya satmış ve müşteri de henüz teslim almamış olursa; âşir, isterse, öşrü, malın aynından, isterse bedelinden alır.
Eğer satıcı, ahş-verişinde insanları aldatmayan bir kimse ise, bu durumda âşir, Öşrü, satılmış olan malın bedelinden değil1 de, aynından alır.
Eğer, bu mal helak edilftrse; âşir, öşrü, satıcıdan ahr.
Eğer, bu malı müşteri helak etmiş olursa; âşir muhayyerdir : Dilerse, satın alan şahsa ödettirir. Çünkü, bu durumda onlardan her biri hakkını telef etmiştir.
Satıcı, eğer yaş üzüm satmış olursa; âşir, öşrünü onun bedelinden alır.
Keza, bu kimse, şıra elde etse ve sonra da onu satmış olsa, âşâr, bunun öşrünü de bedelinden alır. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Öşürde, amelenlin ücreti, hayvanların yiyecekleri, su sulayanın kirası, bekçi ücreti ve benzeri gibi şeyler hesaba katılmaz.
Yerde yetişip çıkan, her şeyin öşrünü (= onda birini) veya nısıf öşrünü yirmide birini) vermek, bu mahsulâtı çıkaran herkes için vaciptir. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Zekâtı (=öşrü) verilecek olan mahsulâttan, öşrü verilene kadar yenilemez. Zahîriyye´de de böyledir.
Öşrü ayrıldıktan sonra, geriye kalan mahsulâttan yomek helâl oiur. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) : «Bir kimse öşrü verilmemiş maldan yediğini ve yediğinin öşrünü borçlanmış olur.» buyurmuştur. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir. [25]
7- ZEKÂT VERİLECEK KİMSELER
Zekâtın masrafı yani zekât yenilecek kimseler şunlardır:. [26]
Fakirler :
Fakir : Nisab miktarından az malı olan kimse demektir. Veya, nisab miktarına ulaşmış olmasına rağmen, nami olmayan mala sahip olan kimseye de fakir denir.
Nisabdan fazla mala sahip olmasına rağmen, bu malı ihtiyacını karşıiamıyan veya ihtiyacını karşıladıktan sonra, kendisi için artmayan ve ihtiyaç hali devam eden fcimse de fakirdir. Fethü´J - Kadîr´de de böyledir.
Zekâtı ( = sadakayı) fakir olan alimlere vermek, fakir olan cahillere vermekten daha efdaldir. Zâhidî´de de böyledir. [27]
Miskinler :
Miskin : Hiç bir şeyi bulunmayıp, dilenmeye muhtaç olan kimse demektir.
Fakirin aksine, bu kimselerin kuvvetten düşmemek ve bedenini korumak maksadı ile dilenmesi helâl olur.
Fakirin dilenmesi ise helâl olmaz. Bir günlük yiyeceği ve avret mahallini örtebilecek elbisesi olan kimsenin dilenmesi helâl olmaz. Fethü´I - Kadîr´de de böyledir. [28]
Âmil :
Âmil : Vcliyyü´l- emrin, zahirî malların zekât ve Öşrünü toplamak üzere ta´yin edip, memur eylediği kimsedir. Kâfî´de de böyledir.
Bu şekilde tayin edilmiş bulunan bir âmile, zekât toplamak üzere gidip gelmesinden ve bu husustaki hizmetinden dolayı, görevi devam ettiği müddetçe, kendisinin ve aile efradının ihtiyaçlarına kâfi gelebilecek miktarda, —orta halli topladığı zekattan, bir hisse maaş verilir. Pek çok zekât toplamış olsa bile, —bu maaşı— yarısından fazla miktarda attırılmaz. Bahrü´r - Râik´ia da böyledir.
Bir kimse, kendi malının zekâtını, bizzat getirip devlet başkanına verirse, ânıil bu zekâttan bir hisse almaya hak kazanmış olmaz. Yenâbi´de ve Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Peygamber (S.A.V.) Efendimize akraba bulunmalarından dolayı, Hâşimî´lerin âmillik yapması helâl olmaz. Onların yüce şerefinden dolayı, insanlardan bu gibi şeyleri almaları veya aldıkları şüphesinin bulunması doğru olmaz.
Zenginlerin âmil olarak görevlendirilmeleri ise caizdir. Tebyizde de böyledir.
Rızkım başka yerden temin eden Hâşimî´niıı, âmillik yapmasında bir beis yoktur. Huiâsa´da da böyledir.
Bir âmülin elindeki mal, helak olsa veya kaybolsa, bu âmilin alacağı sakıt olur. Bu âmilin, zekât veren kimseden, bu zekâtı tekrar alması caiz olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Bir âmilin, kendi ücretini henüz hak etmiş olmadan alması caiz olur; fakat bu durumda, almaması daha efdâldir. Huiâsa´da böyledir.. [29]
Mükâteb Köle :
Mükâteb olan kölelere, onları, kölelikten kurtarıp hürriyetlerine kavuşturmak için yardım edilmesi uygundur. Serahsî´nin Muhıyt1 inde de böyledir.
Mükâteb : Bir bedel mukabilinde, azad edilmek üzere efendisi ile mukavele yapmış olan köle veya cariye demektir.
Mükâtebe, zengin olduğu bilinsin veya bilinmesin zekât vermek caiz olur. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Hâşîmüerin muk atehlerin e de, zekât vermek caiz olmaz. Çünkü, kölenin mülkü de efendisine aittir. Ve şüphenin hakikata karışması ihtimali vardır. Serahsî´nin Muhıyl´indc de böyledir. [30]
Borçlu:
Borçlu : Borcundan fazla, nisab miktarı mala sahip olmayan veya kendisinin de, başkasında alacağı olmasına rağmen, bunu alması mümkün olmayan kimse demektir. Tebyîn´de de böyledir.
Zekâtı, borçlu olanlara vermek, fakir olanlara vermekten daha efdaldir. Muzmarât´ta da böyledir. [31]
Allah Yolunda Olanlara :
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre, Allah yolunda olanlardan maksad, Allah yolunda cihad eden gazilerin fakirleridir.
İmâm Muhammed (R.A.) ´e göre ise, hac yolunda olan fakir kimselerdir. Tebyîn´de de böyledir.
Sahih olan ise, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´un kavlidir. [32]
Yolcu :
Zekât verilecek yolcudan maksad, malı, beldesinde kalıp, elinde bir şey bulunmayan garip kimsedir. Bedâi´de de böyledir.
Yolcuların, ihtiyaçları kadar zekât almaları caizdir. Fakat, ihtiyaçlarından fazlasını almaları helâl olmaz. Bu hüküm, malından ayrı bulunan kimselerin hepsine aittir;bunlar, kendi memleketlerinde olsalar bile, durum aynıdır. Çünkü, muteber olan ihtiyaçtır.
Yolcunun, malına kavuştuğu zaman, elinde kalan zekât parasının fazlasını sadaka etmesi de gerekmez. Bu yolcunun bu durumu, zengin olan fakir gibidir. Tebyîn´de de böyledir.
Yolcunun borç alması, zekât almasından daha efdaldir. Za-hîriyye´de de böyledir.
Yukarıda saydığımız kimseler, kendilerine zekât verilebilecek olan kimselerdir.
Zekât verecek olan kimse, zekâtını bunlardan her birine verebilir. Bunlardan her hangi bir topluluğa da verebilir; tek kişiye de verebilir. Fethü´l - Kadîr´de de böyledir.
Zekât olarak verilen miktar, nisaba erişmiyorsa, bunu tek kişiye vermek daha efdildir. Zahidî´de de böyledir.
Bir kimseye, zekât olarak 200 dirhem, toptan vermek de caizdir. Fakat, daha fazlasını vermek mekruhtur. Hidâye´de de böyledir.
Söylediğimiz bu husus, fakır borçlu olmadığı zaman içindir. Eğer, bu kimse borçlu olursa; ona, hem borcunu ödeyeck, hem de geride 200 dirhem kalacak kadar, zekât vermek caizdir.
Keza, zekât verilecek kjimse, aile sahibi ise, zekât olarak verilen miktar, ailesinin her ferdine taksim edilince, herbirine 200 dirhem düşecek miktarda, zekât vermek caiz olur. Fetâvâyî Kâdîhân´da da böyledir.
Bilhassa zamanımızda, zenginlerin, fakirlerin hallerini sormaları mendub olur. Tebyîn´de de böyledir.
Zıramîlere zekât vermek caiz değildir. Bu hususta ittifak vardır. Ancak, zımmîlere nafile sadakaların verilmesi; yine ittifakla caizdir.
Verilmesi vaoip olan sadakaların, zunmîlere verilip verilemiye-ceği konusunda da ihtilâf vardır. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Afuhammed CR.A.) ´e göre, zımmîlere bu sadakaların verilmesi caizdir. Fakat, bize göre, bu sadakaları da fakir müslümanlara vermek daha sevimlidir. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.
Harbîlere gelince, onlara farz ve vacip olan sadakaları vermek, bil-icmâ caiz değildir. Fakat nafile olan sadakalar, bunlara da verilebilir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Zekât parası ile mescid bina etmek, misafirhaneler yapmak, su sebil etmek, yolan tamir etmek, nehir kanalları kazmak caiz olmadığı gibi; bu paranın, hac ve cihada sarfedilmesi ve nisaba malik olan kimselere de verilmesi caiz değildir. Zekât parası ile bir ölüye kefen almak, bdr ölünün borcunu ödemek caiz değildir. Bu para ile köle satın alıp, azad etmek ve bu parayı baba, dede... gibi her ne kadar yukarıda olursa olsun usûle ve oğul, torun... gibi her ne kadar aşağıda olursa olsun fürû´a vermek caiz değildir. Kâfî´de de böyledir. Zekât parası, reddedilmiş olan çocuğa ve veled-i zinaya da verilmez. Timurtâşî´de de böyledir.
Menfaatleri müşterek olduğu için, zengin bir koca, fakir olan karısına zekât veremez. Keza, zengin olan kadın da, fakir olan kocasına zekât veremez. Bu, İmânı ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göredir, Hidâye´de de böyledir.
Yine, Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre bir kimse kendi kölesine, mükâtebine, ümmü veledine ve bir kısmım azâd etmiş bulunduğu kölesine, zekâtını veremez. Tebyîn´de de böyledir.
Nisaba malik olan bir kimseye zekât vermek caiz değildir. Yani, bir kimsenin hangi cinsten olursa olsun, nisab miktarından fazla malı olur ve bu mal, o şahsın elinde senenin yansından fazla durmuş bulunursa, bu mal ister altın, ister gümüş, ister, sâime hayvan, ister ticaret malı olsun, o kimseye zekât verilmez. Zâhidi´de de böyledir.
Nisabdan fazla olan malın, haceti asliyenin dışında oturacak yer, ev eşyası, elbise, hizmetçi, binek hayvanı veya silah obuası hallerinde de yine durum aynıdır.
Fazla olan bu malların, nâmı (= çoğalıcı) olması da şart değildir; malın nâmı olması, zekâtın vücûbunun şartîanndandır. Kâö´de de böyledir.
Bedenen güçlü ve çalışıp kazanabilecek durumda olan ve fakat nisâb miktarı malı bulunmayan kimselere, zekât verilebilir, Zâhidî´de de böyledir.
Zengin bir şahsın, mükâteb olmayan kölesine de zekât verilmez. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Keza, zengin bir şahsın küçük yaştaki çocuğuna da zekât verilmez. Tebyîn´de de böyledir.
Ancak, zengin bir şahsın, fakir ve müslüman olan ve büyümüş bulunan çocuğuna zekât verilebilir.
Zengin bir adamın, fakir olan karısına da zekât verilir.
Keza zengin bir şahsın büyümüş olan ve fakir bulunan kızma da, eğer o, nafakasını temin edecek güçte değilse, zekât verilir. Çünkü bu, kocasının veya babasının zengin olmasından dolayı, zengin sayılmaz. Kâfî´de de böyledir.
Oğlu zengin olan, fakir bir babaya da, zekât .vermek caizdir. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.
Nisaba mâlik bulunmadığı halde, dilenmeyen (= istemeyen) kimseye zekât verilir.
200 dirhem gümüş kıymetinde kitabı bulunan fakat okumak veya okutmak için bunlara ihtiyacı olan kimseye de zekât verilir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bu kitapların fıkıh, hadîs veya edep kitabı olmaları da müsavidir. Serahsî´nin Muhıyf´inde de böyledir.
Keza, Kur´an-ı Kerimleri olan ve onlara muhtaç bulunan kimselere de zekât verilebilir.
Fakat, bu kimse onlara muhtaç bulunmaz, onların değerleri de 200 dirheme veya daha fazlaya ulaşırsa, bu kimseye zekât vermek caiz olmadığı gibi, onun zekât alması da caiz değildir.
İmâm Muhammed
Üç bin dirhem değerinde, arazisi olan bir kimse, kendisinin ve aile efradının nafakasını çıkarmıyorsa, bu şahsın, durumu hakkında ihtilâf edilmiştir : Muhammed bin Mukâtil : «Bu kimsenin zekât alması caizdir.» demiştir.
Bir kimsenin, 200 dirhem kıymetinde bahçe içinde bir evi olsa, eğer bu bahçedeki evin mutfak, banyo ve benzerleri gibi müştemilâtı yoksa, bu kimseye zekât vermek caiz olmaz. Çünkü bu kimse, ticaret metâı ve cevahiri buüunan ve fakat bunlar, başka insanlar üzerinde ve onların sonra ödemeleri gereken bir alacak şeklinde olan bir kimse durumundadır. Bu durumda olan kimselerin, nafakaya muhtaç oldukları zaman, alacaklarının zamanı gelene kadar, nafakaları riçin kafi gelecek miktarda zekât almaları caiz olur.
Bu kimsenin, alacağı, tehirli olmadığı halde, fakir bir kimsede ise, bu şahıs yine zekât alabilir. Esahh olan kaviller de böyledir. Çünkü, bu kimse yolcu durumundadır.
Eğer, bu şahsın alacaklı bulunduğu şahıs, zengin ve borcunu da kabul etmekte ise, alacaklı olan bu şahsın, zekât alması caiz olmaz. Bu kimsenin alacaklı olduğu şahıs, borcunu inkâr etse ve fakat alacaklının senedi veya şahidi bulunsa, yine zekât alması caiz olmaz.
Bu kimsenin, o şahıstan alacaklı olduğunu isbat edecek bir delili olmadığı zaman da, borçlu olan şahsı hâkime şikayet edip, borçluya yemin ettirilmesine kadar, alacaklı olan şahsın, zekât alması yine caiz olmaz. Ancak, bundan —yani borçlunun hakim huzurunda, borcunu yemin ile inkâr etmesinden— sonra, bu kimsenin zekât alması c .iz ve aldığı zekât helâl olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
İçinde oturduğu bir evi bulunan kimsenin, —bu evin .tamamında oturmakta olmasa bile— zekât alması caiz olur. Sahih olan budur. Zâhidî´de de böyledir.
Benî Hâşim´e (Hâşim Oğullarına) zekât verilmez.
Burada, Benî Hâşim´den maksat. Resulü Ekrem (S.A.VJ Efendimizin amcası Hz. Abbas (R.A.) ´in evlâd ve ahfâdiyîe; diğer amcası Ebü Tâlib´in oğulları Hz. Ali (R.AJ ´nin ve onun kardeşi Ca´fer ve Hz. Akîl´in evlât ve ahfadı, bir de Abduhnuttalib bin Hars´m evlâd ve ahfadıdır. Hidâye´de de böyledir.
Hâşim Oğulannım, bu saydıklarımızın dışında kalan şubelerine zekât´vermek caiz olur. Ebû Leheb´ıin zürriyetinden gelenler gibi... Çünkü, onlar Peygamber (S.A.V.) Efendimiz´e yardım etmediler. SirâcüT - Vehhâc´da da böyledir.
Zekât, nezir, öşür ve keffâret gibi verilmesi icabeden sadakalar Beni Hâşim´e verilemezler; ancak bunlara nafile sadakaları vermek caizdir. Kâfî´de de böyledir.
Keza, Benî Hâşim´in kölelerine de zekât verilmez. Kenz Şerhi Aynî´de de böyledir.
Hâşim OğuUarı´ndan fakir olanlara, madenlerin ve definelerin beşte birini vermek caizdir. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.
Bir kimsenin zekât dağıtmak üzere vekil kıldığı şahıs, bu zekâtı, eğer muhtaç iseler, kendisinin büyük veya küçük çocuğuna veyahut da hanımına verebilir; bu caizdir. Ancak, bu zekâtı kendi elinde tutamaz. Huİâsa´da da böyledir.
Zekât verecek olan bir kimse, zekât vermek istediği kimsenin durumundan şüphelenir ve bu hususta araştırma yapar; bu araştırması sonunda da o kimsenin zekât vermeye layık bir şahıs olduğu kanaatine varırsa, zekâtını ona verir veya ona sorduktan sonra verirra verir.
Veya, bir kimse, fakirlerin arasında gördüğü bir şahsa zekâtını verir, sonradan da o şahsın zekât verilmesi uygun olan kimselerden olduğu anlaşılırsa, bu kimsenin zekâtı, bil-ittifak caiz olur.
Keza, bu kimsenin durumu belli olmazsa; bu. durumlardaki kimselere de zekât vermek caiz olur.
Zekât vermiş olduğu kimsenin, zengin veya Hâşimî veya kâfir veya Hâşimîlerin kölesi olduğu,.kendisinin dedelerinden veya ninelerinden bulunduğu; kendisinin karısı veya zekâtı veren kadınsa kocası okluğu meydana çıkarsa, yine bu kimsenin zekâtı caiz olur ve onun zekât borcu düşer. Bu, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R. A.) ile İmâm Muhammed (R.A.) ´in kavilleridir.
Şayet zekât vermiş olduğu kimsenin, kölesi veya müdeb-biresi veya ümmü veledi veyahut da muktebesi olduğu anlaşılırsa, bu durumda o kimsenin zekâtı caiz olmaz. Onu iade etmesi, (tekrar vermesi, bil-iemâ´ lazım oltır.
Keza, zekât verilen kimsenin zengin olduğu ortaya çıkarsa, -İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, buna verilen zekâtm da iadesi, yani yeniden verilmesi lazım gelir. Tahâvî Şerftİ´nde de böyledir.
Bir kimsenin, zekâtını verdiği sırada, zekât verdiği kimsenin halini araştırmaması, onun zekât almaya hak sahibi olup olmadığını, tetkik ermemesi caizdir.
Ancak, bir kimsenin, kendisine zekât verilmesi uygun olmayan kimselerden olduğu ortaya çıkarsa, ona zekât verilmez.
Durumu şüpheli olan bir şahsa araştırıp soruşturulmadan zekât verilirse ve sonradan da bu zahsm zekâta müstehak olmadığı ortaya çıkar veya ona zekât verilmeyeceğine zann-ı galibi olursa, verilen bu zekât fesada gitmiş oltır.
Ancak, bu kimsenin zekât almaya hâk sahibi olduğu ortaya çıkarsa, verdiği zekât caiz olur. Tebyîn´de de böyledir.
Zekâtı bir beldeden, başka bir beldeye nakletmek mekruhtur.
Ancak, bir kimsenin zekâtını t aşka bir belde1"- ı~ şehirde, yerde) bulunan akrabasına veya I ivminden oıar . Saiuseye, onlar bulunduğu beldenin fakirlerİ7.den daha muhtr s jîr durumda iseler— göndermesi caiz olur.
Bir kimsenin zekâtım, başka beldede bulunan ve akrabası olmayan muhtaç kimselere göndermesinde de bir beis yoktur. Bu mekruh olmakla beraber; böyle yapan kimselerin zekâtları yine de caiz olur.
Zekâtı başka yere göndermenin mehrûh olması, zekâtın zamanının geçtikten sonra verilmesi.halindedir. Fakat, zekât, verilme zamanından Önce, başka beldeye gönderilmiş olursa; bunda bir beis yoktur.
Zekâtta, fıtırda ve nezirlerde efdal olan, bunları önce, fakir olan erkek kardeşlere, kız kardeşlere, sonra bunların çocuklarına; sonra anıca ve halalara, sonra da bunların evladlarma; sonra dayı ve teyzelere ve sonra da bunların evladlarma; sonra diğer akrabalara, sonra komşulara, sonra aynı mahallede oturanlara, sonra aynı şehir veya aynı köyde oturanlara vermektir, Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Zekâtta muteber olan, malın bulunduğu yerdir. Hattâ zekâtı verecek kimse bir yerde, malı ise başka bir yerde olsa, zekâtını malın bulunduğu yerde verir; küçük çocuklarının ve kölelerinin bulunduğu yerde vermez. Sahihi de budur. Tebyîn´de de böyledir. Fetva da bunun üzerinedir. Muzmarât´ta da böyledir.
Zamanımızın zâlimlerinin zekâtları, Öşür, haraç, vergi ve benzerlerini almaları halinde, esahh olan, bu borçların sakıt olduğudur. Ancak, bunları verdikleri zaman, sadakaya niyyet etmeleri gerekir. Tatarhâıüyye´de de böyledir.
Bir kimse, zekâtına niyyet ederek kendi öz malından, bir fakirin borcunu ödese ve bundan da o fakirin haberi bulunmakta olsa, verdiği bu şey zekât olarak caiz olur. Fakirin haberi bulunmamakta ise, zekât olarak caiz olmaz. Fakat, fakirin borcu da düşmüş olur.
Bir kimse, zekâtına mahsuben bir fakiri evinde oturtmuş olsa; bu, zekât yerine caiz olmaz. Zâhidî´de de böyledir.
Bir kimse, zekât niyyeti dle akrabasının çocuklarına bir şey dağıtsa; veya haber gebren kimseye, zekât niyyeti ile bir şey Verse; veya turfanda bir şey getirene zekât niyyeti ile bir şey verse, bunlar zekât olarak caiz olur.
Keza, bayramlarda veya başka bir zamanda, zekât niyyeti ile kadın veya erkek hizmetçilere verilen şeyler de, zekât olarak caiz olur. Mi´râcü´d - Dürâye´de de böyledir.
Bir kimse, zekâtını bir fakire verdiği zaman, eğer bu zekâtı, o fakir kimse eline almamışsa, bu zekât, caiz olmaz.
Keza, üzerinde velayet bulunan bir fakirin babası veya bir mecnûnun veya1 küçük çocuğun vasisi, zekât niyyeti ile verilen bu Burachı kaydedilen zaman, eserin te´lif edildiği Hicri 11. asırdır.
şeyi, almış olmadıkça, bu zekât olarak caiz olmaz. Yani zekâtı fakir veya onun namına veîî-vasî gibi birisi almadıkça zekât verilmiş olmaz. Hulâsa´da da böyledir.
Keza, bir kimse, ailesinin içinde bulunan ve akrabasından olan bir kimseye zekâtını vermiş olsa, o şahıs almadıkça, zekât verilmiş olmaz. Bu durum, yabancılar için de böyledir.
Bulunan bir şey de, sahibinin eline verilmedikçe verilmiş sayılmaz.
«Bir kimse zekâtını, bir mecnûna veya sabi bir çocuğa vermiş olsa, bunların da akh yetmese ve aldıklarını babasına veya velîsine vermiş olsalar, verilen bu şey zekât olmaz.» denilmiştir. Nitekim; bir kimsenin zekâtını yüksekçe, bir yere koyması ve bir fakirin de gelip oradan alması, da caizdir.
Ancak, kendisine zekât verilen ve bunu alan çocuk, şayet mü-rahık (= aklı yeten çocuk) ise, bu zekât caiz olur.
Keza, almasını bilen, aldığını atmayan bir kimse, bu zekâtı almış olsa ve bu kimseyi, onu elinden almak için başka bir kimse aldatmasa veya bu kimse aldığını atmayan bir kişi olsa, böyle bir fakire verilen zekât caiz olur.
Bunamış bir fakire verilen zekât da caiz olur. Fetâvâyi Kâdi-nâh´da da böyledir. [33]
Beytü´l - Mâl´in Gelirleri
Beytü´l - mâlin, gelir kaynağı vardır :
Sâime olan hayvanların zekâtı, öşür ve rnüslümanların ticaret malından âşir tarafından alınan şeyler.
Bunların kimlere verileceğini «Zekât Kimlere Verilir» bölümünde söyledik.
Ganimetlerin, madenlerin, eskiden kalma hazine ve definelerin beşte biri.
Bunların sarf yeri ise fakirler, kimsesiz ve muhtaç yetimler ve yolculardır.
Haraç, cizye, harb edilmeden ve üzerinde anlaşmaya varılarak alman sulh bedelleri, (Mecran Oğullarından alman elbiseler ve Tağlib Oğullarımdan alınan ve zekâtın iki katı olan vergiler gibi) ve kendilerine emân yerilmiş bulunanlardan alman öşürler ile ticaretle uğraşan zimmîlerden alınan şeyler.
Bunlar, savaş hizmetlerine, kale yapımlarına, îslâm ülke-. sindeki yolların emniyetinin sağlanması ve yol kesicilerin gözetlenmesine, köprü ve kanalların yapılmasına harcanır. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Bunlar, Ceyhun, Fırat ve Dicle gibi çok büyük olan ve kimsenin mülkiyetinde bulunmayan, nehirler üzerinde köprü kanal ve bent (=-baraj) yapımında da kullanılır. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.
Bunlar, nbâtlara, mescidlere, set baskınını Önlemek için yapılan sedîere, düşman baskınından korkulan yerlere kale yapımına, vali, kadı, müftü ve diğer me´mur ve idarecilerin maaşlarına da sarfedilir. Serahsî´nin Muhiytlinde de böyledir.
Bunlar, ilim öğretenlere ve ilim öğrenenlere de sarf edilir. Si-râcü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Bunlar, müslümanlarm işleri için uğrasan ve mü´mml´erin salâhına çalışan kimselere de sarf edilir. Serahsî´nin Muhıyf inde de boyledSr.
Lukatalar (= Buluntular), varis, bırakmadan ölenlerin terekeleri, yalnız kocası veya yalnız karısı kalmış olanların kan veya koca hisselerini aldıktan sonra arta kalan, terekeleri.
Bunlar da, fakir olan hastaların tedavilerine ve nafakalarına; malı olmayan cenazelerin kefen masraflarına; bir malı kaybolmuş kimselere; aklî dengesini yitirmiş olanlara; kazançtan aciz kalanlara, bunların nafakalarının, üzerine vacip olduğu bir kimse olmadığ,ı zaman harcanır. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.
Veliyyü´temr´in, beytü´l-mâlin bu dört ayrı nev´î gelirlerini dört ayrı yerde toplayıp, bunların herbirine ayn ayrı evler yapması gerekir. Çünkü, bunlardan herbirinin hükümleri ayrıdır; kendilerine mahsus, hükümleri vardır. Bir bölümün malı, diğerine karışmamalıdır.
Eğer, bu bölümlerden bir kısmında mal bulunmazsa veliyyül -emr´in bu. bölümler için diğer bölümlerden borç alması caizdir.
Böyle bir durumda veliyyül - emr beytü´l - mâlin zekât bölümünden, borç alıp, haraç bölümüne vermiş olursa, haraç alındığı zaman almış bulunduğu bu borcu öder. Ancak, bu borcu "kıtal (= savaş) için almış olursa, bunda fakirlerin nasibi olduğu için bu borç olmaz.
Veliyyü´1-emr, eğer beytü´l - mâlin haraç bölümünden zekât bölümüne borç almışsa ve bunu fakirlere harcamış olursa,- onlara borçlanmış olmaz. Çünkü haraç fey´ ve ganimet hükmündedir. Fakirlerin ise bunda nasipleri vardır. Ancak fakirler, bu zekât ile zengin edilmezler. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Veliyyü´l - emr olan kimselerin, hakları, hak sahibi olanlara ulaştırmaları ve onları Kaklarını almaktan men etmemeleri gerekir. Beytü´1-mâle ait olan bu mallardan, veliyyü´l - emrin ve ava-nesinin almaları caiz olmaz. Ancak bunlar, kendilerine ve aüe fertlerine kifayet edecek kadar, beytü´l - mâl´den alabilirler; fakat, bunları biriktirip kendileri için bir hazine meydana getiremezler. Bu mallardan artan olursa, müslümanlar arasında taksim olunur.
Veliyyü´^emr olan kimseler, bu vazifelerinde kusur ederlerse, vebali kendilerine aittir.
Zımmîlere, beytü´l - mâl´den hiç bir şey verilmez. Ancak, veliyyü´l - emr onların açlıktan Ölmek üzere olduklarını görürse, onlara ölmiyecekleri kadar gereken şeyleri verir. Çünkü onlar, İslâm Beldesi vatandaşiarmdandırlar ve onların hayatını korumak, devlet başkanının görevlerindendir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Diyanet yönünden, beytü´l-mâl"de nasibi olan bir kimsenin, o hakkını alması mümkündür. Hüküm yönünden ise, devlet başkanı, o hakkı verip vermemek hususunda muhayyerdir. Gunye´de de böyledir. [34]
8- SADAKA-İ FITIR
Sadak-i Fıtır, havâic-i asliyesinden fazla, nisab miktarı mala sahip bulunan, hür ve müslüman olan her ferde vacibtir. Muhtar Şerhi îhtiyar´da da böyledir.
Bu malın, namî olması da gerekli değildir. Nisab miktann-daki bu maldan dolayı, kurban kesmek vacib olduğu gSbi; akrabaların nafakasını ödemek de vacibtir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Fıtır sadakası, şu dört şeyden vacib olur;
1- Buğday,
2- Arpa,
3- Hurma ve
4- Kuru üzüm. Hizânetü´l Müftîn´de ve Ta-hâvî Şerhi ´nde de böyledir.
Fıtır sadakası buğdaydan yarım sa´dır. Arpadan ve hurmadan bir sa´dır. (*) Buğdayın unu ve kavrulmuşu, buğday gibidir. Arpanın unu ve kavrulmuşu da arpa gibidir.
Ekmekten fitra vermek caiz olmaz; ancak kıymeti itibari´ ile verilirse, bu caiz olur. Sahih olan kavil budur.
Kuru üzüme gelince, Camiü´s - Sağîr´de İmâra Ebü Hanîfe (R.A.)´den nakledildiğine göre, yarım sa´dır. Çünkü, kuru üzüm bütün cüzleri ile yenilebilen bir şeydir.
sa´yi Irâkînin — 1040 dirhem-i şer´î olduğu kabul edilir fei bu da 910 dirhem-i örfiye eşittir.
Bu durumda, yanm sa´ — 520 şer´î dirhem olur. Bu ise 455 dirhem-i ör-fi´ye eşittir.
Bunlar ise, yaklaşık olarak: 1040 direhm-i şer´î 2.917 kilogramdır. 1040 dirhem-i örfî ise, 3.333 kilogramdır. 520 dirhem-i şer´î 1458 kilogramdar. 520 dirhem-i örfi ise, 1.667 kilogramdır.
1 kilogram — 357 dirhem-i şer´î — 312 dirhem´i örfî olur.
Bir şeyin, 1 saVinin değerini hesap etmefc için, o şeyin 1 kilogrami´nm fiatı ile, 3.333 ü çarpmak gerekir.
Bir şeyin yarım sa´yinin değerini bulmak içinse, u şeyin 1 kilogramının rayiç fiata ile 1.778 yi çarpmak gerekir.
(islâm Hukukunda kullanılan ölçülerle ilgili ma´lûmat yeri geldikçe ve mufassal. olarak da son ciîtde verilecektir.)
Yine İmâmı Azam Ebû Hanîfe (R-A.)´den gelen bir rivayete göre, kuru üzümden sadaka-i fıtır bir sa´dır. îmâmeyn´in kavli de böyledir.
Bunların, bizzat kendilerinin sadaka-i fıtır olarak verilmeleri caizdıir. Daha efdâlotan ise, bunlanfa değerlerini, fıtır sadakası olarak vermektir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Sadaka-i fıtır olarak, un vermek, buğday vermekten daha efdaldir. Unun parasını vermekse, un vermekten daha efdal ve daha üstündür. Çünkü, para, fakirin ihtiyacını gidermeye daha müsaittir.
Saydığımız bu şeylerden başka cinste olan, hububatlardan sadaka-i fıtır verilmez. Ancak, bunların değerlerinden fıtır sadakası vermek caizdir.
Fetvalarda : «Üzerinde nas bulunan şeylerin, sadaka-i fıtır oJa-rak değerlerini vermek, bizzat kendilerini vermekten daha iyidir.» denilmiştir. Fetva da bunun üzerinedir. Cevheretü´n - Neyyîre´de de böyledir.
Bir kimse, taze buğdaydan dörtte bir sa´ verse, ve fakat bu miktarın değeri yanm sa´ye eşit olsa, verdiği bu dörtte bir sa´ sada-kai- fıtır olarak caiz olmaz.
Arpada da durum böyledir. Yani bir sa´ arpa yerine —aynı değerde olan— yanm sa´ taze arpa vermek caiz değildir. Eğer, böyle verilmişse, bunlar verilmesi gereken miktara tamamlanır.
Keza, bir sa´ arpa yerine, aynı kıymete eşit olan, dörtte bir sa´ buğday vermek de cadz değildSr. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.
Bir kimse, bir sadaka-i fıtır olarak, yanm sa´ arpa ile yarım sa´ hurma vermiş olsa; veya yarım sa´ hurma ile bir men (=.260 dirhem) buğday vermiş olsa; veya yarım sa´ arpa ile dörtte bir sa1 buğday vermiş olsa bize göre, böyle yapmak caiz olur. BahrüV-Râ-ık´ta da böyledir.
Bağdad´lılara göre 1 sa´ = 8 rıtıl´dir. 1 ntıl-ı Bağdadî ise = 20 estardir: Tebyîn´de de böyledir.
1 estar ise - 4,5 (= dört buçuk) mıiskâl´dir. Vikaye Şer-hi´nde -de böyledir.
Sadaka-i fıtır verilirken, yarım.sa1 olan buğday ve bir sa´ olan diğer şeyler, tartılarak tcsbit edilir. Bu hususu, İmâm Ebû Yûsııf (R.A.), İmâmı A´zam Ebû Fanîfe (R.A.)´dan nakletmiştir. Çünkü, âlimlerin sa´Ia ilgili ihtilafları, onun kaç rıtıl olduğu hususunda-dır. Fakat, tartıya itibar edilmesi hususunda, âlimlerin icmâ´ı vardır. Tebyîn´de de böyledir. [35]
Fıtır Sadakası Ne Zaman Vacib Olur :
Fıtır sadakası, Ramazan Bayramı´mn ilk günü, sabahının ikinci fecrinin doğmasından sonra vacip olur.
Bu vakitten önce ölmüş olan kimsenin, üzerine fıtır sadakası vacib olmaz.
Bu vakitten Önce doğmuş olan çocuğa veya müslüman olmuş bulunan kimseye ise, fıtır sadakası vacib olur. Bu vakitten sonra doğmuş olan veya müslüman olmuş bulunalara ise sadaka-i fıtir vacip olmaz.
Keza, fakir bir kimse, bu zamandan önce zengin olmuş olursa, ona sadaka-i fıtır vacip olur. Bu zamandan Önce fakir düşen zengine ise, sadaka-i fıtır vacip olmaz. Serahsî´nin Muhiyt´inde de böyledir.
Fecrin doğmasından sonra, ölmüş olan kimse üzerine fiti sadakası vacip olmuş olur.
Keza, fecrin dogmasından sonra bayram günü fakir düşmüş olan zengin kimseye de fıtır sadakası vacip olmuş olur. Cevhe-retü´n - Neyyire´de de böyledir.
Fıtır sadakasını, bayramdan önce vermek caizdir. Fakat, bunun bir efdaliyeti yoktur. Sahih olan bu kavildir.
Fıtır sadakasını, bayramdan sonraya te´hir etmiş olan kimsenin üzerinden bu borç sakıt olmaz. Onu çıkarıp vermesi gerekir. Hidâ-ye´de de böyledir.
Bir kimse sadaka-â fıtri nisaba sahip olmadan vermiş bulunsa da, daha sonra nisab miktarı mala sahÜp olsa, Önce verdiği bu fıtır sadakası sahih ve caiz olur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.
Tecnîs´de : «İhtiyarlığı veya hastalığı sebebi ile oruç tutamamış olan kimseden, sadaka-i fıtır sakıt olamaz.» denilmiştir. Muzmarât´ta da böyÜldir.
Fıtır sadakasının, bayram günü fecrin doğmasından ve bayram namazı kılınacak yere gitmeden önce verilmesi müstehabtır. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.
Bütün âlimlerimize göre, fıtır sadakasının edâ vakti, bütün ömür boyudur. Bedâi´dc de böyledir;
Bir kimsenin, kendisinin ve fakir olan küçük çocuklannın sadaki-i fıtnnı vermesi vaciptir, Kâfî´de de böyledir.
Cinneti ister aslî, ister arızî olsun mecnunlarla, bunamış olanlar da, çocuklar gibidirler. Onlann da fıtralannı vermek icab-eder. Zâhirü´l - mezhep budur. Muhıyt´te de böyledir.
Küçük çocukların ve mecnunların sadaka-i fıtırlannı babaları ve vasileri, kendilerine ait olan inaldan verirler. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göre böyledir.
Kendisinde hayat alameti görülmemiş olan düşük ceninler için sadaka-i fıtır verilmez. Sirâcü´İ - Vehhâc´da da böyledir.
Bir baba, kendisine ait maldan, küçük çocuğuna ait kölelerin sadaka-ı fıtnnı vermek mecburiyetinde değildir.
Keza, bunamış kimseye ait kölelerin fıtrasım da, bu kimsenin vasisi vermez. Bu da Ebû Hanîfe (R.A.) ile Ebû Yûsuf (R.A.Vnm kavlidir.
Bababası hayatta olan çocukların, sadaka-i fıtırlannı, dedelerinin verme mükellefiyeti yoktur. Zahârü´r - rivayete göre ise, babaları ölmüş olsa bile, o çocukların dedeleri için böyle bir mükellefiyet yoktur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Baba ile anası arasında bulunan bir çocuk için, ikisi de tam olarak sadakanı fıtır verirler. Zahrîriyye´de de böyledir.
Eğer bunlardan birisi ölü, diğer sağ ise veya birisi zengin, diğeri fakir ise, bu çocuğun sadaka-i fıtrim, sağ olan veya zengin olan verir. Diğerinin vermesi gerekmez. Hulâsa´da da böyledir.
Bir kimse, küçük kızını bir şahsa nikahlasa ve ona teslim etse, sonra da ramazan bayramı gelse, bu kızın sadaka-i fıtrim vermek, babasına ait değildir. Tatarhâniyye´de de böyledir.
Köleler ister müslüman olsun, ister kafir, efendileri, onlann sadaka-i fıtırlannı verirler.
Bir kimsenin, müdebbirlerinin ve ümmü veledlerinin sadaka-i fıtırlanriı vermesi de vaciptir.
Bize göre, bar kimsenin, icarladığı kölelerle me´zun olan kölelerinin fıtrasmı vermesi de vaciptir. Borçlu olan veya hizmet için va-sâyetli bulunan kölelerin fıtralannı vermek de, efendilerine ait bir mükellefiyettir.
Keza, emanet ve ariyet olan kölelerle, kasden veya hatâen crina-yet işlemiş kölelerin fıtralarını da, bunların sahipleri verir. Fetâvâyİ Kâdîhân´da da böyledir.
Rehnedilmiş olan bir malin değeri, borç çıkıldıktan sonra nisab miktarına ulaşırsa; o malın sahibinin de sadaka-i fıtır vermesi gerekir. Tebyîn´de de böyledir.
Bize göre, bir kimsenin ticaret için bulundurduğu, kölelerinin ve bunlara ait kölelerin sadaka-i fıtırlanm vermesi icabetmez. Fetâvâyİ Kâdîhân´da da böyledir.
Mülkiyetindeki kusurlardan dolayı, mükâtep olan kölenin sadaka-ı fıtrini vermek de, sahibine vacip olmaz.
Mükâtep olan bir köle fakir olduğundan dolayı kendi fıtır sadakasım vermekle mükellef değildir.
Bir kısmı ıtk edilmiş köleye gelince, İmâmı Azam Ebû Hanîfe (R,A.) ´ye göre, o köle de mükâtep gibidir; sahibinin, onun fıtır sadakasını vermesi gerekmez. îmâmeyne göre ise, bu köle, borçlu olan hür gibidir. Eğer zengin ise fıtrasım vermek kendisine vacip olur; değilse olmaz. Sirâçü´l - Vehhâc´da da böyledir.
Mükâtep, aciz kalır da köleliğini iade ederse, efendisinin, ona ait geçmiş senelerin fıtır sadakasını vermesi, o köle, hizmet için olduğu takdirde kalkmaz. Fetâvâyİ Kâdîhân´da da böyledir.
İki kişinin ortak bulunduğu.köleler için, fıtır sadakası vacip değildir.
Kaçmış veya gasbedilmiş veyahut da habsedümiş olan kölelerin fıtır sadakları da, efendilerine vacip olmadığı gibi, köle oldukları için kendilerine de vacip değildir. Tebyîn´de de böyledir.
Şayet, kaçan köle bayramdan sonra, geni geîse veya gasbe-dilfen köle iade edüse> geçmiş senenin fıtır sadakasını da vermek ica-beder. Fetâvâyİ Kâdîhân´da da böyledir.
Bir köle, satıcı ûle müşteri arasında muhayyerlik şartı ile satılmış, olsa, veya bu ihtiyar hakkı başkasına da tanınmış olsa, bu muhayyerlik günlerinde de ramazan bayramı girse; bu muhayyerlik günlerinde, fıtır sadakası durdurulur. Eğer satış tamam olursa, o kölenin fıtır sadakası alıcıya aittir. Saöş bozulursa, fıtır sadakası satana ait olur.
Şayet bu köleyi satın alan kimse, onu teslim almadan önce bir ayıbından veya muhayyerliğinden dolayı, geri verirse; bu kölenin sadaka-i fıtri satana ait olur. Fakat, teslim aldıktan sonra geri verirse, fıtır sadakası satın alana ait olur. Hızânetü´l - Müftîn´de de böyledir.
Bir kimse, bir. köleyi sözleşme ile satın almış olsa ve bayram gelse; fıtır sadakasını satın alan kimsenin vermesi gerekir. Eğer köle, teslim alınmadan önce ölürse; fıtır sadakası alana da, satana da düşmez. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.
Köle, bey-ı fâsid^le satılmış olsa ve müşteri teslim almadan önce bayram gelse, sonra onu teslim alsa veya azâd etse, fıtır sadakası satıcıya ait olur.
Bayram gelse ve müşteri de onu teslim almış olsa, sonra da onu geri gönderse, satan kimse ise, onu tekrar göndermemiş olsa veya onu azâd etse, o kölenin fıtır sadakası satın alan kimseye ait olur. Fetâvâyİ Kâdîhân´da da böyledir.
Nezredilmiş olan kölenin fıtır sadakası verilir. Tatarhâniy-ye´de de böyledir.
Mehir yerine verilmiş olan kölenin fıtır sadakası, bu kölenin verilmiş olduğu kadına vacip olur. Kadının bu köleyi teslim alıp almaması müsavidir. Çünkü o kadın, sözleşme ile o köleye sahip olmuş olur.
Duhûlden Önce kocası, o kadını boşamış olsa ve sonra da bayram gelse, eğer bu kadın, mehrini almamışsa, onun fitrası ikisine de vacip olmaz. Teslim almış olsa bil&, durum böyledir. Esahh olan da budur. Hızânetü´l - Müftîn´de de böyledir.
Eğer mehir olarak verilen kölenin kendisi değil de, bedeli olmuş olursa; onun fotir sadakasını vermek, her ikisine de vacip oîmaz. Tatarhârayye´de de böyledir.
Kölesine : «Bayram gelince hürsün.» diyen kimse; bayram gelince onu azâd etse, azad ötmeden önce, hemen onun sadaka-i fitimi vermesi vacip olur. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir,
Bir kimseye, aynı evde oturuyorlar olsa bile, karısının ve büyümüş olan çocuklarının fitir sadakalarını ödemek vacip değildir. Ancak, bu kimsenin, bunların haberi olmadan fıtır sadaklarını Ödemiş elması da çok güzeldir ve caizdir. Hidâye´de de böyledir.
Bir kimsenin kendi ailesinden olmayan, başka kimselerin fıtır sadakalarım vermesi caiz olmaz. Ancak onların haberi ve izni olursa, bu da caiz olur. Muhıyt´te de böyledir.
Bir kimse, dedelerinin, ninelerinin ve torunlarının sadaka-i fıtırlarını vermek mükellefiyetinde değildir. Tebyîn´de de böyledir.
Bir kimse, aynı aile içinde olsalar bile babasının ve annesinin fıtır sadakalarını da vermek mükellefiyetinde değildir. Çünkü, bir kimsenin büyümüş evladl´an üzerinde velayeti bulunmasına rağmen, baba ve anası üzerinde velayeti yoktur. Cevheretü´n -Neyyîre´de de böyledir.
Bir kimseye, aynı aileden olmalarına rağmen küçük kardeşlerinin ve diğer akrabalarının fıtır sadakalarım vermek ´de vacip değildir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.
Bu hususta asıl kaide şudur : Fıtır sadakası velayete ve meûnete tealluk eder. Bir kimsenin, nafakası, velayeti ve meûneti kimin üzerine vacipse, bunların hepsinin fıtır sadakalarını vermek de, onun üzerine vaciptir. Böyle olmazsa, fıtır sadakası da o kimse üzerine vacip olmaz. Tahavî Şerhi´nde de böyledir.
Bir ferdin fıtır sadakası, ancak bir fakire verilir. Şayet, bir fıtır sadakası iki veya daha fazla fakire taksim edilmiş olursa; bu caiz olmaz.
Bir ailenin veya bir topluluğun sadaka-i fıtri, bir fakire verilebilir. Tebyîn´de de böyledir.
Ölen bir kimsenin üzerinde, zekât, fitre, kefaret ve nezirler bulunsa; bize göre, bunlardan dolayı terekesinden bir şey alınmaz. Ancak varisleri bunlar için— teberruda bulunurlarsa; o zaman caıiz olur. Şayet —bunları— vermekten kaçınırlarsa; bu hususta zorlanmazlar.
Şayet, o kimse ölmeden önce, bunları vasij´yet etmişse; terekesinden bunların ayrılması caiz olu/. Bu vasiyyeli, malının üçte birinden infaz olunur. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.
Bir kadın, kocasından kendisinin fıtır sadakasını vermesini istese ve kocasının izni ve haberi olmadan kendi buğdayını, kocasının buğdayına katmış olsa, kocası da bu buğdayı —fıUr sadakası olarak— bir fakire verse, kadının sadaka-i fıtri caiz olur; kocasminki ise caiz olmaz. Bu, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göredir.
Bir adamın evladları ve karısı olsa ve bu kimse bunların her birisi için sadaka-i fıtır olmak üzere buğday ölçüp ayırsa; sonra da bu buğdayın hepsini bir yere toplasa ve hepsinin de fıtır sadakasına niyyet ederek bir fakire vermiş olsa; bu durumda hepsinin de sadaka-i fıtırlan caiz olur.
Fıtır sadakası, kendilerine zekât verilebilecek herkese verilir. Yani, fıtır sadakasının sarf edileceği yerler, zekâtın sarfedîleceği yerlerin aynıdır. Hulâsa´da da böyledir. [36]
|
|
|
Fıtır sadakası nedir? (FİTRE) |
Posted by: SeliM35 - 09-09-2019, 08:59 AM - Forum: Sadaka ve Fitr
- No Replies
|
 |
FITIR SADAKASI (FİTRE) NEDİR?
Fıtır sadakası nedir?… Fıtır sadakası ile ilgili hadisler nelerdir?… Fitre ile yükümlü olmak için gereken şartlar nelerdir?… Fitre nelerden verilir?… Fitre kimlere verilir, kimlere verilmez?… Fitre ne zaman verilir?… Fitre miktarı ne kadar?… Fitre ile ilgili merak edilen tüm bu soruların cevabını sizin için hazırladık.
FITIR SADAKASI (FİTRE) NEDİR?
Fıtr sözlükte “Orucu açmak”, fitre de “Yaratılış” anlamına gelir. Buna “Fıtır sadakası” denir ki, fıtrat sadakası, yani sevap için verilen yaratılış atıyyesi demektir. Dini bir terim olarak şöyle tanımlanır: Ramazan Bayramı’na yetişen ve temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların kendileri ve velâyetleri altındaki kişiler için yerine getirmekle yükümlü bulundukları mâlî bir ibadettir.
Fıtır sadakası, Ramazan orucunun farz kılındığı hicretin 2. yılı Şaban ayında, zekâttan önce meşru kılınmıştır. Bu bir yardımlaşma olup, orucun kabulüne, ölüm sırasındaki sıkıntılardan ve kabir azabından kurtuluşa bir vesiledir. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye ve onların da bayram sevincine katılmalarına bir yardımdır.
Fitre hadis deliline dayanır. İlgili hadisler aynı zamanda onun uygulama şartlarını da belirler.
FITIR SADAKASI (FİTRE) İLE İLGİLİ HADİSLER
Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber fitrenin, insanlar Bayram Namazı’na çıkmadan önce verilmesini emretmiştir” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)
Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber fıtır sadakasını 1 sâ’ (ölçek) hurma ve 1 sâ’ arpa olmak üzere köle, erkek, kadın, küçük ve büyüklere farz kılmış ve insanlar (bayram) namazına çıkmadan önce verilmesini emretmiştir.” (Buhârî, Zekât, 76; Müslim, Zekât, 12 .)
Ebû Said el-Hudrî (r.a)’den rivayet edilen bir hadiste fitre verilebilecek maddeler ve miktarları şöyle belirlenir: “Biz Peygamber devrinde fitreyi, yiyecek maddelerinden 1 sâ’ olarak verirdik. O zaman bizim yiyeceğimiz arpa, kuru üzüm, hurma ve keş (yağı alınmış peynir) idi.” (Buhârî, Zekât, 74; A. İbn Hanbel, III, 73, 98.)
İbn Abbas (r. anhümâ)’nın naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Rasûlullah (s.a.s) oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim namazdan önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur.” (Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müslim, Zekât, 12 , 13, 16)
Abdullah b. Sa’lebe (r.a) şöyle nakletmiştir: “Rasûlullah (s.a.s) Ramazan Bayramı’ndan bir veya iki gün önce bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: “Buğdaydan, arpadan veya hurmadan 1 sâ’ını hür veya köle, küçük veya büyükler için sadaka olarak veriniz.” (A. İbn Hanbel, V, 432.)
İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadis şöyledir: “Fitre sadakası buğdaydan iki müd’dür.” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)cocuk fakir
FİTRE İLE YÜKÜMLÜ OLMAK İÇİN GEREKEN ŞARTLAR NELERDİR?
1. Müslüman: Fitre yükümlüsünün Müslüman olması gerekir. Ancak Şâfiî Mezhebi’nden bir görüşe göre, gayr-i müslim bir kimsenin, bakmakla yükümlü olduğu Müslüman yakınının fitresini ödemesi gerekir.
2. Mal varlığı: Hanefîlere göre fitre sadakası ile yükümlü sayılmak için, kişinin Ramazan Bayramı’nın birinci günü, temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olması gerekir. Zekât nisabından farklı olarak, sahip olunan malın “artıcı (nâmî)” özellikte olması ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunması gerekmez. Temel ihtiyaçlar mesken, elbise, ev eşyası, binit, silah, hizmetçi, ailenin bir yıllık geçim masrafları ve borçlarıdır. Nisap miktarı iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın veya bunların kıymetine denk bir maldır.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise, fıtır sadakasının vücûbu için, zenginlik ölçüsü olan nisaba mâlik olmak şart değildir. Temel ihtiyaçlarının dışında, bayram gün ve gecesinde yetecek kadar azığa sahip olmak yeterlidir.
3. Ehliyet: Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve diğer üç mezhep imamının ortak görüşüne göre, fıtır sadakasının mâlî yönü ağır bastığından dolayı bununla yükümlülük için akıllı ve ergen olmak şart değildir. Bu yüzden küçüğün ve akıl hastasının malından da velisinin fitre vermesi gereklidir. Fitrenin ibadet yönünü üstün kabul eden, Hanefîlerden İmam Muhammed ve Züfer’e göre ise, küçüklerin ve akıl hastalarının malından fıtır sadakası gerekmez.
4. Velâyet ve bakmakla yükümlülük: Bir kimsenin, kendi dışındaki kişinin fıtır sadakası ile yükümlü sayılması için, bu kişinin onun velâyeti altında olan ve bakmakla yükümlü bulunduğu kişilerden olması gerekir. Buna göre bir kimse velâyeti altında bulunan küçük çocuklarının veya akıl hastası olan yakınlarının fitresini vermekle yükümlüdür. Ramazan Bayramı’ndan önce vefat eden oğlunun çocukları da bu kapsamdadır. Buna karşılık kişinin bakımlarını üstlenmiş olsa bile, ana babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer yakınları için fıtır sadakası vermesi gerekmez. Bununla birlikte vekâletleri olmadığı halde bu kişiler için fıtır sadakası verse, bu yeterli olur. Böylece yoksullar bununla Bayram Namazı’ndan çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar.
5. Vakit: Hanefîlere göre, fıtır sadakası Ramazan Bayramı’nın 1. günü fecrin doğuşu ile vâcip olur. Çünkü fitre bayrama ait kılınmıştır. Böylece oruç tutmanın yasaklandığı bir günde, fitre ile yoksul Müslümanların sevinçle bayrama katılmaları amaçlanmıştır.
Fitre, Ramazan Bayramı’ndan bir veya iki gün öncesi ile Bayram Namazı arasında ödenir. Böylece yoksullar bununla, Bayram Namazı’ndan çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bununla birlikte fitre, Ramazan!ın girmesinden
itibaren, hatta Ramazan ayı girmeden önce de ödenebilir. Bayram gününden sonraya kalırsa, yükümlülük düşmez ve ilk fırsatta ödenmesi gerekir.
Fakihler fitrenin bayram günü sabah vakti girdikten sonra ve namaz kılınmadan önce verilmesinin müstehap olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Dayandıkları delil, Abdullah İbn Ömer (r. anhümâ)’den rivayet edilen şu hadistir: “Hz. Peygamber fitrenin, insanlar bayram namazına çıkmadan önce verilmesini emretmiştir” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)
FITIR SADAKASI (FİTRE) NELERDEN VERİLİR?
1) Arpa, kuru hurma ve kuru üzümün fitre miktarı, şer’î ölçüye göre yaklaşşık 3 kg., örfî ölçüye göre ise 3,33 kg. olur.
2) Buğday ve aynı hükümde olan, buğday unu ve kavut için ise şer’î ölçüye göre yaklaşık 1,5 kg., örfî ölçüye göre ise 1,66 kg. olur.
Bu iki tür ölçekten (şer’î ve örfî ) birisini tercih etmek mümkün olmakla birlikte örfî ölçek daha fazla olduğu için yoksulların yararınadır ve daha çok sevap kazanmaya sebep olur.
Yukarıdaki dört cins gıda maddesi yerine kıymetleri de verilebilir. Ancak yoksullar bu maddelerin kendilerine muhtaç oldukları zaman, fitreyi kendi cinslerinden vermek daha faziletlidir
FITIR SADAKASI (FİTRE) KİMLERE VERİLİR?
Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâtın benzeridir. Ayet-i kerimede açıklanmıştır. “Sadakalar (zekatlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi 60)
Bir kimse fitresini bir veya bir kaç yoksula verebilir. Birden çok kimseler de fitrelerini bir kaç yoksula veya tek yoksula verebilirler.
Fitre yükümlünün bulunduğu yerdeki yoksullara verilmelidir. Başka yerlere gönderilmesi mekruhtur.
FITIR SADAKASI (FİTRE) KİMLERE VERİLMEZ?
Fitrenin, Tevbe Sûresi’nin 60. ayetinde sayılanlar dışında kalan kişi ve kuruluşlara verilmesi caiz değildir.
Ayrıca fitre verilecek kişi, bu şartları taşısa bile; Ana, baba, büyük ana ve büyük babalarına, oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklarına fitre verilmez.
FITIR SADAKASI (FİTRE) NE ZAMAN VERİLİR?
Hanefîlere göre, fıtır sadakası ramazan bayramının 1. günü fecrin doğuşu ile vâcip olur.
Fitre, Ramazan bayramından bir veya iki gün öncesi ile bayram namazı arasında ödenir. Böylece yoksullar bununla, bayram namazından çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bununla birlikte fitre, Ramazan’ın girmesinden itibaren, hatta Ramazan ayı girmeden önce de ödenebilir. Bayram gününden sonraya kalırsa, yükümlülük düşmez ve ilk fırsatta ödenmesi gerrekir.
2015 FITIR SADAKASI (FİTRE) MİKTARI NE KADAR?
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı 2015 yılı Ramazan ayının başlangıcından 2016 yılı Ramazan’ın başlangıcına kadar en düşük sadaka-i fıtır miktarını 11,50 TL olarak belirledi.
Belirlenen bu miktar, “asgari miktar” olup, sadaka-i fıtırda verilecek meblağ konusunda bir üst sınır bulunmuyor. Bu konuda ideal olanın, herkesin kendi hayat standartlarına göre asgari günlük gıda harcamalarına denk düşecek bir meblağı vermesi olarak belirtiliyor. Söz konusu yardım, gıda gibi ayni olarak veya para şeklinde nakdi olarak ödenebilir.
Kaynak : Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN, İslâm İlmihali
|
|
|
Sadaka Yerine Geçen Ameller - Sadaka sayılan şeyler nelerdir? |
Posted by: SeliM35 - 09-09-2019, 08:56 AM - Forum: Sadaka ve Fitr
- No Replies
|
 |
Sadaka Yerine Geçen Ameller - Sadaka sayılan şeyler nelerdir?
Sadaka, Allah rızası için fakirlere, muhtaç kimselere,
karşılıksız olarak verilen şey; yapılan yardım, her türlü iyilik; Allah yolunda
yapılan harcamadır.(1)
Yapılan herhangi bir yardım veya iyiliğin sadaka sayılabilmesi için şu üç
özelliğin birlikte bulunması gerekmektedir.
1. Allah rızası için yapılmalıdır,
2. Özellikle fakir ve ihtiyacı olan kişilere yapılmalıdır,
3. Karşılıksız olarak yapılmalıdır.
Bu üç şart birlikte gerçekleşmezse verilen şey sadaka olarak değer kazanmaz.
Sadaka, Allah’ın buyruklarına uymanın açık bir işareti ve fiili bir şahididir.
Sadakanın bir çok çeşidi vardır ve bunları fırsat bilmelidir. Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’in hizmetinde bulunmuş olan Enes bin Mâlik (r.a.) buyurdu :
“Birgün Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) öyle güzel ve tatlı sözler söyledi ki biz
İslâm’ı bileliden beri, o sözlere sevindiğimiz kadar sevindiğimizi bilmiyoruz.
Şöyle buyurdular :
Mü’min olan kimse yoldan gelen geçene zahmet ve eziyet veren şeyi kaldıracak
olsa, Allâhü Teâlâ ecir vermekle o kişiyi sevindirir. Gidecek yolunu bilmeyen
kimseye yol gösterse bu da sadakadır. Her türlü hayırlı şeyleri göstermekte ecir
vardır. Dilinde tutukluk olan kimseye başkasına bir şey anlatırken yardımcı olmak
da sadakadır.
Sadaka diye niyet edilen her işe sadaka sevabı verilir : Sübhanallah, lâ ilâhe
illallah, Allâhü ekber demek, haram işlememek için hanımına yaklaşmak, iki kişi
arasında adaletli olmak sadakadır.
Bineğine bir şey yükleyene veya ondan birşey indirene yardımcı olmak sadakadır.
Tatlı söz söylemek, din kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır. Namaza
giderken atılan her adım sadakadır. Kendisine ve ailesine yaptığı her harcama
sadakadır. Fidan dikmek veya insanlar, hayvanlar ve kuşlar yesin diye bir şey
ekmek de sadakadır.
Faydalı bir ilim öğretmek, su yolu açmak veya su kuyusu kazmak, câmi bina etmek,
Mushaf vakfetmek, vefat ettikten sonra kendisi için istiğfar edecek birini
bırakmak da sadakadır.
Bütün Müslümanlar için istiğfar etmek, Resûlullah’a (s.a.v.) salavât-ı şerîfe
getirmek de sadakadır.
Damızlık hayvanı, kova ve benzeri eşyaları emanet vermek sadakadır. Bir hayvanı,
bineği Allah yolunda cihada hazırlamak da sadakadır.
İki hasmın arasını düzeltmek de sadakadır.
Neler sadakadır?
Sual : Neleri yapmak, sadaka olur?
CEVAP
Allah rızası için yapılan her iyilik, sadakadır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki :
(Kendine ve çoluk çocuğuna harcadıkların birer sadakadır.) [Beyheki]
(Her iyilik, sadakadır.) [Tirmizi]
(Güzel söz, sadakadır.) [İ. Ahmed]
(Güler yüzle selam vermek, sadakadır.) [Beyheki]
(Din kardeşine güler yüz göstermek, sadakadır.) [Tirmizi]
(Bir ağaçtan yenilen veya çalınan şeyler, o ağacı diken için sadaka olur.)
[Müslim]
(Birine iyi şeyler öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, sorana yol göstermek,
sokaktaki zararlı şeyleri temizlemek, birer sadakadır.) [Tirmizi]
(Herkesin eklem yeri kadar sadaka vermesi gerekir. Sübhanallah, Elhamdülillah, La
ilahe illallah veya Allahü ekber demek, birer sadakadır. İyiliği tavsiye etmek,
kötülüğe önlemeye çalışmak, birer sadakadır. İki rekât kuşluk namazı kılmaksa,
bütün bunları karşılar.) [Müslim]
(Emr-i maruf, nehy-i münker yapmak sadakadır.) [Müslim]
(Müdara etmek sadakadır.) [Deylemi]
(Hastanın nefes alıp vermesi sadakadır.) [Hatib]
(Camiye giderken atılan her adım da bir sadakadır.) [İ. Ahmed]
(Ölümü hatırlamak sadakadır.) [Deylemi]
(Borçlu fakire, ödemesi için mühlet verenin, her günü, bir sadaka olur.)
[Taberani]
(Yolunu kaybetmişe yol göstermek bir sadakadır.) [C. Sagir]
(Zevcine hizmet sadakadır.) [Deylemi]
(Nikâhlısıyla beraber olmak sadakadır.) [Müslim]
(Haramdan sakınanla, istişare etmek sadakadır.) [Deylemi]
(Kötülük yapmaktan sakınmak bir sadakadır.) [İbni Ebiddünya]
(Ödünç vermek bir sadakadır.) [Taberani]
(Selam vermek sadakadır.) [Buhari]
--------------
Yüce Rabbimiz; “Herhangi birinize ölüm gelip de, “Ey Rabbim! Beni yakın bir
zamana kadar ertelesen de, sadaka verip iyilerden olsam! demeden önce, size
verdiğimiz rızıktan harcayın.”(2)
“Ey iman edenler! kazanlıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için
çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın…”(3) buyurarak inananlara sadaka
vermeyi emretmekte,
Gerçek müminleri ise; “Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda
harcarlar.”(4)
“Onlar bollukta, darlıkta Allah yolunda harcarlar.”(5) diye tarif etmektedir.
Sadaka, Allah’ın rızasını kazanmanın, dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmenin
yoludur.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim'de; Allah yolunda yapılan her iyi ve güzel
davranışın karşılığını vereceğini belirterek şöyle buyurmaktadır :
“Allah müminlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet
karşılığında satın almıştır.”(6)
“Kendiniz için yaptığınız iyiliği daha iyi ve daha büyük ecir olarak Allah
katında bulursunuz.”(7)
“Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları)
başa kalkmayan ve gönül incitmeyenlerin Rabbleri katında mükafatları vardır.
Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.”(8 )
“Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse
bilmez.”(9)
“…Sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar….var ya, işte onlar için Allah
bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.(10)
“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir
şeyi ortak koşmasın.”(11)
Sadaka, malı eksiltmez(12), malı çoğaltır ve bereketlendirir.
Bir kutsi hadiste : “Ey Ademoğlu! İnfak et ki, Ben de sana infak edeyim.”(13)
buyrulmaktadır.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v), Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’ya şu
tavsiyede bulunmuştur.
“Ey Esma! Cimri olma ki, Allah da sana eksik vermesin. Saymadan ver ki, Allah da
sana saymadan versin. Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana nimetini eksik
etmesin, kesenin ağzını bağlamasın. İnfak et ki Allah da sana infak etsin.”(14)
Sadaka, Allah’ın verdiği nimetlere şükrün ifadesidir.
Yüce Rabbimiz; verdiği nimetlere şükretmemizi emretmekte, nankörlük etmememizi.
(15) istemekte, “Verdiği nimetlere şükrettiğimiz takdirde bize nimetlerini
artıracağını, (16); “Kıyamet gününde, bize verilen her türlü nimetten hesaba
çekileceğimizi” bildirmektedir.”(17)
Sadaka, dünyada yoksulun, ahirette verenin yüzünü güldüren ve insanı Rabbine
yaklaştıran bir bağıştır.
Sahabe-i Kiramın sevgili Peygamberimiz (sav)'e, "Ya Resulallah! Allah yolunda ne
infak edelim?" Diye sormaları üzerine, Yüce Rabbimiz : “(Ya Muhammed!) Sana Allah
yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki : ihtiyaçtan arta kalanı.”(18 )
(harcayın) buyurmuştur. “Biz hayır olarak ne verirsek, şüphesiz Allah onu
bilmektedir.”(19) “Allah harcadığımız her şeyin karşılığını verecektir.”(20)
“Zerre ağırlınca bir hayır işleyen onun karşılığını görecektir.”(21)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) : “(İyilik yapmak ve) iyiliği tavsiye etmek sadaka
olduğu gibi kötülükten sakınmak ve başkalarını da sakındırmak sadakadır.”(22)
"Sadaka vermede acele ediniz, zira bela sadakanın önüne geçemez.”(23)
“Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Allah Teala yedi insanı Arşın
gölgesinde barındıracaktır. (Bunlardan biri de), sağ elinin verdiğini, sol elinin
bilmeyeceği kadar sadakayı gizli veren kimsedir.” buyurmuşlardır.(24)
Ömer b. Abdülaziz : “Namaz seni yolun yarısına, oruç da Melik’in kapısına,
sadaka ise Melik’in huzuruna iletir.” demiştir.
Nitekim Yüce Rabbimiz “Kullarım, Beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki) gerçekten
Ben (onlara) çok yakınım.”(25) buyurmaktadır. İki kutsi hadiste ise bu gerçek
şöyle ifade edilmektedir.
“Ben kulumun zannına (inancına) göreyim. Kulum Beni zikrettiğinde, Ben onunlayım.
(Rahmetim, tevfik ve yardımım onunla beraberdir). O Beni kalbinde gizlice
zikrederse, Ben de onu bu şekilde anarım. Beni bir toplum içinde zikrederse, Ben
de kulumu o toplumdan daha hayırlı bir toplum içinde (Rahmetimle) anarım.”(26)
“Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, Ben ona bir arşın yaklaşırım; O Bana bir
arşın yaklaşınca, Ben ona bir kulaç yaklaşırım; O bana yürüyerek geldiği zaman,
Ben ona koşarak varırım.”(27)
“Sensin bize bizden yakın, / Görünmezsin hicap nedir?”(28 )
Dizeleriyle Yunusumuz bu gerçeği ne güzel ifade etmiştir.
Sadaka, belayı önler, ömrü uzatır, hataları yok eder ve insanı cehennem
ateşinden korur.
Sevgili Peygamberimiz : “Az da olsa gücünüz yettiği kadar sadaka veriniz.” (29)
“Yarım hurma ile de olsa; kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz, o kadarını da
bulamayanlar güzel bir sözle bile olsa kendilerini korusunlar.”(30) “güzel bir
söz;(31) her meşru ve güzel bir iş sadakadır.(32)
“Bir hurma da olsa sadaka verin, çünkü o bir hurma açlığı giderir. Suyun ateşi
söndürdüğü gibi, sadaka da hataları yok eder.”(33)
“Sadaka Allah’ın öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.”(34)
“Sadaka, belayı önler ve ömrü uzatır.”(35); ”Suyun ateşi söndürdüğü gibi
günahların azabını söndürür.”(36) buyurmuşlardır.
İbni Ebi Ca’d : “Sadaka yetmiş kötülük kapısını kapatır.”diyor
Hz. Lokman, oğluna : “Oğlum! Bir hata işlediğinde hemen arkasından sadaka
ver.”(37) tavsiyesinde bulunmuştur.
Şunu iyi bilmeliyiz ki; “Az sadaka çok belayı defeder.”
Sadaka, en kıymetli, en iyi, en temiz, en güzel ve en sevimli malı
Allah rızası için infak etmektir. Zira, Allah Teala temizdir. Ancak temiz olanı
kabul eder.(38 )
Hz. Peygamber : “Helaldan kazandığı malını infak edenlere müjdeler
olsun.”(39) buyurmuştur.
Servetinin iyisini kendisine bırakıp, kötüsünü Allah yolunda infak
etmek insan için uygun bir davranış değildir. İnanan insan malının kötüsünü
değil, iyisini Allah yolunda infak eder.
Yüce Allah : “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık
olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü
yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki
Allah zengindir, övgüye layıktır.”(40) buyurmaktadır.
Bir Hadis-i Şerifte; “Kim helal kazancından bir sadaka verirse Allah
onu kabul eder.”(41) Diğer bir hadis-i Şerifte ise : “Sadakanın en değerlisi;
fakirin gücü nispetinde gizlice başka bir fakire verdiği sadakadır.”(42)
buyurulmuştur.
Sadaka : Bir nevi Allah’a ödünç vermedir. Verilen bu sadakanın
karşılığını Allah kat kat verecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de : “Ey iman
edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın kullarına) yardım ederseniz, Allah da size
yardım eder."(43)
“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz Allah onu size kat kat öder
ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, Halim’dir (hemen
cezalandırmaz, mühret verir)”(44) buyrulmaktadır.
Sevgili Peygamberimiz : “Hangi Müslüman çıplaklığından dolayı bir
Müslümana elbise giydirirse, Allah da ona cennet elbiselerinden giydirir. Bir
müslüman açlığından dolayı bir müslümanı doyurursa, Allah da onu kıyamet günü
cennet meyvelerinden doyurur. Hangi müslüman susuzluğundan dolayı bir müslümana
su içirirse, Allah Teala da Onu kıyamet gününde “Rahik-i mahtum’dan” içirir.”(45)
Yapılan her türlü yardım ve iyilik sadakadır. İyilik ve mutluluğa ulaşmanın yolu
sadakadan geçmektedir. Yüce Rabbimiz : “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)
harcamadıkça “iyiliğe ulaşamasınız”(46) buyurmaktadır.
“İyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere
inanmak, (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda
kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcamak, namaz kılmak, zekat
vermek, anlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve
savaş zamanlarında sabretmektir.” Kuran-ı Kerim'in beyanına göre :
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (den ibaret)
değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere
iman edenlerin; mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara,
yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere
verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, anlaşmaları yaptıklarında
sözlerin yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zaman
(direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır.”(47)
İyilikte bulunan kulların özellikleri ve karşılaşacakları mükafatlar
ise şöyle tarif edilmektedir.
“İyiler ise, katkısı kafur olan içecekler dolu bir kadehten
içerler.”
“Bu Allah’ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir
pınardır.” Bir pınar ki, Allah’ın kulları ondan içer, O’nu (istedikleri şekilde)
fışkırtıp akıtırlar. O kullar adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı
kuşatmış bir günden korkarlar. Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire
yedirirler. (yedirdikleri kimselere şöyle derler : ) “Biz size sırf Allah rızası
için yediriyoruz. Sizden bir teşekkür ve karşılık beklemiyoruz.”(48 )
Rivayete göre bu Ayet-i Kerimeler : Ehli Beyt hakkında nazil olmuştur.
Sevgili Peygamberimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hastalanırlar. Hz. Ali
ve Hz. Fatıma üzüntü içindedirler. Sahabe-i Kiramdan bazıları Hz. Fatma ve Hz.
Ali’ye çocuklarının hastalıktan kurtulmaları için Allah yolunda adak yapmalarını
önerirler. Hz. Ali ve Fatıma çocukları hastalıktan kurtuldukları takdirde üç gün
oruç tutmayı adak yaparlar. Hz. Hasan ile Hüseyin sağlıklarına kavuşurlar. Hz.
Ali ile Fatıma adak oruçlarını tutmaya başlarlar. İlk günün akşamında iftar
vaktinde kapıya bir miskin gelerek yardım talebinde bulunur. Hz. Ali ve Fatıma
iftar için hazırladıkları tüm yiyeceklerini miskine ikram ederler, kendileri
oruçlarını su ile açarak yetinirler ve ertesi günün orucuna niyet ederler. İkinci
gün akşamı iftar esnasında kapıya bir yetim gelerek Hz. Fatıma ve Ali’den yardım
talebinde bulunur. Hz. Ali ve Fatıma hazırladıkları yiyecekleri yetime ikram
ederler, kendileri su ile oruçlarını açıp, ertesi gün için oruçlarına niyet
ederler. Üçüncü günü iftar vaktinde kapıya bir esir gelir, Hz. Ali ve Fatıma’dan
yardım talebinde bulunur. Hz. Ali ve Fatıma hazırladıkları yiyeceklerini kapıya
gelen esire verirler ve arkasından şöyle derler, biz size sırf Allah rızası için
yediriyoruz, sizden bir teşekkür ve karşılık beklemiyoruz, derler. Oruçlarını su
ile açarak yetinirler. ...
Sadakanın en üstünü, kişinin ilim öğrenip sonra da onu bir müslüman kardeşine
öğretmesi(49) ve hayrı devam eden bir yardımda bulunmasıdır ki, biz buna sadaka-i
Cariye diyoruz.” Müslümanın hayatta iken yaptırdığı cami, okul, hastane, çeşme,
köprü v.b. sosyal hizmetler Sadaka-i Cariyedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurmuşlardır. “İnsanoğlu öldüğü
zaman amel defteri kapanır. Üç şey onun amel defterinin açık kalmasını sağlar :
1. Sadaka-i Cariye, (hayrı devam eden iyilikler)
2. Yararlanılan ilim.
3. Kendisine dua eden hayırlı evlat"(50)
“İnanan kişinin hayatta iken öğrenip neşrettiği ilim, geride bıraktığı salih bir
evlat, miras bıraktığı bir Mushaf (Kur’an-ı Kerim), inşa ettiği bir mescit,
yolcular için yaptırdığı bina (misafirhane), yaptırdığı bir çeşme hayatta ve
sağlıklı iken verdiği her şey sadakadır."(51)
“Her tesbih bir sadaka, her hamd bir sadaka, her tehlil (la ilahe illallah demek)
bir sadaka, her tekbir sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka, kötülükten
sakındırmak sadakadır…”(52)
“Bir Müslüman bir ağaç diker de, onun meyvesinden bir insan yahut bir hayvan
yerse, muhakkak o ağaç sahibi için sadakadır.”(53)
“Müslüman kişi, ailesinin nafakası için harcar ve bundan sevap umarsa, bu ona
sadaka olur. Hatta Müslümanın Müslüman kardeşine güler bir yüz göstermesi de
sadakadır.”(54)
Sadakaları gizli ve aşikar vermek mümkündür. Fakat gizli olarak vermek daha
güzeldir.
“Eğer sadakaları (zekat ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne güzel! Fakat
gizleyerek fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahların bir
kısmına da kefaret olur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(55)
“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayan var ya, onların
Rabblerin katında mükafatları vardır. Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olacak
değillerdir.”(56)
Bu Ayeti Kerime Hz. Ebu Bekir hakkında nazil olmuştur.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), Sahabe-i Kiramdan, Tebük seferine
çıkan orduya yardım etmelerini istemiş, bunun üzerine Hz. Ali elinde bulunan dört
dinardan birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini açıktan infak etmiştir.
Hz. Ömer malının yarısını infak ederek, bu konuda herkesi geçtiğini
zannetmiştir. Fakat Hz. Ebu Bekir, tüm malını Allah yolunda infak etmiştir.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Çoluk çocuğuna ne
bıraktın, ya Eba Bekir?" diye sormuş, Hz. Ebu Bekir de, “Allah ve Resulünü
bıraktım Ya Resulallah!” diye cevap verir. Bu olaydan sonra Hz. Ebu Bekir evine
dönerek, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra; “Ya Rabbi! her şeyimi Senin
rızan için infak ettim. Şimdi bir dileğim daha var, o da şudur. Kıyamet gününde
benim bu nazik vücudumu o kadar büyüt ki, vücudum cehennem ateşi üzerini
kaplasın, müminlerden cehenneme gireceklerinin yerine beni yak, Ya Rabbi! diye
dua eder. Yukarıda geçen Bakara Suresinin 274. Ayeti Kerimesi nazil olunca, Hz.
Peygamber (s.a.v.); “Çok mal biriktirenler sefildir.” buyurmuşlardır. Sahabe-i
Kiramdan biri bunun hiçbir istisnası yok mu? Ya Resulallah! diye üç defa sormuş,
Peygamber Efendimiz (sav) mübarek elleriyle işaret ederek, malıyla sağından ve
solundan şöyle ve şöyle, arka ve önünden şöyle ve şöyle infak edenler bunun
dışındadır buyurmuşlardır. Diğer bir Ayeti Kerimede, “Mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir
tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfü geniş olandır,
hakkıyla bilendir.”(57) buyrulmaktadır. Bu Ayeti Kerime nazil olunca, Sevgili
Peygamberimiz, üç defa “Ya Rabbi! ümmetime daha da artır.” diye dua etmiş ve
arkasından; “Muhakkak sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir”(58 )müjdesi
gelmiştir.
Mehmet Emin BAYAR, Din Hizmetleri Müşaviri
Sadakanın ömrü uzatması ile ilgili cevap için tıklayınız...
Dipnotlar :
(1) Türk Dil Kurumu sözlüğü Sadaka maddesi
(2) Münafikun 63/10
(3) Bakara : 2/267
(4) Bakara : 2/3
(5) Al-i İmran 3/134
(6) Tevbe : 9/111
(7) Müzemmil : 73/20
(8 ) Bakara : 2/262
(9) Secde 32/17
(10) Ahzab 33/35
(11) Kehf : 18/110
(12) Müslim : Birr 69; Muvatta Sadaka 12
(13) Buhari, Zekat 28; Müslim Zekat 57
(14) Buhari, Zekat 21;Müslim, Zekat 88; Tirmizi, Birr 40
(15) Bakara, 2/152
(16) İbrahim 14/7
(17) Tekasür, 102/8
(18 ) Bakara, 2/219
(19) Bakara, 2/273
(20) Sebe, 34/39
(21) Zilzal, 99/7
(22) Müslim Misafirin 48, Zekat 56; Buhari, Sulh 11
(23) Fey’zül Kadir, 3/195
(24) Buhari, Ezan 36, Zekat 16; Müslim, Zekat 91
(25) Bakara 2/186
(26) Riya-üz- Salihin Tercemesi cilt 3 sayfa 38-39 h. no. 1464
(27) Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikir 2,3 20-22
(28 ) Yunus Emre
(29) Buhari, Zekat 21
(30) Buhari, Zekat 10, 9, Edeb 34; Müslim, Zekat 66-67
(31) Buhari, Edeb 34, Müslimi, Zekat 56
(32) Buhari, Edeb 33; Müslim, Zekat 53
(33) R,iyaz’üz Salihin, .
(34) Tirmizi, Zekat 28
(35) Defterdar S.M. Paşa Devlet Adamlarına öğütler, 124
(36) Riyaz’ül Salihin Hadis no 1525
(37) Lokman :
(38 ) Buhari, Zekat 8; Müslim, Zekat 68
(39) Bezzar
(40) Bakara : 2/267
(41) Buhari, Tirmizi
(42) Hadis-i Şerif
(43) Muhammed 47/7
(44) Tegabun : 64/17
(45)Tirmizi, Kıyamet 42
(46) Al-i İmran : 3/92
(47) Bakara : 2/177
(48 ) Derh : 76/5-8
(49) Kütüb-ü Sitte Muhtasarı c. 16 s. 548 H. no. 6060
(50) Müslim, zikir 23, 20/22; Buhari Tevhid 50
(51) Kütüb-ü Sitte Muhtesarı, c.16 s. 547 H. no. 6059
(52) Müslim Misafirin, 84, Zekat : 56; Buhari Sulh : 11, Cihad 72
(53) Sahih-I Buhari Muhtesarı, c. 12, sayfa 129
(54) Buhari, Nafakat 1, İman 41; Müslim, Zekat 48
(55) Bakara : 2/271
(56) Bakara 2/274
(57) Bakar : 2/261
(58 ) Zümer 39/10
--------------
|
|
|
Zekat Hakkında Detaylı Bilgiler |
Posted by: SeliM35 - 09-09-2019, 08:55 AM - Forum: Mal ve Zekat
- No Replies
|
 |
Zekat Hakkında Detaylı Bilgiler
ZEKAT
Kelime anlamiyla zekat; temizlik, artmak, bereketli olmak, iyi ve düzgün olmak manasina gelir.
Dini anlamiyla ise; nisap miktari zenginlige sahip olan Müslümanin Allah’in hakki olanlara verilmesini emrettigi belli miktarda mali vermesidir.Veren kimseyi cimrilik kirlerinden ve günahlardan temizledigi ve malinda berekete vesile oldugu için, kelime manasi ile dini manasi arasinda bir bag vardir.
Örfde, mecburi olmayan küçük bagislar için kullanilan sadaka kelimesi de, Kur’an’da ve hadiste zekat manasinda kullanilmistir.
Zekatin Hükmü
Zekat, hicretin ikinci yilinda, Ramazan orucundan sonra farz kilindi, Islam’in bes sartindan birisidir.Kur’an-i Kerim’de zekati emreden pekçok ayet vardir.Bunlardan birisi:
“Iman edip iyi isler yapan, namaz kilan ve zekât verenler var ya, onlarin mükâfatlari Rableri katindadir. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” mealindeki Bakara Suresi, 277. ayetidir. Bu ayette beraber zikredilen namaz ve zekat kelimeleri Kur’an-i Kerim’de ayni ifade ile birçok yerde daha tekrarlanmistir.Bu ayetlerden bir kismi sirasiyla: Bakara Suresi 177. ve 271.,Enam Suresi 141., Tevbe Suresi 11. ve 60., Enbiya Suresi 73., Nur 37., Beyyine Suresi 5. Ayetleridir.
Iki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v)’in de bu konudaki hadislerinden birkaç örnek verelim:
“Islam, bes esas üzerine kurulmustur:Allah(c.c)’ dan baska ilah olmadigina ve Muhammed (s.a.v)’in Allah’in peygamberi olduguna sehadet etmek, namaz kilmak,zekat vermek,Ramazan orucunu tutmak ve hacca gitmektir” (Tirmizi Iman-3; Buhari Iman-1;Müslim Iman-21)
“Mallarinizi zekat ile koruyunuz.Hastaliklarinizi sadaka ile iyilestiriniz, bela dalgalarini dua ve niyaz ile karsilayiniz” (Büyük Islam Ilmihali, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yay.,Sy.435)
Zekatin dinimizdeki yeri nedir?
Zekat, dinin diregi olan Namaz ibadetinden hemen sonra gelmekte ve birlikte zikredilmektedir.Ikisinin birbirine baglanmasinin en mühim hikmeti, namazin dinin diregi, zekatin ise Islam’in köprüsü olmasidir.Namaz, dini koruyan, zekat asayisi temin eden Ilahi iki esastir.
Ebedi saadetin basta gelen sartlarindan biri olan zekat,öylesine kuvvetli bir iman asametidir ki; müminlerle kanli çarpismalara giren müsriklerin tevbe edip namaz kilmalari ve zekat vermeleri halinde , savas halinin kalkacagi ve eski müsriklerin bu alametlerle birlikte müminlerin din kardesi vasfini kazanacaklari bildirilmistir.( Tevbe Suresi 5.Ayet – “Haram aylar çikinca müsrikleri buldugunuz yerde öldürün; onlari yakalayin, onlari hapsedin ve onlari her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eger tevbe eder, namazi dosdogru kilar, zekâti da verirlerse artik yollarini serbest birakin. Allah yarligayan, esirgeyendir.” )
Zekatin dindeki ehemmiyeti içindir ki; Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) ‘nin vefatindan sonra halife seçilen Hz.Ebu Bekir (r.anh) , zekat vermeyenlerle savasmis ve bununla ilgili olarak söyle söylemistir:
“Allah (c.c) ‘ a yemin ederim ki, namazla zekatin arasini ayiranlarla mutlaka savasacagim . Çünkü zekat mali bir haktir.Allah(c.c) ‘a yemin ederim ki;Resulullah (s.a.v) ‘a vermis olduklari bir deve yularini dahi bana vermezlerse ,bu sebeble onlarla mutlaka savasirim” (Ebu Davud – Zekat:1)
Zekat Vermemenin Mesuliyeti
Gerek ayetlerde gerekse de hadislerde farz olan zekati vermeyenler siddetle tehdit edilmislerdir .Kur’an-i Kerim’de Ali Imran Suresi 180.Ayetinde “Allah’in, kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasinlar ki o, kendileri için hayirlidir; tersine bu onlar için pek fenadir. Cimrilik ettikleri sey de kiyamet gününde boyunlarina dolanacaktir. Göklerin ve yerin mirasi Allah’indir. Allah bütün yaptiklarinizdan haberdardir.” denilmistir.Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadisi serifinde “Allah’in kendisine vermis oldugu malin zekatini vermeyen kimsenin mali, Kiyamet gününd, iki gözünde iki siyah nokta bulunan, dehsetli,zehirli bir yilan sekline sokulur ve bu yilan o gün mal sahibinin boynuna sarilir.Sonra agzi ile mal sahibinin çenesinin iki tarafindan yakalar ve ‘Ben senin dünyada çok sevdigin malinim, ben senin hazinenim ‘ der” söylemistir. ( Buhari, Zekat:3 ; Ibni Mace, Zekat:3 )
Zekat Kimlere Farzdir?
Bir kimsenin zekat vermekle mükellef olabilmesi için bazi sartlar vardir.Bu sartlari söylece siralayabiliriz:
Müslüman Olmak: Zekat,akli basinda,ergenlik çagina ermis ve hür olan Müslümanlara farzdir. Hanefi mezhebi disindaki diger mezheplere göre çocuklarin ve delilerin de zekat vermeleri gerekir.Onlarin zekatini onlara ait olan maldan velileri verir.Bunlar çocuklarin malina zekat düsmesine delil olarak su hadisi zikrederler: ” Mali bulunan bir yetimin velisi olan onun adina ticaret yapsin.Ta zekat onu yemesin.” ( Tirmizi, Zekat:15 )
Nisap miktari mala sahip olmak: Zekatin farz olmasinin bir sarti da, asli ihtiyaçtan baska nisap miktari veya daha fazla bir mala sahip olmaktir.Nisap, zekatin farz olmasi için tayin olunan miktarda mal demektir.Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) zamaninda altinla gümüsün satin alma gücü bakimindan günümüzde oldugu gibi büyük fark yoktu.Dolayisiyla zekat için nisap miktari bunlar üzerinden belirlenmisti.Zirai mahsüllerin ve hayvanlarin disinda kalan mallarda nisap miktari altinda Hanefilere göre 85 gram; gümüste ise 595 gram: Safilere göre ise altinda 72 gram, gümüste 504 gram olaraka tespit edilmistir.O devirde 85 gram altinla, 595 gram gümüsün satin alma gücü birbirine esitti fakat günümüzde bu nisaplar arasinda büyük bir fark vardir.Bu sebeple günümüzde nisap miktari olarak altinin esas alinmasi zekatin gayesine daha uygundur.
Malda bir artisin olmasi: Zekati verilecek mal hakikaten veya hükmen artmali, yani sahibine gelir getirmelidir.Artmayan mal için zekat vermek gerekmez.Hakikaten artis, ticaret yolu veya dogum yolu ile artistir. Ticareti yapilan mallar gün geçtikçe kiymetlenir.Zekati verilmesi gereken koyun,sigir gibi hayvanlar ise her sene yavruladiklarindan kiymet kazandiklarindan hakiki bir artis vardir.Yine para, ekin ve meyveler gelisen mallardir.
Hükmi artis ise altin ve gümüse mahsustur.Bu madenler her ne kadar maddeleri itibariyle bir artis göstermeseler de , degerleri her zaman artar.Buna hükmi artis denir.
Mala sahip olmak: Zekati verilecek mala insan tam sahip olmalidir.Sahibinin elinde ve tasarrufunda bulunmayan malin zekatini vermek gerekmez.Satin alinip alis veris yapildiktan sonra henüz ele geçmemis olan mal zekata tabidir.Rehin birakilan mal zekata tabi degildir.Belirli bir sahibi bulunmayan, kaybedilmis ve gasbedilmil mala zekat düsmez.
Bir yilin geçmesi: Zekata tabi olan malin üzerinden hicri takvime göre bir yilin geçmesi gerekir.Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadisinde “Üzerinden bir yil geçmedikçe bir malin zekatini vermek gerekmez.” buyurarak buna dikkat çekmistir.Bu bir yil içinde artis gerçeklesir, hayvanlar yavrular, ihtiyaçlar ,fiyatlar degisir.
Hanefilere göre, nisap miktari hem senenin evvelinde, hem de senenin sonunda bulunmalidir.Mesela bir kimse asli ihtiyaçlarindan fazla olarak 100 gram altina sahip olsa, bir sene geçtikten sonra bu altin 60 grama düsse, bu kimseye zekat vermek farz degildir.Fakat nisap miktarinin sene içinde azalmasi zekata mani degildir.Mesela alti ay geçtikten sonra 60 grama düsse, fakat senenin sonunda 120 grama çiksa, senenin basindaki 100 gram veya alti ay sonraki 60 gram degil de, senenin sonunda 120 gram altinin zekati verilir.Zekata tabi olan bir mal üzerinden bir sene geçtikten sonra artsa, artan kisim zekata tabi olmaz.Onun zekata tabi olmasi için bir senenin geçmesi gerekir.Mesela birinin elinde geçen yilin Ramazan ayinin onuncu gününde 100 milyon lira bulunsa, bu senenin Ramazan ayinin onuncu gününde bu miktar 120 milyon olsa,Ramazan’in on besinde 130 milyona çiksa, bu kimse 120 milyonun zekatini verir.
Safiilere göre ise yil içerisinde nisap bir an bile olsa eksilirse, o yil için zekat vermek gerekmez.Yilin baslangicinda nisap tam olur,yil içerisinde eksilir, sonra yine tamamlanirs, zekatin farz olmasi için nisabin tamam oldugu günden itibaren bir yil geçmesi gerekir.Ancak bir insanin zekattan mal kaçirmak için yil içerisinde servetini mesela bir miktar malini birisine hibe edip daha sonra almak gibi, hile-i ser’iyye ile, eksiltmesi mekruhdur.Alimlerin çogunluguna göre ise böyle yapmak haramdir.
Zekatin farz olmasi için malin üzerinden bir senenin geçmesi, bir sene dolmadan zekat verilmez demek degildir.Fakat bir senede iki defa zekat verilmez.
Borçlu olmamak: Zekatin farz olmasinin sartlarindan biri de, eldeki malin varsa, borçlar çiktiktan sonra nisap miktarina ulasmasidir.Mesela elinde asli ihtiyaçlarindan fazla olarak bir milyari bulunan, fakat sekiz yüz milyon borcu bulunan birine zekat farz degildir.Zekat vermek için bütün sartlar varsa, kisinin zekati kendisine farz olduktan sonra olan borçlanmalari , zekatin farziyetine mani degildir. Bir alacakli alacagindan vazgeçse, o günden itibaren bir sene geçince, borcundan vaz geçilen kimsenin nisap miktarinda mali oldugu takdirde üzerine zekat farz olur.
Asli Ihtiyaçlar nelerdir?
Asli ihtiyaçlar ( havaici asliye ), genis bir tarifle maddi ve manevi hayati devam etmesi için muhtaç olunan seylerdir.Insanin arzu ettigi hersey zaruri ihtiyaç degildir.Zekat mükellefiyeti bakimindan zaruri ihtiyaçlar sunlardir:
Ev ve ev esyasi: Ev ve ev için gerekli olan zaruri ihtiyaçlar, diger bir tabirle lüks olmayan harcamalar zekattan muafdir. Buzdolabi, çamasir makinasi, evde kullanilan aletler ihtiyaçtir.Evde ihtiyaç fazlasi olan diger esyalar veya çift olan esyalar satmak yani ticaret gayesiyle olmadigi takdirde, zekata tabi degildir. Ancak bu esyalarin toplami nisap miktarina ulasirsa, zekat almamaya, kurban kesmeye ve fitre vermeye sebebtir.
Safii mezhebine göre, bir kimse çalisarak geçimini temin edemiyorsa, evde bulunan esyalarinin nisap miktarina ulasmasi zekat almasina mani degildir, alabilir.Bizim tercihimiz de budur.
Temel bir ihtiyaç, mesela ileride ev alma düsüncesiyle ayrilan paradan zekat verilmez.Ancak paranin üzerinden bir yil geçtigi halde henüz ev alinmamissa bu para zekata tabidir.
Yiyecek: Kisinin kendisi, hanimi ve çocuklari için bir aylik ( baska bir rivayete göre bir senelik) yiyecek, içecek ve erzak giderleri de zekattan muafdir.
Giyim ve kusam masraflari: Bir müslümanin kendisi, hanimi ve bakimini üstlendigi kimselerin kürk ve benzeri gibi lüks olmayan giyim kusam masraflari da zekattan muafdir.
Tedavi giderleri: Dinimizde kisinin sihhatini korumasi farzdir. Bu sebeble, sahsin kendisi ve bakmakla mükellef oldugu kimselerin her nerede olursa olsun, tedavi giderleri nisaba dahil degildir.
Egitim harcamalari: Kisinin kendisi ve aile fertlerinin egitim harcamalari nisaba dahil edilmez. Ilim adamlarinin kitaplari da zekata tabi degildir.
Binek masraflari: Bir müslüman ister kendisi için, isterse ailesi için olsun seyahat ve ise gelirken harcadigi masraflar zekattan muafdir.
Lüks olmamak sartiyla kisinin vasat(orta) halli bir otomobili de nisaba dahil degildir. Ancak büyük bir servet olan lüks arabalarin zekata dahil edilmeleri gerekir.Ancak büyük bir servet olan lüks arabalarin zekata dahil edilmeleri gerekir.Çünkü binek zaruri ihtiyaçlardan olmakla birlikte, bunu lükse kaçarak temin etmek zaruri degildir.
Hizmetçi için yapilan harcamalar: Hizmetçi için yapilan harcamalar da zekata tabi degildir.
Ticaret yerleri ve ticaret vasitalari: Bir tüccarin, esnafin ticaret için kullandigi dükkan, tezgah, atölye ve benzeri tesisler de zekatin muafdir.
Ziraat ve hayvancilik vasitalari: Hayvancilikla ugrasan kimselerin yaptirdiklari tesisler; ziraatla ugrasan kimselerin traktör, patos, biçer döver ve benzeri vasitalari da zekattan muafdir. Ancak bir çiftçi traktörü ve biçer döveri ile baskalarina is yapiyorsa, geliri nisaba dahil edilmeli ve zekati verilmelidir.
Nisap miktarindaki farklilik nereden kaynaklaniyor?
Araplar, ticari hayatlarinda dirhem, miskal, kirat ve benzeri ölçüleri kullaniyorlardi.Altin ve gümüsün nisabi tayin edilirken bu ölçüler esas alinmis, altinin nisabi yirmi miskal, gümüsün nisabi ise iki yüz dirhem olarak tespit edilmisti. ( Muvatta, Zekat:1 ; Müslim, Zekat:1 )
Eskiden simdi kullandigimiz, gramlar ve hassa teraziler yoktu. Dirhem ve miskal hesabi arpa tanelerine göre yapiliyordu. Yapilan hesap ve tahminlere göre bir dirhem elli adet, bir miskal ise yetmis iki adet arpanin agirligina esitti. ( Tecrid-i Sarih Tercümesi, 5:50 )
Bu itibarla dirhem ve miskalin grama çevrilmesi için, belirtilen miktarda arpa tanelerini tartmak gerekir.Mesela 20 miskal, 1440 adet arpa tanesinin agirligina esittir.
Iste 20 miskalin grama çevrilmesinde birbirini tutmayan rakamlarin çikmasinin sebebi, arpa tanelerinin büyüklük ve küçüklük bakimindan farkli olmasindan kaynaklanmaktadir.Yapilan tartimda 20 miskala karsilik olarak 80 gr, 85 gr, 93 gr ve 100 gr seklinde rakamlar çikmistir.
Miskal ve dirhemin grama çevrilmesinde arkeolojikbulgulardan faydalananlar da vardir. Bunlar, dünyanin meshur müzelerinde bulunan en eski Islam dinarlarini tartmislar ve bunlarin 4.25 gram geldigini tespit etmislerdir. Buna göre altinda nisap miktarini 20 * 4.25 =85 gram olarak tespit etmislerdir. Gümüste de on dirhemin yedi dinara esit olmasi hesabiyla bir dirhemin yedi dinara esit olmasi hesabiyla bir dirhemi 2.975 gram olarak bulmuslardir.Buna göre 200 * 2.975 =595 gramdir.
Hanefi mezhebinde, altinda nisap miktari olarak fakirin lehine olmasi için bu hesaplama sonucunda bulunan 85 grami, gümüste ise 595 grami esas alinir. Ssfii, Hanbeli ve Maliki mezheplerinde ise 20 miskal altin 72 grama, 200 dirhem gümüs 504 grama esittir.
Altin ve gümüs biriktirmek caiz midir?
Pekçok ayet-i kerimede ve hadis-i serifde, müminler Allah yolunda mallarini harcamaya tesvik edilirler. Allah yolunda harcamanin asgari haddi ve temel unsuru ise, zekattir.Zekat, dinin temel esasidir. Bu sebeble, yerine getirilip getirilmemesi, kisi de imanin kuvvetliligiyle dogrudan alakali bir esas olarak görülmüstür.
Zekat sadece biz Müslümanlara farz kilinmis bir ibadet degildir.Daha önce de müstakil bir baslik altinda ele aldigimiz gibi önceki ümmetlere de farz kilinmisti.
“Vaktiyle biz, Israilogullarindan: Yalnizca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakin akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almis ve “Insanlara güzel söz söyleyin, namazi kilin, zekâti verin” diye de emretmistik. Sonunda aziniz müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.” ( Bakara Suresi, 83. Ayet )
“Ona (Ibrahim’e), Ishak’i ve fazladan bir bagis olmak üzere Ya’kub’u lütfettik; herbirini salih insanlar yaptik.Onlari, emrimiz uyarinca dogru yolu gösteren önderler yaptik ve kendilerine hayirli isler yapmayi, namaz kilmayi, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi.” ( Enbiya Suresi: 72., 73. Ayetler)
Ancak, Yahudi ve Hristiyanlar emrolunduklari zekati terkettiler, altini ve gümüsü toplamaya basladilar. Bunlarin bazilari biriktirdikleri altinlari sandiklarda, hazinelerde saklarken bazilari da gömerlerdi. Altin ve gümüsü piyasaya sürerek insanligin istifadesine sunmalari, onlardan bir kismini fakir fukaraya tasadduk etmeleri gerekirken bunu yapmadilar.Bunun üzerine Cenab-i Hakk, mallarini Allah yolunda harcamaktan kaçinan bu gibi kimseleri siddetle tehdit ederek su ayet-i kerimeyi indirdi: “Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçogu insanlarin mallarini haksiz yollardan yerler ve (insanlari) Allah yolundan engellerler. Altin ve gümüsü yigip da onlari Allah yolunda harcamayanlar yok mu, iste onlara elem verici bir azabi müjdele! (Bu paralar) cehennem atesinde kizdirilip bunlarla onlarin alinlari, yanlari ve sirtlari daglanacagi gün (onlara denilir ki): ‘Iste bu kendiniz için biriktirdiginiz servettir. Artik yigmakta oldugunuz seylerin (azabini) tadin!’ ” ( Tevbe Suresi: 34., 35. Ayetleri )
Bu ayeti tefsir eden müfessirler, altin ve gümüs biriktirmeleri sebebiyle azapla tehdit edilen kimselerin, zekatlarini vermeyen kimseler oldugunu ifade ederler.Zekatini vermek sartiyla altin veya para biriktirmenin caiz oldugunu söylerler. Hz.Ömer, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbas (r. anhüm) gibi alim Sahabiler de bu kanaattedir.Abdullah ibni Ömer (r.a) bu mesele ile ilgili olarak söyle der: “Zekati ödenen sey yedi kat yerin altinda da olsa yigip biriktirme sayilmaz.Zekati ödenmeyen sey de yerin üzerinde de olsa yigma ve biriktirmedir.” ( Tefsir-i Kebir, 16:44)
Abdullah bin Abbas da ,ayette geçen “Allah yolunda infak edemezler” cümlesini “Mallarinin zekatini vermek istemezler” seklinde tesfir etmistir.Nitekim Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) de bununla ilgili olarak söyle buyurur: ” Bir sey zekati verilecek miktara ulasir da zekati verilirse kenz sayilmaz” (Ebu Davud, Zekat :4)
Netice olarak söylemek gerekirse, zekatini vermek sartiyla bir Müslümanin elindeki paranin degerini muhafaza etmek maksadiyla veya baska sebeplerle altin almasinda ve biriktirmesinde bir mahzur bulunmamaktadir.Dinimize göre, zekati verilen ve helal dairesinde ihtiyaçlar için sarfedilen mal ne kadar çok olursa olsun övülmüstür. Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) Hz. Ebu Bekir, Hz.Osman, Hz. Talha bin Ubeydullah ve Hz. Abdurrahman bin Avf (r. anhüm) gibi zengin Sahabileri müminlerin büyüklerinden saymis ve onlari övmüstür.Sayet helalinden mal birikitrmek uygun bir davranis olmasaydi, Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) zengin Sahabileri övmezdi.
Su da var ki, Müslümanlarin ihtiyaçlarindan fazla olarak sahip olduklari mal ve parayi herhangi bir surette biriktirmek yerine, ticarette kullanmalari, bir is yeri açmalari fazilet ve takvaya daha uygun bir davranisdir ve buna tesvik vardir. Çünkü bu durumda, diger Müslüman kardeslerinin de istifade etmesi söz konusudur.
Zekat kimlere ve nerelere verilir?
Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadislerinde ” Bana zekat ver” diyen birisine söyle buyurmustu: “Yüce Allah zekatin verilecegi yerler hususunda ne bir peygamberin, ne de bir baskasinin hükmüne razi olmayarak, onunla ilgili hükmü kendisi verir.On sekiz sinifa taksim etti.Eger o sekiz sinifin içinde isen sana hakkini veririm” ( Ebu Davud, Zekat:24 ; Müsned,4:169 )
Evet, zekati farz kilan Cenab-i Hakk onun nereye verilecegini de kendisi tayin etmistir: “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düskünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (Islâm’a) isindirilacak olanlara, (hürriyetlerini satin almaya çalisan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalisip cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” ( Tevbe Suresi,60.Ayet )
Bu ayette geçen sekiz sinifi söyle açiklayabiliriz:
1,2 . Fakirler ve miskinler: Hanefilere göre fakir, nisap miktari mala sahip olmayan kimsedir. Miskin ise hiçbir seyi olmayan kimsedir.Buna göre miskin, fakirden daha muhtaçdir. Safiilere göre ise, fakir hiçbir mal ve kazanci olmayan kimsedir.Miskin de, mali veya kazanci olup da geçimine kafi gelmeyen,yani gideri gelirinden fazla olan kimsedir.Buna göre fakir miskinden daha muhtaçdir.
Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) de bir hadislerinde miskinle ilgili olarak söyle buyurmustur: “Miskin, bir iki hurma veya bir iki lokma ile geri çevrilen degildir.Asil miskin, insanlardan bir sey istemedigi için onlar tarafindan durumu bilinmeyen, bu sebeple kendisine bir yardimin yapilmadigi kkimsedir.” ( Ebu Davud, Zekat:24 ; Buhari,Zekat:53 ; Müslim, Zekat:101 )
3. Zekat Memurlari: Zekat mallarinin toplanmasi, korunmasi, hesaplarinin tutulmasi ve layik olanlara dagitilmasi için devlet baskani veya yetkili kildigi kimse tarafindan görevlendirilen kisidir.Bu, çalisma karsiliginda alinan bir ücret oldugundan, zekat memurunun zengin olmasi zekattan hisse almasina engel degildir.
4. Müellefe-i kulub: Müellef-i kulub, gönülleri Islama isindirilanlar demektir.Bunlardan bazilari yeni Müslüman olmus inançlari zayif olan kimselerdir. Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) Islama isinmalari ve Müslümanlara zarar vermemeleri için onlara zekattan pay vermistir.Mesela Uyeyne bin Hisn ile Akra bin Habis, Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) ‘nin bu gaye ile hisse verdigi kimselerdendi.
Fakat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhüm) müellefe-i kuluba zekat vermemislerdir. Hz.Ömer(r.a), zekattan hisse isteyen Uyeyne bin Hisn ve Akra bin Habis’e “Resulullah (s.a.v) kalplerinizi Islama isindirmak için size hisse veriyordu.Artik Allah, dinin güçlendirmistir.Müslüman kalmaya devam ederseniz ne ala, aksi takdirde bizimle sizin aranizda kiliç vardir” demistir.
Hanefiler, müellefe-i kuluba zekat verilmeyecegi görüsündedir.Alimlerin çogunluguna göre ise, müellefe-i kuluba ihtiyaç aninda günümüzde de zekat verilebilir.Safiilere göre kafir olanlara zekat verilmez.
5. Köleler: Efendisiyle hürriyetine kavusmak üzere anlasan küleler de, kendilerine zekat
verilmesi gereken gruplardan birisidir.Bu da dinimizin insanlarin kölelikten kurtulmasi için gösterdigi gayretlerden birisidir.
6. Borçlular: Hanefilere göre borçlu, borcu olan ve borcundan baska nisap miktari mala
sahip olmayan kimsedir.Safiiler ve diger mezhep imamlari da borçluyu, kendisi için borçlanan kimse ve toplumun menfaati için borçlanan kimse diye iki kisma ayirmislardir.
7. Allah yolunda cihat edenler: Allah’in dinini ve dince mukaddes tanina seyleri korumak,
Allah’in ismini yüceltmek için mücadele eden kimselerdir.Bunu sadece maddi cihad olarak anlamamak gerekir.Manevi cihad edenlere de zekat verilir.
8. Yolcular: Parasizlik sebebiyle yolda kalmis olanlardir.Memleketlerinde zengin olsalar
dahi böylelerine zekat verilir.
Bir zekat sekiz sinifa mi taksim edilecek?
Hanefilere ve alimlerin çogunluguna göre zekatin sekiz siniftan sadece birisine verilmesi caizdir. Safiilere göre ise, zekatin sekiz sinifa taksim edilmesi gerekir.Bu mezhebe göre zekatin her siniftan en az üçüne verilmesi tarzindaki taksim caiz degildir.Zamanimizda sekiz siniftan ancak genel olarak dördünü bulmak mümkündür.Bunlar; fakirler, miskinler, borçlular ve yolculardir.
Zekatin tamami bir kisiye verilebilir mi?
Hanefi ve Safiilere göre fakir ve miskinlere ihtiyaçlarini karsilayacak kadar zekat vermek caizdir.Hanefilere göre , eger zekat ayri ayri kimselere verildigi takdirde çok küçük parçalara ayrilacaksa, tamamini bir kisiye vermek daha uygundur. Mesela evlenmek için borca giren bir fakire, ihtiyacini karsilayacak kadar zekat toptan verilebilir.Bir kimseye nisap miktari veya nisap miktarindan fazla zekat vermek caiz ise de, böyle yapmak kerahatten uzak degildir.Ancak borçlu olan birisine hem borcunu ödeyecek, hem de elinde bir miktar para kalacak sekilde zekat verilebilir.
Kari ile koca birbirlerine zekat verebilir mi?
Zengin bir koca fakir olan hanimina zekat veremez. Çünkü kadinin geçimi zaten kocasinin üzerinedir. Imam-i azam’a göre bir kadin da fakir olan kocasina zekat veremez. Imam Ebu Yusuf, Imam Muhammed, Imam Safii ve Imam Malik’e göre ise, zengin bir kadin fakir olan kocasina zekat verebilir. Kayinpeder ve kayinvalide fakir olan damadina zekat verebilecegi gibi, zengin olan damat da fakir olan kayinpederine ve kayinvalidesine zekat verebilir.
Amcaya, kardese, dayiya,hala ve teyzeye zekat verilebilir mi?
Fakir olan amca, kardes,dayi, hala ve teyzeye zekat verilebilir. Hatta bu daha efdaldir.Bir hadis-i serifte “Fakirlere verilen sadaka bir sadakadir, akrabaya verilen sadaka iki sadakadir. Biri sadaka, digeri akrabaya iyilik ” buyurularak bunun önemine dikkat çekilmistir.
Zengin zekat malindan yiyebilir mi?
Zengine zekat almak helal olmamakla beraber, zengin birisi bir fakire verilen zekattan yiyebilir.”Zengine zekat helel degildir buyuran Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) fakire verilen zekatin hediye edilmesi durumunda, zengine onu almasinin caiz oldugunu bildirmistir. ( Ebu Davud, Zekat:26 ; Müsned, 3:97)
Bir defasinda Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v)’ne Hz.Aise (r.anha) ‘nin azadli kölesi Berire’ye sadaka olarak verilen bir et getirilmistir. Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) onun nereden geldigini sordu. “Berire’ye verilen sadaka” cevabini verdiler.Resullulah ( s.a.v), “Bu onun için sadaka,bizim için hediyedir ” buyurarak o etten yedi. Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v), bu sözüyle Berire’ye sadaka olarak verilen etin artik onun mali oldugunu, vasfinin degistigini, kendileri için bir sadaka degil, Berire’ nin ikrami oldugunu ifade etmislerdir. (Buhari, Zekat:61 ; Ebu Davud, Zekat:30 ; Müslim, Zekat:170 )
Islami hizmetlere zekat verilir mi?
Ayet-i kerimede geçen ve “Allah yolunda harcanma” olarak tercüme edilen “fi sebilillah” ifadesi, mutlak ve umuni olarak zikredilmistir.Bu tabir bazi fikih kitaplarimizda her ne kadar silahla cihada katilan gazilere ve yolda kalan hacilara tahsis edilmisde de ,tefsirlerde ve güvenilir fikih kitaplarimizda meseke daha genis olarak ele alinmistir.Mesela Hanefi mezhebi alimlerinden Imam Kasani, Bedaiu’s-Sanai isimli meshur eserinde bulunan ilgili olarak söyle der: “Allah yolunda olanlardan maksat, Allah’a yaklastiran herseydir.Eger ihtiyaç varsa bu manaya, Allah’a itaat yolunda çalisan herkes ile bütün hayir yollari girer.”
“Fi sebilillah tabiri umumidir” diyen Fahreddin Razi, bu tabiri söyle açiklar.”Fi sebilillah tabiri sadece gazilere mahsus degildir. Zekat bütün hayir yollarina verilebilir. Ölülerin techiz ve tekfini, kale ve cami yapimi da bu tabirin içine girer.” ( Tefsir-i Kebir, 16:113 )
Elmalili Hamdi Yazir da, zekatin mücahidlere cihat malzemesi alinmak üzere sarfedilebilecegini söyler. (Hak Dini Kur’an Dili, 4:2581 ).Eskiden cihad kiliçla, kalkanla,topla tüfekle yapiliyordu.Simdi ide genelde cihad gazeteyle, dergiyle , kasetle ,web üzerinden yapiliyor.Bunlar düsmana atilan birer bomba hüviyetini tasir.Dolayisiyla bir Müslüman Islama layikiyla hizmet ettigine, bu yolla dinsizlerle, inkarcilarla cihat ettigine inandigi müesseselere zekat verebilir.
Sonuç olarak, zekat Islam’in gönüllerde yayilmasi ve din düsmanlarinin tahribatini önlemek için Allah yolunda faaliyet gösteren hizmet kuruluslarina da verilir.Günümüzde böyle hizmet kuruluslarina zekat vermek daha da ehemmiyet kazanmistir.Kaldi ki bu da bir cihaddir. Nitekim Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadislerinde “Müsriklere karsi malinizla, caninizla ve dilinizle cihat edin” ( Müsned, 3:13,16 : Ebu Davud, Chad 5,38 ) buyurmuslardir. Bugün din düsmanlariyla yapilan en tesirli cihad gazete,dergi,web, kitap, radyo ve televizyon yoluyla yapilmaktadir.
Gayesi Islama hizmet olmayan kurum ve kuruluslara yardim yapilsa da zekat verilemeyecegi gerçegi hatirdan uzak tutulmamalidir.
Zekat nerelere ve kimlere verilmez?
Zekat verilecek kimseler ve yerler belli oldugu gibi, zekat verilmeyecek kimseler de bellidir. Su kimselere de zekat verilmez.
Müslüman olmayan birine zekat verilmez
Nisap miktari mala sahip olan kimseye zekat verilmez.
Anneye, babaya, dede ve nineye, onlarin anne ve babasina zekat verilmeyecegi gibi; kendi çocuklarina, torunlarina, torunlarinin çocuklarina ve daha asagisina da zekat vermek caiz degildir.
Safii mezhebinde ise bu sayilanlar birbirlerine sadece borçlu iseler borçlarinin ödenmesi için zekat verebilirler.Aksi halde veremezler.
Bos gezen ve çalismayan kimseye nisap miktari mala sahip olmadiginda zekat vermek Hanefi mezhebine göre caizse de, zekat vermek uygun olmaz.
Zekat ehil, yani layik olan kimseye verilmelidir. Bunun için de arastirma yapilmalidir. Ve alinan zekat maksada uygun tarzda kullanilmalidir.Mesela zekat alan fakirin bunu sefahete ve gayr-i mesru yollara degil, zaruri ihtiyaçlarina harcamasi gerekir.Borçlu da zekati borcuna sarfetmelidir.
Islam’in aleyhine çalisan kisi ve kuruluslara zekat verilmez.
Zekat ve NiyetZekatta niyetin önemi nedir?
Zekati fakire verirken veya zekat için mal ayirirken bunu zekat olduguna kalben niyet etmek gerektigi hususunda dört mezhep alimleri ittifak halindedir.Dil ile niyete ise gerek yoktur.Bir kimse, bir fakire zekat niyetiyle bir sey verirken onu rencide etmemek için “Bu bir hibedir” dese, zekatin sihhatine zarar vermez. Kendisine zekat verilen kimsenin aldigi seyin zekat oldugunu bilmesi de sart degildir. Fakire ,”Bu benim zekatimdir” demeye gerek yoktur.Ancak baskalarina örnek olmak söz konusu ise, zekatin açiktan verilmesi daha faziletlidir. Çünkü zekat farz bir ibadettir.Farzda ise riya olmaz.
Bir mal fakire niyetsiz olarak verilirse, sonradan bunu zekat olmasi istense, eger verilen sey fakirin elinde duruyorsa, o sey zekat yerine geçer. Fakat elinden çikmissa, zekat yerine geçmez.Asil olan vekilin degil, zekati veren kimsenin niyetidir.Bu sebeble zekat veren kimse verdigi seyi ya vekile verirken veya vekil fakire verirken niyet etmelidir.
Bir kimse, zekata niyet etmeksizin zaman zaman fakirlere birseyler verse, o seyler zekat yerine geçmez.
Zekat verirken, niyet Allah rizasini kazanmak olmalidir
Zekatta bir mali, bir parayi fakire veya bir hizmet kurulusuna verirken, gaye sirf Allah rizasini kazanmak olmalidir. Baska bir karsilik beklenmez.Böyle olunca da bir zengin zekatini verirken kesinlikle zekat verdigi kimseyi minnet altina almayi düsünemez. Bilakis kendisini zekat borcundan kurtardigi için zekat verdigi kimseye tesekkür etmelidir.Kasa basindaki memurun mal sahibinin emriyle verdigi kisilere karsi hiçbir minnet taslamaya hakki olur mu?Çünkü mali veren de ,zekatin verilmesini emreden de allahü Teala ‘dir.Zekat bu suurla verildiginde fakir kendisini minnet altinda hissetmez, bir eziklik duymaz.Çünkü bilir ki, o mal veya para zaten kendisinin degildir.Zenginin üzerinde emanet olarak durmaktadir.Dolayisiyla borcunu ödeyen biri borçlu oldugu kimseyi minnet altina alamayacagi gibi, borcunu alan kimse de bie eziklik içinde olmaz.Nitekim zekatin zengin üzerinde fakirin bir borcu oldugu gerçegini Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadislerinde söyle ifade ederler: “Malin zekatini ödedigin vakit, üzerindeki borcu ife etmis olursun” ( Ibni Mace, Zekat:3)
Para ve altinin zekati nasil hesaplanir?
Paranin zekati:
Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) zamaninda günümüzde oldugu gibi para yoktu.Dinar isimli altin para ile, dirhem isimli gümüs para vardi.Zekat da bu sebeple altin ve gümüs para üzerinden hesaplaniyordu.Bunun için, günümüzde paralarda nisap miktari, altin esas alinarak tespit edilir. Bu da 85 gram altindir.Bir miktar parasi, bir miktar da altini olan kimse, sayet her ikisinin toplami 85 gram altina esit gelirse, zekat vermekle mükellefdir.
Safilere göre böyle bir ilave yapilamaz.Bir kimse zekatla mükellef olabilmesi için nisap miktari altina veya paraya sahip olmasi gerekir.Safiilerde nisap miktari 72 gram altindir. Paranin zekati 1/40 ( % 2.5 )’dir.
Altinin Zekati
Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadislerinde, “Altin üzerinden yirmi miskalden azinda zekat yoktur, gümüs üzerinden iki yüz dirhemden azinda zekat yoktur” buyurarak, altin ve gümüsün nisap miktarini belirlemistir.Bu da günümüz ölçülerine göre altinda 85 gram, gümüste 595 gram eder.*
85 gram altinin zekati 2 gram altindir. Bu ise 1/40 demektir.85 gramdan sonrasi, yaklasik 20 gram olmadikça zekata tabi degildir.85+20 olursa, o yirmi gram da ayrica zekata tabidir.Ancak 20 gramdan az olan altin zekata tabi olan baska bir seyle mesela para ile birlikte hesaplandiginda nisap miktarina ulasiyorsa yine zekati verilir.85 grama ilaveten mevcut olan 20 gram altinin zekata tabi olmamasi, Imam-i Azam ‘a göredir.Talebesi olan Imam Ebu Yusuf ve Imam Muhammed’e göre bu fazlaligin da kirkta biri zekat olarak verilir.
Imam Safii ve diger mezhep imamlari da fazlalik için 1/40 zekat verilecegi görüsündedirler. Gümüste de ölçü 1/40’dir.Buna göre 595 gram gümüsün zekati, 15 gram gümüsdür.
Altindan veya gümüsten yapilmis sanat eserleri eger nisap miktarina ulasirsa zekati verilir. Böyle bir antika eserin zekati eger kendisinden verilecekse tartilir, kirkta biri zekat olarak verilir.Fakat baska birseyden verilirse, degeri nazara alinir.Kendi cinsinden ödendigi takdirde de Imam-i Azam ve Ebu Yusuf’a göre degeri esas alinir.
Hanefi mezhebine göre altin, gümüs ve ticari mallarinin nisap miktarinda bunlarin bir cinsten bulunmasi sarti aranmaz.Mesela bir kimsenin bir miktar altini, biraz gümüsü, biraz da ticaret esyasi bulunsa, bunlarin toplami nisap miktarina ulassa, böyle birinin zekat vermesi farzdir. Safii’ye göre altin ile gümüs farkli cinsten olduklari için, nisapta beraber hesaplanmazlar.
* Altin için 72, 91, 96 ve 100 grami; gümüs için de 642 ve 700 grami esas alanlar da vardir. Bu farkliligin nereden kaynaklandigini daha önce anlattik.Oraya bakilabilir.
Karisik altinin zekati (Magsus)
Magsusun ( halis olmayan, yani yabanci madenler karismis olan altin veya gümüs ) zekati hakkinda mezheplerin çesitli görüsleri vardir.Mesela Hanefi alimlerine göre, altin veya gümüsün halis olmasi sart degildir.Içindeki altin veya gümüs agirligi yabanci madenlerden fazla veya ona esit ise, tamamini altin veya gümüs olarak düsünüp zekatini vermek gerekir.
Safiilere göre, “magsus” olan altinin içerisndeki halis altin kismi nisap miktarina ulasmadikça zekatini vermek gerekmez.
Zinet esyasina zekat düser mi?
Kadinin kullandigi zinet esyasi ya altindan, ya gümüsten veya inci,elmas,yakut ve zümrüt gibi kiymetli taslardan yapilan kadinlarin zinet esyasina zekat düsmedigi hususunda bütün alimler ittifak halindedir.Ancak zinet esyalarina zekat düsüp düsmeyecegi hususunda mezhepler arasinda farkli görüsler vardir.
Mesela Hanefi mezhebine göre, altindan veya gümüsten yapilmis olan, nisan yüzügü, küpe,bilezik gibi zinet esyalari nisap miktarina ulastiginda, üzerinden bir sene geçtigi zaman zekat vermek gerekir.Bu zinet esyalarinin zekati kendi cinsinden degil de baska bir seyle, mesela para ile ödenecekse, kiymetleri esas alinir.Bunda ittifak vardir.Kendi cinsleriyle, yani altin veya gümüsle ödenecegi takdirde ise Imam-i Azam ve Imam Ebu Yusuf ‘a göre grami, Imam Züfer’e göre kiymetleri ,Imam Muhammed’e göre ise daha faydali olan hangisi ise o esas alinir.Mesela 85 gram agirliginda olan bir altin bilezik, üzerindeki sanat eseri sebebiyle fiyat itibariyla 110 gram altin degerinde olsa, eger altindan baska birseyden verilecekse,85 gramin degil, maddi degeri olan 110 gramin zekati verilir.Fakat altin olarak verilecekse, Imam-i Azam ve Imam Ebu Yusuf’a göre 85 gramin zekati verilir.Altin ve gümüsten olan zinet esyasinin zekatini vermek Hanefi mezhebine göre gerektigi halde, cumhur dedigimiz müçtehidlerin çogu, zinet esyasina zekat düsmeyecegi kanaatindedir.Mesela Safii, Maliki,Hanbeli mezhebine göre ve birçok Sahabi ve Tabiine göre zinet esyasina zekat düsmez.
Safii mezhebine göre, kadinin sahip oldugu altin ve gümüsten olan zinet esyasinin üzerinden bir sene geçmis olsa bile, zekata tabi olmaz.Bu mezhebe göre, kadinin zinet esyasi insanin normal olarak kullandigi elbise gibidir, sahsi ihtiyacidir.
Maliki ve Hanbeliler’e göre kadinin kullanma hakkina sahip olduklari zinetlerin zekata tabi olmadigi görüsündedirler.Fakat Malikiler’e göre bir anne ,kizi için veya bir erkek evlenmeden önce ileride lazim olacak düsüncesiyle aldigi zinet esyasi üzerinden bir sene geçtigi takdirde zekatini vermesi gerekir.Yine bu mezhebe göre kullanilmayacak derecede kirilan zineti tamir ettirme düsüncesi olmazsa,zekatini vermek gerekir.
Erkeklerin ise altindan zinet esyasi kullanmalari caiz degildir.Kullanilirsa , zekata tabi mallariyla birlikte nisaba ulasirsa, zekat vermeleri farz olur. ( Mezahibü’i-Erbaa, 2:602 ; Muvatta, Zekat:5 )
Ancak ” Kadinin zinetine zekat düsmez” diyen alimler, kadinin zinet esyasinin örfe ve içtimaimevkisine göre normal olmasini ve zekattan servet kaçirma gibi bir niyet tasinmamasini sart kosmuslardir. Israfa ve gösterise kaçan veya zekatinin verilecegi kanaatindedirler. ( Hukuk-u Islamiyye Kamusu, 4:112 )
Bazi müçtehidler de “Bunlarin zekati ihtiyaci olanlara emaneten vermektir.Veya süs esyalarina sadece bir defaya mahsus olmak üzere zekat düser” hükmünü benimsemislerdir. Zinet esyasina zekatin verilecegini savunan alimlerin de, verilmeyecegini savunan alimlerin de delilleri vardir.Mesela,zinet esyasinin zekata tabi oldugunu savunan Hanefiler ve Mücahid Zühri gibi alimler,su hadisi görüslerine delil olarak zikrederler:
Bir kadin ile kizi beraber Resulullah (s.a.v)’a gelmisti.Kizin kolunda iki tane kalin bilezik vardi. Resulullah(s.a.v) kadina, “Bunun zekatini veriyor musun?” dedi. Onon “Hayir” cevabi üzerine de söyle buyurdu:
“Kiyamet gününde Allah(c.c)’in onlarin yerine sana atesten iki bilezik taktirmasi hosuna gider mi?”
Bu tehdidi duyan kadin hemen onlarin çikartti ve “Ikisi de aziz ve celil olan allah ve Resulüne aittir” diyerek Resulullah (s.a.v)’a uzatti. ( Ebu Davud, Zekat:9 )
Yine bu alimler, Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) Hz. Aise(r.anha) ‘nin parmaklarindaki büyük yüzüklerin zekatini vermedigini söylemesi üzerine, “Onlarin zekatini vermemen atese girmen için sana yeter” ( Ebu Davud, Zekat:9) seklindeki tehdidini de delil olarak zikrederler.
Zinet esyasina zekat düsmeyecegini söyleyenler de, “Zinet esyasi zekata tabi degildir” ( Darekutni, Sünen,2 :107 ) hadisini ve Hz.Aise (r.anha)’nin kardesinin yetim kizlarina baktigini, onlarin zinet esyasi oldugu halde zekatlarini vermedigini görüslerine delil olarak zikrederler.(Muvatta, Zekat:5) Ayrica Hz.Cabir bin Abdullah (r.a) zinetin zekati hususundaki bir suali verilmeyecegi seklinde cevaplandirdigini söylerler.
Bu hususta Hanefi mezhebinin esas alinmasi, fakirleri koruma açisindan daha uygundur.
Sahsi fikrime göre ise; her iste oldugu gibi mümin olayin vera tarafina sarilmali ve imaninin derecesini süpheli taraftan sakinarak göstermelidir.Allahu alem…
Ticaret esyasinin zekati nasil hesaplanir?
Her çesit ticaret mali nisaba, yani 85 gram altinin degerine ulastiginda zekata tabidir.Semure bin Cündüb (r.a) bununla ilgili olarak söyle bir hadis rivayet eder:
“Resulullah (s.a.v) satis için hazirladigimiz seylerden zekat vermemizi emrederdi” ( Ebu Davud, Zekat: 3)
Senenin basinda nisap miktarinda olan ticaret mallarinda, sene sonundaki piyasa fiyatlari esas alinir.Yalniz KDV hariç tutulur. Çünkü bu para tüccarin degil, maliyenindir.
Hanefilere göre sene içerisinde nisap miktarindan artis veya eksilis zekata tesir etmez. Fakat sene sonunda ticaret mali nisap miktarindan asagiya düserse, zekata tabi olmaz. Safiilere ve Malikilere göre, nisap miktarina sadece sene sonunda itibar edilir. Buna göre sene basinda nisap miktarinda olmayan bir mal sene sonunda nisaba ulasirsa, zekatini vermek gerekir.
Cinsleri ayri ayri da olsa, ticaret esyalari birlikte hesaplanir.
Bir malin ticaret esyasi sayilabilmesi için kar etme niyeti ile fiilen satisa arzetme unsurlarinin bulunmasi gerekir. Baslangiçta ticaret için satin alinmayan bir mal, sonradan ileride satilmak üzere saklanacak olsa, üzerinden bir sene geçmis olmakla zekat düsmez.Fakat otomobil alim satimi yapan biri satmak için aldigi otomobillerden birini bir müddet kullanacak, isi bittikten sonra satacak olsa, o otomobil yine ticaret esyasidir. Zekat verilirken o da hesaplanir.
Hanefilere göre ticaret malinin zekati kendi cinsinden ödenebilecegi gibi, kiymeti para olarak da ödenebilir. Mesela bir konfeksiyoncu isterse, zekatini elbise olarak, isterse para olarak verebilir.Safii mezhebine göre ise bir malin zekatinin kendi cinsinden ödenmesi gerekir.
Hisse senedinin zekati nasil hesaplanir?
Diger ticaret mallari gibi, hisse senedi zekata tabiidir. Buna göre hisse senedinin degeri tek basina veya zekata tabi baska bir mala eklendiginde, asli ihtiyaçtan fazla olarak nisap miktarina ulasiyorsa, üzerinden bir yil geçtikten sonra zekatinin verilmesi farz olur. Mesela asli ihtiyaçtan fazla olarak Hanefilere göre 85; Safiilere göre 72 gram altina veya bu degerde paraya veya ticari esyaya sahip olan kimse dinen zengin sayilir.
Hisse senedinin nasil hesaplanacagi hususunda alimler arasinda farkli görüsler vardir. Bazi alimler ortaklarina hisse veren sirketleri zekat mükellefiyeti bakimindan ticari ve sinai olmak üzere ikiye ayirirlar. Bazi alimler ise böyle bir ayrima gerek görmezler. Biz önce sirketleri zekat mükellefiyeti bakimindan ikiye ayiran görüs üzerinde duralim.
Ticari sirket, sermayenin pek az kismi sabit tesislere yatirilmis, sermayenin çogu hareketli olan, ihracat, ithalat veya iç pazarda devamli mal ile nakit arasinda yer degistiren sirketlerdir.
Sinai sirket ise, sermayenin çogunu fabrika,makine, otel, gemi ve nakil vasitalari gibi sabit olan, üretime ve kazanca vesile teskil eden seylere yatiran sirkettir.
Her iki sirketin zekatini da iki sekilde ödemek mümkündür.Ya sirket ortaklarina kar (kazanç) dagitmadan önce zekati öder, kazancin kalanini dagitir. Veya zekat isine hiç karismaz, ortaklarina kazançdan hisselerini dagitir,her ortak zekatini kendisi öder.
Ticari sirketin zekati söyle hesaplanir: Eger zekati sirket ödeyecekse sabit malzeme, vasita ve büro gibi seyler için yatirilmis sermaye çikarilir.Hareketli sermayeye kazanç ilave edilir, toplamin kirkta biri ( %2.5) zekat olarak verilir.
Zekati sirket degil de sahis ödeyecekse, hisse senedinin ister piyasa degerine, isterse üzerindeki degere kazanci da ilave ederek kirkta birini (%2.5) zekat olarak verir. Tercihte serbesttir. Hisse senedinin piyasa degerini esas almasi fakirler açisindan faydali oldugundan daha uygun olur. Sirket ortaklarina kazanç dagitmamis da sermaye arttirimina gitmisse, önceki hisse senedi sonraki verilen senet de ilave edilerek, toplam deger üzerinden kirkta bir olarak verilir.
Ticari sirketlerin zekatlarinin hesaplanmasi hususunda bütün alimler ittifak etmis olmakla birlikte, sinai sirketlerin zekatlarinin hesaplanmasi hususunda farli görüsler vardir. Bazilarina göre yalnizca kazancin kirkta biri verilir, bazilarina göre ise, sabit sermaye ile kazanç toplaminin kirkta biri ( % 2.5 ) zekat olarak verilir. Muasir alimler ise bu görüslerin ikisine de katilmiyor veüçüncü bir görüs ileri sürüyorlar.
Diyorlar ki: Eger kazancin kirkta biri zekata tabii tutulursa, çok büyük rakamlara varan servetler zekat disi birakilmis oluyor. Bu durumda hem ticari sirketlere haksizlik edilmis, hem de fakirin aleyhine bir uygulama ortaya çikmis oluyor. Söyle ki:
Yüz milyonla ticaret yapan bir ticari sirket düsünelim. Bu sirket 20 milyon lira da kar(kazanç)
elde etmis olsun. Böyle bir ticari sirketin 120 milyonun % 2.5 ‘u üzerinden 3 milyon lira zekat ödemesi gerekir. Yüz milyonluk bir makine ile yilda 20 milyon kazanan bir sinai sirketin ödeyecegi zekat miktari ise sadece kazanci olan 20 milyonun % 2.5 ‘u yani 500.000 liradir.Ayni sermaye ile çalisan ve ayni miktarda kazanç kazanan iki sirketin ödedigi zekat miktarinda bu derece fark olmasi, uygun düsmemektedir.
Iste bu adaletsizligi göz önüne alan muasir Islam alimleri, sinai sirket ve kuruluslari eski uygulama içinde mülk veya kiralanmis araziden elde edilen mahsül ile, kiraya verilen zinetten elde edilen gelire benzetmislerdir.Buna göre sinai sirketlerin zekatlarinin hesaplanmasinda üçüncü bir yol ileri sürmüslerdir. Zekat sadece kazançtan verilecekse kazancin onda biri zekat olarak verilir. Mesela on milyon lira sermayesi olan biri iki milyon kazanç elde etse, sermayeyi hiç hesaba katmaz, iki milyon liranin onda birini zekat olarak verir. bu ise 200.000 lira eder.
Gayr-i sarfi kazançtan ödendiginde ise, zekat yirmide bir olarak ödenir.
Sirketleri ticari ve sinai olarak ayiranlarin yani sira bir de böyle bir ayirim yapmayan görüs vardir. Bunlara göre sirketin çesidine bakmaksizin piyasa degeri ile yillik kazanç toplaminin kirkta biri ( %2.5) zekat olarak verilir.
Netice olarak söylemek gerekirse, elinde ticari sirkete ait hisse senedi olanlar ister fakirin menfaati için senetlerinin piyasa degerine – ki en uygun ve faziletli olan budur- ister üzerindeki degere kazancini ekleyerek toplamin kirkta birini ( %2.5) zekat olarak verebilirler.
Sinai sirkete ait hisse senedi bulunanlar ise, isterlerse yillik kazancin onda birini zekat olarak verirler; isterlerse iki sirket arasinda ayirim yapmayan alimlerin görüslerini esasa alarak ticari sirket gibi hesap edip zekat verirler.
Maden ve definelerin zekati nasil hesaplanir?
Alimlerin çogunluguna göre, sahibi bilinmeyen definelerin 1/5’i devlete, geri kalani da bulan kimseye aittir.
Madenlere gelince, bu konuda alimler arasinda farkli görüsler vardir. Bu görüsleri nakletmeden önce konunun iyi anlasilmasi için, öncelikle maden çesitleri üzerinde duralim.
Madenler üç kisimdir:
Kati olup ateste eritilebilen, dökümü yapilabilen madenler: altin, gümüs, demir, bakir, kalay, nikel gibi.
Eritilmeye elverisli olmayan kati madenler: Kömür, kireç, yakut, alçi tasi ve elmas gibi.
Sivi halde bulunan madenler: Petrol, sudan elde edilen tuz, zift gibi.
Hanefi mezhebine göre, bu üç grup madenden sadece birinci gruptakiler, yani isi ile eritilip sekillendirilebilen madenler zekata tabidir. bu mezhebe göre, madenler ganimet hükmünde oldugundan 1/5 nisbetinde zekat vermek gerekir. Eritilmeyen ve sivi olan madenlere ise, zekat vermek gerekmez.
Safiiler ise, “Ey iman edenler! Kazandiklarinizin iyilerinden ve rizik olarak yerden size çikardiklarimizdan hayra harcayin. ” ( Bakara Suresi 267.Ayet ) mealindeki ayeti bütün madenlere tesmil etmezler. Bunlara göre, sadece altin ve gümüs zekata tabidir, diger madenlere zekat düsmez.
Ahmed bin Hanbel ise bütün madenlerin ayetin sümulü içine girdigin, dolayisiyla zekata tabi oldugunu ifade eder.Ahmed bin Hanbel’ e göre madenlerden 1/40 nisbetinde zekat alinir.
Imam Malik de, eger emek ve masraf çok ise 1/40, maden emek ve masrafa galip ise 1/5’inin zekat olarak verilecegi kanaatindedir.
Bu görüslerden bize en uygunu, günümüzde uygulamaya daha müsait oldugu için Hanbeli mezhebinin bütün madenlerin zekata tabi olacagi görüsüdür. Bunu tercih etmemizin birinci nedeni, yukarida mealini verdigimiz ayet-i kerimenin umumi olmasidir. Ikincisi; petrol, kömür gibi madenlerin zamanimizda büyük bir servet kaynagi olmasidir.
“Defineye beste bir nisberinde zekat vardir” hadis-i serifi, define ve madenlere zekat verilmesi gerektiginin delilidir. ( Buhari, Zekat:66; Müslim, Hudud:45 ; Tirmizi, Zekat:16 ; Ahkam:37 )
Madenlere zekat verilmesi için Hanefi mezhebine göre nisap miktari sart degildir.Azi da , çogu da zekata tabidir. Malikilere, Safiilere ve Hanbelilere göre ise, madenlerde de nisaba itibar edilir. Madenlerde nisap da altin ve gümüsün nisabi kadardir. Madenlerde nisap miktarinin bir defada elde edilmesi sart degildir.Çikarilan madenin bir senelik miktari bir birine eklendiginde, nisap miktarina ulasmasi kafidir.
Madenlerin zekati ile ilgili diger bir husus da, zekatinin verilmesi için üzerinden bir yil geçmesi gibi bir sartin aranmadigidir.
Bal ve diger hayvan ürünlerine zekat düser mi?
Bal, Yüce Rabbimizin biz kullarina ikram ettigi gidali, lezzetli ve sifali bir nimettir.Cenab-i Allah ari manasina gelen “Nahl” Suresi’nde balin bu özelligine isaretle söyle buyurur:
“Rabbin bal arisina: Daglardan, agaçlardan ve insanlarin yaptiklari çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylastirdigi yaylim yollarina gir, diye ilham etti. Onlarin karinlarindan renkleri çesitli bir serbet (bal) çikar ki, onda insanlar için sifa vardir. Elbette bunda düsünen bir kavim için büyük bir ibret vardir.” ( Nahl suresi, 68. ve 69.Ayetler )
Ebu Hanife’ye göre, bal eger ösri arazideki aridan elde ediliyorsa miktari ne olursa olsun 1/10 nisbetinde zekat düser. Ahmed bin Hanbel’e göre ise, arazinin ösri arazi olup olmamasi hükmü degistirmez. Her halukardabala zekat düser. Bala zekat düsecegini söyleyen alimler görüslerine delil olarak birçok hadis naklederler. Ebu Seyyare el-Met’i ‘den rivayet edilen bir hadis su mealdedir:
” ‘Ey Allah’in Resulü,benim arilarim var’ dedim. ‘Onda birini zekat ver!’ buyurdu ” ( Neylü’l-Evtar, 4:146 )
Kaynaklarimizda Hz.Ömer (r.a) ‘in da baldan zekat aldigi rivayet edilir. ( Ebu Davud, Zekat :13)
Bal hem ölçülebilmekte, hemde saklanabilmektedir. Bu sebeple hurma ve hububat gibi bala da zekat düser. Çünkü bir malin ölçülebilir ve saklanabilir olmasi, zekatin prensiplerindendir. Dolayisiyla bala zekat düsecegi kiyasla da sabittir.
Safii ve Maliki mezhebinde ise, umumiyetle bala zekat düsmedigi fikrindedirler. Bu mezheplerind, bal sivi oldugu için süt hükmündedir ve süte de icma ile zekat düsmedigini görüsündedirler.
Fakat gerek bu konudaki hadisleri, gerek hububatla kiyas, gerekse zekatin umumi prensipleri bala zekat düsecegi görüsünü hakli çikarmaktadir.
Ayrica yumurta ve ipek gibi hayvanlardan elde edilen mahsuller de bala kiyas edilerek masraflari çikarildiktan sonra 1/10’u zekat olarak verilir.
Deniz mahsullerine zekat düser mi?
Imam-i Azam ve talebesi Imam Muhammed ‘in de içinde bulundugu bazi alimler, denizden elde edilen balik, sünger ve inci gibi seylerin zekata tabii olmadigi görüsündedirler. Içlerinde Imam-i Azam’in talebesi Ebu Yusuf’un da bulundugu bazi alimler ise, bu servetin zekattan muaf tutulamayacagi kanaatindedirler. Bu görüs tercih edilmeye daha uygundur.
Tarim ürünlerinin zekati (ösür)
Tarim ürünlerinin de bir mal oldugu ve bu bakimdan zekata tabii bulundugu Kitap,Sünnet ve Icma ile sabittir. Mesela su iki ayette mahsüllerden zekat verilecegine dikkat çekilmektedir:
“Ey iman edenler! Kazandiklarinizin iyilerinden ve rizik olarak yerden size çikardiklarimizdan hayra harcayin. ” ( Bakara Suresi 267.Ayet )
“Çardakli ve çardaksiz (üzüm) bahçeleri, ürünleri çesit çesit hurmalari, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narlari yaratan O’dur. Herbiri meyve verdigi zaman meyvesinden yeyin. Devsirilip toplandigi gün de hakkini (zekât ve sadakasini) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” ( En’am Suresi, 141.Ayet )
Müfessirler bu ayetlerdezikredilen bagista bulunma (harcama) ve fakirin hakkinin zekat olduguna dikkat çekerler. ( El-Cessa, Ahkamü’l-Kur’an , 1:543 ; Yusuf el-Kardavi,Islam Hukukunda Zekat, 1:352 ; Tefsirü’t- Taberi, 5:555 ; 12:161 ).Es-Süddi gibi bazi müfessirler de bu ayetin hükmünün zekat ayetleriyle neshedildigini, yani hükmün kaldirildigin söylerler. Fakat buna katilmak mümkün degildir. Çünkü bu ayetlerin neshedildigini söylemeyi gerektirecek hiçbir delil yoktur.
Ösrün verilmesine hadisten de deliller vardir. Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadislerinde bununla ilgili olarak söyle buyurmuslardir: “Yagmurun, kaynaklarin suladigi veya suyu dipten alan mahsulden onda bir; su çekilerek sulanan mahsulde de yirmide bir zekat vardir” ( Müslim, Zekat:7; Buhari, Zekat: 55; Ebu Davud, Zekat:12)
Kitap ve sünnetle sabit olan ösür, icma yani alimlerin ittifakiyla da sabittir.Islam alimleri,yerin mahsulünde sulanma durumuna göre bir veya yirmide bir zekat verilecegi hususunda ittifak etmislerdir.
Ösre tabi olan mallar
Hanefi mezhebine göre, ot,odun ve farisi kamisi disinda kalan bütün tarim ürünleri zekata tabidir. Imameyne göre, bir mahsulün zekata tabi olmasi için çürümeden en az bir yil kalabilecek vasifta olma sarti aranmakta ise de, mezhepte tercih edilen görüs birincisidir.
Safii ve Maliki mezhebine göre ise, ancak bir muhafaza edilebilen, depolanabilen ve tabii gida maddesi olan hububat ve meyvalar zekata tabiidir. Hububattan arpa, bugday,mercimek, nohut, misir, pirinç ve bakla gibi ürünler; meyvalardan sadece üzüm ve hurma. Bu mezheplere göre tabii gida sinifina girmeyen findik, fistik ve ceviz gibi gidalar zekata tabi degildir.Yine depolanamayacagi ve kurutulamayacagi için seftali, armut, elma gibi meyvalar da zekata tabi degildir.
Ahmed bin Hanbel’e göre ölçülebilen, bekletilebilen ve kurutulabilen mahsullerin zekati verilir.
Ösür için bir nisap var midir?
Hanefi mezhebine göre çikan ürün az olsun, çok olsun zekata tabiidir. Imam-i azam ‘in talebeleri olan Imam Ebu Yusuf ve Imam Muhammed ‘e ve müçtehidlerin çogunluguna göre ise, bir tondan az olan hububattan ve bir sene müddetle elde tutulmayan sebzeler için ösür alinmaz.
Ösür için mahsulün üzerinden bir sene geçmesi gerekir mi?
Ösrün verilebilmesi için mahsulün üzerinden bir sene gibi bir vaktin geçmesi gerekmez.Bir senede birkaç defa alinan mahsulün ösrü, her defa için ayri ayri ödenir.
Ösür miktari ne kadardir?
Ösür, arazinin sulama sekline göre degisir. Arazi sayet yagmur ve kaynak sekline göre sulaniyorsa, onda biri ; motorla veya emek sarfedilerek sulaniyorsa yirmide biri zekat olarak verilir.Bazilari ise buna muhalefet ederler.Geçmiste belki tarla için fazla masraf yapilmiyordu. Günümüzde ise, tarlanin sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi, mahsulün nakli bir hayli masrafli olmaktadir.Böyle bir zamanda masraflar çikarilmadan zekat verilmesinin, zekat esasina uymayacagini söylerler.Bu konuyla ilgili, Sahabilerden Abdullah bin Abbas (r.a), “Kisi arazisi için yaptigi masraflari zekattan önce öder” derken,Abdullah bin Ömer (r.a) de ,”Meyve için yaptigi masraflari karsilar ve geri kalanin zekatini verir” der.Masraflarin çikaralacagini söyleyen baska alimler de vardir.( Yusuf el-Kardavi, Islam Hukukunda Zekat, 1:398)
Fakirin ösür vermesi gerekir mi?
Zekat, zenginden fakire uzanan bir yardim oldugundan, gerçekten fakir olan ve ürettigi mahsüle muhtaç bulunan birisinin ösür vermesi de gerekmez.
Ösür verilmemis mahsulden yemek
Henüz ösrü verilmemis hububat veya agaç üstündeki meyveden yemek Hanefi mezhebine göre de, Safii mezhebine göre de caiz degildir; yiyen günahkar olur. Çünkü zekati çikarilmadigindan içinde kul hakki bulunmaktadir. Ancak sonradan ödenmek üzere hesap ederek yemekte bir mahzur yoktur.
Bir mahsulden kaç defa ösür alinir?
Ekin ve meyvelerde ösür senede bir defaya mahsus olmak üzere farzdir. Ösrü verilen meyve ve ekinlerin üzerinden birkaç yil geçse tekrar ösür vermek gerekmez. Böyle bir mahsul satilsa, karsiliginda alinan para nisap miktarina ulassa da, zekati verilmez.Ancak bu paranin üzerinden bir yil geçtikten sonra zekati verilir. Zeytinden ösür alinmissa,o zeytinden elde edilen zeytin yagindan ösür alinmaz.
Vakif arazisinden ösür verilir mi?
Ösürde mal sahibine degil, araziye itibar edilir. buna göre arazi vakfa ait bulunsa da, ösrünün verilmesi gerekir. Safiilere göre camilere vakfedilmis olan ürünlerden zekat yoktur.
Zekat malin iyisinden verilmeli
Yüce Allah, Bakara Suresi 267. Ayet-i Kerimesi’nde “Ey iman edenler! Kazandiklarinizin iyilerinden ve rizik olarak yerden size çikardiklarimizdan hayra harcayin. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacaginiz kötü mali, hayir diye vermeye kalkismayin. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyiktir.” buyurarak müminlere zekatlarini çürük, bozuk veya hastalikli mallardan vermemeleri noktasinda ikaz etmistir.
Zekat memurlarina israrla Müslümanlarin mallarinin iyisini almamalarini emreden Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) (Ebu Davud, Zekat:5 ; Nesei, Zekat:12 ) de mükelleflere mallarinin orta hallisinden zekat vermelerini istemis ve bununla ilgili olarak söyle buyurmustur:
“Üç sey vardir ki, onlari yapan kimse imanin lezzetini almis olur. Bunlar, kisinini bir olan Allah’a kulluk edip, O’ndan baska ilah olmadigina inanmasi, gönül hosnutluguyla malinin zekatini seve seve vermesi, ne yasli, ne uyuzlu, ne hasta ve ne de adi olan hayvani zekat olarak vermemesidir. Zekatinizi mallarinizin orta hallisinden verin.Çünkü Allah sizden malinizin iyisini istememis, fakat adisini de vermenizi emretmemistir. ( Ebu Davud,Zekat: 5)
Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir defasinda da Übey bin Ka’b (r.a)’i zekat almasi için birisine göndermisti. Übey bin Ka’b (r.a) o zata gitti, hayvanlarini toplamasini istedi.O kimse develerini toplayinca zekat olarak iki yasina basmis bir deve vermesi gerektigini söyledi. O kimse, “Onun ne sütü var ne de tasimaya elverisli. Ama su deve hem genç , hem de besili disi bir devedir.Bunu al.” dedi. Übey bin Ka’b (r.a) ,” Emrolunmadigim seyi almam. Resulullah yakinimizda.Bana takdim ettigin seyi ona takdim etmeyi arzu ediyorsan bunu yap. O kabul ederse ben de ederim. Kabul etmezse ben de etmem.”
O sahabi vermek istedigi deveyi de yanina aldi, beraberce Resulullah ‘a gittiler. Sahabi durumu O’na anlatti. Peygamberimiz söyle buyurdu:
“Vermen gereken deve, memurun istedigidir. Ama ondan daha iyisini vermek istiyorsan, Allah bunun sevabini sana verir.Biz de onu senden kabul ederiz.” O kimse, “Iste o budur ya Resulullah.Onu sana getirdim. Buyur al” dedi. Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) onun alinmasini emretti ve o Sahabiye malinin bereketlenmesi için dua etti. (Ebu Davud, Zekat:5 ; Müsned, 5:12)
Hayvanlarin iyisini zekat olarak vermek faziletli oldugu gibi, meyvenin de iyisini zekat vermek gerekir. Bir hadislerinde adi ve küçük hurmanin zekat olarak alinmasini yasaklayan Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) , adi hurmayi zekat olarak veren birisi için de, “Bu kimse isteseydi, bundan daha iyisini zekat olarak verebilirdi. Bu zekatin sahibi kiyamet günü adi kuru hurma yiyecektir” ( Ebu Davud, Zekat:18 ; Ibni Mace, Zekat:19 ) buyurmustur
|
|
|
Şeytan Kimdir - “Şeytan” Kelimesinin Anlamı |
Posted by: SeliM35 - 09-08-2019, 05:11 PM - Forum: Satanizm ve Sapkınlar
- No Replies
|
 |
Şeytan Kimdir - “Şeytan” Kelimesinin Anlamı
“Şeytan” Kelimesinin Anlamı:
Sözlükte “uzaklaşmak, haktan ve hayırdan ayrılmak, muhalefet etmek” anlamındaki şatn (şütûn) veya “öfkesinden yanıp tutuşmak” mânasındaki şeyt kökünden türediği ileri sürülen şeytân kelimesi (çoğulu şeyâtîn) “hayırdan ve rahmetten uzaklaşmış yaratık; yanıp helâke mâruz kalmış varlık” demektir.
Kelimenin İbrânîce’deki karşılığı olan satanın “düşmanlık etmek, suçlamak, karşı gelmek” mânasında stn veya “gezinmek, hareket etmek, rahatsız etmek, yoldan çıkmak; sadakatsiz/inançsız olmak” anlamlarında sut/sth kökünden türediği kabul edilmektedir.
Şeytanı ifade etmek için kullanılan iblîs bir kısım dilcilere göre “ümit kesmek, pişman olmak, söyleyeceği bir şey olmayıp şaşırıp kalmak” anlamındaki iblâs kökünden türemiştir.
Nitekim kelime bazı âyetlerde bu anlamda geçmektedir (el-En‘âm 6/44; el-Mü’minûn 23/77; er-Rûm 30/12, 49).
Batılı dilciler arasındaki yaygın kabul, iblîs kelimesinin “en büyük şeytan” mânasındaki Grekçe diabolostan Arapça’ya geçtiği yönündedir (Jeffrey, s. 47; EI, II, 351).
Kelime bir kısım dilcilere göre de İbrânîce’den Arapça’ya geçmiş olup Allah’a isyan etmeden önceki adı Azâzîl idi.
Câhiliye Arapları’na göre yaratılmışların en çirkini olan şeytan; ateşi mesken edinen habis bir ruhtur. Onun göklerden haber aşıranına mârid, bu hususta fazlasıyla mâhir olanına ifrit denir. Her şairin kendisine ilhamda bulunan bir şeytanının (cin) bulunduğuna inanılırdı.
Kur’ân-ı Kerîm’de on sekizi çoğul olmak üzere seksen sekiz yerde şeytan (on bir yerde iblîs) kelimesi yer almaktadır. Âdem’in yaratılışının ardından meleklerden ona secde etmelerinin istendiğine dair dokuz âyette iblîs, Âdem ile eşinden üreyip çoğalan insan türüne düşmanlık ederek onları çeşitli hile ve desiselerle aldattığını bildiren âyetlerde şeytan kelimesi geçmektedir.
Şeytan Cinlerdendir:
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلًا
Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir![1]
Şeytanın Yaratıldığı Madde:
Şeytan, nar-ı semûmdan yani vücuda işleyen kavurucu bir ateşten yaratılmıştır. Bu ateşin insanın gözeneklerine işleyen, teması halinde yakan, kavuran ve zehirleyen bir özelliği vardır. Şeytan da tıpkı yaratıldığı ateş gibi insana nüfuz ederek onun mânevî dünyasını zehirler, yakar ve bitirir. Zaten iblis Hz. Adem’e secde etmeme sebebini söylerken Allah’ın kendisini ateşten yarattığını öne sürmektedir.
خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ
“Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan.”[2]
Önemli Olan Şeytanın Yapısı Değil Sebep Olduğu Kötülüklerdir:
İmam Gazali şöyle demektedir:
“Şeytan hakkında lâtif bir cisim midir? Cisim değil midir? Cisim ise insanın vücuduna nasıl girer?” gibi farklı şeyler söylense de işin doğrusu bu husus üzerinde durmaya gerek olmadığıdır. Şeytanın benliği üzerinde durmak, elbisene yılan girdi diyene yılanın enini, boyunu, rengini, şeklini sormak gibidir. Bunu duyan insan, hiç vakit kaybetmeden elbisesine giren yılandan kurtulmaya bakar. Bunun gibi, yılandan daha zararlı olan şeytanı duyan, onun cisim olup olmadığına bakmaksızın, derhal gerekli önlemleri almaya girişmelidir”
Şeytanın Cennetten Kovulması:
A’râf-11. Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.
12. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.
13. Allah: Öyle ise, “İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! çünkü sen aşağılıklardansın!” buyurdu.
14. İblis: “Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi.
15. Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin” buyurdu.
16. İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.
17. "Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi.
18. Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!
19. (Allah buyurdu ki) : Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.
20. Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.
21. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti.
22. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nidâ etti.
23. (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.
24. Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu.
25. "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız" dedi.
26. Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).
27. Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.
Şeytan ve Melek Mücadelesi:
"Rasulullah buyurdular ki:
إِنَّ لِلشَّيْطَانِ لَمَّةً بِابْنِ آدَمَ وَلِلْمَلَكِ لَمَّةً فَأَمَّا لَمَّةُ الشَّيْطَانِ فَإِيعَادٌ بِالشَّرِّ وَتَكْذِيبٌ بِالحَقِّ
"Şeytan da, melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır.
وَأَمَّا لَمَّةُ المَلَكِ فَإِيعَادٌ بِالخَيْرِ وَتَصْدِيقٌ بِالحَقِّ، فَمَنْ وَجَدَ ذَلِكَ فَلْيَعْلَمْ أَنَّهُ مِنَ اللَّهِ فَلْيَحْمَدِ اللَّهَ
Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah'tandır ve hemen Allahu Teâla’ya hamdetsin.
وَمَنْ وَجَدَ الأُخْرَى فَلْيَتَعَوَّذْ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ»، ثُمَّ قَرَأَ {الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالفَحْشَاءِ} [البقرة: 268]
Kim de içinde şerr ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah'a sığınsın." Rasûlullah bu sözlerine şu meâldeki âyeti ekledi: "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder.." (Bakara 268).[3]
Rasulullah buyurdular ki:
إِذَا أَوَى الرَّجُلُ إِلَى فِرَاشِهِ أَتَاهُ مَلَكٌ وَشَيْطَانٌ، فَيَقُولُ الْمَلَكُ: اِخْتِمْ بِخَيْرٍ، وَيَقُولُ الشَّيْطَانُ: اِخْتِمْ بِشَرٍّ،
"Bir kimse evine veya yatağına girince hemen bir melek ve bir şeytan alelacele gelirler. Melek: "Hayırla aç!" der. Şeytan da: "Şerle aç!" der.
فَإِنْ ذَكَرَ اللَّهَ، ثُمَّ نَامَ بَاتَتِ الْمَلَائِكَةُ تَكْلَؤُهُ، فَإِنِ اسْتَيْقَظَ، قَالَ الْمَلَكُ: اِفْتَحْ بِخَيْرٍ، وَقَالَ الشَّيْطَانُ: اِفْتَحْ بِشَرٍّ،
Adam, şayet (o sırada) Allah'ı zikrederse melek Şeytanı kovar ve onu korumaya başlar. Adam uykusundan uyanınca, melek ve şeytan aynı şeyi yine söylerler.
فَإِنْ قَالَ: اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي رَدَّ عَلَيَّ نَفْسِي، وَلَمْ يُمِتْهَا فِي مَنَامِهَا، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي يُمْسِكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ أَنْ تَزُولَا" إِلَى آخِرِ الْآيَةِ "الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي يُمْسِكُ السَّمَاءَ أَنْ تَقَعَ عَلَى الْأَرْضِ إِلَّا بِإِذْنِهِ، فَإِنْ وَقَعَ مِنْ سَرِيرِهِ فَمَاتَ دَخَلَ الْجَنَّةَ"
Adam, şayet: "Nefsimi, ölümden sonra bana geri iade eden ve uykusunda öldürmeyen Allah’a hamdolsun. Gökleri ve yeri yok olmaktan koruyan Allah’a hamdolsun” deyip
“İzniyle yedi semayı arzın üzerine düşmekten alıkoyan Allah'a hamdolsun” (Hac, 65) ayetinin sonuna kadar okusa ve bu kimse yatağından düşüp ölse cennete girer.”[4]
Şeytan İnsanın Düşmanıdır:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ
Ey insanlar! Allah'ın vâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın! Çünkü şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.[5]
يَا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِى الْاَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبينٌ
Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.[6]
Şeytanlaşmış İnsanlar:
Bazı insanlar da sahip oldukları kötü özelliklerden dolayı tıpkı şeytanlar gibi insanları günaha sürüklerler.
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.[7]
Ayetin Tefsiri: Bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak İbn Abbas hem insanlardan hem de cinlerden şeytanların bulunduğuna vurgu yaparak bazen cinni şeytanların insî şeytanları devreye sokarak insanları aldatmaya çalıştığını belirtmiştir.
Nitekim Allah Rasûlü Ebu Zerr’e hitaben:
" يَا أَبَا ذَرٍّ، اِسْتَعَذْتَ بِاللهِ مِنْ شَيَاطِينِ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ؟
“Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” demiş,
وَهَلْ لِلْإِنْسِ شَيَاطِينُ؟
Ebu Zerr de: “İnsandan da şeytan olur mu? diye sormuş
قَالَ: " نَعَمْ يَا أَبَا ذَرٍّ "،
Peygamber Efendimiz: “Evet olur” diye cevap vermiştir.[8]
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ إِلَهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ
De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine), İnsanların İlâhına. O sinsi vesvesecinin şerrinden, O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım![9]
Şeytan Kimlere Musallat Olur:
وَمَن يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ
Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.[10]
******
هَلْ أُنَبِّئُكُمْ عَلَى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاطِينُ تَنَزَّلُ عَلَى كُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ
Şeytanların ise kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler.[11]
İnsanı Allah’ı Anmaktan Alıkoyan Faydasız İşler De Şeytandır:
أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَظَرَ إِلَى إِنْسَانٍ يَتْبَعُ طَائِرًا فَقَالَ
Hz. Peygamber bir kuşun peşinde koşan bir adam görmüştü. Şöyle buyurdu:
شَيْطَانٌ يَتْبَعُ شَيْطَانًا
“Şeytanı takip eden bir şeytan!”[12]
Şeytanın İnsanlar Üzerinde Etkisi Yoktur:
Allah-u Teala, insanları hak yoldan saptırmak için süre isteyen şeytana şöyle demektedir;
إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلَّا مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
"Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.”[13]
Şeytan Kendisine Uyanları Kıyamet Günü Yüzüstü Bırakacaktır:
وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الْأَمْرُ إِنَّ اللَّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ إِلَّا أَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِي
(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz.
فَلَا تَلُومُونِي وَلُومُوا أَنْفُسَكُمْ مَا أَنَا بِمُصْرِخِكُمْ وَمَا أَنْتُمْ بِمُصْرِخِيَّ إِنِّي كَفَرْتُ بِمَا أَشْرَكْتُمُونِ مِنْ قَبْلُ إِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim." Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.[14]
وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ
Zuhruf, 36. Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.
وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ
37. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
حَتَّى إِذَا جَاءَنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَرِينُ
38. O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der.
وَلَنْ يَنْفَعَكُمُ الْيَوْمَ إِذْ ظَلَمْتُمْ أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ
39. Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
İblise Süre Tanınmasının Hikmeti:
وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ إِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْآخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فِي شَكٍّ وَرَبُّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ
Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırt edip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır.[15]
Şeytan İnsanın Vücudunda Kan Gibi Dolaşır:
Rasulullah buyurdu ki:
إِنَّ الشَّيْطَانَ يَجْرِي مِنِ ابْنِ آدَمَ مَجْرَى الدَّمِ
Şeytan, insanoğlunda kanın dolaştığı gibi dolaşır.[16]
Herkesin Bir Şeytanı Vardır:
Hz. Aişe anlatıyor:
أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَرَجَ مِنْ عِنْدِهَا لَيْلًا، قَالَتْ: فَغِرْتُ عَلَيْهِ، فَجَاءَ فَرَأَى مَا أَصْنَعُ، فَقَالَ: «مَا لَكِ؟ يَا عَائِشَةُ أَغِرْتِ؟»
"Rasulullah bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. (Benimle bulunduğu gece) hanımlarından birinin yanına gitmiş olabilir diye içime kıskançlık düştü. Geri gelince halimi anladı ve: "Kıskandın mı yoksa?" dedi.
قُلْتُ: وَمَا لِي لَا يَغَارُ مِثْلِي عَلَى مِثْلِكَ؟
Ben de: "Evet! Benim gibi biri senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?" dedim.
فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «أَقَدْ جَاءَكِ شَيْطَانُكِ»
Rasulullah: "Sana yine şeytanın gelmiş olmalı" dedi.
قَالَتْ: يَا رَسُولَ اللهِ أَوْ مَعِيَ شَيْطَانٌ؟
Ben: "Benimle şeytan mı var?" dedim.
قَالَ: «نَعَمْ» قُلْتُ: وَمَعَ كُلِّ إِنْسَانٍ؟ قَالَ: «نَعَمْ» قُلْتُ: وَمَعَكَ؟ يَا رَسُولَ اللهِ
"Evet” dedi. Ben “Her insanla beraber bir şeytan var mı? Dedim. “Evet” dedi. “Peki seninle de var mı?" dedim
قَالَ:«نَعَمْ، وَلَكِنْ رَبِّي أَعَانَنِي عَلَيْهِ حَتَّى أَسْلَمَ»
"Evet, Ancak ona karşı Allah bana yardımcı oldu da müslüman oldu!" buyurdu.“[17]
Şeytanın İnsana Emrettiği Şeyler:
اِنَّمَا يَاْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.[18]
الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ وَاللَّهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلاً وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve herşeyi bilendir.[19]
الشَّيْطَانُ أَن يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللَّهِ وَعَنِ الصَّلاَةِ فَهَلْ أَنْتُمْ مُنْتَهُونَ
Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?[20]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَنْ يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ أَبَدًا وَلَكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.[21]
Şeytanın Vesvesesi Gizlidir:
Peygamberimizin Hanımlarından Safiyye anlatıyor: "Hz. Peygamber itikafta iken ziyaret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, Ensar'dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber'i görünce hızlandılar.
Rasûlullah: "Ağır olun dedi, şu yanımdaki Huyey'in kızı Safiyye'dir." dedi.
Onlar: "Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah'ın Rasûlü" dediler.
Hz. Peygamber: "Şeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım" buyurdu.“[22]
Çarşılar Şeytanın Meskenidir:
Sahabe’den Hz. Selman diyor ki:
لَا تَكُونَنَّ إِنِ اسْتَطَعْتَ، أَوَّلَ مَنْ يَدْخُلُ السُّوقَ وَلَا آخِرَ مَنْ يَخْرُجُ مِنْهَا، فَإِنَّهَا مَعْرَكَةُ الشَّيْطَانِ، وَبِهَا يَنْصِبُ رَايَتَهُ
"Elinden geliyorsa, çarşıya ilk giren olma. Oradan son çıkan da olma. Çünkü çarşı, şeytanın, (insanları şaşırtmak için kıyasıya) savaş verdiği yerdir, bayrağı da orada dalgalanır."[23]
Şeytanın Bineği Ve Meskeni:
"Rasûlullah buyurdular ki:
تَكُونُ إِبِلٌ لِلشَّيَاطِينِ، وَبُيُوتٌ لِلشَّيَاطِينِ،
"Şeytanlar için develer vardır. Şeytanlar için evler vardır.
فَأَمَّا إِبِلُ الشَّيَاطِينِ فَقَدْ رَأَيْتُهَا يَخْرُجُ أَحَدُكُمْ بِجُنَيْبَاتٍ مَعَهُ قَدْ أَسْمَنَهَا فَلَا يَعْلُو بَعِيرًا مِنْهَا، وَيَمُرُّ بِأَخِيهِ قَدِ انْقَطَعَ بِهِ فَلَا يَحْمِلُهُ،
Şeytanlara ait develere gelince, ben, onları gördüm. (Şöyle ki): Biriniz, yedeğinde, iyi beslediği seçkin develerle (yola) çıkar, bunlardan hiçbirine binmez. Yol esnasında yürümekten kesilmiş (bir din) kardeşine rastlar, devesine onu da almaz (işte bu develer şeytana aittir, çünkü gösteriş ve övünme için beslenmiştir).
وَأَمَّا بُيُوتُ الشَّيَاطِينِ فَلَمْ أَرَهَا إِلَّا هَذِهِ الْأَقْفَاصُ الَّتِي يَسْتُرُ النَّاسُ بِالدِّيبَاجِ
Şeytana ait evlere gelince, onların, insanlar tarafından (seyahatte kullanılan) ipeklerle örtülmüş kafeslerden (hevdeç) başkası olmadığını zannediyorum“[24]
Esneme Şeytandandır:
"Rasûlullah buyurdular ki:
إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ العُطَاسَ وَيَكْرَهُ التَّثَاؤُبَ، فَإِذَا عَطَسَ أَحَدُكُمْ وَحَمِدَ اللَّهَ، كَانَ حَقًّا عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ سَمِعَهُ أَنْ يَقُولَ لَهُ: يَرْحَمُكَ اللَّهُ
"Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine, yerhamukallah demesi hak (bir vazife)dir.
وَأَمَّا التَّثَاؤُبُ: فَإِنَّمَا هُوَ مِنَ الشَّيْطَانِ، فَإِذَا تَثَاءَبَ أَحَدُكُمْ فَلْيَرُدَّهُ مَا اسْتَطَاعَ، فَإِنَّ أَحَدَكُمْ إِذَا تَثَاءَبَ ضَحِكَ مِنْهُ الشَّيْطَانُ
Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkan nispetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir.“[25]
Şeytanın Yaratılış Hikmeti:
1-“Şerrin yaratılması şer ve çirkin değil, bilakis şerrin işlenmesi şer ve çirkindir. Yaratma ve icat etme, bütünüyle neticeye bakar. Bir şeyi yapma ise hususi bir iş olduğundan hususi neticeye bakar. Mesela: Yağmurun gelmesinin binlerce neticeleri vardır. Ancak bazıları yağmurdan zarar görse “yağmurun mevcudiyeti şerdir” diyemez.
İkinci bir örnek olarak ateşin yaratılmasında çok faydalar vardır. Fakat bazıları ateşten zarar görse “Ateşin yaratılması şerdir.” diyemez. Çünkü ateş sadece o şahsın kullanması için yaratılmadı.
İşte kâinattaki şerlerin, zararlı şeylerin ve şeytanların yaratılmaları, şer ve çirkin değildir. Çünkü çok önemli neticeleri vardır. Mesela: şeytanlar, meleklere musallat olmadıkları için meleklerde terakki yoktur, makamları sabittir, değişmez. Hayvanların durumu da aynıdır. İnsanlık aleminde ise yükseliş ve düşüşler nihayetsizdir.
2- Allah eşyayı zıtlarıyla yaratmıştır ki, biri diğerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlar ve tarafından anlaşılabilsin. Şeytan da, varlıkların en temiz ve en şereflilerinden biri olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına mukabil olarak yaratılmıştır.
3- Allah’ın üstünlük ifade eden Kahhar, Müntakim, Adl, Şedidu’l-İkab, Seriu’l-Hisab gibi isimlerinin tecelli edeceği bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira bu isimler taalluk edecekleri bir varlığı gerektiren kemal sıfatlarıdır. Şayet insanlar ve cinler, melek tabiatında olsalardı bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya çıkmazdı.
4- Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah’ın hıfz, afv, mağfiret, rahmet, günahları örtme ve bağışlama gibi hususları ihtiva eden kemal sıfatlarının ve isimlerinin tecelli etmesi mümkün olmazdı. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki sizleri giderirdi de, fertleri günah işleyip mağfiret dileyecek ve Allah’ın kendilerine mağfiret edeceği bir kavim getirirdi.
5- Şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah’a ibadet ve itaattan söz etmek mümkün olmazdı. Çünkü belli fiillerin ibadet, taat, hayır ve hasenat oluşu ancak zıtlarının varlığı ile bilinebilir. İnsanlara şer ve çirkin işlerde yol gösteren ise şeytandır.
Şeytandan Korunma Yolları:
وَإِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ وَإِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ
Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.[26]
Rasulullah buyurdu ki:
لَا تَجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ مَقَابِرَ إِنَّ الشَّيْطَانَ يَنْفِرُ مِنْ الْبَيْتِ الَّذِي تُقْرَأُ فِيهِ سُورَةُ الْبَقَرَةِ
“Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, şeytan içerisinde Bakara suresi okunan evden kaçar.”[27]
Ebu Hüreyre anlatıyor: Rasûlullah beni Ramazan zekatını muhâfazaya tâyin etmişti. Derken kara bir adam gelerek zâhireden avuç avuç almaya başladı. Ben derhal kendisini yakaladım ve: "Seni Rasûlullah'a çıkaracağım" dedim. Bana: "Ben fakir ve muhtaç bir kimseyim, üstelik üzerimde bakmak zorunda olduğum çoluk-çocuk var, ihtiyaçlarım cidden çoktur, şiddetlidir" dedi. Ben de onu salıverdim. Sabah olunca Hz. Peygamber: -Ey Ebu Hüreyre! Dün akşamki esirini ne yaptın? diye sordu. Ben: -Ey Allah'ın Rasûlü: Bana şiddetli ihtiyacından ve çoluk-çocuktan dert yandı. Bunun üzerine ona acıyarak salıverdim, dedim. Rasûlullah: Ama o sana muhakkak yalan söyledi. Haberin olsun, o tekrar gelecek! buyurdu.
Bu sözünden anladım ki, herif tekrar gelecek. Binâenaleyh onu beklemeye başladım. Derken yine geldi ve zahireden avuçlamaya başladı. Ben de derhal yakaladım ve: "Seni mutlaka Rasûlullah'a çıkaracağım" dedim. Yine yalvararak: "Beni bırak, gerçekten çok muhtacım, üzerimde çoluk-çocuk var, bir daha yapmam" dedi. Ben yine acıdım ve salıverdim. Ertesi gün Rasûlullah: “-Ey Ebu Hüreyre, dün geceki esirini ne yaptın?” diye sordu. Ben: -Ey Allah'ın Rasûlü, bana ihtiyacından çoluk-çocuğundan dert yandı. Ben de acıdım ve salıverdim, dedim. "Ama" dedi, Rasûlullah: "O yalan söyledi fakat yine gelecek." Üçüncü sefer yine gözetledim. Yine geldi ve zahireden avuç avuç almaya başladı. Onu yine yakalayıp: -Seni mutlaka Hz. Peygamber'e götüreceğim. Bu üçüncü gelişin, üstelik sıkılmadan başka gelmeyeceğim deyip yine de geliyorsun, dedim.
Yine bana rica ederek şöyle söyledi: "Bırak beni, sana birkaç kelime öğreteyim de Allah onlarla sana fayda ulaştırsın". Ben: -Nedir bu kelimeler söyle! dedim. Bana dedi ki: -Yatağa girdin mi Ayetü'l-Kürsî'yi sonuna kadar oku. Bunu yaparsan Allah senin üzerine muhafız bir melek diker, sabah oluncaya kadar sana şeytan yaklaşamaz dedi. Ben yine acıdım ve serbest bıraktım. Sabah oldu, Rasulullah: "Dün akşamki esirini ne yaptın?" diye sordu. Ben: -Ey Allah'ın Rasûlü, bana birkaç kelime öğreteceğini, bunlarla Allah'ın bana faide ihsan buyuracağını söyledi, ben de kendisini yine serbest bıraktım, dedim. Resul-i Ekrem: -Neymiş onlar? dedi. Ben:-Efendim, döşeğine uzandığın vakit Ayetü'l-Kürsî'yi başından sonuna kadar oku. (Bunu okursan) Allah'ın koyacağı bir muhafız üzerinden eksik olmaz ve ta sabaha kadar şeytan sana yaklaşmaz! dedi, cevabını verdim. Rasulullah bunun üzerine: "(Bak hele!) o koyu bir yalancı olduğu halde, bu sefer doğru söylemiş. Ey Ebu Hüreyre! Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?" dedi. Ben: -Hayır! cevabını verdim. -O bir şeytandı buyurdular.[28]
İblisin Zürriyeti:
Hz. Ömer buyurdu ki; İblis’in zürriyeti dokuzdur:
Zelitün, sokaklarda gezer, bayrağını sokağa dikmiştir;
Vesin, musibetlerle beraberdir;
Evan, Sultan ile beraberdir;
Hefaf, şarap ile beraberdir;
Mürre, üflemekle ses çıkaran çalgı aletlerinin yanındadır;
Leküs, ateşe tapanlarla beraberdir;
Müsevet, ağızlarda dolaşan yalan haberlerdedir;
Dasim, evlerde bulunur. Bir kimse evine girdiği zaman, Allah Teâlâ’nın selâmını vermez ise, aile fertleri arasında geçimsizlik olur.
Velehân, abdestde, namaz ve ibâdetlerde vesvese verir.[29]
[1] Kehf, 18/50.
[2] A’raf, 7/12.
[3] Tirmizi.
[4] Nesai.
[5] Fatır, 35/5-6.
[6] Bakara, 2/168.
[7] En’am, 6/112.
[8] Şuabu’l-İman.
[9] Nas, 114/1-6.
[10] Zuhruf, 43/36.
[11] Şuara 26/221-222
[12] İbn Mace.
[13] Hicr, 15/42.
[14] İbrahim, 14/22.
[15] Sebe 34/21
[16] Ebu Davud.
[17] Müslim.
[18] Bakara, 2/169.
[19] Bakara, 268.
[20] Maide, 5/91.
[21] Nur, 24/21.
[22] Buhari, Müslim.
[23] Müslim.
[24] Ebu Davud.
[25] Buhari, Müslim.
[26] A’raf 7/200-202
[27] Müslim, Tirmizi.
[28] Buhari.
[29] Hasan Burgay, Hz. Muhammed’in Varisleri, s. 53.
|
|
|
ŞEYTANIN İNSANA VERDİĞİ ZARARLAR |
Posted by: SeliM35 - 09-08-2019, 05:06 PM - Forum: Satanizm ve Sapkınlar
- No Replies
|
 |
ŞEYTANIN İNSANA VERDİĞİ ZARARLAR
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ:
إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوّاً إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ:
“Ey insanlar! Allah’ın vaadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın! Çünkü şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.” (FATIR SURESİ – 5/6. AYETLER)
Dumanı kesilmiş zehirli bir alevden yaratılmış bulunan şeytan; inkârcı, bozguncu ve insandaki nefsanî kuvvetleri tahrik edici, şerli bir varlıktır. İblis, şeytanların başı ve başkanıdır. Yaratıldığı maddenin özelliklerini kendinde toplayan şeytan, alev gibi oynak, ateş gibi yakıcı ve duman gibi lekeleyicidir. O, acıtması olup acıması olmayan, her türlü şerrin kaynağı ve Âdemoğlunun ezelî ve ebedî düşmanıdır. O, bir zamanlar, Allah’ın emrettiği görevleri yapmaya istekli görünüyordu. Daha sonra kendini üstün görmeye başladı ve sonunda kendini kibire kaptırdı. Allah ta onu çetin bir imtihana tabi tuttu ve topraktan yarattığı Âdem (AS)’a secde etmesini emretti. Bu ilahi emir karşısında çılgınlaşan İblis, diretti. Allah şöyle buyurdu:
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍوَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ:
“Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.” (A’RAF SURESİ – 12. AYET) Bu konuyu başka bir ayet şöyle dile getirir:
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلآئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إَلاَّ إِبْلِيسَ قَالَ أَأَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طِيناً:قَالَ أَرَأَيْتَكَ هَـذَا الَّذِي كَرَّمْتَ عَلَيَّ لَئِنْ أَخَّرْتَنِ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لأَحْتَنِكَنَّ ذُرِّيَّتَهُ إَلاَّ قَلِيلاً:
“Meleklere: Âdem’e secde edin! Demiştik. İblis’in dışında hepsi secde ettiler. İblis: “Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim! Dedi ki: “Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım!” (İSRA SURESİ – 61/62. AYETLER)
Diğer bir ayet te şöyledir:
وَلأُضِلَّنَّهُمْ وَلأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الأَنْعَامِ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّهِ وَمَن يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيّاً مِّن دُونِ اللّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَاناً مُّبِيناً:يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُوراً:أُوْلَـئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَلاَ يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصاً:
“Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (dedi). Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir. İşte onların yeri cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.” (NİSA SURESİ – 119/121. AYETLER)
İblis’in küstahlıklarını şu ayet ifade eder:
قَالَ رَبِّ بِمَاأَغْوَيْتَنِي لأُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الأَرْضِ وَلأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ:إِلاَّ عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ:قَالَ هَذَا صِرَاطٌ عَلَيَّ مُسْتَقِيمٌ:إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ:وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ أَجْمَعِينَ:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna. (Allah) şöyle buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur.” “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.” Muhakkak cehennem, onların hepsine vâdolunan yerdir.” (HİCR SURESİ – 39/43. AYETLER)
İblis’in hasedi, fesadını arttırdı. Fesadı da Allah’a olan isyanını kamçıladı ve şöyle dedi:
قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ:ثُمَّ لآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَآئِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ:
“İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. “Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!”dedi.” (A’RAF SURESİ – 16/17. AYETLER)
İblis, Allah’ın lanetine müstahak olup rahmetinden kovulunca, Hz Âdem (AS) ve eşi Hz Havva’ya zarar vermek için hileler kurdu ve kendilerine yaklaştı. Kurduğu tuzağa onlara düşürmek için iğvaya başladı:
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِن سَوْءَاتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَـذِهِ الشَّجَرَةِ إِلاَّ أَن تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ:وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ:فَدَلاَّهُمَا بِغُرُورٍ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْءَاتُهُمَا وَطَفِقَايَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ وَنَادَاهُمَا رَبُّهُمَا أَلَمْ أَنْهَكُمَاعَن تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَأَقُل لَّكُمَا إِنَّ الشَّيْطَآنَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُّبِينٌ:
“Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti.” (A’RAF SURESİ – 20/22. AYETLER)
Allah, kullarını şöyle uyarıyor:
يَا بَنِي آدَمَ لاَ يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَا أَخْرَجَ أَبَوَيْكُم مِّنَ الْجَنَّةِ يَنزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَالِيُرِيَهُمَا سَوْءَاتِهِمَا إِنَّهُ يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لاَ تَرَوْنَهُمْ إِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاء لِلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ:
“Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.” (A’RAF SURESİ – 27. AYET)
Allah, şeytanın hile ve zararlarını bizlere şöyle ifade ediyor:
الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُم بِالْفَحْشَاءوَاللّهُ يَعِدُكُم مَّغْفِرَةً مِّنْهُ وَفَضْلاً وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” (BAKARA SURESİ – 268. AYET)
كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ إِذْ قَالَ لِلْإِنسَانِ اكْفُرْ فَلَمَّا كَفَرَقَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِّنكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ:
“Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana “İnkâr et” der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım, der.” (HAŞR SURESİ – 16. AYET)
Şeytandan sakınmayan ve onun iğvasına kapılıp ta hak yoldan ayrılanların durumunu şu ayet ifade eder:
اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ فَأَنسَاهُمْ ذِكْرَاللَّهِ أُوْلَئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ:
“Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar.” (MÜCADELE SURESİ – 19. AYET)
Şeytan yapacağını icra eder ve kula yıktıracağını yıktırır ve küfre, dalalete sevk eder. Sonra da bir kenara çekilerek şöyle der:
وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الأَمْرُ إِنَّ اللّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدتُّكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُم مِّن سُلْطَانٍ إِلاَّ أَن دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِي فَلاَ تَلُومُونِي وَلُومُواْ أَنفُسَكُم مَّا أَنَاْبِمُصْرِخِكُمْ وَمَا أَنتُمْ بِمُصْرِخِيَّ إِنِّي كَفَرْتُ بِمَاأَشْرَكْتُمُونِ مِن قَبْلُ إِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ:
“(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: “Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaat etti, ben de size vaat ettim ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim.” Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.” (İBRAHİM SURESİ – 22. AYET)
Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphe yok ki şeytan, insanın içinde damarda kanın akışı gibi dolaşır.”
Hz Peygamber diğer bir hadislerinde de şu uyarıyı yapar:
“Şeytanın muhakkak Âdemoğluna bir yaklaşması vardır. Melek için de bir yaklaşma vardır. Şeytanın yaklaşması, zararla korkutması ve Hakk’ı yalanlatmasıdır. Meleğin yaklaşması ise, hayrı vaat etmesi ve Hakk’ı tasdik ettirmesidir. Kim meleğin yaklaşmasını kalbinde bulursa, onun Allah’tan olduğunu bilsin de Allah’a hamd etsin. Kim de diğerini (şeytanın iğvasını) içinde bulursa, hemen şeytandan Allah’a sığınsın.”
Başka bir hadis ise şöyledir:
“Şeytan, askerlerini gönderir de onlar da insanları belaya uğratırlar. Onun yanında bunların mevkii itibarıyla en büyüğü, yaptığı fitne (bela) yönünden en büyük olanıdır.”
Bir hadis-i şerif ile konumuzu bitirelim:
“Şeytan insanın kurdudur. Aynen kurdun koyunu helak edişi gibidir. Sürüden ayrılan, uzaklaşan ve bir tarafa çekileni tutar ve zarar verir. Sizi ayrılıktan sakındırırım. Sizin üzerinize cemaat-i müslimîn ile birlikte olmak ve umumum yanında bulunmak lazımdır.”
Allah, cümlemizi şeytanın iğvasından ve dalalet düşürmesinden korusun. Son nefeste yapacağı menfi telkinden Rabbim cümlemizi muhafaza buyursun. Atamız Hz Âdem (AS)’ı cennetten çıkarmaya sebep olduğu gibi, bizlerin de cennetten uzaklaşmamıza sebep olacak telkinlere kapılmaktan Rabbimiz sıyanet buyursun… ÂMİN…
|
|
|
ŞEYTANIN DÜŞMANLIĞI |
Posted by: SeliM35 - 09-08-2019, 05:04 PM - Forum: Satanizm ve Sapkınlar
- No Replies
|
 |
ŞEYTANIN DÜŞMANLIĞI
إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوّاً إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ:
“Muhakkak ki şeytan sizin için bir düşmandır. Onun için süz de onu düşman olarak ittihaz ediniz.” (FATIR SURESİ – 6. AYET)
Önce şeytan hakkında kısa bir malumat verelim: Şeytan veya İblis’in mahiyeti hakkında ilim adamları çeşitli fikirler ileri sürmekle beraber kesin bir neticeye varamamışlardır. Hakikatte mayası şehvetle yoğrulmuş olan İblis, hayırdan mahrum manasına gelen İBLAS kelimesinden alınmıştır. İblis cinlerdendir. Âdemoğlu yaratılmadan önce Cinin babası olan İBLİS; meleklerin arasındaydı. Bu hususta Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوالِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاء مِن دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلاً:
“Hani biz meleklere Âdem için secde edin demiştik te İblis’ten başkası hemen secde etmişlerdi. O ise Cin’den olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı.” (KEHF SURESİ – 50. AYET)
İnsanoğlu yaratıldıktan sonra bütün melekler ve cinlere, O’na secde edin denildiğinde şeytan gururuna kapılarak secde etmemiş ve bu suretle lanetlenmiştir. Şeytan, Âdemoğluna secde etmediği gibi, onu iğfal edeceğini ilan etmiştir. Şeytanların reisi olan İBLİS, Allah’ın lanetine uğradıktan başka, iman cihetinden kâfirlerden sayılır. Kur’an bu durumu şöyle ifade eder:
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْلآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ:
“Hani biz meleklere, Âdem’e secde edin demiştik, onlar da hemen secde etmişlerdi. Yalnız İblis bunu yapmamış, kibrine yedirememiştir ki, o zaten kâfirlerdendi.” (BAKARA SURESİ – 34. AYET)
Bu arada şunu ifade edelim ki, İblis ile Şeytan aynı şeydir. Melekler nasıl insanlardaki yüksek liyakatlerle alakadar iseler, şeytan da onun süfli ve hayvani arzuları ile alakalıdır. İblis de insanın kötü arzularını tahrik eder. İnsan aklını iyi kullanmalı, düşmanı olan şeytana uymamalıdır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İmanı zayıf olan kimse, yakasını şeytana kaptırmış demektir. Şeytan, insan ruhunun derinliklerine, nefsinin bütün hücrelerine ve dimağına yerleşerek insanı doğru yoldan ayırabilmek için çeşitli desiseler icat eder.
Bunun içindir ki, Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurur:
إن الشيطان يجرىمن ابن آدم مجرىالدم.
“Şeytan, Âdemoğlunun damarında kan dolaşır gibi dolaşır.”
Şeytanın şerrinden kurtulmanın tek çaresi: Allah’ın emirlerini tutmak, ibadet, hayır ve hasenat ile şeytanın belini kırmaktır. Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurur: “Namaz, şeytanın yüzünü karartır, sadaka belini kırar, Allah için birbirini sevmek ve amelde muhabbet, şeytanın kökünü kazır. Bunları yaparsanız, şeytan sizden şark ile garp arası kadar uzaklaşır.”
İnsan yaratılı itibarıyla hayra da şerre de, iyiliğe de kötülüğe de müsaittir. Hayrı da şerri de yadırgamaz bir yaratılıştadır. Böyle olmakla beraber insana, fücurun kötülüğü, takvanın iyiliği de bildirilmiştir. Fücur; Hakk’tan uzaklaşmak, hakk yolunu bırakıp fısk ve isyana düşmektir. Takva; masiyetten sakınmak, Allah’a kulluğa devam etmektir. Gerçekten insanın kalbine her zaman, melek ve şeytan tarafından bazı şeyler getirilir. Eğer kalpte kötülüğe doğru belli belirsiz bir gizli ses işitilirse, bilinmelidir ki, o fısıltıyı yapan şeytandır. Gizli ses te onun vesvesesidir. Bundan hemen Allah’a sığınmak gerekir. Eğer gelen ses, hak ve hayra, iyiliğe çağırıyorsa bilinmelidir ki, o ses melek tarafındandır, Allah’tandır. Bundan dolayı da Allah’a hamd etmek ve o yolu tutmak gerekir.
İnsan, yaratılışı itibarıyla şehvete düşkün, bütün kuvvet ve cihazlarını o yolda kullanmaya haristir. İnsanın varlığına nefis hükmedecek olursa, onu kötülüklere sürükleyeceği muhakkaktır. Şeytanın bu konuda mühim bir rolü vardır. Şeytanın insana düşmanlığı, Hz Âdem (AS) ile başlamıştır ve onunla yaşıttır. Allah, bu konuda şöyle buyuruyor:
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداًحَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ:فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُواْبَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ:
“Ve biz demiştik ki, ey Âdem, sen eşinle cennette sakin ol. Onun nimetlerinden ikiniz de bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa (nefislerine) zulmedenlerden olursunuz. Nihayet onları (Âdem’le Havva’yı) şeytan bir (desiseyle) cennetten kaydırdı ve içinde bulundukları nimetten onları çıkardı. Biz de: Birbirinize düşman olarak buradan (yere) inin, yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün sonuna kadar) yerleşmek ve menfaatlanmak vardır demiştik.” (BAKARA SURESİ – 35/36. AYETLER)
Allah, Âdem’le Havva’ya, yalnız bir ağaçtan başka her ağacın meyvelerinden yemelerinden müsaade etti. Bu suretle insana, nefsine hâkim olmayı ve iradesini kuvvetlendirmeyi öğretmek istedi. Onlar da Allah’ın emrini tuttular, cennetin bütün nimetlerinden faydalanarak saadet ve neşe içinde orada yaşadılar. Allah, Âdem (AS)’a şeytandan sakınmasını, onun şaşırtıcı sözlerine kanmamasını bildirdi. Çünkü Allah, şeytanın Âdem ve Havva’dan hoşlanmadığını, onlar için daima kötü şeyler düşündüğünü biliyordu.
Allah, Âdem (AS)’a: Ey Âdem! Şeytan senin ve eşinin düşmanıdır, bu düşmanlığı yüzünden sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht ve perişan olursunuz. Sizin için cennette aç kalmak, açıkta kalmak, susuz kalmak yoktur. Rahatınızı bozacak bir sıcaklık ta yoktur.” dedi. Âdem’le Havva, cennette rahat yaşadılar. Şeytan ise onları oradan uzaklaştırmak için durmadan tuzaklar kuruyor, dolaplar çeviriyordu. Nihayet bir fırsatını buldu ve onların yanına sokuldu:
“Ey Âdem! Sana, seni cennetle ebedi kılacak ağaca, zeval bulmaz bir devlete rehberlik ve kılavuzluk edeyim mi?” dedi. Âdem (AS) ona döndü ve ne demek istediğini sordu. Şeytan Hz Âdem (AS), Allah’ın yaklaşmamalarını emrettiği ağacı gösterdi. Hz Âdem (AS), şeytanın bu sözüne kulak vermedi, lakin şeytan yılmadı, ümidini kesmedi ve tekrar döndü: “Rabbiniz melek olurlar veya cennette ebedi kalırlar diye bu ağaca yaklaşmaktan sizi men etti. Bunu biliyor musunuz?” dedi. Hz Âdem (AS) yine kulak asmadı ve hemen oradan uzaklaştı. Şeytan arkasından koştu ve yemin etti: “Bana inanınız. Ben size öğüt ve nasihat verenlerdenim.” dedi. Şeytan bu kadar kuvvetli yemin edince, Hz Âdem ve Hz Havva düşünmeye başladılar: “Nasıl olur da bir kimse yalan yere Allah adına yemin edebilir, herhalde doğru söylüyor.” dediler. Daha sonra da Allah’ın: “Sakın yaklaşmayın.” Dediği ağacın meyvesinden yediler. Meyve daha midelerine varmamıştı ki, çırılçıplak kaldılar. Üzerlerinde elbise namına bir şey kalmadı, çok utandılar. Utandıklarından muz ağacının geniş yapraklarıyla örtündüler. Allah’tan utandılar, nereye kaçacaklarını şaşırdılar. Çünkü Allah onları görüyordu. O’nun emrine karşı gelmişlerdi. Allah, Hz Âdem (AS)’ın kaçtığını görünce ona:
“Ey Âdem! Benden mi kaçıyorsun?”dedi. Hz Âdem (AS): “Hayır ya Rabbi. Senden nereye kaçabilirim? Senden utanıyorum.” dedi. Allah, Hz Âdem (AS)’a: “Ey Âdem! Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi? O ağaçtan yemeyeceksiniz dediğim halde niçin yediniz? Dedi. Hz Âdem ve Hz Havva: “Bizi bağışla, kusurumuzu affet ya Rabbi.” dediler. Allah onlara: “Ben size emrettim. Benim emrimi dinlemediniz.” buyurunca, Hz Âdem ve Hz Havva:
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ:
“Ey Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz, bizi esirgemezsen herhalde (maddi manevi en büyük) zarara uğrayanlardan olacağız.” dediler. (A’RAF SURESİ – 23. AYET)
Allah Hz Âdem’e:“Ey Âdem! Sana cenneti verdim, her istediğini orada ihsan ettim. Verdiğim bunca nimetler sana yetmiyor muydu da o ağaçtan yedin?” dedi. Hz Âdem (AS): “Yüce şanına and olsun ey Rabbim! Bir kimsenin senin yüce ismini anarak yalan yere yemin edeceğine ihtimal vermemiştim.” dedi. Allah ona: “Yüce şanıma yemin olsun ki ey Âdem, sen artık yeryüzüne ineceksin. Orada sıkıntı ve güçlükler çekeceksin. Çalışarak hayatını kazanacaksın.” buyurdu. Hz Âdem (AS): “Ey Rabbimiz, senin affına sığınırız. Bizi bağışla.” diye yalvardı, mahzun oldu. Çok ağladı, yaptığına pişman oldu. Nihayet Allah ona merhamet etti. Hz Âdem (AS), tevbe istiğfar etmesi için Rabbinden emir aldı. Onları yerine getirdi. Allah tevbesini kabul ederek onu affetti.
Bu ibret verici olay, şeytanın insana ne derece düşman olduğunu göstermeye kâfi gelir. Aslında şeytan, insanoğlunun ihlâslı ve iyi niyetli olanlarından başkasını kandırmak için elinden geleni yapacağına yemin etmiştir. Bu konuda Kur’an şöyle buyurur:
قَالَ فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ:إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ:
“Senin izzetine (mutlak kudretine, kahrına) yemin ederim ki, ben de artık onların hepsini mutlaka azdıracağım. İçlerinden ihlâsa erdirilmiş (mümin) kulların müstesna. Dedi.” (SA’D SURESİ – 82–83. AYETLER)
Görüldüğü gibi şeytan insanları kandırmak, azdırmak, haktan uzaklaştırmak, Allah’a isyan ettirmek hususunda yemin etmiştir. Vakıa ve hadiseler, şeytanın bu husustaki azim ve sebatına delalet etmektedir. İnsan şeytanı en büyük düşmanı olarak bilmeli, onun vesvesesine ve iğvasına kapılmamalı ve şeytanın şerrinden daima Allah’a sığınmalıdır.
Allah, bir ayette şöyle buyurur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَن يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ أَبَداً وَلَكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَن يَشَاءُ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ:
“Ey iman edenler! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa bilsin ki, o hayâsızlığı ve fenalığı emreder. Allah’ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, hiç biriniz ebediyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitir ve bilir.” (NUR SURESİ – 21. AYET)
Müslümanların üzerine, âlimleri ve salihleri sevmesi, onların meclislerinde bulunması, kendisine lüzumlu olan hususları sorması, nasihatlerini tutması ve şeytanı düşman kabul etmesi vaciptir. Allah şöyle buyurur:
إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوّاً إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ:
“Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman edinin; o, kendi taraftarlarını çılgın alevli cehennem yaranı olmaya çağırır.” (FATIR SURESİ – 6. AYET)
Yani Allah’a ibadet etmek suretiyle şeytana düşmanlık edin. Allah’a isyan etmekle ona tabi olmayın. Bütün hareketlerinizde, fiillerinizde ve inançlarınızda kalbi bir samimiyetle ondan kaçınınız. Bir iş işlediğiniz zaman onu iyi belleyin. Çünkü şeytan çok kere yaptığınız işe riya sokar ve size çirkin olan şeyleri güzelleştirir. Şeytanın şerrinden kurtulmak için Allah’tan yardım dileyin. Bu hususta Allah’ın yardımına çok ihtiyacınız vardır.
Akıllı insan odur ki, şeytanı düşman bilir ve ona isyan eder. Şeytanın emir ve tavsiyelerini dinlemez, vesvesesine kapılmaz. Şeytan ne emrederse onun tersini yapar. Yine akıllı insan odur ki, kendisini yoktan var eden Allah’ı bilir ve O’na itaat eder.
Peygamberimiz (SAV) yere bir çizgi çizdi ve şöyle buyurdu: “Bu Allah’ın yoludur.” Sonra o çizdiği çizginin sağında solunda birçok çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu: “Bunlar da yollardır. Bu yolların her birinde şeytan vardır ki, bu yola çağırır.”
Peygamberimiz (SAV) bu sözleriyle şeytanın yollarının çokluğunu anlatmış oluyor. Şunu iyi bilmeliyiz ki, kalp bir kale gibidir. Şeytan da oraya girip işgal etmek suretiyle sahip olmak isteyen düşman gibidir. Kalenin düşmandan korunması, ancak kalenin kapıları, giriş yolları ve gediklerinin korunmasıyla mümkün olur. Kalenin kapılarını korumasını bilmeyen kimsenin kaleyi muhafaza etmeye gücü yetmez. Kalbin, şeytanın vesvesesinden korunması vaciptir. Şeytanın iğvasına def etmek, ancak onun giriş yollarını bilmekle olur. Öyleyse şeytanın giriş yolları ve kapıları kulun sıfatlarıdır. Bunların sayısı da oldukça çoktur. Bunlar da şunlardır:
1-) ÖFKE VE ŞEHEVİ İSTEKLER: Öfke, aklı giderir, zayıflatır. Akıl zayıfladığı zaman, şeytanın vesvesesi oraya hücum eder. İnsan her zaman öfkelenirse, küçük çocuğun topla oynadığı gibi şeytan da onunla oynar. Rivayet edilir ki: Velilerden bazısı şeytana: “Âdemoğluna nasıl galebe çalarsın?” diye sorarlar. Şeytan şu cevabı verir: “Onu öfkelendiği, heva ve hevesine kapıldığı zaman yakalarım.” cevabını verir.
2-) HIRS VE HASET: Kul her şeye haris olduğu zaman hırsı onu sağır ve kör yapar. İşte bu anda şeytan ona vesvese vermeye fırsat bulur. Böylece kişiye, hırslandığı şey, haram ve yasak bile olsa güzel görünür.
Rivayet edilir ki: “Hz Nuh (AS), Allah’ın emri üzerine her canlıdan bir çift alıp gemiye bindiği zaman, gemide tanımadığı bir ihtiyar görür. Bunun üzerine Hz Nuh (AS) ona der ki: “Seni buraya kim soktu?” İhtiyar: “Ben buraya senin ashabının kalplerine vesvese vermek için girdim. Onları kalpleri benimle bedenleri seninle olur.” dedi. Hz Nuh (AS): “Gemiden çık ey Allah’ın düşmanı! Çünkü sen Allah’ın lanetine uğrayan şeytansın.” der. Bunun üzerine şeytan der ki :“Beş şey vardır ki, ben onlarla insanları sapıtır, helak ederim. Onların üçünü sana söylerim, ikisini söylemem.” Tam bu sırada Allah, Hz Nuh (AS)’a şöyle vahyeder: “Senin o üçe ihtiyacın yoktur. Sana ikisini söylesin yeter.” Bunun üzerine Hz Nuh (AS) şeytana sorar: “O iki nelerdir?” Şeytan der ki: “Onlar öyle iki şeydir ki, beni yalancı çıkarmazlar. Onlar öyle iki şeydir ki, beni geride bırakmazlar. Ben onlarla insanları helak ederim. Onlar, hırs ve hasettir. Haset sebebiyle ben Allah’ın lanetine uğrayıp kovuldum. Hırsa gelince, Hz Âdem(AS)’a cennette bir ağaç hariç her şey mübah kılındı. Hz Âdem (AS)’a hırs sebebiyle dilediğimi yaptırdım. Bu yüzden Hz Âdem (AS) kendisine yasak kılınan meyveye yaklaştı.”
3-) DOYASIYA YEMEK YEMEK: Yenen gıdalar tertemiz, helal olsa da tokluk daima faydalanarak insanları yoldan çıkarır, Allah’a isyan ettirir.
Rivayet edilir ki: Şeytan Hz Yahya (AS)’a görünür. Hz Yahya (AS) şeytanın elinde her şeyden yapılmış ucu çengelli şeyler görür ve sorar: “Bu çengeller nedir? Şeytan cevap verir: “Âdemoğlunun sapıttığım şehevi istekleridir.” Hz Yahya (AS) tekrar sorar: “Onların içinde bana ait bir şey var mıdır?” Şeytan cevap verdi:“Bazı kereler çok yemek yedin de sana namazdan ve zikirden ağırlık verdik.” Hz Yahya (AS) sordu: “Başka bir eş var mıdır?” Şeytan: “Hayır” dedi. Hz Yahya (AS): “Allah’a yemin ederim ki, bir daha midemi ebediyen yemekle doldurmam.” dedi. Bunun üzerine şeytan da dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki, ben de bunu bir daha ebediyen kimseye söylemem.”
Şu halde mide tıka-basa doldurulmamalıdır. Her şeyde israf olduğu gibi, yemek yemede de israf, normalin üzerinde fazla yemek yemek te doğru olmaz. Şeytan bundan faydalanır ve insanı doğru yoldan sapıtır, azdırır ve isyan ettirir.
Ebu Süleyman Darani der ki: “Kim çok yerse altı afete maruz kalır:
1-) İbadetten zevk alamaz.
2-) Hikmetli şeyleri hıfzetmesi güçleşir.
3-) Mahlûkata şefkatli olma gibi yüksek bir insani duygudan mahrum kalır. Çünkü kendisi tok olunca, herkesin ve her canlının da kendisi gibi tok olduğunu sanır.
4-) Vücudu ağırlaştığı için ibadet ağır gelir.
5-) Nefsanî heves ve arzuları artar.
6-) Diğer müminler ibadethanelerin etrafında dolaşırken, o mezbeleliklerde dolaşır.
4-) İŞLERDE TEENİYİ TERKETMEK, ACELECİ OLMAK: Bütün işlerde itidalli hareket edilmelidir. Teenniyle ve temkinli hareket edilmelidir. Kesinlikle acele edilmemelidir. Acelecilik, şeytanı sevindirir, mümini ise yerindirir. Peygamberimiz (SAV) bu hususta şöyle buyurur:
ألتأنىمن الله والعجلة من الشيطان.
“Teenni Allah’tan, acelecilik ise şeytandandır.”
Başka bir hadislerinde de: “Acele şeytandandır. Teenni ise Rahman’dandır. Acele edildiği zaman şeytan insana idrak edemediği yerden şerrini kabul ettirir.” buyurmuşlardır.
Rivayet olunur ki, Hz İsa (AS) doğduğu zaman, şeytanlar reislerine yani İblis’e gelerek derler ki: “Bugün putların başları aşağı eğilip yıkılmıştır.” İblis te: “Siz yerinizde durun, bu yeni bir hadisedir.” der. Yeryüzünü dolaşır, fakat İsa (AS)’ın doğması ve meleklerin onu ziyaret etmesinden başka bir şey bulamaz. Geri döner ve şeytanlara der ki: “Dün gece bir peygamber doğdu. Benim bir kadın hamile kalıp, doğumunu yaptığında yanında bulunmamam vaki değildir. Ancak bundan haberim olmadı.” İsa (AS)’ın doğduğu bu geceden sonra putlara taptırmaktan meyus olan şeytanlara İblis şöyle der: “Âdemoğullarına acelecilik, hafifmeşreplik yönünden girin, onları bu yoldan yakalayın.”
4-) MAL, MÜLK, PARA: Şeytan insanları mal, mülk ve para vasıtasıyla da kandırır, yoldan çıkarır, isyan ettirir. İnsanın ihtiyacından fazla olan mal, mülk ve para, binitler, akarlar v.s. şeylerin hepsi şeytanın karargâh kurduğu şeylerdir. Bunlar vasıtasıyla insanı saptırır, Allah’tan uzaklaştırır.
Sabit El- Bennani der ki: “Peygamberimiz (SAV) peygamber olarak gönderildiği zaman İblis, şeytanlara dedi: “Bir hadise vardır, bakın bakalım o nedir?” Şeytanlar giderler, dolaşırlar fakat bir şey bulamazlar. Sonra İblis’e gelerek şöyle derler: “Biz bir şey anlayamadık.” İblis: “Ben size hayırlı bir haberle gelirim.” diyerek ayrılır gider. Döndükten sonra şeytanlara der ki: “Allah, Hz Muhammed (SAV)’i peygamber olarak göndermiştir.” Bundan sonra İblis duramaz, şeytanlarını Hz Peygamber (SAV)’in Ashabına gönderir. Onları sapıtmak için. Fakat her defasında şeytanlar başarısızlığa düşerek dönerler ve İblis’e şöyle derler: “Biz hiçbir gün böylelerini görmedik. Bunlara günah işletiriz, sonra bunlar kalkıp namazlarını kılarlar. Kıldıkları namazları, bizim işlettiğimiz günahları yok eder, silip atar.” Bunun üzerine İblis onlara şöyle der: “Yavaş olun, umulur ki Allah onlara dünya fetheder (onlara dünyalık mal, mülk ve para verir de biz onlardan istediklerimizi elde ederiz.”
Şu halde mal, mülk ve para sahiplerinin çok dikkatli olmaları gerekir. Devamlı surette malı helal yoldan kazanıp meşru şekilde harcamalı, şeytanın kendilerini sapıtmalarına fırsat vermemelidirler.
5-) CİMRİLİK VE FAKİR OLMA KORKUSU: Şeytan cimrilik ve fakir olma korkusuyla da insanları hak yoldan uzaklaştırır. Cimrilik ve fakir olma korkusu, Allah yolunda harcamayı engeller. Bu hastalığa müptela olan insanlar daima mal ve mülkü stok yapmayı, parayı kasalamayı severler. Şeytanların yuvası olan Pazaryerleri ve sokakları devamlı olarak mal toplamak için dolaşmayı adet haline getirmek ise cimrilik ve hırsın afetlerindendir. Peygamberimiz (SAV) bir hadislerinde şöyle buyurur:
ولايجتمع الشح والإيمان فىقلب عبدأبدا
“Cimrilikle iman hiçbir zaman bir kulun kalbinde toplanmaz.”
Cimrilik, kötü hasletlerin başında gelir. Cimriliği ifrada varan kimse, helal-haram ayırt etmez, zekât vermez, hayır ve hasenata koşmaz. Aç ve çıplakları gözetmez. Bütün derdi ve düşüncesi, para ve madde olur. Bu duruma düşenin yeri ise cehennem olur. Şeytanın tuzağından kurtulamaz, hakkı bulamaz.
Mümin helalinden kazanmalı, meşru bir şekilde harcamalı. Aile fertlerinin ihtiyaçlarını normal şekilde karşılamalı, hayır-hasenat yapmalı, açları doyurmalı, çıplakları giydirmelidir. Bilmeli ki, Allah yolunda harcanan paralar artar, eksilmez. Buna inanmalı ve iman etmeli…
ŞEYTANI YOK EDEN SİLAH
Her insanın mutlaka bir şeytanı vardır. İnsanı yoldan çıkartmak, sapıtmak, Allah’a isyan ettirmek ister. Bunun yanında müminin yapacağı ibadetler, taatlar, hayır ve hasenatlar şeytanı kahreder, öldürür. Nitekim İbni Abbas (RA) şöyle anlatıyor:
“Bir gün Hz Peygamber (SAV) camiden çıkarken, kapıda birden bire şeytanla karşılaştı. Şeytana: “Benim camimin kapısında ne arıyorsun?” diye sordu. Şeytan da:“Ey Muhammed (SAV)! Beni buraya Allah gönderdi.” diye cevap verdi. Hz Peygamber (SAV): “Neden?” diye sorunca, Şeytan: “Bana bir takım sorular sorman için. Dilediğini sorabilirsin. Hepsini cevaplayacağım.” dedi.
İbni Abbas (RA) diyor ki: “Evvela namaza ait bir soruyla konuya giren Peygamberimiz (SAV) ile mel’un şeytan arasında şu soru ve cevaplar cereyan etmiştir:
Hz Peygamber (SAV):“Ey şeytan! Ümmetimin camiye gelip cemaat halinde namaz kılmalarına neden engel oluyorsun?” diye sordu.
Şeytan şöyle cevap verdi: “Ey Muhammed (SAV)! Ümmetin namaz kılmak üzere camilere akın ettiğinde beni şiddetli bir sıtma nöbeti tutuyor. Bu nöbet ta camiden cemaat dağılıncaya kadar geçmiyor ve beni tir tir titretiyor. Ne yapayım? Böyle bir sıtmaya tutulmamak için camiye akın eden her müminin karşısına dikiliyor ve camiye gitmemesi için bütün hile ve tuzaklarımla engel olmaya çalışıyorum.”
Hz Peygamber (SAV): “Ey Şeytan! Ümmetimin Kur’an okumasına neden mani oluyorsun?” diye sordu.
Şeytan şöyle cevap verdi: “Ey Muhammed (SAV)! Hiç sorma. Müminler Kur’an okurken ben kalayın ateşte eridiği gibi cızır cızır ediyorum. İçim gidiyor. Nasıl karşı çıkmam? Elbette karşı çıkarım.”
Hz Peygamber (SAV): “Ey Şeytan! Ümmetimin Allah yolunda cihat etmesine neden engel oluyorsun?” diye sordu.
Şeytan şöyle cevap verdi: “Ey Muhammed (SAV)! Ümmetin Allah yolunda cihada tutuştuğunda benim ayaklarıma sanki köstek vuruluyor. Bu köstek onlar savaş alanından dönünceye kadar çözülmüyor. İşte bu yüzden müminlerin cihat etmesine engel oluyorum.”
Peygamberimiz (SAV): “Ey Şeytan! Ümmetimin hac vazifelerini yapmalarına neden engel oluyorsun?” diye sordu.
Şeytan şöyle cevap verdi: “Ey Muhammed (SAV)! Ümmetin hac borcunu ödemek gayesiyle yola çıktığında sanki ben zincire vuruluyorum. O sebeple hacca gidenlere bütün gücümle engel oluyorum.”
Hz Peygamber (SAV): “Ey Şeytan! Ümmetimin zekât ve sadaka vermelerine neden engel oluyorsun?” diye sordu.
Şeytan şu cevabı verdi: “Ey Muhammed (SAV)! Senin ümmetin zekât ve sadaka vermeye kalkıştığında sanki boynuma büyük ve keskin bir testere çekiliyor. Beni tahta biçer gibi parçalıyor. O yüzden zekât ve sadaka verenlere engel oluyorum.”
Şu halde namaz kılalım, Kur’an-ı Kerim’i bol bol okuyalım, Allah yolunda cihat edelim, hacca gidelim, zekât ve sadakayı bol verelim. Allah’ı çok zikredelim de şeytanın bizi kandırmasına engel olalım…
DUALAR NEDEN KABUL EDİLMİYOR?
Âlimlerden biri dedi ki: “İyilik yapanı iyiliğiyle tanıdıktan sonra, ona karşı isyan eden şeytanı saldırganlığıyla tanıdıktan sonra o mel’una itaat eden kimse ne acayiptir? Böyle bir kimsenin haline acımamak elde değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah şöyle buyuruyor:
وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ:
“Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin size karşılığını vereyim (duanızı kabul edeyim.) (MÜ’MİN SURESİ – 60. AYET)
Hâlbuki sen Allah’a dua ediyorsun o sana cevap vermiyor. Allah’ı anıyorsun ama şeytan senden kaçmıyor. Zira zikrin ve duanın şartları ortada yoktur.”
İbrahim Ethem Hazretleri, Basra çarşısından geçiyordu. İnsanlar onu bulmuşken etrafında toplandılar ve sordular: “Ey Ebu İshak! Biz Allah’a dua ediyoruz ama Allah dualarımızı kabul etmiyor. Niçin?” İbrahim Ethem şu cevabı verdi: “Sizin kalpleriniz şu on şeydan dolayı ölmüş:” Tekrar sordular: “Acaba kalplerimizi öldüren şeyler nedir?” İbrahim Ethem cevap verdi: “Kalplerinizi öldüren on haslet şunlardır:
1-) Allah’ın hakkını bildiğiniz halde yerine getirmediniz.
2-) Kur’an-ı Kerim’i okudunuz, fakat hükümleriyle amel etmediniz.
3-) Biz Allah’ın Resulünü (SAV) seviyoruz dediniz, fakat sünnetini terk ettiniz.
4-) Allah’ın nimetini yersiniz; ama onun şükrünü eda etmezsiniz.
5-) Ölüm haktır dediğiniz halde, ölüm için hazırlık yapmadınız.
6-) Şeytanın düşman olduğunu iddia ettiğiniz halde, günah işlemede ona itaat ettiniz.
7-) Biz ateşten (cehennemden) korkarız dediğiniz halde nefis ve şeytana uymak suretiyle kendi nefsinizi elinizle ateşe attınız.
8-) Biz cenneti seviyoruz dediniz, fakat cennet için hiçbir amel yapmadınız.
9-) Ölüleriniz gömersiniz; ama onlardan ibret almazsınız.
10-) Yataklarınızdan kalktığınız zaman, ayıplarınızı sırtınızın arkasına atıyorsunuz, halkın ayıplarını getirip önünüze seriyorsunuz. Böylece Rabbinizin gazaba getiriyorsunuz. Durum böyleyken Rabbiniz sizin dualarınızı nasıl kabul edecektir?”
Hülasa; Dualarımızın Allah katında kabule şayan olabilmesi için, Allah’ın nimetlerine karşı şükür görevimizi yerine getirmeliyiz. Emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmalıyız. Kur’an-ı Kerim’i çok okumalıyız. Hz Peygamber (SAV)’e karşı olan sevgimizin nişanesi olarak sünnetine tabi olmalıyız. Sünnete mugayir davranışlardan, bid’atlerden ve hurafelerden kaçınmalıyız. Ölümün hak olduğuna inanmalıyız ki iyi ameller işlemek suretiyle ölüme hazırlanmalıyız. Son nefeste imanla gitmenin çarelerine başvurmalıyız.
Cehennem ateşinden korkmalıyız, bizi cehenneme götürecek her türlü isyankâr davranıştan, günahları işlemekten sakınmalıyız. Sık sık işlediğimiz günahların affı için tevbe ve istiğfara başvurmalıyız. Cennete ve cennetteki ebedi nimetlere kavuşmak için gereken hazırlığı yapmalıyız. İbadet, taat, hayır ve hasenatla meşgul olmalıyız. Allah ve Resulü (SAV)’in yolundan bir saniye bile olsa ayrılmamalıyız.
İnsanlara karşı din kardeşliği görevlerimizi noksansız yapmalıyız. Herkesin yardımına koşmalıyız. Bütün müminleri sevmeli ve saymalıyız. Kimseye kırıcı davranış ve harekette bulunmamalıyız. Hiç kimsenin arkasından konuşmamalı, ayıplarını sayıp dökmemeliyiz.
Şeytanı düşman bilmeliyiz. Dualarımızın kabulüne mani olacağını, çeşitli vesveselerle ve desiselerle bizi hak yoldan uzaklaştıracağını, isyan ve tuğyanlarımızı çoğaltmak suretiyle bizi ateşe atmak için gayret göstereceğini gözden ve gönülden uzak tutmamalıyız. Yüce Rabbimizin şu emrine kulak verelim:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَن يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ أَبَداً وَلَكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَن يَشَاءُ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ:
“Ey iman edenler! Şeytanın izi ardınca gitmeyin. Kim şeytanın izine uyarsa bilsin ki o, kötülüğü ve meşru olmayan şeyi emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiç biri ebediyen (günah kirinden) temize çıkamazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, her şeyi işitir, her şeyi bilir.”(NUR SURESİ – 21. AYET)
Şeytanın insanoğluna olan düşmanlığını bu kadar izah ettikten sonra, insanın zihninde iz bırakacak bir kıssaya kulak verelim: Hz Peygamber (SAV)’in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“İSRAİL OĞULLARINDAN OLAN BİR RAHİBİN, BİR KIZLA, DOLAYISIYLA ŞEYTANLA OLAN HİKÂYESİ”
ŞEYTAN’A TABİ OLANLAR
İnsanların maddi ve manevi sahada çok düşmanları vardır. Zehirden şifa beklenemeyeceği gibi, düşmandan da vefa beklenmez. Maddi sahadaki düşmanlarımız memleketimize, vatanımıza, hürriyetimize, din ve mukaddesatımıza saldıranlardır. Namusumuza, şeref ve haysiyetimize göz dikenlerdir. Malımızda ve canımızda gözü olanlardır. Bunlar sinsi emellerini, hayallerindeki düşüncelerini gerçekleştirmek için zaman zaman birleşerek harekete geçmek, güzel yurdumuzu işgal etmek, büyük milletimizi esir almak, istiklal ve hürriyetimizi, namus ve şerefimizi yok etmek ve ortadan kaldırmak sevdasına kapılırlar. Eğer günün birinde bu hainler güzel vatanımıza saldıracak olurlarsa bu mütecaviz düşmanları yok etmek için, yediden yetmişe kadar hepimiz cihat ederiz. Çünkü bu durumda cihat etmek üzerimize farz olur.
Manevi düşmanlarımız ise; şeytan ve ona tabi olanlardır. Manevi sahadaki düşmanlarla mücadele etmek te üzerimize düşen bir vecibedir. Şeytan manevi hayatımıza kastettiği, imanımıza saldırdığı, dolayısıyla bizi Allah’ın rızasından uzaklaştırmak istediği için en büyük düşmanımızdır.
Şeytana tabi olanlara gelince: Mukaddes mefhumlardan soyulmuş, Peygamber, din iman, kur’an… Tanımayan, dalalet ve rezaletin verdiği sersemlikle hak ve hakikatten ayrılan, bunlara yüz çeviren, batılı hak olarak kabul eden, başkalarının da kendisi gibi olmasını arzu eden nasipsizlerdir ki, Bunlar da insan kılığına girmiş olan şeytanlardır. Bunların her ikisinin şerrinden de Allah’a sığınırız.
Nitekim Allah Nas suresinde şöyle buyuruyor:
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ:مَلِكِ النَّاسِ:إِلَهِ النَّاسِ:مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ:الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ:مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ:
“(Ey Resulüm) de ki: Sığınırım insanların Rabbine, İnsanların melikine (hükümdarlar hükümdarına), insanların ilahına; o sinsi şeytanın şerrinden… Öyle bir şeytan ki, insanların kalplerine vesvese verir. (O şeytan), cinlerden de olur, insanlardan da.” (NAS SURESİ – 1–6. AYETLER)
Bu azılı düşmana karşı daima hazırlıklı bulunmak, onu mağlup etmek için her zaman tedbirli olmamız lazım. Zira Allah bir ayetinde şöyle buyuruyor:
وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولاً:
“Şeytan, insanı (başına bir bela gelince) yapayalnız ve yardımsız bırakandır.”(FURKAN SURESİ – 29. AYET)
Dünyada insanı azdırıp başına bir türlü bela ve felaket indiğinde insanı yapayalnız bırakır. Ona en ufak bir yardımda bulunmaz. Ahirette, yine insanın kendisine uymasından dolayı çeşitli azaplara düçar olduğunda yine yalnız bırakır. Azaplar içerisinde kıvranan insan, şeytandan medet ve yardım bekleyince, Şeytan: “Beni kınamayın, kendi nefsinizi kınayın. Zira beni görmediniz, sesimi işitmediniz. Ancak kalbinize verdiğim vesveseye kapıldınız, bana uydunuz, itaat ettiniz. Hâlbuki size peygamber geldi, din geldi, Kur’an geldi. Onu gördüğünüz, duyduğunuz halde onlara uymadığınız için kendinizi suçlayın, beni suçlamayın.” der. Bu hususta Rabbimiz şöyle buyurur:
وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الأَمْرُ إِنَّ اللّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدتُّكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُم مِّن سُلْطَانٍ إِلاَّ أَن دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِي فَلاَ تَلُومُونِي وَلُومُواْ أَنفُسَكُم مَّا أَنَاْبِمُصْرِخِكُمْ وَمَا أَنتُمْ بِمُصْرِخِيَّ إِنِّي كَفَرْتُ بِمَاأَشْرَكْتُمُونِ مِن قَبْلُ إِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ:
“İş bitince (cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girince), şeytan ateşte olanlara der ki: Doğrusu Allah size gerçeği vaat etti. Ben de size vaat ettim ama yalancı çıktım. Aslında sizin üzerinizde bir hâkimiyetim yoktu; ancak sizi (batıla) çağırdım, siz de hemen uydunuz. Artık beni kötülemeyiniz, nefislerinizi kötüleyiniz. Ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Doğrusu ben bundan önce sizin beni Allah’a ortak koşmanıza inanmamıştım.” (İBRAHİM SURESİ – 22. AYET)
İnsan o zaman şeytana uymanın ne kadar büyük bir felaket olduğunu anlar. Ama iş işten geçmiş, son pişmanlık fayda vermez olmuştur, ateş ona dokunmuştur.
O halde ey Müslüman! Dostunu düşmanını tanı. Seni dininden, imanından, her türlü manevi ve mukaddes değerlerinden mahrum etmek, ebedi cehennemlik yapmak isteyen şeytanın arkasından gitme, ona tabi olma. Şeytana uyanlara, ona hizmet edenlere de aldırma. Şeytanın dostları da kendisi gibi ebedi düşmanlarındır, bunu iyi bil ve asla aklında çıkarma.
ŞEYTANIN DOSTLARI ŞUNLARDIR:
1-) Baş düşmanı Hz Muhammed (SAV)’dir.
2-) Mütevazı, alçakgönüllü zengindir.
3-) Adaletli hükümdardır.
4-) Doğru olup, yalan söylemeyen tüccardır.
5-) Nasihat ve öğüt kabul eden mümindir.
6-) Merhametli ve şefkatli mümindir.
7-) Haram ve şüpheli şeylerden sakınan kişidir.
8-) Temizliğe devam eden mümindir.
9-) Tevbe eden ve tevbesinde sebat gösteren, tevbesini asla bozmayan kimsedir.
10-) İlmiyle amel eden âlimdir.
11-) Allah rızası için sadaka veren kimsedir.
12-) Güzel ahlak sahibi olan mümindir.
13-) İnsanlara faydalı olan kimsedir.
14-) Hafız olup, Kur’an-ı Kerim’i devamlı okuyan kimsedir.
15-) İnsanlar uyurken gece kalkıp Allah rızası için nafile ibadet yapan kimsedir.
İşte bunlar şeytanın düşmanları, asla sevmediği kimselerdir.
ŞEYTANIN DOSTLARI VE ARKADAŞLARI:
1-) Baş dostu ve arkadaşı zalim hükümdarlardır.
2-) Kibirli ve gururlu olan zengindir.
3-) Hain, yalancı ve ihtikâr yapan tüccardır.
4-) İçki içen ve kumar oynayan kimselerdir.
5-) Riyakâr ve dalkavuk olan kimselerdir.
6-) İftira eden ve yalan söyleyen kimselerdir.
7-) Yetimin malını haksız olarak yiyen kimselerdir.
8-) Namaz kılmayan kimselerdir.
9-) Zekât vermeyen kimselerdir.
10-) Hırs ve tamah sahibi olan kimselerdir.
İşte bunlar şeytanın dost ve arkadaşlarıdır. Şeytan bunları çok sever. Onları azdırır, uçuruma sürükler, neticede onları yine de yalnız bırakır, yardım etmez.
Gerçek Müslüman’a yakışan, şeytana düşmanı olmasıdır. Şeytan düşman olunca da kazançlı olur. Dost olunca ise zararlı olur. Zira şeytanın düşmanları, Allah ve Rasülü (SAV)’in dostlarıdır. Şeytana dost ve arkadaş olmak Müslüman için büyük bir felakettir. Her fırsatta şeytanın şerrinden Allah’a sığınalım.
ŞEYTANA UYANIN DİNİ GİDER
Hz Ebu Bekir Sıddık (RA) şöyle buyurur:
“Şüphesiz İblis senin önünde durmuş, nefsin sağında, heva solunda, dünya arkanda, uzuvların etrafında, Allah mekândan münezzeh olarak kudretiyle üstünde… İblis seni dinini terk etmeye davet ediyor. Nefis, seni günahlara çağırıyor. Heva, seni şehvete davet ediyor. Dünya, seni ahiret üzerine kendisini tercih etmeye çağırıyor. Azaların, seni günahlara doğru davet ediyor. Cebbar olan Allah ise seni cennete ve mağfirete çağırıyor:
وَاللّهُ يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ:
“Allah ise kendi izni ve iradesiyle cennete, mağfirete çağırıyor.” (BAKARA SURESİ – 221. AYET)
O halde İblisin çağrısına, davetine icabet edenin, ona uyanın dini gider. Nefsin davetine icabet edenin aklı gider. Dünyanın davetine icabet edenin ahireti gider. Azaların davetine icabet edenin cennetin gider. Allah’ın davetine icabet edenin kötülük ve günahları gider ve bütün hayırlara nail olur.”
İnsan her an hata yapabilir, günah işleyebilir. Hemen akabinde pişmanlık duyması, kusurunu itiraf ederek tevbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Tevbe etmede ve af dilemede acele etmesi lehine olur, günahları affa uğrar.
Muhammed b. Duri demiştir ki: “İblis 5 şeyden dolayı bedbaht olmuştur:
1-) İşlediği günahı ikrar etmediğinden
2-) Nedamet duymadığından
3-) Nefsini kınayıp ayıplamadığından
4-) Tevbe etmeye azmetmediğinden
5-) Allah’ın rahmetinden ümidini kesip, ümitsiz olduğundan
Hz Âdem (AS) ise şu 5 şeyden dolayı mesut olmuştur:
1-) Günahını itiraf ve ikrar ettiğinden
2-) İşlediği günah üzerine pişmanlık duyduğundan
3-) Nefsini kınayıp ayıpladığından
4-) Tevbe etmede acele ettiğinden
5-) Allah’ın rahmetinden ümidini kesmediğinden, ümitsiz olmadığından
|
|
|
|